[…] Kanaatime göre Hz. İsa’dan altı yüz yıl sonra bir
eşittir bir’e (1=1) geri dönülmesi hayli ilginç. Bu noktada eşzamanlı olarak,
insanlık için olağan, pratik bir ahlâkın geri dönüşüne tanık oluyoruz. Yani tüm
hatalar uygun biçimde cezalandırılıyorlar, bir hata davranış olarak kabul
edilip affediliyor, geleceğe doğru seyreden gidişat bu şekilde iyileştirilmiş
oluyor. Bu müdahaleyi, Kureyş kabilesine mensup bir Arap olan Muhammed bin
Abdullah yapıyor. Milliyet bakımından Araplar ve Yahudiler arasında önemli bir
farkın bulunmaması, her iki milletin Semit olması sebebiyle, Musa, İsa ve
Muhammed, aynı milliyetin ve neslin üyesi kabul ediliyor. Kitab-ı Mukaddes’e
göre, Yahudilerin ve Arapların kökleri Hz. İbrahim’e dayanıyor.
Yedinci yüzyılın başlarında yeryüzünün bütününe
baktığımızda siyaset, iktisat, toplum ve kültürde ciddî bir çöküşün yaşandığını
görebiliyoruz. En iyi hâliyle tanık olduğumuz şey, gerileme, rahatsızlık,
durağanlık ve tüm toplumsal alanların parçalanması oluyor.
Batı ve Kuzey Avrupa’daki, ayrıca Kuzey Afrika ve Batı
Asya’daki sömürgeleri ile Romalılar, kuzeyden gelen Alman kabilelerinin baskı
ve saldırıları sebebiyle çöküşe ve mağlubiyete sürükleniyorlar. Sadece Doğu
Roma, yeni zuhur eden, cüretkâr halkları (Bulgarları ve diğerlerini) himayesi
altına alabiliyor, onları zoraki misafirler ve ailenin üyeleri olarak kabul
ediyor. Sadece Doğu Romalılar, kültür alanında, Greklerden ve tarihe karışmış
olan Romalılardan miras kalan bilgiyi sindirme imkânı bulabiliyor.
Mısır, Suriye, İran, Judea vd. Arap Yarımadası’nın
civarındaki birer otorite merkezi olarak pek de arzulamadıkları ölüm sürecine
girmiş durumdadır. Oysa Arap Yarımadası’nda beş milyon kişi yaşamaktadır ki bu
sayı dönemi için oldukça yüksektir. Bölge, paramiliter kimi yöntemlere
başvuran, güçlü silâhlı çöl kervanlarına sırtını yaslayan zeki ve yürekli
tüccarların hâkimiyetindeki ticaret sayesinde yüksek bir refah düzeyine sahip.
Ayrıca Arap Yarımadası, herhangi bir yabancı milletin zulmüne henüz maruz kalmamış.
Böylesi bir ortamda Arap milleti, hâlâ enerjik, güçlü, dik, cesur ve kendi
gücüne güven dolu. Yalnızca kabileler arasında kimi çatışma ve savaşlara tanık
olunuyor. Bu sosyal çelişkilere paralel, inanç sistemi de henüz birleşme
meylinde değil, ancak aksine hâkim inanç sistemi farklı inanışlara bölünmüş
durumda, bu koşullar Hz. Muhammed sonrasında küffarın cahiliye dönemi olarak
nitelendiriliyor.
Dönemin farklı kesitlerinde tasvir edilen, cahiliye
dönemindeki farklı inanışları birleştirme; ideolojiyi, verili ideolojik
çatışmaları sentezlemek suretiyle tekleştirme ve millî politik, sosyal,
iktisadî ve kültürel birleşme süreci, Hz. Muhammed’in baştan sona ele aldığı
hususlar oluyor.
Sözkonusu birleşme, Arabistan’daki hâkim bir dizi imaj
arasındaki en büyük olanın kullanılması suretiyle değil, Allah’ın tekliği ve
kadir-i mutlaklığı aracılığıyla gerçekleşiyor, Allah, dünyada herhangi bir
şeyden imal edilmiş, zamana ve zemine tabi, insan yapımı bir imaj olmaktan
kurtuluyor.
“Cahil”, zeki olmayan, korkak ya da sahtekâr anlamına
gelmiyor. Bilâkis eğitim, cesareti, azmi, dürüstlüğü, liderlik etme becerisini,
bir sonraki güne ilişkin ustalıklı bir zihne sahip olmayı ya da (her işin
altından kalkan) bir kişi olarak hızlı ve etkin kararlar alma becerisini
güvence altına alan bir şey değil.
Hattizatında Endonezya halkına ait şu atasözü açık bir
gerçekliğe işaret ediyor: “Çok gezen çok şey görür, uzun yaşayan çok şey
tecrübe eder.” Muhammed bin Abdullah’ın Arabistan civarındaki ülkelere yaptığı
seyahatler, Arap Yarımadası’nın ve genelde tüm bölgenin bir lidere muhtaç
olduğu bir dönemde, O’na geleceğin peygamberi, lideri, generali ve edibi olarak
gerekli olan tüm tecrübe ve bilgiyi kazandırıyor.
Genç Muhammed bin Abdullah’ın beyninde bir kıvılcım
gibi çakan bilme arzusu, toplum ve dünyadaki her şeyi anlama isteği, geçmişte
yüksek bir kültür düzeyine ulaşmış Arabistan’ı kuşatan toplumlarca tatmin
ediliyor. Rahipler ve hahamlar, her şeyi bilmeyi arzulayan bir beyinde zuhur
eden her türden soruya cevap bulmak adına fikrî malzemenin yanında yöntem ve
yönergeleri de veriyorlar.
Mekke ile diğer şehirler arasında cereyan eden
muhabbetin temin ettiği bilgiyi mükemmelleştiren gözlemiyle bir kişi, Arap
Yarımadası’nın toprağından ve gökyüzünden unutulmaz kimi izlenimler elde
edebiliyor. Sık sık karşısına çıkan düşman güçleriyle uğraşmak durumunda kalan
kervanların kazandırdığı tecrübe, Muhammed bin Abdullah’ın ruhunda saklı
liderlik özelliğini zamanla geliştiriyor.
Bu sebeple, “Hayat Üniversitesi”nde eğitim alan ve
disiplin edinen Hz. Muhammed, birliğe muhtaç olan Arap Yarımadası’nda bir
propagandacı, general, devlet başkanı, toplum lideri ve bir peygamber olarak
öne çıkıyor.
Yedinci yüzyıl başında birlik ve kadir-i mutlaklık
için zaman ve zemin gayet uygun. Ayrıca Arap Yarımadası’na ve civar bölgelere
yönelik ilgide de ciddî bir yoğunluk sözkonusu.
Arap Yarımadası’ndaki toplum, farklı kabilelerin
elindeki güç odakları arasında belli bir otoritenin tesis edilmesine oldukça
fazla ihtiyaç duyuyor. Toplum, aynı zamanda doğanın, beşeriyetin, ervahın ve
meleklerin tümünü hükmü altında tutan Tek Yüce Allah inancı ile yüklü,
yeryüzündeki tüm milletlerin üzerinde duran, bir grubun, yani Müslümanların
mevcudiyetini de talep ediyor.
Bir başka deyişle, Allah’ın İradesi’ne teslim olan ve
Allah’ın hükmünü kabullenen bir anlayış üzerine kurulu İslam’ın ruhu, ruhun ve
felsefenin merkezi olarak o güne dek insanlık tarihinde henüz bilinmeyen, bir
tür iman pratiğine işaret ediyor. Bu yeni din, Arap kabilelerine ait inanış
biçimleri ile çatışıyor.
Bir gün Hz. Muhammed’in ailesi bir toplantıda,
ihtilafların derinleşmesini ve aileye yönelik tehditlerin artmasını gerekçe
göstererek, İslam için yapılmakta olan propagandanın durdurulmasını önerdiğinde
Peygamber, güneş soldan, ay sağdan doğsa, İslamî propagandanın
engellenemeyeceği, muhtemel yasaklara da aldırış edilmeyeceğini söylüyor.
Sonrasında Müslümanların günbegün sayıca artış
göstermesiyle birlik ruhu daha da güçleniyor; bedenen ve ruhen Yüce Allah’a
imanla teslimiyet ve küffarın cahiliyesine karşı uzlaşmaz bir muhalefetle
birlikte, Hz. Muhammed liderliğindeki propaganda ve şiddetli çatışmalara dönük
hazırlık çalışmaları sonucunda Müslümanlar, tüm Arap Yarımadası’nın birliğini
gerçekleştiriyorlar.
Tüm Arap kabilelerinin güçlü ve sağlam birliği, ilahi
hükümle koşulsuz bir uyum içinde olmaya dayalı İslam ruhu ve Arabistan’ı
kuşatan devlet ve halklara karşı sürekli bir saldırı içinde olma anlayışı ile
birlikte, hem içeride hem de dışarıda muzaffer olma gayreti sonucu Araplar,
aşağı yukarı yüz yıllık bir dönem boyunca Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki tüm
Akdeniz havzasına hükmediyorlar.
Hristiyan dünyasının Arap İslam’ının ortaçağa yaptığı
hizmetlerle ilgili genel kabulü, özellikle felsefe ve ampirik bilim
alanlarında, hayli yetersiz kalıyor.
Arap milleti ile birlikte diyalektik yörüngenin bir
çemberde sonuçlandığı görülüyor. Hz. Musa ile felsefe, “bir eşittir bir”
fikrine (tez) doğru gelişme kaydediyor. Ardından Hz. İsa buna itiraz ediyor ve
“üç eşittir bir” fikrini öne çıkartıyor (antitez). Hz. Muhammed ile birlikte
sentez oluşuyor, gerisin geri “bir eşittir bir” anlayışına dönülüyor ama
başlangıca nazaran daha eksiksiz ve zengin bir içerikle.
İslam felsefesinin kutsalla ilişkili bölümü, Tanrı’nın
karşı konulamaz arzusu ve kaderi içine alan kısmıyla, eski dünyaya, örneğin
Grek toplumuna bakıyor. Bu noktada İslam felsefesi, kıymetli bir rehberlik
yanında gerekli materyali temin ediyor. İslam felsefesi, yüzlerce yıl Roma
İmparatorluğu altında gömülü bulunan Grek felsefesini bir kez daha diriltiyor.
Pirinç, kabuğundan ayrılıyor ve ortaçağda yetişmek üzere toprağa ekiliyor.
Dolayısıyla İspanya’da, Mısır’da ve Bağdat’ta
muzaffer, asil ve müreffeh bir geçmiş bırakan İslam toplumunun yüzlerce yıllık
tarihine baktığımızda dönüp bir kez de eski Grek toplumunu incelememiz
gerekiyor.
Tan Malaka
1948
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder