Pages

14 Ağustos 2010

Ebu Zerr Kimin Yoldaşı?


Kulaktan Kulağa

Küçüklü-büyüklü burjuva efendilerden tüccarlara, onlardan da esnaf kesimine kulaktan kulağa aktarılan ideolojik cümleler, avama, kasten, eksiği ve gediği ile aktarılıyor. Ama bu, avamın, halkın, sömürü ve zulme maruz kitlelerin, o cümleleri olduğu gibi alıp bayraklaştırdıkları anlamına gelmiyor. Mazlumlar ve sömürülenler de kimi zaman “düşmanın silâhı ile silâhlanma”yı biliyorlar, ilgili cümleleri kendi mücadele süzgecinden geçiriyorlar, daha doğrusu, mücadele, bu cümleleri bizatihi farklı bir bağlama oturtuyor, dönüştürüyor. Zira aslolan, kavganın, mücadelenin ve savaşın maddî hakikati.

Bu açıdan mesele, bugünden kimi cümleler kurup bunları kulaktan kulağa aktarmak, o cümlelerin çıkardığı ortak sesin etrafında kitlelerin toplaşmasını sağlamak değil. İş, vurma sesini laboratuvar ortamında üretip, vurma eyleminin kitlelerde koşullanmasını beklemek değil. İş, mazlum ve sömürülen kitlelerin gelecekte verecekleri mücadelenin ortak gerçeğinde haykıracakları cümleleri bugünde kaleme almak değil. Dolayısıyla, “Sözün tekeli bizde, eyleme de kitleler geçsinler” kibrinden uzakta durmak gerekiyor.

Sömürülen-mazlum kitlelerin üç beş aydının kafası içindeki sözel kudrete biat etmesini beklemek yanlış. Kitlelerin, kimilerinin kafası içinde kurduğu Marksizme ve sosyalizme meyletmeleri, o kitlelerin olmadığı bir Marksizme ve sosyalizme bağlanmaları, bu yönüyle de kendi içinden “kitle” olmak istemeyenlerin öne çıkacakları gerçeğine işaret ediyor. Kitleye ait değil, salt birey olmak isteyen “ördek”lerin avlanmaları için avcıların kullandıkları düdüklere başvurmak kâfi bu noktada. Zira avcılar, avlarını önce avlarının seslerini taklit ederek vuruyorlar.

Bu anlamda “Marksizm”ini, İslam öncesi tektanrıya bağlı olanları anlatan “hanif” sıfatı ile tanımlayan bir kişi, batının, liberalizmin ve bilcümle bireyci ideolojik temayülün içinde olan eşhası kendi kurgusuna avlamak derdindedir. Bu görülmeli.

Bugün “sol ve İslam” başlığı adı altında anılan politik kesimlerde bir tür ucuz esnaf tavrı hâkim. Bir mağazaya küçük oğlu, genç kızı ve eşi ile birlikte giren adamın karşısına tezgâhtar gelir, ailenin her ferdi için bir şeylerin olduğunu söyler öncelikle. Oysa adamın derdi, belki de ilkokula başlayan oğluna kıyafet almaktır sadece. Aynı esnaf kafa, “bizim Marksizmimizde bilim de felsefe de politika da var” demektedir. Aynı esnaf kafa, Müslüman ise eğer, “bizde zengin de fakir de, ‘bir lokma bir hırka’ da, ‘üstümdeki gömleği Allah giydirdi bana’ da, Ebu Zerr de Muaviye de var” da diyecektir. Esnaf zihniyeti, tüccarın, tüccar da büyük sermayenin bağımlısıdır. Oradan halka, avama ve gurebaya dair hiçbir ses çıkmaz.

Kulaktan kulağa aktarılan cümleler, İslamî, İslam içre ise, bu söz, kurgu, bağlam ve meal-tefsir halk, avam ve gureba içinde esnaf ve onun ötesindeki güçlere öykünen kesimlere yerleşir. Buna da maalesef, “İslamî hareket” ismi verilir. Aynı durum, “sosyalist hareket” için de geçerlidir.

Benzer cümleler, milliyetçi hareketi ve sosyalist hareketi de koşullar. Bu üç ana ideolojik dinamik, yukarılarla rabıtası olanların, ancak yüce ve yüksek ve üstün olana, yani esasta kendisine hizmet edebileceğine dair söz vermişlerin fikrî-amelî yolu olur.

Hz. Muhammed cihad eder, mülksüzlerin, mazlumların, mustazafların önderi olur. Kurtuluş aşamasından kuruluş aşamasına geçildiği anda, kıyıda köşede, içte, “sote”de bekleşen eski zalimler, yıkılan duvarların taşlarından kendilerine saraylar inşa ederler, İslamî bir sıva ile. Zira kurtuluştan kuruluşa geçme momentinde belirleyici olan, bu zalimlerin maddî imkânlarıdır.

“Ben ancak yüce olana hizmet ederim” kibri ve küstahlığı, “hepinizden büyük Allah var” çığlığını bastırır zamanla. Bu kibir ve küstahlık, Yahudiliğin tefecilik, Hristiyanlığın mülk sahibi ruhban kanalı ile getirip bıraktığı mirastan istifade eder. İslam’ı bu mirasa göre yeniden kurar. Bir kez kurulduktan sonra da inşa edilen sarayları yıkmaya çalışanları “Yahudi ve Hristiyan ajanı” diye damgalayıp parçalaması için onları avamın önüne atar.

Yukarıdan aşağıya akan cümleler, mazlumların ve sömürülenlerin İslâmî, İslâm içre hassasiyetlerini köreltir. Kur’an’ı, olmadı, Hadisler’i, olmadı, fıkıh okullarını “sadece ben anlarım” diyen kibir, bu iki dinin tarihsel mirasına sırtını yaslayan bir kibirdir. Müstekbir, mazlum-sömürülen kitlelere sadece teslimiyet önerebilir. Onların bayrağında yazılı Allah’ı, Kitab’ı ve Peygamber’i kendi suyunda çözer. Ulema, kendi bilgisine kudret bahşetmek için kitleyi akıl ve vicdandan zamanla mahrum bırakır.

Esasta şu görülmez: mazlumun ve sömürülenin kendisine fısıldanan cümlelere kulaklarını kapatıp aklının ve yüreğinin isyanına iştirak ettiğinde ilk konuşacak Allah, ikincisi Kur’an, ardından da ses veren Muhammed olacaktır.

Bu gene böyle olacaktır.

Türkiye’de Şubat Hep 28 Çeker!

Mesele, ülke bağlamında Kemalizmin, dünya genelinde Yahudiliğin tayin ettiği ideolojiler haritasına itiraz etmektir.

Bu haritaya ram olan teorik-ideolojik-politik yaklaşımların kendi sınırlarını sürekli muhafaza etme gayreti ile harekete geçmeleri, haritayı çizen kaleme ve o kalemin sahibine karşı mücadelenin askıya alınmasına yol açmaktadır.

Masa üzerine serili haritada konum almaya çalışan, kalem sahibinin teorik-ideolojik-politik yönelimlerine karşı da körleşecektir. Bu körleşme, misal, Kemalizmin seyrini belli bir tarihsel kesite hapsedecek, 12 Eylül ile kodlanan tarihin çeri çöpünden kurtulmayı Kemalizmden kurtulmak zannedecektir. 12 Eylül’de şeytanlaştırılan Kemalizm, Demokrat Parti geleneğinde mündemiç olan Kemalizmi melekleştirecektir.

Haritanın çiziminde geçerli mantık, Britanya emperyalizmince çizilen Ortadoğu haritasının arkasındaki mantıkla eştir. Burada çizilen sınırlar dâhilinde hâkim olanın İslam ya da sosyalizm olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan, İslamî, millî ve sınıfî olanın ilgili haritayı parçalayan, haritayı çizen kalemi ve tutan eli kıran pratiğidir.

Kurucu ideoloji olarak Kemalizmi, kuruculuk temelinde, ölçü, onun tayin ettiği sınırları ölçek olarak kabul etmek, bir tür Müslüman Kemalizmi, milliyetçi Kemalizm ve sosyalist Kemalizm icat etmekte zorlanmayacaktır. Zira M. Kemal ve kadroları, bu üç kesimle mücadele etmeleri hasebiyle, ilgili üç yönelimden de kendince olanı pratiğine yedirmeyi ve bunları vura vura kendi hizasına çekmeyi bilmişlerdir.

Bugüne bakıldığında kimi Müslüman kesimlerin onca yılın suskunluğu ardından, Diyarbekir’de Kürt Sorunu Forumu düzenlemeleri, nesnel olarak, Kemalist bir tahkimat eylemidir. Orada takdim edilen teklifler, liberalizm şekerine batırılmış çürük elmadan farksızdır. Bu liberalizm, forumdaki Kemalizm eleştirileri bile Kemalizm içredir.

Liberaller, kavga etmeyen, mücadele içinde pişmeyen, savaşla çelikleşmeyen, havada asılı, kendinden menkul, içi boş bir “sivil” putu etrafında tüm hakikati tavaf ettirmek niyetindedirler. Muhtemel bir devrimci halk iktidarının önü böylelikle alınmış olur. Devrimin, halkın ve iktidarın içini boşaltmak, liberallerin aslî işidir. Onların dili ve eylemindeki sivilleşme, sermayenin askerîleşmesini gizler ardında. Kimse, fabrikalarda işçilere içtima alındığını işitmez, küçük şirketlerde askerî bir disiplinin hüküm sürdüğünü görmez.

Haksöz dergisinin referanduma ilişkin, “Kemalist Oligarşiyi Geriletecek Adımlar Desteklenmelidir” teklifi, böylesi bir puta ibadet etme çağrısıdır bu yanıyla. O “Müslüman” dediği özel’liği kutsallaştırıp, her şeyden münezzeh kıldıkça kendi siyasetinin liberalizme kapaklandığını görememektedir. 28 Şubat bunun içindir zira.

Müslüman, milliyetçi ve sosyalist çevrelerdeki Kemalizm eleştirisi, eş-özneleştirme gayreti ile birlikte ilerler. Yani bu üç kesim de Kemalizmi kendi ölçüsüne doğru daraltıp, geri kalan kısmı budayarak, ümmeti, milleti ve sınıfı budadıkları kısımlara karşı körleştirerek eleştirirler. Ezcümle, üçü de eleştirebilmelerine imkân verildikleri ölçü ve ölçek dâhilinde eleştiri yapabilmektedirler.

“Millî ve sınıfî olandan ümmete aman bir damla su karışmasın” titizliği ile kendi sınırını koruma gayretine giren bir Müslüman, bu anlamda, Kemalizmin dümenindedir. İçte ve dıştaki Yahudiliğin tecavüzüne karşı ses çıkarmayan bu Müslüman, aynı titizliği bu kesime karşı göstermemektedir.

Efendiler vurarak ehlileştirmektedirler. 28 Şubat sonrası bireyselleştirilen, kendi imanını Allah ile kendisi arasına sıkıştıran, onu kalbine ya da aklına kapatan bir Müslüman, efendinin kulu olmuştur artık. Başörtülü kızlar, ucuz emek gücüdür bundan gayrı. Şubat’ın her daim 28 çekmesinin sebebi buradadır.

Ebu Zerr Kemal Sunal mı?

Müslüman halkın gündelik bilincinde hüküm süren, “Allah yürü ya kulum demiş.” cümlesidir. Bu anlamda “iyi kul” olmak, zengin, üstün, kudretli, güzel ve başarılı olmaktır. Yahudilerin Allah’a “eli çok sıkı” dedikleri için lanetlendiğini söyleyen Maide-64’e inat, hüküm süren bu zihniyettir. Bu kafa, fakiri, alttakini, kudretsizi, çirkini ve başarısızı kendisi gibi olmaya özendirir biraz, ağza bir parmak bal çalar, sonra “nasıl olsa Allah’ın kötü kulu” diyerek onu paçavra misali kenara fırlatır. Bu zihniyet, fiilî hayatta kendi üstünlüklerini, zenginliklerini ve kudretlerini nasıl temin ettiklerini sorgulayacak insanları şeytanın safına ya da din dışına atar. Zengini Allah’ın nimetlerinden daha fazla faydalanması konusunda teşvik eder, giderek fakirleşen halka ise tevekkül ve teslimiyet önerir.

“Ebu Zerr çok büyük bir zat. Ama Hz. Osman çok daha büyük bir zat. Çünkü o yönetimde.” Kendi televizyonu aracılığıyla Cübbeli Ahmet Hoca bu lafı etmektedir. Lafın kritik noktası, “yönetimde olma”nın insanı daha büyük kılmasıdır. Bu İslam’ın farzı, şartı, özü ve Peygamber sünnetidir cübbeliye göre. Zira o, tarihin iktidar kanalından akıp gelen bir dinin tabisidir.

Hz. Ömer’in ve daha birçok sahabenin Peygamber’in kararlarını sorgulayabilmiş olmaları cübbelilerin anlayamayacağı bir şeydir. Zira onlar, var olanın mutlak, sorgulanamaz, dokunulamaz, eleştirilemez hakikat olduğu kanaatindedirler. Daha doğrusu bu tip adamlar, maddî iktidarların geçmişten bugüne taşıdığı dinî ideolojik fısıltıların ajanları, taşıyıcılarıdırlar. İktidar ya da bahçe sahipleri, kendi iktidar ve bahçe sahipliklerini sorgulayacak dini zaman içinde öldürmüşlerdir. Ol sebepten, cübbeliler Ebu Zerr gibi itirazları talileştirmek, insanları ona karşı körleştirmek, kenara itmek, susturmak, çöle gömmek zorundadırlar. Onlar, muktedirlerin tetikçileridirler.

“Ebu Zerr Spartaküs müydü?” sorusunu kasten soran Haksöz yazarı Bülent Şahin Erdeğer de maalesef aynı bağlam dâhilindedir.[1] Fethullah’ı güncel politik gerekçelerle eleştirdiği yazının ruhu bu yazısında noksandır.

Ebu Zerr’i talileştirmek, göreceleştirmek, onu akmaz kokmaz bir dinî unsura indirgemek, Erdeğer’in yazısını belirleyen aslî âmildir. Yazısının başlığını teşkil eden soru, Erdeğer’e katkı yaparak, başka türlü de sorulabilir: Ebu Zerr Kemal Sunal mıydı?

Kemal Sunal, rahmetli, “12 Eylül sonrası toplumsal patlamayı belki de benim filmlerim önledi” diyebilecek denli özeleştiri meziyetine sahip bir kişiliktir. Gerçekten de bu filmler, orta sınıf ailelerin “beterin beteri de var” diyerek, özdeşleştikleri fukara Şaban’ın filmin sonunda herkese gol atmasını heyecanla izledi ve kendi üstünlüğüne oralardan pay çıkardı. Ama bu ailelerin orta sınıf dengeciliği olduğu gibi kaldı. Darbeye de en çok onlar destek verdiler. Dengenin her bozulma ihtimalinde, Kemal Sunal filmleri, onlara her daim gündelik hava yastıkları temin etti.

AKP gerçekliğinde Ebu Zerr de böylesi bir figür olma tehlikesi ile karşı karşıya. O da AKP’nin “sivil darbesi”nin bir ürünü olarak rafları süsleyebilir.

Ama bu noktada, zamanında Kemal Sunal filmlerini acayip “sosyalist gerçekçi” film eleştirmenliğinin süzgecinden geçiren, bugün “arabesk yavşaklığı” tespitleri yapan aydınları eleştirmek gerekli ise, acayip “İslamcı gerçekçi”, belki de “hakikatçi” tarih eleştirmenliğini de eleştirmek gerekiyor. Kemal Sunal’daki halk solculuğuna, Ali Şeriati tabiri ile Ebu Zerr’deki “halk İslam’ı”na bağlanmak gerekiyor.

Ebu Zerr vs. Erdeğer

Öncelikle başlıktan başlarsak eğer: ortalıkta Ebu Zerr’in “Spartaküs” olduğunu iddia eden kimse yok. Tarihsel düzlemde Spartaküs, İslam tarihi bağlamında, en fazla, dokuzuncu yüzyılda zalimlere kök söktürmüş Zenc hareketinin lideri Ali ibn-i Muhammed ile kıyaslanabilir.[2] Erdeğer, Spartaküs kıyası ile meseleyi sulandırmak derdindedir.

Yazarın kıyas noktasında istismar ettiği bir diğer isim de Che Guevara’dır.

Mısırlı bestekâr Şeyh İmam'ın “Gifara Maat” (“Guevara Öldü”) isimli şarkısında da görüleceği üzere[3], Latin Amerika’da Karl Marx metinlerinin yerel dille “Carlos Marcos” müstearı ile yayımlanması misali, bir tür yerelleşme derdi hâkimdir ülkede. Ebu Zerr ile Guevara, mazlumların ve sömürülenlerin safında verilen mücadelenin ortak coğrafyasında kan kardeşidirler bu yanıyla. Ama kıyas yöntemiyle, iki şahsı tarih bağlamından çıkartıp komikleştirmek nafiledir.

Yazar Erdeğer, yazı boyunca Ebu Zerr ile kendi şahsı üzerinden, o düzlemde, onu da şahsîleştirerek ilişki kurar. Aynı tavrı, diğer isimlere karşı göstermemekle hakkaniyetsiz bir tutum içine girer. Bu, onun Ebu Zerr’i bir kez daha Rebeze’ye gömme hesabında olduğunu gösterir. Bu ilişki babında Ebu Zerr’in psikolojik tahlilleri yazının her yanına dağılır. Aynı tahliller, diğer isimlere nedense yapılmaz.

Ebu Zerr, mülkiyet eleştirisi yapmayan, basit anlamda mütedeyyin, zahid bir kişilik olarak takdim edilir. Zahidin fiilî eylemi ile bir tür eleştiri ortaya koyduğu görülmez. Bu eleştirinin, bir tür meslek ideolojisi olarak İslamcılığa tabi bir kişinin mülk edindiği külliyata girmemiş olması gayet doğaldır. Zira o eleştiri, böylesi bir İslamcının meslek ideolojisine, külliyatına ve ilmî mertebesine de karşıdır.

Erdeğer’in Ebu Zerr tahlilinde bireyci-burjuva bir kafa işler ve bu kafa, “böyle yaşamak onun tercihi” demekle yetinir. Derini görmez. Bugünde hüküm süren mücadeleler, bu mücadelelerde yükselen çığlıklar tarihselci bir eda ile karşılanır ve yedinci yüzyılda bir Müslüman’ın son iki yüz yıla has bir mülkiyet eleştirisi yapamayacağı iddia edilmiş olur.

Bu sayede, böylesi bir mülkiyet ve rekabet eleştirisinin hedefi olan bugünün somut maddî güçleri büyük bir saldırıdan kurtarılmış olurlar. Avamın kafası yedinci yüzyıla bağlanmak suretiyle, bedenini silâhlaştırıp zalimin üzerine yürümesi bir biçimde engellenir. Bu yedinci yüzyıla kilitlenmiş İslam ise en fazla Kemalizmin İslam’ı olabilir. Zira Kemalizm ister, kendisine karşı bileylenecek mızrakların kırılmasını.

Bu noktada şahsîleştirilen, liberal bir psikolojizmin batağında boğdurulmuş olan Ebu Zerr “köyün delisi” muamelesine maruz kalır. Yazıda ısrarcı biçimde -iki kez- Ebu Zerr’in “agresif, bireyci ve aceleci” olduğu söylenir. Bu ise “bizim gibi sakin ol, öfkelenme, öfkeli kitlelere önder olma, bozgunculuk yapma, şeyhin gölgesinden çıkma, acele edip de bizim planımızı -ki Allah’ın planıdır- hâşâ bozma!” denilmiş olur. Fukara, mazlum Müslümanlara, Ebu Zerr’e atılan tokatla, AKP’nin Asr-ı Saadet’e yürüdüğü hissi ve fikri verilir.

Bu psikolojik tahlillerin ardından, okuru tam anlamıyla kendi safına çekme kurnazlığı ile Ebu Zerr birden bire Hz. Muhammed’in karşısına çıkartılır. “Örneklik” noktasında onun hayatı tehditkâr bulunur, peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Muhammed’in Kureyş ileri gelenlerince tehditkâr bulunması gibi.

Geleneksel Arap toplumuna ait maddî ilişkilerin “dış”ında, “komünalist”, söze gelmeyen, direşken, hattâ barbar bir kabilenin evladı olan Ebu Zerr’in Müslümanlığı gene aynı ölçüler uyarınca gelişir. Erdeğer’in, psikolojizm tuzağından çıkıp da göremediği budur. O bizi gene oruç tutan, Kâbe’yi tavaf eden, namaz kılan ama puta (kendi mülküne) tapan eski cahiliye döneminin Arap toplumsal hiyerarşisine eklemlenmiş bir tür İslam’a kul etmeye çalışır. Bu noktada Erdeğer, Ebu Zerr isimli verili maddî ayıracı devre dışı bırakmak ister.

Erdeğer’in Ebu Zerr yazısındaki ilk hamle, Müslüman kitleyi komünistlerle ürkütmektir. İkinci hamle, Ebu Zerr’i Peygamber’in karşısına çıkartarak, ilk Müslüman hareketinin devrimci özünden Peygamber’i azade kılmaktır. Üçüncü hamlesi de dar anlamda muhatap olduğu Sünni kesime özel uyarılarda bulunmaktır.

Bu noktada, ısrarla “bireyci”likle itham edilen “Ebu Zerr’in siyasî liderinin Hz. Ali” olduğu söylenir (hem “bireyci” hem bir parti üyesi!). Böylelikle okurun Ebu Zerr’i “bizden değilmiş zaten” önyargısı ile karşılaması sağlanır. Ancak dolaylı olarak da Erdeğer, bir siyasî “parti” olarak “Şia’nın etkisi dâhilindeki Ebu Zerr” ile bugünde dövüşme imkânı bulur. O, meseleyi basit anlamda İslam içi mezhep savaşı alanına çekip orada tüketmek niyetindedir.

Erdeğer’in “Ebu Zerr Hz. Ömer’e niye karşı gelmedi?” diye sorarken, gene kendi tespiti ile “Hz. Ali neden karşı gelmedi?” sorusunu sorması gerekir. Erdeğer, Ebu Zerr üzerinden Hz. Ali ile dövüşür. Kendi safını Muaviye yanında belirlemiş olur.

Alevi-Şii geleneğinde Ebu Zerr -Erdeğer’in de yerinde tespiti ile- Ali’yi tasdiklemek için devreye sokulur. Ama Erdeğer için “Ali’nin mazlumiyeti”nin ispata gerek olduğu açıktır. Bu noktada Ebu Zerr’in mazlum safında bir değer olarak tanımlanmasına karşı itirazı, onu Ali’yi mazlumlaştıranların yanına itiverir. Bu noktada Erdeğer, Sünni okur kitlesini Ebu Zerr’i sevenlerin “Alevî-Şii geleneğine mensup” oldukları yönünde doldurarak, onların zarfa takılıp mazrufu anlamamalarını sağlar.

Şii geleneğinde Hz. Ali, Sünni gelenekte diğer halifeler, tam da Cübbeli’nin tespitinde olduğu üzere, yönetimde, yücede, iktidarda olma hasebiyle anlamlı görülürler. Gerisi boştur, en fazla süstür. İkisi arasında yürüyen koltuk savaşının mazlum-sömürülen kitleler nezdinde bir anlamı bulunmamaktadır.

Hz. Ömer ile yaşanan refahlanmanın ve zenginleşmenin alttaki bedellerini görmeyen Erdeğer, bugünkü AKP refahı (spekülatif sermayenin küresel planda şişmesi ile tanımlı bir refahtır bu) ardındaki köleleşmeye ve fakirleşmeye karşı bizi körleştirmek ister. “Ebu Zerr olmayın” derken esasta gözlere mil çeker. “Mülk sahiplerine karşı iseniz, Ebu Zerr gibi münzevi ve zahid olmakla yetinin.” diye fetva verir.

Erdeğer, öncelikle Mısır’da teşkil edilen “Ebu Zerr” kurgularının, bir anlamda Şii gelenek karşıtlığı üzerine kurulu olduğunu görmez. Buradaki kurgu, “sizin mazlumunuz Hz. Ali ise bizimki de Ebu Zerr’dir” demenin bir biçimidir. Ali Şeriati, bu kurguyu alıp yeniden Şiileştirir, daha doğrusu, kendi kireçleşmiş geleneğine karşı bir silâh olarak onu yeniden kurar.

Ali Şeriati’nin, Ebu Zerr ve diğer sol-sosyalizan cümlelerinde, dönemin İran’ındaki sol eğilimi (özellikle maoculuğu) baltalama teşebbüsü olduğu da görülmelidir bir yönüyle. Bu teşebbüs, Hz. Ali’nin kudreti, yönetsel konumu, hilafeti, üstünlüğü ile belli bir rabıta kurup kendi kudretini, yönetselliğini ve üstünlüğünü perçinlemek isteyenlere ideolojik besin tedarik eder. Mazlum-sömürülen kitlelerin safındaki Ali Şeriati, politik bir hareketi koşullamamışlığı ile mollalara bağlanıverir. Eksikliği, eksikliğimiz budur.

Azad ettiği hizmetkârı ile aynı hırkayı giyen Ebu Zerr’in tarihten silinmesine hizmet edecek kimi fısıltıları kaynak gösterip onun servetini (“keçiler, develer, araziler”) maliye müfettişi gibi sıralayan Erdeğer, kendi küçük burjuva İslamcılığı için malzeme bulmaya çalışır. Bunu yaparak, hem Ebu Zerr’e “yalancı” der (öyle ya, hem fakirin yanında, mülk sahiplerine karşı ama kendisi de zengin!) hem de “lehülmülk”e inat, mülke tapan kesimlere karşı mücadelenin yalan olduğunu söyler.

Geçmişe ilişkin sözler, bugünü örtmek için dillendirilirler. Geçmiş, bugündeki geleceğin uçlarını kırmak amacıyla, bir çekiç misali kullanılır.

Yazının sonunda da bugün AKP ile zenginleşen Müslümanlara karşı fukara Müslüman’ın isyan etmemesi, troçkistler misali, “antikapitalist fıkıh” oluşana dek beklemesi, “ümmetin tevhidî hakikati”ni bozmaması gerektiği söylenir. Bu zokanın yutulması istenir. Sola meyyal, solcu ya da solumsu laflar eden Müslüman çevreler, AKP ile mazlum-sömürülen kitleler arasında tampon görevi görürler özetle.

Tekrar tekrar sormak gerekir: Ebu Zerr kimin yoldaşı?

(Bugünün) Muaviye’lerin(in) yakasına yapışanların mı? Yoksa (bugünün) Yezid’ler(i) önünde serili sofralara kelimelerini şarap misali servis edenlerin mi?

Eren Balkır
14 Ağustos 2010

Dipnotlar:
[1] Bülent Şahin Erdeğer, “Ebû Zerr Spartaküs müydü?”, 7 Ağustos 2010, Haksöz.

[2] Rubin Yasin-Kassab, “Zencî İsyanı”, 26 Şubat 2010, İştirakî.

[3] El Cedid, “Şeyh İmam’ın Mirası”, 2 Nisan 2010, İştirakî.

04 Ağustos 2010

Lübnan Komünist Partisi Bildirisi

Lübnan Komünist Partisi’nden Tüm Komünist ve İşçi Partilerine Bildiri


İsrail’in saldırıları ve şehit Asaf Ebu Rahhal ile ilgili dün yayımlanan bir önceki bildiriye bağlı olarak parti politik bürosu, uluslararası işçi ve komünist partilerine yönelik ekteki bildiriyi yayımlamıştır:

Uluslararası ve komünist partilerin değerli yoldaş liderleri,

İsrail, Lübnan’a, halkına ve direnişine yönelik saldırısını ABD’nin, Obama yönetiminin ve saldırıya gözlerini kapatmak suretiyle AB’nin verdiği destek ile gerçekleştirmiştir. İsrail güçleri, iki Lübnanlı askeri ve yoldaş Asaf Ebu Rahhal’ı katletmiştir. Aynı zamanda İsrail savaş uçakları, evleri bombalayıp imha etmiş, tarlaları ateşe vermiştir.

Tüm bu saldırılar gerçekleştirilirken, burada, Lübnan’da, 1701 sayılı kararı uygulamak için mevcut olan UNIFIL (Lübnan’daki Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü) İsrail saldırılarını durdurmak için her zamanki gibi eyleme geçmemiş, varlığını Lübnan Ulusal Direnişi’ni 1982’den 2000’e dek özgürleştirilmiş toprağı koruma ve İsrail işgalinden arta kalanları kurtarma görevinden alıkoymak üzerinden tanımlamıştır.

Lübnan Komünist Partisi, mütecaviz İsrail güçlerine karşı savaşırken katledilen şehitlerin önünde saygıyla eğilir ve Lübnan ordusunun İsrail’in Lübnan topraklarına yönelik tecavüzlerini sürdürmesine mani olan konumunu alabildiğine kahramanca bir konum addeder. Lübnan Komünist Partisi, bölgemizde geçmişte icat edilmiş İsrail’in kendi rolünü yeniden edinmesi için onun hayalî zaferini garanti altına almak isteyen Güvenlik Konseyi’nin konumunun ABD yönetimine tam bir teslimiyete dayalı olduğunu bir kez daha tespit eder.

Lübnan Komünist Partisi, bu işbirlikçi konumun mağdurun susturulması ve cellâdın cezadan kaçıp kurtulması yönünde yapılan çağrıyı her daim süreklileştirdiği hususunda uyarıda bulunur.

Lübnan Komünist Partisi, Lübnan’ın geçmişte, 2006’da İsrail saldırılarına cevap verebilmiş, onun da öncesinde, 2000’de Cebel-i Lübnan’ı, Güney Bekaa’yı ve Beyrut’u tam olmasa da kurtarmayı bilmiş kahramanca direnişinin NATO destekli bir İsrail-Amerikan saldırısını da durdurmaya muktedir olacağını temin eder.

Ayrıca Lübnan Komünist Partisi, tüm işçi ve komünist partilerine, Lübnan halkı ve onun kendisine yönelik saldırıya karşı geliştireceği direnişle ilgili olarak sözkonusu partilerin fiilî dayanışmalarını yinelemeleri çağrısında bulunur.

Lübnan Komünist Partisi Politik Büro
Beyrut
4 Ağustos 2010

01 Ağustos 2010

Walter Rodney

Walter Rodney, panafrikanizmin önde gelen teorisyenlerinden birisidir. 23 Mart 1942’de Guyana, Georgetown’da dünyaya geldi. İşçi sınıfına mensup bir ailenin evladı olan Rodney’nin anne ve babası terzilikle geçimlerini sağlıyordu. 

İlkokula başlaması ardından Queens Koleji’ne burslu geçiş yaptı. Sözkonusu burs, ülkedeki yönetici sınıfın ellilerin başında ülkeyi sarsmaya başlayan yeni milliyetçiliğin etkisi ile eğitim alanında işçi sınıfına verdiği bir tavizin sonucuydu.

Rodney, zamanla Queens Koleji’nde akademik manada öne çıktı, atletizm ve münazara gibi alanlarda da isminden söz ettirdi. 1960’ta, Jamaika’daki Batı Hint Adaları Üniversitesi’nde eğitimine devam edebilmesine imkân verecek olan bir burs daha kazandı. 1963’te, bu okulu birincilikle bitirdi ve gene yeni bir burs aracılığıyla Londra’daki Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’na kaydını yaptırdı. 1966’da, yirmi dört yaşında, Afrika Tarihi alanında doktorasını bitirdi.

Yukarı Gine Sahili’ndeki kölelik üzerine yaptığı doktora çalışması, onun hem İngiltere’de hem de Portekiz’de ulaştığı Portekizli tüccarların kayıtları üzerine yaptığı uzun soluklu ve titiz bir çalışmanın ürünüydü. Süreç içerisinde Portekizce ve İspanyolca öğrendi. Queens Koleji’nde öğrendiği Fransızcanın yanında bu diller ona bir anlamda dilbilimci vasfı kattı.

1970’te doktora tezi Oxford Üniversitesi Yayınları tarafından, A History of the Upper Guinea Coast, 1545-1800 [“Yukarı Gine Sahili Tarihi/1545-1800”] ismi ile yayımlandı. Bu çalışma sayesinde Rodney, Afrika tarihine ilişkin batılı tarihçilerin tezlerine itiraz etme imkânı buldu ve mazlum halkların tarihine yönelik bakış konusunda kimi yeni ölçütler getirdi. Horace Campbell’ın da ifade ettiği biçimiyle:

“Köleliğin topluluklar üzerindeki etkilerini, bölgedeki toplumlar arası ilişkileri ve bölgenin ekolojisini analiz eden bu çalışma, tam manasıyla çığır açıcıydı.”

Mezun olduğu okula, Batı Hint Adaları Üniversitesi’ne 1968’de geri dönmezden önce Walter, ilk eğitmenlik deneyimini Tanzanya’da edindi. Bu dönemde, sömürgecilik sonrası evreye girmiş olan Karayipler’de kapsamlı bir politik faaliyet yürütülmekteydi. Ancak Walter’ın tahayyülünü kucaklayan, Siyahî Güç Hareketi oldu.

Ortalıkta, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerdeki hükümetlerin ne yöne gideceği, özelde mazlumların durumuna dönük yaklaşımlar hususunda ciddi sorular dolaşıyordu. Bölgedeki fakir siyahların ve melezlerin politik sahada yetki ve güce kavuşması meselesi, bilhassa ilerici aydınlar arasında tartışılan bir konuydu. Karayipler’deki orta sınıf politik seçkinler grubunun otoriter rolünü ezelden beri reddeden Rodney, bu tartışmaların tam da merkezinde konumlandı. Ancak faaliyetlerini üniversite kampüsüyle sınırlamadı. Siyahların Kurtuluş Hareketi’nin mesajını Jamaika’ya taşıdı. Özelde Afrika tarihi ile ilgili bilgisini Jamaika toplumunun en fazla kenara itilmiş kesimi olan Rastafaryanlarla[1] paylaştı.

Walter’ın politik faaliyete dönük ilgisi Jamaika ve İngiltere’deki öğrencilik yıllarına dayanıyordu. Horace Campbell’ın tespitine göre, ta Batı Hint Adaları Üniversitesi’nde (UWI) iken Walter, “öğrenci siyaseti içinde aktif bir isimdi ve Batı Hint Adaları Federasyonu’ndaki Jamaika Referandumu’nda 1961 senesinde kapsamlı bir kampanya yürütmüştü.” Londra’daki eğitimi sırasında Walter, münazara toplantılarına katılmış, ünlü Hyde Park’ta konuşma yapmış, öte yandan da 1965’te Guyana’da düzenlenen bir sempozyumda konuşmacı olarak yer almıştı. Bu dönem süresince Walter, efsanevî isim C. L. R. James ile temas kurmuş ve onun en sadık öğrencilerinden biri olmuştu.

1968 Yaz’ında Rodney’nin “Jamaika’daki emekçi halkla kurduğu temas, hükümetin dikkatini çekmeye başladı. Kanada’nın Montreal şehrinde Ekim 1968’de düzenlenen Siyahî Yazarlar Konferansı’na katılması sebebiyle Hugh Shearer liderliğindeki Jamaika İşçi Partisi hükümeti onun ülkeye girişini yasakladı. Bu yasak, Kingston’da kapsamlı isyanlara ve başkaldırılara yol açtı. Bu olaylarda birçok insan, polis ve güvenlik güçleri tarafından katledildi ve yaralandı, milyonlarca dolarlık maddî hasar meydana geldi. Rodney’nin Rastafaryanlarla temasına ilişkin birikim, “Kardeşlerimle Birlikte Bilgilenme” isimli bir broşür olarak yayımlandı, ilgili broşür, Karayipler’deki Siyahî Güç Hareketi’nin incili hâline geldi.

Jamaika’dan kovulan Walter, kısa süreli bir Küba ziyareti ardından, Tanzanya’ya gitti. Burada 1968-1974 arası dönemde dersler verdi. Bilgilenme amaçlı çalışmalarını burada ve Afrika’nın diğer bölgelerinde de sürdürdü. Bu dönemde Afrika halkların kurtuluş mücadeleleri ile sarsılıyordu. Walter’ın inancına göre, bir aydın, becerilerini halkların mücadelesi ve kurtuluşu yolunda biçimlendirmeli, hürriyetin temini amacıyla geliştirmeliydi. Bu inançla, Walter ilgili hareketlere katıldı. Kısmen bu faaliyetlerin bir ürünü olan, herkesçe bilinen ikinci temel eseri, How Europe Underdeveloped Africa [“Avrupa Afrika’nın Azgelişmişliğinde Nasıl Bir Rol Oynadı?”] yayımlandı. 1972 tarihli eser, Tanzanya Yayınevi ile bağlantı içindeki Londra merkezli Bogle-L’Ouverture tarafından basıldı.

Rodney’nin fikirlerinin oluşumuna en önemli katkının Tanzanya’da geçirilen bu yıllarda edinilen tecrübelerin yaptığı söylenebilir. Horace Campbell konuyla ilgili şunları söylüyor:

“Tanzanya’da, bugün bile Darüsselam’ı[2] Afrika siyaseti ve tarihi üzerine dönen tartışmaların merkezi hâline getirmiş olan düşünce geleneğinin oluşumunda Rodney en ön safta duran isimdi. Gerçekleştirilen diyaloglar, münazaralar ve oluşturulan çalışma grupları sayesinde Rodney, Afrika siyaseti, sınıf mücadelesi, ırk meselesi, Afrika tarihi ve sömürülenin toplumsal değişimdeki rolü gibi başlıklar üzerinden Marksist geleneği derinleştirme imkânı buldu. How Europe Underdeveloped Africa isimli kitabı, tam da bu münazaraların genel bağlamı içinden çıkmış bir eserdi.”

Ayrıca Campbell şu değerlendirmeyi de yapıyor:

“Aynı dönemde Walter Rodney, Tanzanya’daki Ucema[3] anlayışını, emperyalizmi, azgelişmişliği, ayrıca Afrika’daki devletlî ve sınıfsal teşekkülü eleştiren yazılar kaleme aldı. Tanzanya’da yazılan makalelerin önemli bir bölümü, üniversitedeki TANU’nun[4] Gençlik Birliği tarafından çıkartılan Maji Maji[5] isimli dergide yayımlandı. Kırsalda ve sömürge ekonomisinde genel siyaset olan zorunlu emek meselesi üzerine yaptığı çalışma esnasında ülkedeki arşivlerde yoğun bir inceleme yaptı. World War II and the Tanzanian Economy [“İkinci Dünya Savaşı ve Tanzanya Ekonomisi”] isimli bu çalışma, 1976’da Cornell Üniversitesi tarafından bir monografi olarak yayımlandı.”

Ayrıca Rodney, zamanla panafrikanist (Afrika’nın birliğini savunan) teorisyen ve vaiz olarak ciddî bir itibar kazandı. Campbell’ın tespitine göre, “Tanzanya’da o Afrika’nın haricî kontrolünü değiştirmek için mücadele eden isimlerle sıkı politik ilişkiler kurdu. Rodney, Afrika’daki kurtuluş mücadelelerinin ve bağımsızlığa kavuşmuş bölgelerin kimi liderleri ile oldukça yakındı. Diğer panafrikanistlerle birlikte Altıncı Panafrika Kongresi’ni koşullayacak olan tartışmalar içine girdi. Sözkonusu kongre, 1974’te Tanzanya’da gerçekleştirildi. Kongreden önce “Altıncı Panafrika Kongresi’ne Doğru: Afrika, Karayipler ve Amerika’daki Beynelmilel Sınıf Mücadelesinin Temel Yönleri” isimli bir broşür kaleme aldı.

1974’te ülkesi Guyana’ya dönerek Guyana Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak çalışmak arzusu ile başvuruda bulundu, ancak hükümet başvuruyu kabul etmedi. Rodney ülkesinde kaldı ve yeni oluşmakta olan İşçi İttifakı’na katıldı. 1974’ten 1980’deki suikasta kadar geçen süre zarfında otoriter Halkın Millî Kongresi hükümetine karşı yürütülen direniş hareketinin önde gelen isimlerinden biriydi. Kapalı salon toplantılarında ve çeşitli mitinglerde ülkede yeni bir politik bilincin doğması için uğraştı. İlgili dönem süresince işçilerin özkurtuluşu, halk iktidarı ve birden fazla ırka dayanan demokrasi ile ilgili kimi fikirler geliştirdi.

11 Temmuz 1979’da Walter, yedi arkadaşıyla iki devlet binasını ateşe vermek suçuyla tutuklandı. O, Doktor Rupert Roopnarine ve Omawale kundakçılıkla suçlandı. Bu dönemden katline kadar geçen sürede sürekli zulüm gördü ve taciz edildi. Son teşebbüs ise onun ölümünü getirecekti.

13 Haziran 1980’de bir akşam vakti Rodney, seçim çalışması için ofisine gitmek amacıyla bindiği arabasına yerleştirilen bombanın infilak etmesi sonucu vefat etti. Ondan geriye, eşi Patricia ile Shaka, Kanini ve Asha isimli üç çocuğu kaldı. Saldırıdan yaralı olarak kurtulan Walter’ın kardeşi Donald’ın ifadesine göre, bomba Guyana Savunma Güçleri mensubu Gregory Smith isimli bir astsubay tarafından Rodney’ye verilmişti. Suikast sonrası Smith, Fransız Guyana’sına kaçtı ve 2002’de öldü.

Guyana Caribbean Politics

Dipnotlar:
[1] Rastafari Hareketi, 1930’larda Jamaika’da, Hristiyanlık içinden çıkmış, tektanrıcı, İbrahimî bir yeni dinî harekettir. 1930-36 ve 1941-74 arası dönemde Etiyopya’da krallık makamındaki Haile Selasi’nin Mesih’in ikinci zuhuru olduğuna inanan müritleri rastafaryan ya da rasta olarak anılırlar. Harekete kimi vakit rastafaryanizm denilse de bu terim herhangi bir “izm” ile etiketlenmekten haz etmeyen rastalarca aşağılayıcı ve hakaretamiz bir ifade olarak görülür. Rastafari derinlemesine örgütlü bir din değildir. Birçok rasta onun bir din bile olmadığını, esasta bir “hayat tarzı” olduğunu söyler. Herhangi bir tarikat ya da mezhep olma iddiaları da yoktur. İmanın ve vahyin insanın içinde bulunabileceğine inanırlar. Buna karşın bazı rastalar kendilerini rastafari konaklarından biriyle, Nyahbinghi, Bobo Ashanti ve On İki İsrail Kabilesi’den birine atfen tanımlarlar. Rastafari sözcüğü, Haile Selasi’nin kral olmazdan önceki lakabıdır. Ras “baş” ya da Etiyopya dilinde “dük” demektir, Tafari ise Selasi’nin önceki adıdır.

[2] “Barış Ülkesi” anlamına gelen Darüsselam, Tanzanya’nın doğu kesiminde, Hint Okyanusu’nun doğu kıyılarında kurulmuştur. Ülkenin en büyük şehridir.

[3] Ucema, Tanganika’nın 1961’de İngiltere’den bağımsızlık elde etmesi ve 1964’te Zanzibar ile birleşmesi sonucu oluşan Tanzanya’da toplumsal ve ekonomik kalkınmaya öncelik veren Julius Nyerere tarafından geliştirilmiş bir kavramdır. 1967’de Cumhurbaşkanı Nyerere kalkınma tasarısını hazırladı, Aruşa Deklarasyonu isimli bu tasarı, Afrika’nın bir kalkınma modeline muhtaç olduğuna işaret ediyor, bu amaç doğrultusunda, Afrika sosyalizminin temellerini atıyordu. Ucema, Şavili dilinde “geniş aile” anlamına geliyor. Burada vurgu, bir kişinin ancak halk ya da topluluk aracılığıyla kişi olabileceği yönündedir. Önleyici Alıkoyma Yasası yürürlüğe kondu, zoraki kilit altına alınmanın sonucunda binlerce kişi öldü. Hükümet, insanları kolektif çiftliklere gönderdi. Bir zaman sonra geri dönebilecekleri vaadi zamanla boş çıktı. Bazı insanların köyleri yakıldı ve onların bu yasaya uymaları sağlandı. Nakiller esnasında polis ve ordu kullanıldı. Ekonomi çöktü ve halkın önemli bir bölümü açlıkla boğuşmak zorunda kaldı. Ülke, ancak dışarıdan gelen yiyecek yardımları ile ayakta durdu. Ucema siyaseti, Ali Hasan Mwinyi’nin 1985’te iktidara gelmesi ile terk edildi.

[4] TANU: Tanganika Afrika Millî Birliği, doğu Afrika devleti Tanganika’nın (bugünkü Tanzanya’nın) bağımsızlık mücadelesinde rol alan en önemli politik partidir. Parti, Julius Kambarage Nyrere tarafından kurulan Tanganika Afrika Derneği içinden çıkan kadrolarca Temmuz 1954’te oluşturuldu. 1964’te ismini Tanzanya Afrika Millî Birliği olarak değiştirdi. Ocak 1977’de TANU Zanzibar’ın yönetimindeki partisi, Afro-Şirazi Partisi ile birleşip Devrimci Devlet Partisi’ni (Chama Cha Mapinduzi) meydana getirdi. TANU’nun siyasî amacı, kendine yeterli bir ekonominin inşası, çürümenin ve sömürünün ilgası, temel üretim araçları ile mübadelenin işçi ve köylülerin kontrolüne geçmesi üzerinden sosyalist bir devlet kurmaktı.

[5] Maji Maji: İsmini 1905-07 arası dönemde gerçekleşen isyandan alan dergi. Maji Maji İsyanı, Tanganika’da Alman sömürgeciliğine karşı Afrikalıların şiddetle karşı durdukları bir isyandır. Pamuk üretimi ve ihracatı konusunda yapılan dayatmaların sonucunda gerçekleşmiştir.