Pages

01 Temmuz 2010

İran Solundaki Fazlalık


Mazyar Behruz’un
Davası Olan İsyancılar: İran’da Solun Hatası
Kitabının Eleştirisi

 

İran devriminde solun rolü, Frederic Jameson ve Slavoj Žižek’in vak’anın “gözden kaybolan arabulucu”su dedikleri türden, karmaşık bir meseledir. İranlı Marksistler, zirvede oldukları dönemde milyonlara hükmederlerken, bir yandan da onların yaptıkları müdahalelerin kitlesel ayaklanma düzleminde küçük ama önemli ve kilit bir rol oynadığına dair gerçek, 1979 devrimini saf anlamda İslamî bir devrim yatağına çeviren Ayetullah Humeyni’nin revizyonist tarihi tarafından silinip atılmıştır. İşte Mazyar Behruz’un yirminci yüzyılda İran solunun talihsizliklerine dair incelemesine yön veren de bu revizyonun nasıl yapıldığı sorusudur.

Hiç şüphe yok ki yaşanan, neşeli ve keyifli bir hikâye değil. Yetmişlerde Fedailer ve Mücahitler isimleri altında örgütlenen gerilla hareketlerinin oluşumuna kadar Tude (Kitle) Partisi ismindeki merkez sol örgütlenme, faaliyetlerini ülke dışından yürütüyordu, devrimci faaliyeti doğrudan kınıyor, ayrıca 1953’te demokratik yoldan seçilmiş milliyetçi lider Dr. Musaddık’a karşı CIA güdümlü darbeye karşı çıkmadığı için lekelenmiş durumdaydı. Tude, Stalin’e dönük körü körüne sadakati sebebiyle, ilk başta Musaddık’ın İran petrollerini millîleştirme projesine karşı çıktı, Britanya ve ABD emperyalizmi arasındaki güçler dengesi ile ilgili Sovyetler’in arzularını tuhaf bir biçimde yorumladı. O dönemde parti, emperyalistlerin darbe tezgâhladıklarını geç de olsa fark etti, milliyetçi burjuvazi ile ittifakın esas olduğunu gördü, kararlı bir biçimde hareket etme konusunda basiretli davranamadı ve sonuçta Pehlevî monarşisi, 1979’da devrilene dek, ülkedeki hâkimiyetini sürdürdü.

İran’daki solun yörüngesini, tam da bu epey önem arz eden hataya dair hafıza tayin etti. Şehirli işçi sınıfı desteğinden mahrum, şehirleri kuşatmak için köylüleri harekete geçirmeyi düşünen maoistlere (Tude Partisi Devrimci Örgütü -TPDÖ) rağmen sol, serbestçe süzülen öncü aydın güruhu olarak hareket etti. Ortaya atılan şiarlar üzerinden gerçekleştirilen tartışmaların altında, strateji ve ideoloji düzleminde ortaya çıkan derin hizipleşmeler yatıyordu. Misal, Ahmedzade’nin önerisi ile Fedailer’in şiarı “kahrolsun emperyalizm ve onun peşinden koşan köpekleri” idi; Mücahitler’inki ise Canzani’nin ağzından çıktığı biçimiyle, “kahrolsun Şah diktatörlüğü ve onun emperyalist hamileri” idi. (s. 55) Her iki şiar da parti tabanını kimlerin teşkil ettiğine ve düşmanın doğasının ne olduğuna ilişkin köklü bir belirsizliğin varlığını muhafaza ettiğinin deliliydi. İran’da hüküm süren zulmün kemanını tüm küresel kapitalist matriks mi çalıyor (Ahmedzade), yoksa Amerika’ya sırtını yaslayan sadece yerel bir ajan olarak Şah mı? (Canzani) Aradaki fark net değildi.

Liderlerinin suikasta kurban gidip öldürülmesi ile Fedailer, yetmişlerde birbirine bağlı kimi konularla ilgili olarak sayısız kez bir o yana bir yana sürekli salınıp durdular.

Bu konuda yalnız da değillerdi. Mücahitleri ele alacak olursak, Müslüman-Marksist bir grup olarak yola çıkan bu örgüt, 1975’te Marksist bir gerilla örgütüne dönüştü. Üyelerini İslam ile Marx’ın birleştirilebileceğine dair inançlarını düzeltmeleri için yeniden eğitime tabi tuttu. Oysa öte yandan da Humeyni’ye ellerindeki eklektik ideolojik bileşke ile yaklaşmayı sürdürdü.

Milletlerarası düzlemde ise İngiltere ve ABD’deki Troçkist ideoloji etrafında kümelenmiş öğrenci grupları, Troçki’yi, belli ölçüde Şah’ın insan hakları siciline dönük eleştiri için entelektüel bir araç olarak yorumladılar.

Tude, Stalinizme ve “bilimsel sosyalizm”e yönelik tekdüzeleşmiş bir hürmet psikolojisi içinde durağanlaşmış, Lenin’e atıfla, İran’da devrim için gerekli nesnel koşulların mevcut olmadığına kanaat getirmişti. Parti, sürekli olarak rakip sol hizipleri kınıyor, Şah hükümetine “sorumlu” bir muhalefet partisi olacağına dair teklifler götürüyordu.

Altmışlar sonrası İran solunu tarif eden Stalinizmin “çorak ideolojisi”ne dönük bir tür sadakatten ziyade, 1979 öncesi ve sonrasında canlanma imkânı bulan bir eğilim olarak, kimi fikirlerin, hiziplerin ve beynelmilel yol takiplerinin ortaya çıkardığı fazlalık, ilgili tarih boyunca açık bir hâl aldı. Behruz’un da tarif ettiği biçimiyle:

“Devrim öncesinde bir düzine kadar grup mevcutken, devrim sonrasında grupların sayısı sekseni aşmış, sözkonusu sayı, Marksist grupların giderek daha fazla parçalanması ile artmıştı.” (s. 105)

Bu tespit, esasında Behruz’un elde ettiği sonucun aksini iddia etmiyor mu? Bu noktada Behruz’un Tude’nin üst kademelerindeki tartışmaya dair izahatına bir bakalım:

“Her iki kanat arasındaki tartışmanın merkezinde işçi sınıfı partisi meselesi duruyordu. Dogmatik ve katı bir Stalinist teorisyen olan Kasımî, bir ülkede tek işçi sınıfı ya da komünist partisi mevcut olabileceğini söyleyen ortodoks hattı savunuyordu. Diğer yandan, Furotan ise parti sayısının iki ya da daha fazla olabileceği sonucuna ulaşmıştı.” (s. 90)

Bu, bizi solu ifade eden tek parti olması gerektiğini söyleyen Kasımî’nin ısrarında otoriterlik olduğuna ilişkin kimi önyargılara sevk ediyor. Günümüzde çoğulculuğa, farklılığa ve aydınlanmaya özgü hoşgörüye yönelik saygı üzerinden düşünüldüğünde, Forutan’ın konumu, postmodernitenin sağ kanadına işaret ediyor.

Ancak solun başarısızlığındaki ana nedenlerden biri, beynelmilel solun ideolojik her türlü olası konumu ve devrimci taktiğini temsil eden sol gruplar içinde pervasızca yaşanan patlamaydı. İran solunu Rusya ve Çin’de yaşanan diğer ikonik devrimlerdeki soldan radikal manada ayıran şey, ayrışma kararının gerçekleştiği bir alan olarak işleyecek hegemonik bir partinin mevcut olmayışı ve İran’daki solun dumura uğramasıydı. Çin, Cezayir ve Vietnam gibi bölgelerde yaşanan teorik gelişmeler özümsenmiş, ancak bu gelişmeler bütünleştirilmek yerine, tümüyle kendi tercihleri olan ideolojileri benimseyen parti ve gerilla gruplarının aralarındaki yatay ayrışmayı tetiklemişti. Sözkonusu gruplar arasında arabuluculuk yapacak, belli bir ağırlığa sahip partinin yokluğunda, Marksizme ait dağınık türevler, politik barbarlığın kimsenin kazanmadığı oyununa alan açmıştı. Elbette bunun nedeni, halkın belli bir bölmesini harekete geçirme becerisinden azade olup, salt kendi ideolojilerindeki somut koşulları yansıtmakla yetinen İran’daki solcu gruplardı.

Devrim ve Mart 1979’da İran İslam Cumhuriyeti’nin tesisini takiben yaşanan tuhaf olayların sorumlusu, bu serbestçe süzülen ideolojiydi. Devrim sonrası “Stalinist” Tude, telâşla Humeyni’ye teslim olup Fedailerle Mücahidleri ihbar etti. Maoist TPDÖ ise İslamcı liberallerin safında yer aldı. 1975’te İslamî köklerinden kurtulup saf anlamda Marksist olan, ancak geride teorik çalışma yapıldığına ilişkin hiçbir kayıt bırakmayan Mücahitler ise İslam Cumhuriyeti’ne karşı şehir gerillacılığına dayalı uzlaşmaz bir savaş yürüten tek örgüttü.

Fedailer, devrim sonrası en etkili gruptu; örgüt, Hizbullah’a karşı kadınların gerçekleştirdiği eylemleri destekledi ki bu tavır, aralarında Simone de Beauvoir ve Valerie Moghaddam’ın da bulunduğu beynelmilel feminist çevrelerin takdirini kazandı. Ancak esasta üst orta sınıf feminist hareketi destekleyen Fedailer, zamanla bir kimlik krizine sürüklendiler, ayrılıkçı Kürt hareketi ile birleştiler, devletin zulmü ile yüzleştiler ve süreç içinde bölündüler. Kendisine “çoğunluk” diyen grup, Humeyni’nin radikal din adamlarına yanaşan Tude ile birleşti, bu yakınlaşma, 1983’te televizyona çıkartılıp aşağılanma ve tasfiye ile ödüllendirildi. Diğer yandan, uzlaşmaya yanaşmayan azınlık ise zamanla güç kaybedip marjinalleşti.

O hâlde, bu hikâyenin anlaşılması için gerekli iki kilit noktadan birincisi, solcu örgütlerin neden bir fazlalık üretmiş oldukları ve devrim sonrasında bu örgütlerin önemli bir bölümünün neden Humeyni’yi temelde ilerici gördükleri ve İslam Cumhuriyeti’ne neden rıza gösterdikleriydi. Sahip oldukları kimlik siyasetleri aracılığıyla Ali Şeriati ve Celâl Ali Ahmed gibi teorisyenlerin inşa ettikleri, 1975 öncesi Mücahidlerin üzerinde yürüyüp sonra da terk ettikleri köprü, salt sol ile İslam arasında değil, ayrıca eşzamanlı olmayan iki sol arasında da uzanmaktaydı.

Behruz’un da tartışıp odaklandığı soldaki hassas nokta, geleneksel Marksist öncü parti anlayışının her türden türeviydi. Diğer sol ise esas olarak akıl ve diyalektik yönteme ilişkin batı Marksizmine ait gerçekleri görme biçimi üzerinden büyüme sağladı: Jean-Paul Sartre’ın çokça insanı etkilemiş olan Diyalektik Aklın Eleştirisi isimli çalışması (ya da Theodor Adorno’nun Negatif Diyalektik’i ve ayrıca Michel Foucault’nun İran Devrimi’nde şahit olduğuna kanaat getirdiği “Marksizmsiz komünizm” peşinde koşma gayreti ile doruğa ulaşan, günümüzde Alain Badiou ve Antonio Negri külliyatında kendini tümüyle ifşa eden teorik faaliyet) aracılığıyla oluşmuş bir görme biçimiydi bu.

Dolayısıyla, serbestçe süzülen Marksist ideolojiler ve İran Devrimi’nde faal olan sol, belli bir fazlalık üretmiş, bu, sola ilişkin iki ayrı tipolojinin oluşumunu koşullamıştı: birbiriyle uzlaşmaz olan Marksist ve postmodern sol, baş dönmesine yol açan bir tür “yönelim bozukluğu” üretti. Bu anlamda Behruz, kanaatimce meseleyi olduğundan daha küçük görüyor:

“Anti-emperyalist paradigma yüzünden tüm İranlı Marksistler, İslam Cumhuriyeti’nin yabancı güçlerden politik bağımsızlığı ile İslamcıların teokrasi inşa etme niyetlerini birbirlerinden ayırt edememişlerdir.” (s. 137)

Ya da başka bir ifade ile tüm İranlı Marksist hareket, anlaşılması mümkün olmayan, çöküşe sebebiyet verebilecek yanlış bir hüküm vermenin acısını çekti. Oysa Behruz’un kendisini körleştirdiği aleni gerçek, “dogmatik” Marksist teorisyenlerle İslam arasındaki uçurumun, geriye dönüşsüz olarak, Yeni Solcu felsefeler aracılığıyla kapatılmış olmasıydı. Bu bağlamda, Tude’ye ilişkin olarak ortaya çıkan gerçek, başka türlü izah edilemez:

“1983’ten beri partinin ana ideologu olan İhsanullah Taberi, mütedeyyin bir insan hâline gelmiş ve İslam’ın Marksizmden üstün olduğunu anlatan kitaplar yayımlamıştır.” (s. 130)

İran solundaki müzelik Stalinistlerin Taberi şahsında somutlanan tasvirini bile daha şaşırtıcı kılan, işte bu türden gerçeklerdi. Resmî beyanlar düzeyinde Tude, geleneksel Marksist söyleme kilitlenmişse de İslamcı söylemin yol açtığı etki, partinin solcu direniş anlayışını darmaduman etmiş ve onun yeni değerler ekseni üzerinden İslam Cumhuriyeti’ne eleştiriler yöneltme gayretlerini baltalamıştı.

Her hâliyle İranlı Marksistler, kendi dönemlerinin ürünüydüler, Almanya’daki Baader-Meinhof Örgütü, İtalya’daki Kızıl Tugaylar gibi azınlık terörist örgütler, fildişi kulesi Marksistleri ve post-yapısalcı direniş teorisyenleri türünden kendi batılı muadillerinden bu anlamda farksızlardı.

Behruz, şunu derken, muhtemelen günümüz koşullarından dem vuruyor:

“İlgili dönemin yazınına göz atıldığında, eğitimli bir okuyucunun bile, süregiden tartışmaları takip etmekte zorlanacağı açıktır.” (s. 142)

Peki bu açmaz, aynı zamanda günümüz için de geçerli değil midir? Politik bir yapının kitle tabanından ya da bileşeninden tümüyle ayrıksı duran eğitimli bir “seçkinler grubu”nun erişebileceği görece daha incelikli ve karmaşık bir solcu söylem, tarikatvari bir mesiyanizmle, ırkçı bir milliyetçilikle, etnik çelişki ve binyılcı-çevreci ve dinî ajitasyonla sonuçlanacaktır.

Buna karşılık, Behruz’un merkezî argümanı, İran solunun Stalinist zihniyet dünyasından kopamadığı üzerine kurulu. Behruz, İran solunun ruhunu kavramak adına Stalinizmi tuhaf bir biçimde izah ediyor:

“Stephen Cohen’in izahına göre Stalinizm, ‘sadece milliyetçilik, bürokratik aklîleştirme, demokrasinin mevcut olmayışı, sansür, polis baskısı ve benzeri diğer olgular değildir’ […] Aksine Stalinizm, bu başlıklardaki olağandışı aşırıcılık ve fazlalıktır.” (s. 159)

Ancak cevap üretirken eğer İran solundaki partiler Stalinistlerse, o vakit onlardaki Stalinistliğin dahi epey zayıf olduğunu belirtmek gerekir. 1963-1979 arası dönemde sürgünde olup yokluğuna rağmen oldukça güçlü, karizmatik bir liderlik ortaya koyan Ayetullah Humeyni’nin aksine, İran solundaki hiçbir lider, kendisini kişilik kültüne denk düşebilecek herhangi bir konuma bile taşımayı becerememiştir.

Partilerini demir yumruk ile kontrol altında tutma becerileri genel anlamda başa belâ olan üyelerin kopuşlarını izlemekle ve yeni gruplar oluşturmakla sınırlıdır, hatta hizipsel kavgaların kontrolü konusunda bile bu liderlerin pek becerikli oldukları söylenemez.

Bizim muhtemelen kimi ihtilaflara yol açabilecek çıkarımımız şu olabilir: İran solundaki fazlalık, sahip olduğu Stalinist pratikler değil, aksine Stalinist ya da değil, isyankâr hizipleri birleştirip birbirine hasım sayısız örgüte ayrışmanın önünü alacak, tam manasıyla kararlı bir liderin mevcut olmayışıdır. Sonuç olarak, ideoloji bağlamında, belki de İran solunu mahveden, Marksizm-Leninizme dönük dogmatik sadakat değil, özde duracak bir ilkeler kümesine ve işçi sınıfı tabanı oluşturmaya dayalı bir görev bilincine yönelik bağlılığın olmayışıdır. Üçüncü Dünyacı devrimci teorinin ve sonrasında postmodern kimlik siyasetinin etkisi altında İran solu, ahlâkî görevi ise İslamcılara terk etmiştir.

Nathan Coombs
27 Haziran 2010

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder