Mazyar Behruz’un
Davası Olan İsyancılar: İran’da Solun Hatası
Kitabının Eleştirisi
İran devriminde solun rolü, Frederic Jameson ve Slavoj
Žižek’in vak’anın “gözden kaybolan arabulucu”su dedikleri türden, karmaşık bir
meseledir. İranlı Marksistler, zirvede oldukları dönemde milyonlara
hükmederlerken, bir yandan da onların yaptıkları müdahalelerin kitlesel
ayaklanma düzleminde küçük ama önemli ve kilit bir rol oynadığına dair gerçek,
1979 devrimini saf anlamda İslamî bir devrim yatağına çeviren Ayetullah
Humeyni’nin revizyonist tarihi tarafından silinip atılmıştır. İşte Mazyar
Behruz’un yirminci yüzyılda İran solunun talihsizliklerine dair incelemesine
yön veren de bu revizyonun nasıl yapıldığı sorusudur.
Hiç şüphe yok ki yaşanan, neşeli ve keyifli bir hikâye
değil. Yetmişlerde Fedailer ve Mücahitler isimleri altında örgütlenen gerilla
hareketlerinin oluşumuna kadar Tude (Kitle) Partisi ismindeki merkez sol
örgütlenme, faaliyetlerini ülke dışından yürütüyordu, devrimci faaliyeti
doğrudan kınıyor, ayrıca 1953’te demokratik yoldan seçilmiş milliyetçi lider
Dr. Musaddık’a karşı CIA güdümlü darbeye karşı çıkmadığı için lekelenmiş
durumdaydı. Tude, Stalin’e dönük körü körüne sadakati sebebiyle, ilk başta
Musaddık’ın İran petrollerini millîleştirme projesine karşı çıktı, Britanya ve
ABD emperyalizmi arasındaki güçler dengesi ile ilgili Sovyetler’in arzularını
tuhaf bir biçimde yorumladı. O dönemde parti, emperyalistlerin darbe
tezgâhladıklarını geç de olsa fark etti, milliyetçi burjuvazi ile ittifakın
esas olduğunu gördü, kararlı bir biçimde hareket etme konusunda basiretli
davranamadı ve sonuçta Pehlevî monarşisi, 1979’da devrilene dek, ülkedeki
hâkimiyetini sürdürdü.
İran’daki solun yörüngesini, tam da bu epey önem arz eden
hataya dair hafıza tayin etti. Şehirli işçi sınıfı desteğinden mahrum,
şehirleri kuşatmak için köylüleri harekete geçirmeyi düşünen maoistlere (Tude
Partisi Devrimci Örgütü -TPDÖ) rağmen sol, serbestçe süzülen öncü aydın güruhu
olarak hareket etti. Ortaya atılan şiarlar üzerinden gerçekleştirilen
tartışmaların altında, strateji ve ideoloji düzleminde ortaya çıkan derin
hizipleşmeler yatıyordu. Misal, Ahmedzade’nin önerisi ile Fedailer’in şiarı
“kahrolsun emperyalizm ve onun peşinden koşan köpekleri” idi; Mücahitler’inki
ise Canzani’nin ağzından çıktığı biçimiyle, “kahrolsun Şah diktatörlüğü ve onun
emperyalist hamileri” idi. (s. 55) Her iki şiar da parti tabanını kimlerin
teşkil ettiğine ve düşmanın doğasının ne olduğuna ilişkin köklü bir
belirsizliğin varlığını muhafaza ettiğinin deliliydi. İran’da hüküm süren
zulmün kemanını tüm küresel kapitalist matriks mi çalıyor (Ahmedzade), yoksa
Amerika’ya sırtını yaslayan sadece yerel bir ajan olarak Şah mı? (Canzani)
Aradaki fark net değildi.
Liderlerinin suikasta kurban gidip öldürülmesi ile
Fedailer, yetmişlerde birbirine bağlı kimi konularla ilgili olarak sayısız kez
bir o yana bir yana sürekli salınıp durdular.
Bu konuda yalnız da değillerdi. Mücahitleri ele alacak
olursak, Müslüman-Marksist bir grup olarak yola çıkan bu örgüt, 1975’te
Marksist bir gerilla örgütüne dönüştü. Üyelerini İslam ile Marx’ın
birleştirilebileceğine dair inançlarını düzeltmeleri için yeniden eğitime tabi
tuttu. Oysa öte yandan da Humeyni’ye ellerindeki eklektik ideolojik bileşke ile
yaklaşmayı sürdürdü.
Milletlerarası düzlemde ise İngiltere ve ABD’deki
Troçkist ideoloji etrafında kümelenmiş öğrenci grupları, Troçki’yi, belli
ölçüde Şah’ın insan hakları siciline dönük eleştiri için entelektüel bir araç
olarak yorumladılar.
Tude, Stalinizme ve “bilimsel sosyalizm”e yönelik
tekdüzeleşmiş bir hürmet psikolojisi içinde durağanlaşmış, Lenin’e atıfla,
İran’da devrim için gerekli nesnel koşulların mevcut olmadığına kanaat
getirmişti. Parti, sürekli olarak rakip sol hizipleri kınıyor, Şah hükümetine
“sorumlu” bir muhalefet partisi olacağına dair teklifler götürüyordu.
Altmışlar sonrası İran solunu tarif eden Stalinizmin
“çorak ideolojisi”ne dönük bir tür sadakatten ziyade, 1979 öncesi ve sonrasında
canlanma imkânı bulan bir eğilim olarak, kimi fikirlerin, hiziplerin ve
beynelmilel yol takiplerinin ortaya çıkardığı fazlalık, ilgili tarih boyunca
açık bir hâl aldı. Behruz’un da tarif ettiği biçimiyle:
“Devrim
öncesinde bir düzine kadar grup mevcutken, devrim sonrasında grupların sayısı
sekseni aşmış, sözkonusu sayı, Marksist grupların giderek daha fazla
parçalanması ile artmıştı.” (s. 105)
Bu tespit, esasında Behruz’un elde ettiği sonucun
aksini iddia etmiyor mu? Bu noktada Behruz’un Tude’nin üst kademelerindeki
tartışmaya dair izahatına bir bakalım:
“Her
iki kanat arasındaki tartışmanın merkezinde işçi sınıfı partisi meselesi
duruyordu. Dogmatik ve katı bir Stalinist teorisyen olan Kasımî, bir ülkede tek
işçi sınıfı ya da komünist partisi mevcut olabileceğini söyleyen ortodoks hattı
savunuyordu. Diğer yandan, Furotan ise parti sayısının iki ya da daha fazla
olabileceği sonucuna ulaşmıştı.” (s. 90)
Bu, bizi solu ifade eden tek parti olması gerektiğini
söyleyen Kasımî’nin ısrarında otoriterlik olduğuna ilişkin kimi önyargılara
sevk ediyor. Günümüzde çoğulculuğa, farklılığa ve aydınlanmaya özgü hoşgörüye
yönelik saygı üzerinden düşünüldüğünde, Forutan’ın konumu, postmodernitenin sağ
kanadına işaret ediyor.
Ancak solun başarısızlığındaki ana nedenlerden biri,
beynelmilel solun ideolojik her türlü olası konumu ve devrimci taktiğini temsil
eden sol gruplar içinde pervasızca yaşanan patlamaydı. İran solunu Rusya ve
Çin’de yaşanan diğer ikonik devrimlerdeki soldan radikal manada ayıran şey,
ayrışma kararının gerçekleştiği bir alan olarak işleyecek hegemonik bir
partinin mevcut olmayışı ve İran’daki solun dumura uğramasıydı. Çin, Cezayir ve
Vietnam gibi bölgelerde yaşanan teorik gelişmeler özümsenmiş, ancak bu gelişmeler
bütünleştirilmek yerine, tümüyle kendi tercihleri olan ideolojileri benimseyen
parti ve gerilla gruplarının aralarındaki yatay ayrışmayı tetiklemişti.
Sözkonusu gruplar arasında arabuluculuk yapacak, belli bir ağırlığa sahip
partinin yokluğunda, Marksizme ait dağınık türevler, politik barbarlığın
kimsenin kazanmadığı oyununa alan açmıştı. Elbette bunun nedeni, halkın belli
bir bölmesini harekete geçirme becerisinden azade olup, salt kendi
ideolojilerindeki somut koşulları yansıtmakla yetinen İran’daki solcu
gruplardı.
Devrim ve Mart 1979’da İran İslam Cumhuriyeti’nin
tesisini takiben yaşanan tuhaf olayların sorumlusu, bu serbestçe süzülen
ideolojiydi. Devrim sonrası “Stalinist” Tude, telâşla Humeyni’ye teslim olup
Fedailerle Mücahidleri ihbar etti. Maoist TPDÖ ise İslamcı liberallerin safında
yer aldı. 1975’te İslamî köklerinden kurtulup saf anlamda Marksist olan, ancak
geride teorik çalışma yapıldığına ilişkin hiçbir kayıt bırakmayan Mücahitler
ise İslam Cumhuriyeti’ne karşı şehir gerillacılığına dayalı uzlaşmaz bir savaş
yürüten tek örgüttü.
Fedailer, devrim sonrası en etkili gruptu; örgüt,
Hizbullah’a karşı kadınların gerçekleştirdiği eylemleri destekledi ki bu tavır,
aralarında Simone de Beauvoir ve Valerie Moghaddam’ın da bulunduğu beynelmilel
feminist çevrelerin takdirini kazandı. Ancak esasta üst orta sınıf feminist
hareketi destekleyen Fedailer, zamanla bir kimlik krizine sürüklendiler,
ayrılıkçı Kürt hareketi ile birleştiler, devletin zulmü ile yüzleştiler ve
süreç içinde bölündüler. Kendisine “çoğunluk” diyen grup, Humeyni’nin radikal
din adamlarına yanaşan Tude ile birleşti, bu yakınlaşma, 1983’te televizyona
çıkartılıp aşağılanma ve tasfiye ile ödüllendirildi. Diğer yandan, uzlaşmaya yanaşmayan
azınlık ise zamanla güç kaybedip marjinalleşti.
O hâlde, bu hikâyenin anlaşılması için gerekli iki
kilit noktadan birincisi, solcu örgütlerin neden bir fazlalık üretmiş oldukları
ve devrim sonrasında bu örgütlerin önemli bir bölümünün neden Humeyni’yi
temelde ilerici gördükleri ve İslam Cumhuriyeti’ne neden rıza gösterdikleriydi.
Sahip oldukları kimlik siyasetleri aracılığıyla Ali Şeriati ve Celâl Ali Ahmed
gibi teorisyenlerin inşa ettikleri, 1975 öncesi Mücahidlerin üzerinde yürüyüp
sonra da terk ettikleri köprü, salt sol ile İslam arasında değil, ayrıca
eşzamanlı olmayan iki sol arasında da uzanmaktaydı.
Behruz’un da tartışıp odaklandığı soldaki hassas
nokta, geleneksel Marksist öncü parti anlayışının her türden türeviydi. Diğer
sol ise esas olarak akıl ve diyalektik yönteme ilişkin batı Marksizmine ait
gerçekleri görme biçimi üzerinden büyüme sağladı: Jean-Paul Sartre’ın çokça
insanı etkilemiş olan Diyalektik Aklın Eleştirisi isimli çalışması (ya
da Theodor Adorno’nun Negatif Diyalektik’i ve ayrıca Michel Foucault’nun
İran Devrimi’nde şahit olduğuna kanaat getirdiği “Marksizmsiz komünizm” peşinde koşma gayreti
ile doruğa ulaşan, günümüzde Alain Badiou ve Antonio Negri külliyatında kendini
tümüyle ifşa eden teorik faaliyet) aracılığıyla oluşmuş bir görme biçimiydi bu.
Dolayısıyla, serbestçe süzülen Marksist ideolojiler ve
İran Devrimi’nde faal olan sol, belli bir fazlalık üretmiş, bu, sola ilişkin
iki ayrı tipolojinin oluşumunu koşullamıştı: birbiriyle uzlaşmaz olan Marksist
ve postmodern sol, baş dönmesine yol açan bir tür “yönelim bozukluğu” üretti.
Bu anlamda Behruz, kanaatimce meseleyi olduğundan daha küçük görüyor:
“Anti-emperyalist
paradigma yüzünden tüm İranlı Marksistler, İslam Cumhuriyeti’nin yabancı
güçlerden politik bağımsızlığı ile İslamcıların teokrasi inşa etme niyetlerini
birbirlerinden ayırt edememişlerdir.” (s. 137)
Ya da başka bir ifade ile tüm İranlı Marksist hareket,
anlaşılması mümkün olmayan, çöküşe sebebiyet verebilecek yanlış bir hüküm
vermenin acısını çekti. Oysa Behruz’un kendisini körleştirdiği aleni gerçek,
“dogmatik” Marksist teorisyenlerle İslam arasındaki uçurumun, geriye dönüşsüz
olarak, Yeni Solcu felsefeler aracılığıyla kapatılmış olmasıydı. Bu bağlamda,
Tude’ye ilişkin olarak ortaya çıkan gerçek, başka türlü izah edilemez:
“1983’ten
beri partinin ana ideologu olan İhsanullah Taberi, mütedeyyin bir insan hâline
gelmiş ve İslam’ın Marksizmden üstün olduğunu anlatan kitaplar yayımlamıştır.”
(s. 130)
İran solundaki müzelik Stalinistlerin Taberi şahsında
somutlanan tasvirini bile daha şaşırtıcı kılan, işte bu türden gerçeklerdi.
Resmî beyanlar düzeyinde Tude, geleneksel Marksist söyleme kilitlenmişse de
İslamcı söylemin yol açtığı etki, partinin solcu direniş anlayışını darmaduman
etmiş ve onun yeni değerler ekseni üzerinden İslam Cumhuriyeti’ne eleştiriler
yöneltme gayretlerini baltalamıştı.
Her hâliyle İranlı Marksistler, kendi dönemlerinin
ürünüydüler, Almanya’daki Baader-Meinhof Örgütü, İtalya’daki Kızıl Tugaylar
gibi azınlık terörist örgütler, fildişi kulesi Marksistleri ve post-yapısalcı
direniş teorisyenleri türünden kendi batılı muadillerinden bu anlamda
farksızlardı.
Behruz, şunu derken, muhtemelen günümüz koşullarından
dem vuruyor:
“İlgili
dönemin yazınına göz atıldığında, eğitimli bir okuyucunun bile, süregiden
tartışmaları takip etmekte zorlanacağı açıktır.” (s. 142)
Peki bu açmaz, aynı zamanda günümüz için de geçerli
değil midir? Politik bir yapının kitle tabanından ya da bileşeninden tümüyle
ayrıksı duran eğitimli bir “seçkinler grubu”nun erişebileceği görece daha
incelikli ve karmaşık bir solcu söylem, tarikatvari bir mesiyanizmle, ırkçı bir
milliyetçilikle, etnik çelişki ve binyılcı-çevreci ve dinî ajitasyonla
sonuçlanacaktır.
Buna karşılık, Behruz’un merkezî argümanı, İran
solunun Stalinist zihniyet dünyasından kopamadığı üzerine kurulu. Behruz, İran
solunun ruhunu kavramak adına Stalinizmi tuhaf bir biçimde izah ediyor:
“Stephen
Cohen’in izahına göre Stalinizm, ‘sadece milliyetçilik, bürokratik
aklîleştirme, demokrasinin mevcut olmayışı, sansür, polis baskısı ve benzeri
diğer olgular değildir’ […] Aksine Stalinizm, bu başlıklardaki olağandışı
aşırıcılık ve fazlalıktır.” (s. 159)
Ancak cevap üretirken eğer İran solundaki partiler
Stalinistlerse, o vakit onlardaki Stalinistliğin dahi epey zayıf olduğunu
belirtmek gerekir. 1963-1979 arası dönemde sürgünde olup yokluğuna rağmen
oldukça güçlü, karizmatik bir liderlik ortaya koyan Ayetullah Humeyni’nin
aksine, İran solundaki hiçbir lider, kendisini kişilik kültüne denk düşebilecek
herhangi bir konuma bile taşımayı becerememiştir.
Partilerini demir yumruk ile kontrol altında tutma
becerileri genel anlamda başa belâ olan üyelerin kopuşlarını izlemekle ve yeni
gruplar oluşturmakla sınırlıdır, hatta hizipsel kavgaların kontrolü konusunda
bile bu liderlerin pek becerikli oldukları söylenemez.
Bizim muhtemelen kimi ihtilaflara yol açabilecek
çıkarımımız şu olabilir: İran solundaki fazlalık, sahip olduğu Stalinist
pratikler değil, aksine Stalinist ya da değil, isyankâr hizipleri birleştirip
birbirine hasım sayısız örgüte ayrışmanın önünü alacak, tam manasıyla kararlı
bir liderin mevcut olmayışıdır. Sonuç olarak, ideoloji bağlamında, belki de
İran solunu mahveden, Marksizm-Leninizme dönük dogmatik sadakat değil, özde duracak
bir ilkeler kümesine ve işçi sınıfı tabanı oluşturmaya dayalı bir görev
bilincine yönelik bağlılığın olmayışıdır. Üçüncü Dünyacı devrimci teorinin ve
sonrasında postmodern kimlik siyasetinin etkisi altında İran solu, ahlâkî
görevi ise İslamcılara terk etmiştir.
Nathan Coombs
27 Haziran 2010
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder