Havana, Ocak ayı.
“Gerçekten
de bunun bir sosyalist devrim olduğunu yazmak mı istiyorsun? Pekâlâ, yaz o
zaman. Biz kelimelerden korkmayız. Ama burada komünizmin mevcut olduğunu
söyleyen Amerikalılara öykünüp benzer şeyler de yazma, çünkü iktidarın
alınmasından kırk yıl sonra, Rusya’da bile komünizm yok. […] Millî orta
sınıflar mı? Unut gitsin onları evlat, orta sınıfların Latin Amerika’da hâlâ
devrimci bir rol oynayabileceklerine ilişkin tüm lafları unut. […] Evet, ta
1953’te, Moncada Kışlası’na düzenlediğimiz saldırıdan bile önce Marx ve
Lenin’in eserlerini okumuştum. […] Bir toplum sınıflara ayrışmıştır, sınıflar
mücadelesi vakidir: bunlar, sorgulanamaz hakikatler. […] Hayır, Amerikalılar
saldırmayacak bize. Öte yandan, emperyalizm geberiyor. O ya intiharı seçecek ya
da doğal ölümü. Eğer saldırırsa bu, onun hızlı ve kesin bir ölüm yaşayacağı
anlamına gelecek. Saldırmaz ise bir süre daha varlığını sürdürebilir.”
Bunlar, dün gece, saat ikide başlayıp sabah beş
buçukta biten Fidel Castro ile yaptığım muhabbette, onun tarafından bana
söylenenler arasından seçtiğim en kilit cümleler. Küba başkanı, 3 Temmuz
tarihli, başkanlık konutundaki resepsiyonda, benimle mülâkat yapacağına dair
söz vermişti. Ancak politik, askerî ve diplomatik bir yığın işin yükü altında
ezildiğinden, ayrıca her türden formaliteden ve ayrıntılı planlanmış
toplantılardan hoşlanmadığından, bu sözünü yerine getirememiş ya da bu yönde
belli bir karar verememişti. Geçen geceki muhabbet olabildiğine kapsamlı, açık
fikirli ve içtendi. Nasıl gerçekleştiğini aktarayım bir miktar.
Gece birde Havana Libre Oteli’nin ikinci katındaki El
Caribe gece kulübündeyim. On beş cazcı, altı şarkıcı ve on balerin, içlerinde
benim de olduğum hepi topu sekiz kişiyi eğlendirmek için ellerinden geleni
yapıyor. Garsonlar durmadan esniyorlar. Sıkıntı artık dibe vurmuş durumda. Saat
bir buçukta gece kulübünün cam kapısı sonuna kadar açılıyor. Atletik vücutlu,
üniformalı beş kişi, bellerindeki tabancaları ve omuzlarındaki hafif makineli
tüfekleriyle, tam bir sükûnetle, içeri giriyor (yerdeki halı, botların yol
açtığı sesi emiyor.) ve bir masaya oturup kola siparişi veriyor.
Karanlığa rağmen (tüm Küba gece kulüpleri ve barları
neredeyse tümden karanlıktır), içlerinde, ağır ve hafifçe yuvarlak omuzları,
uzun endamı ve siyah Rönesansvari sakalıyla Fidel Castro’yu hemen tanıyorum.
Yanına yaklaşıyorum ve hiç de nazik olmayan bir hareketle, gözlerinin altında
bir kibrit yakıyorum. “Benim” diyorum ona.
“Comandante, bana bir mülâkat sözünüz var. Şu mülâkatı
burada bir tarihe bağlayalım artık.” diyorum.
“Hayır, çiko (“chico” oğul ya da evlat
manasına geliyor, Fidel herkese, en azından dost bildiklerine bu şekilde
sesleniyor.). Hayır lütfen, randevulardan nefret ederim. Gel otur, bırak da
biraz dinleneyim. Yarın konuşuruz bu meseleyi.”
Korumalar (biri şişman, üzerinde sadece gömlek var,
bir diğeri donuk Velasquez’vari İspanyol suratlı ve ince yapılı, ötekisi ise
yüzüne kasvetli ama tatlı bir hava veren kıvırcık sakalları ile bir Zenci)
sessizce sigara içiyorlar. Diğer bir asker ise kapıyı gözetliyor. Garsonlar ve
balerinler kimseyi görmemiş gibi davranıyorlar. O sıkıcı performans, sürgit
devam ediyor. Ara sıra Fidel Castro, kibarlık mahiyetinde, alkışlıyor
gösteriyi. Saat iki civarı, Castro gitmek için ayağa kalktığında şarkıcılardan biri
bağırıyor: “Viva el caballo!” El caballo, yani “at”, burada Fidel
Castro oluyor. Bu, Castro’nun boyun eğmeyen kudretinden ötürü halkın ona dönük
sevgi gösterisinde bulunurken kullandığı bir ifade. Başkan dışarı çıkıyor,
gülümseyerek herkese teşekkür ediyor. Ben de peşinden gidiyorum.
“Komutan n’oldu bizim mülâkat?”
“Beni sürüyle gazeteci bekliyor evlat…”
“Ama komutan, ben bir aydır bekliyorum.”
“Öyle mi? A evet, sen şu Togliattici İtalyan
komünistsin” (İtalyan Komünist Partisi’nin lideri Togliatti’den bahsediyor.)
Fidel Castro gülümsüyor, kollarını açıyor, omuzlarını
yukarı kaldırıyor (bu, onun genelde takındığı hafif mahcupluk ifadesi.)
“Peki, hadi gidelim.”
Büyükelçiler Salonu’na gidiyoruz, inanılmaz derecede
berbat bir zevkin ürünü olan devasa avizenin altındaki konferans masasına
oturuyoruz. Saniyesinde etrafımızda, on, otuz, kısa sürede kırk kişi beliriyor:
gözlerine siyah ve mavi kalem çekmiş melez şarkıcı kızlar, garsonlar,
krupiyeler, Latin Amerikalı delegeler dolaşıyorlar civarda.
Soru: Komutan, Küba devriminin genel niteliği
nedir?
Bu soru karşısında Fidel Castro gülüyor, bir puro
yakıyor, tırnakları kararmış, küçük, yanık tenli eliyle tutuyor purosunu.
Cevap: Siz gazeteciler tariflere ve muntazam şemalara
deli oluyorsunuz… Sizler tahammülü zor düzeyde birer dogmatiksiniz. Bizlerse
değiliz… Her hâlükârda sen yaşananın bir sosyalist devrim olduğunu yazmak
istiyorsun değil mi? Pekâlâ, yaz o zaman… Evet, biz sadece bir tiranlık
sistemini devirmedik. Biz ayrıca emperyalizm sevdalısı bir burjuva devlet
aygıtını, bürokrasiyi, polisi ve paragöz bir orduyu imha ettik. Tüm imtiyazları
ortadan kaldırdık, büyük toprak ağalarını yok ettik, yabancı tekelleri temelli
kapı dışarı ettik, neredeyse tüm sanayi kollarını millîleştirdik ve toprağı
ortaklaştırdık. Bugün ise insanın insanı sömürmesi gerçeğini nihaî olarak ortadan
kaldırmak ve yeni bir sınıfsal içeriğe sahip, tümüyle yeni bir toplum inşa
etmek için mücadele ediyoruz. Amerikalılar (Kübalılar “los americanos”
tabirini, ABD’ye işaret etmek için kullanıyorlar -a.s.) ve rahipler,
bunun komünizm olduğunu söylüyorlar. Biz ise böyle olmadığını çok iyi
biliyoruz. Ne olursa olsun kelimeler korkutmaz bizleri. Diledikleri şeyi
söyleyebilirler. Köylüler arasında popüler olan bir şarkı vardır, az çok şöyle
bir şey: “Uğursuzluk kuşu, ihanet ve korkaklığın kuşu, kaçırıyorlar keyfimi. Bir
kelime: komünizm! Ben anlamam şu izm’lerden. Ama eğer kendi gözlerimle göreceksem o büyük
zenginliğin fethini, bu komünizm olacak. Ve işte o vakit bana komünistsin bile
diyebilirsiniz!
Soru: Komutan, Küba komünistlerinin partisi olan
Halk Sosyalist Partisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Halk Sosyalist Partisi, toplumsal yapıların ve
ilişkilerin radikal manada değişmesi yönünde tutarlı bir biçimde çağrıda
bulanan tek Küba partisidir. Şurası doğru ki, başlarda komünistler bana ve tüm
isyancılara hiç güvenmiyorlardı. Güvensizlikleri ise gayet makuldü, hem
ideolojik hem de politik düzlemde aldıkları konum kesinlikle doğruydu.
Güvenmemekte haklıydılar, zira Sierra’da gerilla mücadelesi vermekte olan
bizler, yaptığımız Marksist okumalara rağmen, hâlâ kimi küçük burjuva
önyargılarla ve arızalarla yüklüydük. Tüm gücümüzle istibdadı ve sahip olduğu
imtiyazları yok etmek arzusunda olmamıza rağmen fikirlerimiz açık değildi.
Sonrasında birbirimizi tanıdık, anladık ve birlikte çalışmaya başladık.
Komünistler, Küba davası için çokça kan döktüler ve kahramanlık yaptılar. Bugün
de vefakâr ve kardeşçe bir üslupla birlikte çalışmaya devam ediyoruz.
Soru: Görüşünüze göre, Küba devriminin en son
gelişme aşamasını müteakip, Latin Amerika’ya ilişkin tarihsel bakış açınız
değişti mi? Başka bir ifade ile, Küba örneğinin kıtanın diğer halklarınca takip
edilmesinin mümkün ve zorunlu olduğuna inanıyor musunuz?
Cevap: Evet, düşünüyorum.
Soru. Yani tüm diğer halkların, ister diktatörlük
elinde olsun ister ABD’ye satılmış olsun, kendi hükümetlerini devirmek için
silâhlanmalarının gerekli olduğunu mu söylüyorsunuz?
Cevap: Evet, tüm diğer halkların bizim örneğimizi
takip edeceklerini umut ediyoruz. Sonuçta biz hepimiz tek bir halkız, Rio
Grande’den Patagonya’ya hepimiz aynı dili konuşuyoruz, birkaç kelime ile
özetlenebilecek ortak bir tarihi paylaşıyoruz: İlkin sömürge hâline getirilip
İspanyollar, ardından da ABD tarafından sömürülen bir halkın ortak tarihi bu.
Tüm bunlar bir gün son bulacak. Bugün kimi ülkeler var -ama dur, yazma bunları,
uluslararası bir olaya sebebiyet vermek istemem- bu ülkelerdeki devrimci ruh, vatanseverlik
ve emperyalizme yönelik nefret üç yıl öncesinin Küba’sına nazaran daha güçlü,
daha canlı ve daha derinlikli. Latin Amerika ülkelerinde eşzamanlı patlak
verecek bir devrim, tüm önyargıları, bölgeciliği ve taşralılığı imha edecektir.
İşte o vakit Latin Amerika tek, büyük, hür, sivil ve bağımsız bir millet hâline
gelecektir. Çinliler bizden daha fazla parçalanmış durumdaydılar, farklı
lehçelere, hatta dillere sahiptiler, milliyet sayısı da oldukça fazla idi. Ama
bugün Çin devrimi, parçalanması mümkün olmayan tek bir bütün.
Soru: İttifaklar hususunda kimi “millî
yöntem”lerden dem vuruluyor. Milliyetçi orta sınıfların Latin Amerika
devriminde olumlu bir rol oynayabileceklerine hâlâ inanıyor musunuz?
Cevap. Hayır, inanmıyorum ve hiçbir zaman da
inanmadım. Rekabet nedeniyle, kimi zaman emperyalizme karşı olan sanayici
burjuva grupların olduğu doğrudur. Ama aynı gruplar, sınıfsal sebeplerden ötürü
işçilerden daha fazla nefret ediyorlar. ABD tekelleri ile millî burjuvalar
arasında geçici kimi çelişkiler ve çarpışmalar vücut bulabilir ama hiçbir vakit
tam bir mücadele cereyan etmez aralarında. Ortada tarihsel bir karşıtlık
yoktur. Bizim millî burjuvazimiz, hâlinden gayet memnun ve alabildiğine korkak,
hayatta kalmak için emperyalizme tavizde bulunuyor, ona yardım ediyor ve
toplumsal devrimlere karşı kullanılması için silâh temin ediyor. Tam da uyumaya
alışkın Küba burjuvazisi gibi millî burjuvazi de uyuyor. İmtiyazlı sınıflar,
artık hakikî devrimlere iştirak edemezler, en azından, bizim ülkemizde olduğu
gibi onlar sadece güdülür. İnan bana, hakikat bu.
Soru: O hâlde, kanaatinizce, Latin Amerika’daki
devrimlerin örgütlenmesine ilişkin tarihsel görev hangi güçlerin elinde?
Cevap: Sanayi ve tarım proletaryası, köylüler, küçük
burjuvazi ve hepsinden önemlisi aydınlar. Hizipçiliği teşvik etmek istemem.
Millî burjuvazinin bazı katmanlarının kısmen ve geçici olarak kimi devrimci
olayları destekleyebileceklerini inkâr etmiyorum. Burjuvazinin bazı
evlatlarının halkın safına geçtiklerini, devrimci teori silâhını kuşanıp
bilinçli fertler olarak devrimlere iştirak ettiklerini, hatta onları
yönettiklerini kabul ediyorum. (Sonuçta ben de büyük bir toprak ağasının
oğluyum!). Ama ben bu noktada sınıfsal bir bakış açısı üzerinden akıl
yürütüyorum. Bir sınıf olarak millî burjuvaziden artık iyi bir şey
bekleyemeyeceğimizi söylüyorum. Aynı şey millî ordular için de geçerli.
Devrimci ve vatansever subaylar elbette bulunabilir ama profesyonel ve
kastlaşmış ordular Latin Amerika’dan kökleri kazınması gereken bir tür kanser
gibiler. Ordular imha edilmezse eğer, hakikî bir halk hükümetine ulaşamayız ve
toplumsal reformları gerçekleştiremeyiz. Öncelikle mütevazı bir reformun
kokusunu aldığı vakit ordu, müdahale edecek ve her şeyi etkisizleştirecektir.
Yozlaşmış olan bir hükümet devre dışı bırakıldığında ve devrim ufukta
belirdiğinde, ordu bir darbe ile tekrar gelir ve eskisinden daha kötü bir
hükümet kurar. Tarihimizin bize verdiği ders budur.
Soru: Ancak bazı ülkelerde toprak ağalarını,
generalleri, oligarşik klikleri ve amirleri yanına alan millî burjuvazi hayli
güçlü.
Cevap: Küba’da da feodal-burjuvazi grubu hayli
güçlüydü. Orduyu, basını, yargıyı, radyoyu, okulları, üniversiteleri, polis
teşkilâtını, kısacası her şeyi kontrol ediyordu. Ama tüm bunlara rağmen kazanan
gene de biz olduk. Silâhlanmış, oldukça iyi biçimde örgütlenmiş işçiler,
köylüler ve öğrenciler: işte bunlardır kıtamızın yegâne devrimci gücü.
Soru: Komutan, sosyalist kampın Küba devrimine
katkısı nedir?
Cevap: Evlat, Kruşçev biz petrol yollamayıp şekerimizi
satın almasaydı ne olurdu? Ya da Çekler kendimizi müdafaa etmemiz için bize
silâh yollamasaydı, makineler, yedek parçalar ve teknisyenler göndermeseydi, ne
olurdu? Bugün ülkede iki yüz ila üç yüz arasında Sovyet teknisyeni var, bunlar
cefakâr işçiler, hakikatli, düzgün ve yardımsever kardeşlerimiz onlar. SSCB
kendi huzuru için kumar oynuyor, son savaşta yirmi milyon kayba rağmen oynuyor
bu kumarı, bizim gibi küçük bir ada ülkesinin müdafaası için kendi huzurunu ve
prestijini riske atıyor. Üstelik bunları arada hiçbir bağ olmamasına rağmen,
hiçbir şey istemeksizin yapıyor. Sen de bana sosyalist kamp hakkında ne
düşündüğümü soruyorsun. Onlar dostlarımız bizim.
Fidel’in sesi kısılıyor, ama o boyun eğmeyen at
direniyor, şaka yapıyor, gülüyor, ara vermeden, hızla konuşuyor, konuşurken
yerele ait kimi özlü ifadeler kullanıyor, bu ifadeler onun belagatini toprağa
daha fazla yakınlaştırıyor ve resmî hitabetindeki ciddî ve ağır konuşma
tarzından farklılaştırıyor.
Sıra diğerlerinde, onlar da birkaç soru soruyorlar.
Genelde sorular kişisel konularla ilgili oluyor. Biri, kibirli bir üslupla, şu
soruyu yöneltiyor: “Sabah uyandığınızda ve tüm Latin Amerika’nın büyük lideri
olduğunuzu düşündüğünüzde neler hissediyorsunuz?”
Soru üzerine yüzü kızaran Fidel omzunu silkeliyor.
“Herkes gibi ben de insanım. Örneğin burada, (parmağı
ile beni göstererek) şu evlat sabahları iyi bir makale yazamayacağı endişesi
ile uyanıyordur. Doğru mu? Aynı şekilde ben de bir devrimci olarak işimi iyi
yapamayacağım korkusu ile uyanıyorum… Ayrıca bu korkuya bir de insanları idam
etmenin acısı ekleniyor… Öldürmekten hoşlandığımızı mı sanıyorsunuz? Buna
mecburuz biz. Teröristler bombalar yerleştiriyorlar sağa sola ve askerlerimizi
katlediyorlar. Fransız gemisini nasıl havaya uçurduklarını hatırlıyor musunuz?
Patlama sonucu yüz kişi hayatını kaybetti. (4 Mart 1960’ta, Coubre isimli
Belçika bandıralı, silâh ve cephanelik yüklü şilep, Havana Limanı’nda havaya
uçuruldu.) Ama gene de insanları idam etmek korkunç bir şey (Fidel’in gözleri
aniden doluyor, sesine hüzün çöküyor.) İnanın bana, bu mücadele ölüm-kalım
mücadelesi. Ya biz kazanacağız ya onlar. Devrimi müdafaa etmek ve onu ileri
götürmek zorundayız. Kimseye merhamet edemeyiz bu konuda. Aksi takdirde sonuç
korkunç olur.”
Saat beş buçuk. Fidel ayağa kalkıyor, herkesin tek tek
elini sıkıyor, sabırla ve tüm mütevazılığı ile kartpostalları, resimleri ve
kitapları imzalıyor, yüzüne tekrar o güzel gülümseyişi konuveriyor. “Adios,
companeros, muchas gracias!” (“Hoşça kalın yoldaşlar, çok teşekkür ederim!”)
Ardından bana dönüyor ve “kaptın mı mülâkatı İtalyan?
Beni arayıp durmazsın artık.” diyor.
“Aksine Komutan, size soracağım daha çok soru var.”
“Tamam, tamam, bakarız…”
Ardından salonu terk ediyor, çimenlik bir yoldan
yavaşça yürüyor, silâhlı eskortu eşlik ediyor ona, siyah arabası kuzeyden esen
soğuk bir rüzgârın süpürdüğü sessiz ve ıssız Havana sokaklarında gözden
kayboluyor.
Arminio Savioli
L'Unità[*]
1 Şubat 1961
Kaynak
[*] L’Unità, 12 Şubat 1924’te Antonio Gramsci
tarafından işçi ve köylü gazetesi olarak çıkartılan gazete. İtalyan Komünist
Partisi’nin resmî yayın organı olan L’Unità, ilkin Milano’da basılır ve
yirmi-otuz bin civarında bir tiraja ulaşır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder