Kulaktan Kulağa
Küçüklü-büyüklü burjuva efendilerden tüccarlara,
onlardan da esnaf kesimine kulaktan kulağa aktarılan ideolojik cümleler, avama,
kasten, eksiği ve gediği ile aktarılıyor. Ama bu, avamın, halkın, sömürü ve
zulme maruz kitlelerin, o cümleleri olduğu gibi alıp bayraklaştırdıkları
anlamına gelmiyor. Mazlumlar ve sömürülenler de kimi zaman “düşmanın silâhı ile
silâhlanma”yı biliyorlar, ilgili cümleleri kendi mücadele süzgecinden
geçiriyorlar, daha doğrusu, mücadele, bu cümleleri bizatihi farklı bir bağlama
oturtuyor, dönüştürüyor. Zira aslolan, kavganın, mücadelenin ve savaşın maddî
hakikati.
Bu açıdan mesele, bugünden kimi cümleler kurup bunları
kulaktan kulağa aktarmak, o cümlelerin çıkardığı ortak sesin etrafında
kitlelerin toplaşmasını sağlamak değil. İş, vurma sesini laboratuvar ortamında
üretip, vurma eyleminin kitlelerde koşullanmasını beklemek değil. İş, mazlum ve
sömürülen kitlelerin gelecekte verecekleri mücadelenin ortak gerçeğinde
haykıracakları cümleleri bugünde kaleme almak değil. Dolayısıyla, “Sözün tekeli
bizde, eyleme de kitleler geçsinler” kibrinden uzakta durmak gerekiyor.
Sömürülen-mazlum kitlelerin üç beş aydının kafası
içindeki sözel kudrete biat etmesini beklemek yanlış. Kitlelerin, kimilerinin
kafası içinde kurduğu Marksizme ve sosyalizme meyletmeleri, o kitlelerin
olmadığı bir Marksizme ve sosyalizme bağlanmaları, bu yönüyle de kendi içinden
“kitle” olmak istemeyenlerin öne çıkacakları gerçeğine işaret ediyor. Kitleye
ait değil, salt birey olmak isteyen “ördek”lerin avlanmaları için avcıların
kullandıkları düdüklere başvurmak kâfi bu noktada. Zira avcılar, avlarını önce
avlarının seslerini taklit ederek vuruyorlar.
Bu anlamda “Marksizm”ini, İslam öncesi tektanrıya
bağlı olanları anlatan “hanif” sıfatı ile tanımlayan bir kişi, batının,
liberalizmin ve bilcümle bireyci ideolojik temayülün içinde olan eşhası kendi
kurgusuna avlamak derdindedir. Bu görülmeli.
Bugün “sol ve İslam” başlığı adı altında anılan
politik kesimlerde bir tür ucuz esnaf tavrı hâkim. Bir mağazaya küçük oğlu,
genç kızı ve eşi ile birlikte giren adamın karşısına tezgâhtar gelir, ailenin
her ferdi için bir şeylerin olduğunu söyler öncelikle. Oysa adamın derdi, belki
de ilkokula başlayan oğluna kıyafet almaktır sadece. Aynı esnaf kafa, “bizim Marksizmimizde
bilim de felsefe de politika da var” demektedir. Aynı esnaf kafa, Müslüman ise
eğer, “bizde zengin de fakir de, ‘bir lokma bir hırka’ da, ‘üstümdeki gömleği
Allah giydirdi bana’ da, Ebu Zerr de Muaviye de var” da diyecektir. Esnaf
zihniyeti, tüccarın, tüccar da büyük sermayenin bağımlısıdır. Oradan halka,
avama ve gurebaya dair hiçbir ses çıkmaz.
Kulaktan kulağa aktarılan cümleler, İslamî, İslam içre
ise, bu söz, kurgu, bağlam ve meal-tefsir halk, avam ve gureba içinde esnaf ve
onun ötesindeki güçlere öykünen kesimlere yerleşir. Buna da maalesef, “İslamî
hareket” ismi verilir. Aynı durum, “sosyalist hareket” için de geçerlidir.
Benzer cümleler, milliyetçi hareketi ve sosyalist
hareketi de koşullar. Bu üç ana ideolojik dinamik, yukarılarla rabıtası
olanların, ancak yüce ve yüksek ve üstün olana, yani esasta kendisine hizmet
edebileceğine dair söz vermişlerin fikrî-amelî yolu olur.
Hz. Muhammed cihad eder, mülksüzlerin, mazlumların,
mustazafların önderi olur. Kurtuluş aşamasından kuruluş aşamasına geçildiği
anda, kıyıda köşede, içte, “sote”de bekleşen eski zalimler, yıkılan duvarların
taşlarından kendilerine saraylar inşa ederler, İslamî bir sıva ile. Zira
kurtuluştan kuruluşa geçme momentinde belirleyici olan, bu zalimlerin maddî
imkânlarıdır.
“Ben ancak yüce olana hizmet ederim” kibri ve
küstahlığı, “hepinizden büyük Allah var” çığlığını bastırır zamanla. Bu kibir
ve küstahlık, Yahudiliğin tefecilik, Hristiyanlığın mülk sahibi ruhban kanalı
ile getirip bıraktığı mirastan istifade eder. İslam’ı bu mirasa göre yeniden
kurar. Bir kez kurulduktan sonra da inşa edilen sarayları yıkmaya çalışanları
“Yahudi ve Hristiyan ajanı” diye damgalayıp parçalaması için onları avamın
önüne atar.
Yukarıdan aşağıya akan cümleler, mazlumların ve
sömürülenlerin İslâmî, İslâm içre hassasiyetlerini köreltir. Kur’an’ı, olmadı,
Hadisler’i, olmadı, fıkıh okullarını “sadece ben anlarım” diyen kibir, bu iki
dinin tarihsel mirasına sırtını yaslayan bir kibirdir. Müstekbir,
mazlum-sömürülen kitlelere sadece teslimiyet önerebilir. Onların bayrağında
yazılı Allah’ı, Kitab’ı ve Peygamber’i kendi suyunda çözer. Ulema, kendi
bilgisine kudret bahşetmek için kitleyi akıl ve vicdandan zamanla mahrum
bırakır.
Esasta şu görülmez: mazlumun ve sömürülenin kendisine
fısıldanan cümlelere kulaklarını kapatıp aklının ve yüreğinin isyanına iştirak
ettiğinde ilk konuşacak Allah, ikincisi Kur’an, ardından da ses veren Muhammed
olacaktır.
Bu gene böyle olacaktır.
Türkiye’de Şubat Hep 28 Çeker!
Mesele, ülke bağlamında Kemalizmin, dünya genelinde
Yahudiliğin tayin ettiği ideolojiler haritasına itiraz etmektir.
Bu haritaya ram olan teorik-ideolojik-politik
yaklaşımların kendi sınırlarını sürekli muhafaza etme gayreti ile harekete
geçmeleri, haritayı çizen kaleme ve o kalemin sahibine karşı mücadelenin askıya
alınmasına yol açmaktadır.
Masa üzerine serili haritada konum almaya çalışan,
kalem sahibinin teorik-ideolojik-politik yönelimlerine karşı da körleşecektir.
Bu körleşme, misal, Kemalizmin seyrini belli bir tarihsel kesite hapsedecek, 12
Eylül ile kodlanan tarihin çeri çöpünden kurtulmayı Kemalizmden kurtulmak
zannedecektir. 12 Eylül’de şeytanlaştırılan Kemalizm, Demokrat Parti
geleneğinde mündemiç olan Kemalizmi melekleştirecektir.
Haritanın çiziminde geçerli mantık, Britanya
emperyalizmince çizilen Ortadoğu haritasının arkasındaki mantıkla eştir. Burada
çizilen sınırlar dâhilinde hâkim olanın İslam ya da sosyalizm olmasının bir
önemi yoktur. Önemli olan, İslamî, millî ve sınıfî olanın ilgili haritayı
parçalayan, haritayı çizen kalemi ve tutan eli kıran pratiğidir.
Kurucu ideoloji olarak Kemalizmi, kuruculuk temelinde,
ölçü, onun tayin ettiği sınırları ölçek olarak kabul etmek, bir tür Müslüman Kemalizmi,
milliyetçi Kemalizm ve sosyalist Kemalizm icat etmekte zorlanmayacaktır. Zira
M. Kemal ve kadroları, bu üç kesimle mücadele etmeleri hasebiyle, ilgili üç
yönelimden de kendince olanı pratiğine yedirmeyi ve bunları vura vura kendi
hizasına çekmeyi bilmişlerdir.
Bugüne bakıldığında kimi Müslüman kesimlerin onca
yılın suskunluğu ardından, Diyarbekir’de Kürt Sorunu Forumu düzenlemeleri,
nesnel olarak, Kemalist bir tahkimat eylemidir. Orada takdim edilen teklifler,
liberalizm şekerine batırılmış çürük elmadan farksızdır. Bu liberalizm,
forumdaki Kemalizm eleştirileri bile Kemalizm içredir.
Liberaller, kavga etmeyen, mücadele içinde pişmeyen,
savaşla çelikleşmeyen, havada asılı, kendinden menkul, içi boş bir “sivil” putu
etrafında tüm hakikati tavaf ettirmek niyetindedirler. Muhtemel bir devrimci
halk iktidarının önü böylelikle alınmış olur. Devrimin, halkın ve iktidarın
içini boşaltmak, liberallerin aslî işidir. Onların dili ve eylemindeki
sivilleşme, sermayenin askerîleşmesini gizler ardında. Kimse, fabrikalarda
işçilere içtima alındığını işitmez, küçük şirketlerde askerî bir disiplinin
hüküm sürdüğünü görmez.
Haksöz dergisinin
referanduma ilişkin, “Kemalist Oligarşiyi Geriletecek Adımlar Desteklenmelidir”
teklifi, böylesi bir puta ibadet etme çağrısıdır bu yanıyla. O “Müslüman”
dediği özel’liği kutsallaştırıp, her şeyden münezzeh kıldıkça kendi siyasetinin
liberalizme kapaklandığını görememektedir. 28 Şubat bunun içindir zira.
Müslüman, milliyetçi ve sosyalist çevrelerdeki Kemalizm
eleştirisi, eş-özneleştirme gayreti ile birlikte ilerler. Yani bu üç kesim de Kemalizmi
kendi ölçüsüne doğru daraltıp, geri kalan kısmı budayarak, ümmeti, milleti ve
sınıfı budadıkları kısımlara karşı körleştirerek eleştirirler. Ezcümle, üçü de
eleştirebilmelerine imkân verildikleri ölçü ve ölçek dâhilinde eleştiri
yapabilmektedirler.
“Millî ve sınıfî olandan ümmete aman bir damla su
karışmasın” titizliği ile kendi sınırını koruma gayretine giren bir Müslüman,
bu anlamda, Kemalizmin dümenindedir. İçte ve dıştaki Yahudiliğin tecavüzüne
karşı ses çıkarmayan bu Müslüman, aynı titizliği bu kesime karşı
göstermemektedir.
Efendiler vurarak ehlileştirmektedirler. 28 Şubat
sonrası bireyselleştirilen, kendi imanını Allah ile kendisi arasına sıkıştıran,
onu kalbine ya da aklına kapatan bir Müslüman, efendinin kulu olmuştur artık.
Başörtülü kızlar, ucuz emek gücüdür bundan gayrı. Şubat’ın her daim 28
çekmesinin sebebi buradadır.
Ebu Zerr Kemal Sunal mı?
Müslüman halkın gündelik bilincinde hüküm süren,
“Allah yürü ya kulum demiş.” cümlesidir. Bu anlamda “iyi kul” olmak, zengin,
üstün, kudretli, güzel ve başarılı olmaktır. Yahudilerin Allah’a “eli çok sıkı”
dedikleri için lanetlendiğini söyleyen Maide-64’e inat, hüküm süren bu
zihniyettir. Bu kafa, fakiri, alttakini, kudretsizi, çirkini ve başarısızı
kendisi gibi olmaya özendirir biraz, ağza bir parmak bal çalar, sonra “nasıl
olsa Allah’ın kötü kulu” diyerek onu paçavra misali kenara fırlatır. Bu zihniyet,
fiilî hayatta kendi üstünlüklerini, zenginliklerini ve kudretlerini nasıl temin
ettiklerini sorgulayacak insanları şeytanın safına ya da din dışına atar.
Zengini Allah’ın nimetlerinden daha fazla faydalanması konusunda teşvik eder,
giderek fakirleşen halka ise tevekkül ve teslimiyet önerir.
“Ebu Zerr çok büyük bir zat. Ama Hz. Osman çok daha
büyük bir zat. Çünkü o yönetimde.” Kendi televizyonu aracılığıyla Cübbeli Ahmet
Hoca bu lafı etmektedir. Lafın kritik noktası, “yönetimde olma”nın insanı daha
büyük kılmasıdır. Bu İslam’ın farzı, şartı, özü ve Peygamber sünnetidir
cübbeliye göre. Zira o, tarihin iktidar kanalından akıp gelen bir dinin
tabisidir.
Hz. Ömer’in ve daha birçok sahabenin Peygamber’in
kararlarını sorgulayabilmiş olmaları cübbelilerin anlayamayacağı bir şeydir.
Zira onlar, var olanın mutlak, sorgulanamaz, dokunulamaz, eleştirilemez hakikat
olduğu kanaatindedirler. Daha doğrusu bu tip adamlar, maddî iktidarların
geçmişten bugüne taşıdığı dinî ideolojik fısıltıların ajanları,
taşıyıcılarıdırlar. İktidar ya da bahçe sahipleri, kendi iktidar ve bahçe
sahipliklerini sorgulayacak dini zaman içinde öldürmüşlerdir. Ol sebepten,
cübbeliler Ebu Zerr gibi itirazları talileştirmek, insanları ona karşı
körleştirmek, kenara itmek, susturmak, çöle gömmek zorundadırlar. Onlar,
muktedirlerin tetikçileridirler.
“Ebu Zerr Spartaküs müydü?” sorusunu kasten soran Haksöz
yazarı Bülent Şahin Erdeğer de maalesef aynı bağlam dâhilindedir.[1]
Fethullah’ı güncel politik gerekçelerle eleştirdiği yazının ruhu bu yazısında
noksandır.
Ebu Zerr’i talileştirmek, göreceleştirmek, onu akmaz
kokmaz bir dinî unsura indirgemek, Erdeğer’in yazısını belirleyen aslî âmildir.
Yazısının başlığını teşkil eden soru, Erdeğer’e katkı yaparak, başka türlü de
sorulabilir: Ebu Zerr Kemal Sunal mıydı?
Kemal Sunal, rahmetli, “12 Eylül sonrası toplumsal
patlamayı belki de benim filmlerim önledi” diyebilecek denli özeleştiri
meziyetine sahip bir kişiliktir. Gerçekten de bu filmler, orta sınıf ailelerin
“beterin beteri de var” diyerek, özdeşleştikleri fukara Şaban’ın filmin sonunda
herkese gol atmasını heyecanla izledi ve kendi üstünlüğüne oralardan pay
çıkardı. Ama bu ailelerin orta sınıf dengeciliği olduğu gibi kaldı. Darbeye de en
çok onlar destek verdiler. Dengenin her bozulma ihtimalinde, Kemal Sunal
filmleri, onlara her daim gündelik hava yastıkları temin etti.
AKP gerçekliğinde Ebu Zerr de böylesi bir figür olma
tehlikesi ile karşı karşıya. O da AKP’nin “sivil darbesi”nin bir ürünü olarak
rafları süsleyebilir.
Ama bu noktada, zamanında Kemal Sunal filmlerini
acayip “sosyalist gerçekçi” film eleştirmenliğinin süzgecinden geçiren, bugün
“arabesk yavşaklığı” tespitleri yapan aydınları eleştirmek gerekli ise, acayip
“İslamcı gerçekçi”, belki de “hakikatçi” tarih eleştirmenliğini de eleştirmek
gerekiyor. Kemal Sunal’daki halk solculuğuna, Ali Şeriati tabiri ile Ebu
Zerr’deki “halk İslam’ı”na bağlanmak gerekiyor.
Ebu Zerr vs. Erdeğer
Öncelikle başlıktan başlarsak eğer: ortalıkta Ebu
Zerr’in “Spartaküs” olduğunu iddia eden kimse yok. Tarihsel düzlemde Spartaküs,
İslam tarihi bağlamında, en fazla, dokuzuncu yüzyılda zalimlere kök söktürmüş
Zenc hareketinin lideri Ali ibn-i Muhammed ile kıyaslanabilir.[2] Erdeğer,
Spartaküs kıyası ile meseleyi sulandırmak derdindedir.
Yazarın kıyas noktasında istismar ettiği bir diğer
isim de Che Guevara’dır.
Mısırlı bestekâr Şeyh İmam'ın “Gifara Maat” (“Guevara
Öldü”) isimli şarkısında da görüleceği üzere[3], Latin Amerika’da Karl Marx
metinlerinin yerel dille “Carlos Marcos” müstearı ile yayımlanması misali, bir
tür yerelleşme derdi hâkimdir ülkede. Ebu Zerr ile Guevara, mazlumların ve
sömürülenlerin safında verilen mücadelenin ortak coğrafyasında kan
kardeşidirler bu yanıyla. Ama kıyas yöntemiyle, iki şahsı tarih bağlamından
çıkartıp komikleştirmek nafiledir.
Yazar Erdeğer, yazı boyunca Ebu Zerr ile kendi şahsı
üzerinden, o düzlemde, onu da şahsîleştirerek ilişki kurar. Aynı tavrı, diğer
isimlere karşı göstermemekle hakkaniyetsiz bir tutum içine girer. Bu, onun Ebu
Zerr’i bir kez daha Rebeze’ye gömme hesabında olduğunu gösterir. Bu ilişki
babında Ebu Zerr’in psikolojik tahlilleri yazının her yanına dağılır. Aynı
tahliller, diğer isimlere nedense yapılmaz.
Ebu Zerr, mülkiyet eleştirisi yapmayan, basit anlamda
mütedeyyin, zahid bir kişilik olarak takdim edilir. Zahidin fiilî eylemi ile
bir tür eleştiri ortaya koyduğu görülmez. Bu eleştirinin, bir tür meslek
ideolojisi olarak İslamcılığa tabi bir kişinin mülk edindiği külliyata girmemiş
olması gayet doğaldır. Zira o eleştiri, böylesi bir İslamcının meslek
ideolojisine, külliyatına ve ilmî mertebesine de karşıdır.
Erdeğer’in Ebu Zerr tahlilinde bireyci-burjuva bir
kafa işler ve bu kafa, “böyle yaşamak onun tercihi” demekle yetinir. Derini
görmez. Bugünde hüküm süren mücadeleler, bu mücadelelerde yükselen çığlıklar
tarihselci bir eda ile karşılanır ve yedinci yüzyılda bir Müslüman’ın son iki
yüz yıla has bir mülkiyet eleştirisi yapamayacağı iddia edilmiş olur.
Bu sayede, böylesi bir mülkiyet ve rekabet
eleştirisinin hedefi olan bugünün somut maddî güçleri büyük bir saldırıdan
kurtarılmış olurlar. Avamın kafası yedinci yüzyıla bağlanmak suretiyle,
bedenini silâhlaştırıp zalimin üzerine yürümesi bir biçimde engellenir. Bu
yedinci yüzyıla kilitlenmiş İslam ise en fazla Kemalizmin İslam’ı olabilir.
Zira Kemalizm ister, kendisine karşı bileylenecek mızrakların kırılmasını.
Bu noktada şahsîleştirilen, liberal bir psikolojizmin
batağında boğdurulmuş olan Ebu Zerr “köyün delisi” muamelesine maruz kalır.
Yazıda ısrarcı biçimde -iki kez- Ebu Zerr’in “agresif, bireyci ve aceleci”
olduğu söylenir. Bu ise “bizim gibi sakin ol, öfkelenme, öfkeli kitlelere önder
olma, bozgunculuk yapma, şeyhin gölgesinden çıkma, acele edip de bizim
planımızı -ki Allah’ın planıdır- hâşâ bozma!” denilmiş olur. Fukara, mazlum
Müslümanlara, Ebu Zerr’e atılan tokatla, AKP’nin Asr-ı Saadet’e yürüdüğü hissi
ve fikri verilir.
Bu psikolojik tahlillerin ardından, okuru tam
anlamıyla kendi safına çekme kurnazlığı ile Ebu Zerr birden bire Hz.
Muhammed’in karşısına çıkartılır. “Örneklik” noktasında onun hayatı tehditkâr
bulunur, peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Muhammed’in Kureyş ileri
gelenlerince tehditkâr bulunması gibi.
Geleneksel Arap toplumuna ait maddî ilişkilerin
“dış”ında, “komünalist”, söze gelmeyen, direşken, hattâ barbar bir kabilenin
evladı olan Ebu Zerr’in Müslümanlığı gene aynı ölçüler uyarınca gelişir.
Erdeğer’in, psikolojizm tuzağından çıkıp da göremediği budur. O bizi gene oruç
tutan, Kâbe’yi tavaf eden, namaz kılan ama puta (kendi mülküne) tapan eski
cahiliye döneminin Arap toplumsal hiyerarşisine eklemlenmiş bir tür İslam’a kul
etmeye çalışır. Bu noktada Erdeğer, Ebu Zerr isimli verili maddî ayıracı devre
dışı bırakmak ister.
Erdeğer’in Ebu Zerr yazısındaki ilk hamle, Müslüman
kitleyi komünistlerle ürkütmektir. İkinci hamle, Ebu Zerr’i Peygamber’in
karşısına çıkartarak, ilk Müslüman hareketinin devrimci özünden Peygamber’i
azade kılmaktır. Üçüncü hamlesi de dar anlamda muhatap olduğu Sünni kesime özel
uyarılarda bulunmaktır.
Bu noktada, ısrarla “bireyci”likle itham edilen “Ebu
Zerr’in siyasî liderinin Hz. Ali” olduğu söylenir (hem “bireyci” hem bir parti
üyesi!). Böylelikle okurun Ebu Zerr’i “bizden değilmiş zaten” önyargısı ile
karşılaması sağlanır. Ancak dolaylı olarak da Erdeğer, bir siyasî “parti”
olarak “Şia’nın etkisi dâhilindeki Ebu Zerr” ile bugünde dövüşme imkânı bulur.
O, meseleyi basit anlamda İslam içi mezhep savaşı alanına çekip orada tüketmek
niyetindedir.
Erdeğer’in “Ebu Zerr Hz. Ömer’e niye karşı gelmedi?”
diye sorarken, gene kendi tespiti ile “Hz. Ali neden karşı gelmedi?” sorusunu
sorması gerekir. Erdeğer, Ebu Zerr üzerinden Hz. Ali ile dövüşür. Kendi safını
Muaviye yanında belirlemiş olur.
Alevi-Şii geleneğinde Ebu Zerr -Erdeğer’in de yerinde
tespiti ile- Ali’yi tasdiklemek için devreye sokulur. Ama Erdeğer için “Ali’nin
mazlumiyeti”nin ispata gerek olduğu açıktır. Bu noktada Ebu Zerr’in mazlum
safında bir değer olarak tanımlanmasına karşı itirazı, onu Ali’yi
mazlumlaştıranların yanına itiverir. Bu noktada Erdeğer, Sünni okur kitlesini
Ebu Zerr’i sevenlerin “Alevî-Şii geleneğine mensup” oldukları yönünde
doldurarak, onların zarfa takılıp mazrufu anlamamalarını sağlar.
Şii geleneğinde Hz. Ali, Sünni gelenekte diğer
halifeler, tam da Cübbeli’nin tespitinde olduğu üzere, yönetimde, yücede,
iktidarda olma hasebiyle anlamlı görülürler. Gerisi boştur, en fazla süstür.
İkisi arasında yürüyen koltuk savaşının mazlum-sömürülen kitleler nezdinde bir
anlamı bulunmamaktadır.
Hz. Ömer ile yaşanan refahlanmanın ve zenginleşmenin
alttaki bedellerini görmeyen Erdeğer, bugünkü AKP refahı (spekülatif sermayenin
küresel planda şişmesi ile tanımlı bir refahtır bu) ardındaki köleleşmeye ve
fakirleşmeye karşı bizi körleştirmek ister. “Ebu Zerr olmayın” derken esasta
gözlere mil çeker. “Mülk sahiplerine karşı iseniz, Ebu Zerr gibi münzevi ve
zahid olmakla yetinin.” diye fetva verir.
Erdeğer, öncelikle Mısır’da teşkil edilen “Ebu Zerr”
kurgularının, bir anlamda Şii gelenek karşıtlığı üzerine kurulu olduğunu
görmez. Buradaki kurgu, “sizin mazlumunuz Hz. Ali ise bizimki de Ebu Zerr’dir”
demenin bir biçimidir. Ali Şeriati, bu kurguyu alıp yeniden Şiileştirir, daha
doğrusu, kendi kireçleşmiş geleneğine karşı bir silâh olarak onu yeniden kurar.
Ali Şeriati’nin, Ebu Zerr ve diğer sol-sosyalizan
cümlelerinde, dönemin İran’ındaki sol eğilimi (özellikle maoculuğu) baltalama
teşebbüsü olduğu da görülmelidir bir yönüyle. Bu teşebbüs, Hz. Ali’nin kudreti,
yönetsel konumu, hilafeti, üstünlüğü ile belli bir rabıta kurup kendi
kudretini, yönetselliğini ve üstünlüğünü perçinlemek isteyenlere ideolojik
besin tedarik eder. Mazlum-sömürülen kitlelerin safındaki Ali Şeriati, politik
bir hareketi koşullamamışlığı ile mollalara bağlanıverir. Eksikliği,
eksikliğimiz budur.
Azad ettiği hizmetkârı ile aynı hırkayı giyen Ebu
Zerr’in tarihten silinmesine hizmet edecek kimi fısıltıları kaynak gösterip
onun servetini (“keçiler, develer, araziler”) maliye müfettişi gibi sıralayan
Erdeğer, kendi küçük burjuva İslamcılığı için malzeme bulmaya çalışır. Bunu
yaparak, hem Ebu Zerr’e “yalancı” der (öyle ya, hem fakirin yanında, mülk
sahiplerine karşı ama kendisi de zengin!) hem de “lehülmülk”e inat, mülke tapan
kesimlere karşı mücadelenin yalan olduğunu söyler.
Geçmişe ilişkin sözler, bugünü örtmek için
dillendirilirler. Geçmiş, bugündeki geleceğin uçlarını kırmak amacıyla, bir
çekiç misali kullanılır.
Yazının sonunda da bugün AKP ile zenginleşen
Müslümanlara karşı fukara Müslüman’ın isyan etmemesi, troçkistler misali,
“antikapitalist fıkıh” oluşana dek beklemesi, “ümmetin tevhidî hakikati”ni
bozmaması gerektiği söylenir. Bu zokanın yutulması istenir. Sola meyyal, solcu
ya da solumsu laflar eden Müslüman çevreler, AKP ile mazlum-sömürülen kitleler
arasında tampon görevi görürler özetle.
Tekrar tekrar sormak gerekir: Ebu Zerr kimin yoldaşı?
(Bugünün) Muaviye’lerin(in) yakasına yapışanların mı?
Yoksa (bugünün) Yezid’ler(i) önünde serili sofralara kelimelerini şarap misali
servis edenlerin mi?
Eren Balkır
14 Ağustos 2010
Dipnotlar:
[1] Bülent Şahin Erdeğer, “Ebû Zerr Spartaküs müydü?”, 7 Ağustos 2010, Haksöz.
[2] Rubin Yasin-Kassab, “Zencî İsyanı”, 26 Şubat 2010,
İştirakî.
[3] El Cedid, “Şeyh İmam’ın Mirası”, 2 Nisan 2010, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder