“Sermayem derdim, servetim ahım.”
[Âşık Mahzuni]
Futbol ve Sol
“Ben,
eskiden maç izlemeye gittiğimde futbol izlemekten zevk alırdım. Çünkü insanı
meşgul eden, dikkat kaydırıcı başka bir şey yoktu.”[1]
Bu cümleler, Ankaragüçlü olan Metin Çulhaoğlu’ya ait.
Devamında Çulhaoğlu, sanki gösteri yapmaya gelmiş bir güruh fotoğrafı
çıkartıyor Ankaragücü taraftarlarından, bu yüzden maçlara gitmediğini de
ekliyor.
Futbol futboldan daha fazla bir şeyse ve hayata fena
hâlde benziyorsa eğer, bu cümleler, Çulhaoğlu’nun siyasî yaşamına ve teorik
dünyasına ilişkin de bir şeyler söylüyor olmalı.
Tanıl Bora ve çizgisine karşıt olan Çulhaoğlu, bu
tespiti ile tribünde onun yanına oturuveriyor. Ankaragücü tribününü onun gibi
eleştiriyor. Psikolojize ediyor, talileştirip çöpe atıyor. Kitleyi birey
ölçüsüne, kendi burjuva aydın ölçütüne vuruyor, onu anlamsızlaştırıyor.
Tehlikeli dikenlerinden, çapaklarından bu sayede kurtulduğunu düşünüyor. Tam da
bu noktada, taraftarın “tiyatro seyircisi” gibi olmasını öğütleyen Hıncal
Uluç’la aynı telden konuşmuş oluyor. O içeriden, Tanıl Bora dışarıdan, bu
kitleye karşı savaşıyor. Tribündeki sınıf mücadelesi, bu türden tezahürlerle
birlikte ilerliyor.
“Ankaragücü:
İmalat-ı Harbiye işçilerinin, toptancı halinin, ‘başkent’ kimliğiyle
özdeşleşerek şehre kabullerini pekiştirmek isteyen taşra göçmeni yeni
Ankaralıların her zaman popüler, her zaman tribünü kalabalık halk takımı. […]
Gençlerbirliği: Başta Ankara Atatürk Lisesi, Ankara liselerinin ve başta Hukuk
ve Mülkiye, Ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren,
saygın -hatta biraz kibirli- ama aslında kendi hâlinde bir 'güzideler'
camiası.”[2]
Mesele, sınıfsal değil mi? O tribünde edilen
küfürlerdeki sınıfsallığı görmeden ona sırtını dönmek, tam da Boravari bir
seyircilik değil mi? Taraf olmak, özne olarak oraya hükmünü koymak, bunlar
emekçi halktan istenilenler değil miydi? Değilse, demek ki bu aydınlar, “işçi
sınıfı” derken, aslında kendi bireyliklerinden mi dem vuruyorlar?
Futbol oyununun taktik ve stratejisine, tepeden, bir
buçuk saatlik komutanlık edası ile kilitlenmek ve buna engel olduğu için
seyirciye sinirlenmek; Çulhaoğlu ve partisinin siyaset algısı bu.
Onlar, “sosyalizm hemen şimdi”cilere paralel, “her şey
boş, hedef sosyalizm”cilerdir.
Artsüremciliğe karşı eşsüremcilik gibi, tarih’çiliğe
karşı toplum’culuk gibi, devlete karşı demokrasi gibi…
Tanıl Bora liberal, Çulhaoğlu sosyalist. İkisi de
emekçi halkın takım taraftarlığına küfürde ortak. İkisi de sosyalizm
mücadelesini bugünden kovmak noktasında yoldaş. Aynı madalyonun iki yüzü.
Her ikisi de İmalat-ı Harbiye’yi, 1920’de yüzlerce
işçinin 1 Mayıs kutladığını, 1921’de komünistlere yönelik Kemalist kovuşturmada
komünist hücresi ile ilişkisi sebebiyle işten atılan Muhiddin’i, onun işe
dönmesi için greve giden işçileri bilmiyor. Birey olarak Mustafa Kemal’e
bağlılar ya da bağlı olmak istiyorlar.
Kendi anlatımına göre, Çulhaoğlu’nun Ankaragücü
“taraftar”ı oluşunun sebebi, takımın bir “devlet işletmesinin takımı” olması.
Sosyalizm kurulduğunda bu takım, devlet işletmelerine mensup diğer takımlar
gibi, önemli hâle gelecek. Yani yazar için takımın, taraftar kütlesinin,
sosyolojik ve tarihsel zemininin bir önemi yok. O da Tanıl Bora gibi, futbolla
kendi siyasî pratiği dolayımı ile ilişki kuruyor. Geri güruha alan bırakmamak
için futbolla ilgileniyormuş gibi yapıyor.
Ankaragücü, bir nevi, geleceğin devletlû sosyalizminin
güncel bir imgesi olarak iş görüyor en fazla. O, İsmet Özel’in tespiti ile, “bu
ülke nasıl olsa sosyalist olacak, şimdiden köşeleri kapalım” diye düşünen
sosyalistlerin geleneğinden geliyor. Aydın kibriyle, kültür ve siyaset alanına
kilitlenmesine engel olan, bu yoğunlaşmayı bozan her şeye karşı kalemini
sivriltiyor.
Çulhaoğlu, emekçi halka mesaj veriyor: “Akıllı olun,
meselenin kendisiyle ilgilenin.” Bu emir de kendisinin “öncü”lüğünü kitlelere
dayatmasına hizmet ediyor. O, Lenin’in “sınıf, partisini savaş alanında tanır”
önermesini kendi pratiği ile unutturmaya çalışıyor.
Mesele Devlet
Tanıl Bora ve şürekâsı demokrasiyi mesele
ediyorsa, Çulhaoğlu da devlete kilitleniyor. İlkinin ağzında “devlet”,
ikincisinin ağzında “burjuvazi”, pelesenk. İlki demokrasi terbiyesi, ikincisi
devlet disiplini vermeye çalışıyor kitlelere. Bu, ilkinin disiplinden,
ikincisinin terbiyeden yoksun olduğunu anlatıyor. İkili, Ankara’nın
Mülkiyeli’sinde buluşup, rakı sofrasında, sömürülen-mazlum kesimleri hor
görmenin edebiyatını yapıyor.
Bu pratik, aslında verili demokrasinin ve devletin
mutlak ve yeterli kabul edilmesinden ileri geliyor. Bu yüzden Çulhaoğlu’nun
yoldaşı, Alevîlere diyanet işleri başkanlığının lağv edilmesi taleplerinden
vazgeçmelerini öğütlüyor.[3]
Ona göre, “Diyanet, Osmanlı’dan kalan gerici yapıları
kontrol etmek için” kurulmuş. Ülke egemenlerinin ideolojik stepnesi, sigortası
rolü biçilen Alevîlere oynanan oyuna kilitlenmek öğütleniyor, “Bozgunculuk
yapmayın, CHP yetmiyorsa biz varız” deniliyor.
TKP’li bu arkadaşın mutlaka bildiği, ama geri plana
attığı bir gerçek daha var: “Yobazlar”a ve Kürtlere karşı savunduğu bu devlet,
içinde sol-sosyalist, komünist, halkçı kesimlerin direncini ve siyasî
mücadelesini ezmek, olası sonuçları kontrol etmek için kuruldu.
“Edirne’den Hakkâri’ye iktidarın tüm ülke sathını
kontrol altında tutabilme becerisi”ni seven bu “komünist”ler, misal Aydemir
Güler, doğal olarak, “Mustafa Kemal’in iç mücadelede devrimin öznesini
tekleştirme becerisi”ni de sahipleniyorlar. Bu aşk, bir şeylerin delili değil
mi?
Bunlar, on küsur yıl önce dünya egemenlerine akıl
hocalığı yapan Brzezinski’den duydukları cümleye tepki olarak, “ulus-devletlere
sahip çıkmak gerek” dediler. Ama aynı Brzezinski’nin yeni strateji derdiyle,
“ulus-devletlere sahip çıkmak lâzım” cümlesini duymazdan geldiler.
Bunlar, ülke egemenleri ile gizli kapılar ardında el
sıkışmanın sonucu. Devrim ülkesinin savunulmasına ait teori, ideoloji ve
politikanın devlet savunusu ile eş tutulması tuhaf. Ayrıca Latin Amerika’da ya
da Latin Avrupa’da faşizme ve oligarşilere karşı mücadele etmiş KP’lerin
çizgisini aynı mücadeleyi vermeden yinelemek de aynı ölçüde garip. Ama bizim
Resmi KP, ne yazık ki bu hatta ilerliyor. İlerlemesini emredenlere bakmak
gerekiyor.
Korkma Mümtaz Er!
Ankaragüçlülerin öfkesini sevmeyen bir aydının
idaresinden korkmamak gerek. AKP’nin mümtaz eri, boşa telâşlanıyor. Bu
solcular, zaten şiddetsiz siyasete kanidirler. Kanları da kanaatleri de şiddet
karşıtlığına ayarlıdır.
Aslında Mümtaz’er Türköne şahsında gerçekleşen bu tip
temasları, hükümet cenahından ya da genelde burjuva dünyasından sola dair
tespitleri, bir tür pazarlık olarak okumak gerekiyor. Bu tartışmalarda burjuva,
belli bir eşik koyuyor.[4]
TKP bu eşiği, SİP olduğu günlerden iyi biliyor. Onun
AKP’nin açtığı kapı aralığından geçen DSİP’e kızma hakkı yok. TKP, 28 Şubat
üzerinden yapılan “restorasyon” tartışmaları, ordunun siyasî alanda sola kapı
araladığını, kendilerinin geçeceğini, başkalarının (özellikle devrimci şiddet
öznelerinin) geçemeyeceğini söylüyordu. Sonra 19 Aralık geldi. Partinin
başkanı, Hikmet Sami Türk’ün yanı başında, aynı tespitleri yapar oldu. Parti
tabanı, yüce olduğuna inandıkları sosyalizmin al bayrağının düşmemesi için onun
bir miktar eğilmesinin sorun olmayacağına ikna edildi. Parti tepesindeki mümtaz
erler dediler ki, “bu eşikten geçeceğiz, çünkü sosyalizmi biz kuracağız.” Eğile
eğile sosyalizmin neye benzeyeceği bugünden kestirilemezdi.
Bu kafa, bu zihniyet, her şeyi kendisinde başlatıp
kendisinde bitiren Mustafa Kemal Paşa iradesi önünde eğildi, yeter ki
düşmesindi al bayrak!
AKP’nin mümtaz erlerinin Kemalizmin yeni neferlerinden
korkmaları gerekmiyor. Zaten korkmuyorlar da. Onlar da içeriden, hizaya
sokuyor, kıvam veriyor, argo tabirle, ayar çekiyorlar sola. Egemen ya da resmî
ideolojinin terennümlerine fazla kanmamak gerekiyor yani. Bunları Lenin ayracı
ile “nehrin üzerindeki köpük” olarak görmek zorunlu. Nehrin dip dalgası ise iki
kol veriyor: ilki AKP-DSİP, ikincisi CHP-TKP.
Burjuva terennümlerin solu kendi çıtasına, ölçüsüne ve
ölçeğine tabi kılmayı amaçladığı görülmeli.
Devletle hükümet arasında belli bir ayrım varsa, AKP,
bu tip tepkileri devlete yapılmış sayarak, meşruiyet bulmaya çalışıyor, TKP
gibiler de “bu hükümet bizim devletimize lâyık (daha doğrusu laik) değil”
diyorlar. Her ikisi de oynanan oyuna kilitlenilmesini, zevk alınılmasını,
milletin, katarsisle, evine dönmesini istiyor.
Devlet-Parti-Sendika
Hegelci yönden “aklî olan gerçek, var olan aklîdir.”
Mutlak İdea’nın yüksek tecessümü olarak devlet, Hegel nezdinde, en mükemmel
hâline Prusya devletinde ulaşmıştır. Akıl lehine hakikati kendisine hizalayan
bu yaklaşım, solda tüm cüssesi ile hüküm sürüyor.
Hegel’in fikir devrimcisi olduğunu iddia eden bir SoL
yazarında ilgili hükümranlık şu şekilde tezahür ediyor:
“Bilemiyoruz,
ama ortada umutlarımızı büyüten bir çıkış yok değil. Bunu, ‘fikir sahası,
tasavvur dünyası bir kez devrimcileştirilirse, bunun gerçekliği etkilememesi
mümkün değildir ve öncülüğün bunun tam tersinde olduğunu savunmak devrim
düşmanlığıdır’ diyerek, kendi kendimize hatırlatmış olalım.”[5]
Lenin’in Ne Yapmalı’sını da Hegel’e bağlayan
yazar, Lenin’in “saf bir sosyal devrim bekleyenler aptaldır” sözüne kulaklarını
kapatıyor. Gerçeğin karşısına aklı ve fikri koyan Aydınlanmacı yazar, bizim
“maddî varlık bilinci belirler” sözünü unutmamızı istiyor.
Devlet, parti, sendika gibi oluşumları diyalektik ve
tarih-toplum dışı bir yere yerleştirmek hatalı. Bu, tüm “İslamî geçmiş”ine
rağmen, YÖK gibi kurumları muhafaza edip onları kendi bildiğince
yönetebileceğini zanneden AKP’nin düştüğü yanılgıyı andırıyor. AKP, kendi
liberal Müslümanlığının açık yeşil cübbesini giydirdiği bu kurumların tarihi ve
toplumuna kul olduğunu görmeyen bir seyir içinde. O, tam da İsmet Özel’in
dediği gibi, “bu ülkeye nasılsa şeriat gelecek, şimdiden köşeleri kapalım”
diyenlerin örgütü.
Yıllar önce Erbakan’ın “devrim kanlı mı olacak kansız
mı?” diye sormasının nedeni, bu meseleyi bir tercihe indirgemek ve kendi
içindeki devrimci unsurları pasifize etmek istemesiydi. Bu yırtıktan çıkan,
“kanı bozuklar” oldu, New York’a gidildi, ulusötesi egemenlere selâm verildi.
Sonuç ortada.
TKP şahsında da “işçi sınıfı toplumu bölüyor” denildi,
topluma seslenme, “yurttaş” mitine tapma iradesi galebe çaldı, toplum kurgusu
devlete, işçi sınıfı bu devletin millîliğine bağlandı.
Tartışma, bu selâmı ulusal egemenlere ve ulusötesi
egemenlere verenler arasında. Devleti, partiyi ve sendikayı hayattan kaçırıp
kendisine kapatan bu selâmlı bandosu, bunun teorik örgüsünü de ördü. Devleti
biyolojik bir ihtiyaç olarak gören bu çevreler, “solun genetik yapısı”na karşı
saldırıldığını öngördüler.[6]
Bizden bu zokayı yutmamızı istiyorlar. Sosyalizm
programının Birinci Cumhuriyet’i sahiplenme ve savunma noktasında başat
olduğunu söylüyorlar.[7] Bu programın parti programı olduğunu, partinin
kitlelerden tiksindiğini, tarihsel olarak, Kemalizmin kanalında biçimlendiğini
görmezden gelmemizi istiyorlar.
Teorik-ideolojik kabuktan kurtulup özdeki politik
hamleyi anlamaya çalıştığımızda, bu çevrelerde karşımıza çıkan bu.
Al-Yeşil
TKP ve yeni yandaşlarının yolu bu. Onun fikir âleminde
al ile yeşilin kavgası yaşanıyor. O da bu devlete al bir gömlek giydirmek
derdinde. Bize de o gömleğin gövdeye cuk oturacağı güne dek beklemek, gidişatı
bozmamak öğütleniyor.
AKP, tam da TKP şahsında kendi soluna kavuşuyor.
AKP’nin hizaya soktuğu bir sol, devrime ve sosyalizme uzaktan el sallama
avuntusu içinde, bu, gemide isyan imkânlarını öldürmek oluyor. TKP, devlet ve
aydınlanma konusunda burjuvazinin gemiyi terk ettiğini söylüyor ve o gemiye
sosyalistlerin binmesini emrediyor.
AKP, hayatın tüm kılcal damarlarında, huzuru, güveni
ve istikrarı bozma ihtimali olan her türden tehdide karşı uyanık bir taban
örgütlüyor. TKP de bizim işaret parmağının gösterdiği yere saldırmamızı değil,
işaret parmağı ile oyalanmamızı istiyor. Çünkü o parmak, tam da TKP’nin
varlığını muhtaç olduğu kudreti işaret ediyor. Bizim, boğa misali, kırmızı olan
her şeye saldıran sağcıya benzeyip onun karşısında yeşile düşman olmamızı
söylüyor. Tüm bunlar, bizim devlete yedeklenmemizi talep ediyor. Devlet, Kemalizm,
egemen ideoloji, modernizmle aydınlanma arasında oynanan kayıkçı dövüşüne
sömürülen-mazlum kitlelerden ortak arıyor. Bunun için TKP’yi araç olarak
kullanıyor.
Resmî TKP
Kemal Paşa, Anadolu’ya belli bir emirle, ilk
geldiğinde, bölgede Sovyetler’in, Bolşeviklerin etkilerini görüyor, doğu
devrimcilerinin evrimine tanık oluyor. (Muhtemelen Samsun’dan sonra gittiği
Havza’da görüştüğü Bolşevik heyeti, Mustafa Suphi’nin yoldaşları.) Paşa, eski
hasımları İttihatçıların ideolojik ve politik planda yaşadığı yarılmayı
izliyor. Kürtlerin, Alevîlerin ve Çerkeslerin yönelimlerini kokluyor. O dönemin
Komintern analizi tekrarlanacak olursa, Batı Anadolu’da, sahil şeridinde
kümelenmiş Türk burjuvazisinin ve eşrafın politik önderliğine soyunuyor.
Ankara’ya geldiğinde, meclis bahçesinde komünizm propagandalarını takip ediyor.
Meclis içinde kümelenen solcu-halkçı dinamikleri etkisizleştirmek için her
türden ayak oyununu deniyor. Halk Zümresi’nin, komünistlerle dirsek temasındaki
milletvekillerinin içişleri bakanlığı seçiminde kendi adaylarını (Nâzım Bey)
seçtirdiği noktada korkuya kapılıp cephede emrindeki askerleri geri çekmekle ve
Yunan işgali karşıtı mücadeleyi baltalamakla tehdit ediyor herkesi. Solcu Nâzım
Bey, sadece iki gün bakanlıkta kalabiliyor. Kemal Paşa, bu olayı “o gitmeseydi,
benim siyasî hayatım sona ererdi” diyerek anlatıyor.
Bu dönemde (1920-21) komünistlerin Avrupa-İstanbul,
Eskişehir-Ankara ve Kafkasya-Rusya kaynaklı üç ana dinamikten beslenen
sol-sosyalist, komünist hareketin Ankara hükümetine bağlanmasını talep eden
Kemal Paşa, hem yereldeki komünistleri illegalize etmek hem de kendi ajanları
ile komünist hareketi akamete uğratmak için Resmî TKP’yi kurduruyor. Kendi
hâlinde, iyi niyetli, kimi eski İttihatçıların Türkçülük ve Müslümanlık
düzlemindeki ideolojik kurguları ile komünizmle ve/veya Bolşevizmle kurdukları
ilişki, yeni kurulan devletin dokunulmazlığının ve mutlaklığının, zorla, genel
kabul gördüğü noktada, anti-komünizme dönüşüyor. Bunun dışındaki dinamikler
tasfiye ediliyorlar.
Özet geçilen bu tarih, Birinci Cumhuriyet’in
bittiğinin ilân edildiği bugünlerde hâlâ sıcak ve öğretici.[8] İkincisine karşı
birincisini savunan sosyalistler, Kemal Paşa’nın kurduğu resmî TKP’lilere fena
hâlde benziyorlar. Oyunda bozgunculuk istemeyenler, Türk’ün, Müslüman’ın,
ilericinin ve hatta anti-emperyalistin yeni devleti göğe çıkartmasını telkin
ettilerse, bugün de aynı çevreler, bu kesimlerin dillerinden konuşarak, onların
kelimeleri ile oynayarak, aynı oyunun sürmesi için yeni bir hamle yapıyorlar.
Müslüman-komünist, Türk-komünist, devrimci
anti-emperyalist ve halkçı kadrolar, Kemal Paşa’nın çektiği sınır çizgisinin
öte yanında kaldılar. Sınırın bu yanında kalanlar, yıllar sonra, eğittikleri
gençlerine TKP’yi yeniden kurdurttular. Çünkü onlar, böylesi bir partinin,
kitleleri kendi hizalarına sokmaları için gerektiğini biliyorlar.
TKP, bu türden ifadelerle yeni dönemin resmî TKP’si
olduğunu onaylıyor. Neo-kemalizmin merkezinde sosyalist hareket, onlar eliyle
yedekleniyor. Olan biten bu.
Sol İçi Tasfiye
“Doğru
politika, başka siyasî özneler üzerinde çekici, doğruya yaklaştırıcı değil,
itici, uzaklaştırıcı etkiler yaratabiliyor. Çünkü siyasal mücadele başka
tanımlarının yanı sıra, bir de alan tutma üzerine kurulur. Siz belirli
bir alanda ağırlık koyduğunuz ölçüde, aynı zamanda başkalarının yolunu tıkamış
da olursunuz. Bu durumda, diğer siyasal özneler, bir tür fırsat kaçırma
hissiyle ve yanlış olduğunu bile bile ‘dolu’ alandan uzaklaşırlar.”[9]
Aydemir Güler bu cümleleri, Kadıköy meydanında
ÖDP’lilere saldırdıkları 1 Mayıs’ın ardından kaleme alıyordu. DSİP’le flört
yüzünden ağzı yanmış ÖDP, birkaç sene sonra, TKP’nin yoğurdunu üfleyerek yiyor.
Cephe girişiminin de gösterdiği üzere, alan kavgasında yenik düştükleri açık.
2009 seçimleri öncesi tartışılan bu hamle, referandumda sınandı. Yüzde kırk iki
heyecanlandırdı. “Bu pastadan bize de pay düşer elbet” denildi. Birlikte kaşık
sallamak, ihtiyaç olarak belirdi.
“Yeni kuruluş dönemi”nde[10] iki kanatlı Dev-Yol,
oyunda başrol kapmak istiyor. R-TKP’den iktidarcılık oynamaya, bu konuda
ustalaşmaya niyetleniyor. Mahir Çayan nefesiyle kısa süre devrimcilik oynamanın
kendilerine zaman kaybettirdiğini düşünüyor. PASS, Suni Denge ve Sömürge Tipi
Faşizm bunların elinde yumurtacılığa indirgeniyor. İktidar hesapları yapmanın
keyfine varılıyor. Hareket, eski günlerini, alaycı bir gülüşle, geride
bırakıyor.
R-TKP, son yumurta eylemlerine bile tahammül edemiyor.
“Yumurta karaciğeri bozar” diyorlar. Alay ediyorlar. Korku salıyorlar, kendi
ideolojik birikimlerine Dev-Yolcuları mecbur kılmaya çalışıyorlar. “Sizin
kafanız çalışmaz, siyaset ideolojisiz olmaz” diyorlar: “Yumurtayı kafada omlet
yaptıktan sonra yağacak soruşturmalarla baş etme gücü var mıdır? Olayın bu
tarafının önemsiz olduğunu hiç kimse iddia edemez.”[11]
Tüm ülkeyi kapsayacak, geniş bir ideolojik çalışma
olmaksızın şiddetin anlamsız olduğunu yineleyip duruyorlar. Ekim Devrimi’nin
Moskova ve Petrograd hattında gerçekleştirildiğini unutturmak istiyorlar.
Parçalama eylemini siyasetin dilinden kovmak istiyorlar, bütünlükçü tepkilerini
ideolojize etmeyi siyaset zannediyorlar. Ülke bütünlüğüne kilitlenmiş gözler,
yüksek siyasetten başka bir şey görmüyorlar.
Ülkeyi bütün olarak muhatap almak, o ülkeyi
kuranların, sınırlarını tayin edenlerin ideolojisine ve pratiğine teslim olmak
anlamına geliyor. Ülkeyi futbol sahasını izler gibi izleyenler, sokak
aralarında gazozuna oynanan futbolu küçümsüyorlar. Bizi ikna etmek istedikleri
cephe, bu locanın öteki adı.
R-TKP, özünde militanlığa karşı. O, Deniz ve Mahirleri
polise ihbar eden, yaşanan devrimci şiddet eylemlerini kınayan, bu açıdan,
bunların ilgili önderlerce gerçekleştirildiğini açıktan parti yazınında
dillendiren Behice Boran soyundan. Bu unutulmamalı.
Bu partinin, 12 Mart koşullarında darbeye karşı
mücadele örgütlemek yerine, kendi fedaisini İbrahim Kaypakkaya’yı “imha” etmesi
için göndermeyi planlayan Perinçek çizgisine yakın düşmesinin sebebi burada.
Kaypakkaya’nın “ülke genelinde ideolojik mücadele ve devrimci mücadele” ayrımı
üzerine yapılan tespitleri, hâlâ güncel bu açıdan.
R-TKP için kadrolardan ve sınıftan ya da halktan önce
kurumun kendisi öncel ve önemli. O sınıfın ve halkın özgün mücadele seyri
içinde örgütlediği, cisimleştirdiği hiçbir oluşumu tanımıyor. R-TKP, verili
kurumsal yapıyı önemsiyor. TC devleti, kendi partisi, başkalarının sendikası.
Aradaki bağı kurmak, siyaset zannediliyor.
Yukarıda eski başkan Aydemir Güler’den yapılan
alıntının da işaret ettiği gibi, R-TKP, esas olarak sol içine dönük bir kavga
veriyor. Sosyalizm programının başatlığı, “cephe değil cepheleşme”, “kitle
tabanı örgütlemek gerek” vs. şuna işaret ediyor: bu noktada R-TKP, özelde
Dev-Yol’u, genelde Parti-Cephe çizgisini tasfiye etmeyi amaçlıyor. Hedefse
KESK.
“Solu önce AKP’nin ne kadar büyük ve güçlü olduğuna
ikna ettik, ama bu sefer de onun tabansız ve güçsüz olduğunu göstermek
gerekiyor.” R-TKP kuruyor bu cümleleri.[12]
Sol içi tasfiye, bu ikna metodu üzerinden işliyor. İlk
dönem Osmanlı’dan kurtulmak Kemal Paşa’yı yükseltiyordu, bugün de AKP’den
kurtulmak, kendi Kemal’ini bulmaya çalışıyor.
Osmanlı’dan kopuşa ikna edilen TC solcuları gibi
neo-TC’ye örgütlenen bir siyasî akış sözkonusu. DSİP ve TKP yan yana aslında.
Biri içeri giriyor, biri karşısına yerleşiyor, aynı kalarak. Osmanlı’dan kopuş
bir yanılsama ise neo-TC de bir yanılsama.
İlkini kendine bağlamak için Kemalizm resmî TKF’yi
kuruyor, bugünkü R-TKP ise cepheleşme çağrısıyla aynı yola giriyor. CHP’nin
altı oku varsa SİP’in de “sosyalizm ilkeleri” var, öyle ya.
Bu TKP, dünya komünist partisi Komintern’in bir alt
organı olarak işleyen ilk TKP’den farklı, hatta ona karşı bir siyasî özne. Bu
KP’nin “Türkiye”liliği asli. İlgili partinin, Komintern’in dağılması sonrası
kendi ülke gerçeklerine biat eden KP’lerin (özellikle Latin Avrupa KP’lerinin)
izinden gitmesi tesadüf değil. Bu çizginin kendi dışında gelişen, durumsal,
dönemsel, yerel ve kısmî tüm kopuş denemelerini hizaya sokması mecburî.
Sosyalist devrimciliğin egemenlerin insan, tarih ve doğa kurgusuna teslim olması
kaçınılmaz. Çünkü devrim ve devrimcilik, teoride ve pratikte, sosyalizmin
kurucu ve yıkıcı pratiğine dışsallaştırılmış, alt bir unsur. Bu alt unsurun
Kemalizmin “devrim”lerine geri çekilmesi tesadüfî değil.
Biz, 1789-Fransız Devrimciliğinin sömürülen-mazlum
kitleler nezdinde örtbas ettiği, ezdiği, bastırdığı, onu önceleyen geleneğe ve
bu devrimin çizgi romanlarından aydınlanan kadroların, Kemalistlerin,
Anadolu’da ezdiği sol-sosyalist, komünist ve halkçı dinamiklerin ortak
geleneğine bağlanmak zorundayız. Devletçilerin ve demokrasicilerin yüksek
siyasetine karşı alttaki sömürülen-mazlum kitlelerin devrimci politikasını
güncellemek zorunlu.
Eren Balkır
24 Aralık 2010
Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu Söyleşisi, 25 Kasım 2010, Sol.
[2] Tanıl Bora, Takımdan Ayrı Düz Koşu, 2001,
İletişim, s. 244.
[3] “Aleviliğin Dünü, Bugünü ve Yarını Tartışıldı”, 23
Aralık 2010, Sol.
[4] “Türk’öne ‘Cepheleşme’den Rahatsız,” 23 Aralık
2010, Sol.
[5] Yurdakul Er, “Hegel, Entelektüel Şiddet ve
Kadıköy”, 3 Aralık 2010, Sol.
[6] Aydemir Güler Söyleşisi, 9 Aralık 2010, Sol.
[7] Aydemir Güler, “Zaaf mı Atak mı?”, 24 Kasım 2010, Sol.
[8] Erkan Baş Söyleşisi, 14 Aralık 2010, Sol.
[9] Aydemir Güler, Komünist, Sayı: 213, 6 Mayıs
2005, s. 2.
[10] “Sosyalist Solun Ne Yapması Gerektiği
Tartışıldı”, 16 Aralık 2010, Sol.
[11] İlker Belek, “Gözlerinden Öpüyorum Ama…”, 20
Aralık 2010, Sol.
[12] Kemal Okuyan, “Cepheleşme Nasıl Mümkün Olacak?”,
17 Aralık 2010, Sol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder