Küçük Burjuvazi
İçi Kimlik Rekabeti
Bir
zamanlar Tayyip’in uçağından inmeyen, had bilmezlikle, onu Musa Peygamber’e
benzeten[1] danışman Akif Beki, İslam ve sol ilişkisine dair kalem
oynatıyorsa[2], ciddî şeyler oluyor demektir.
İran
Devrimi, Afganistan İşgali ve Filistin Direnişi gibi bir dizi olayın ardından
ideolojik ve politik düzlemde, Ortadoğu’da belli bir güç elde etmeye başlayan
İslamî hareketle ilgili kırıntılardan mürekkep bir yığın malumatı paketleyip
satan gazeteci Ruşen Çakır İslam ve Sol üzerine konuşuyorsa[3], huylanmak
gerek.
Çeşitli
ortamlarda Müslüman veya sol kimliğini muhafaza etmek adına ilgili ilişkiye
baştan ret cevabı veren yazılarla karşılaşmaksa daha uyarıcı.
Müslüman
küçük burjuva, “vazgeçilmezlik” esprisi içinde, ayaklarını bastığı toprağı
kaydıran erozyona karşı herkesi uçmaya, yükselmeye, bulut misali hür olmaya
davet ediyor. Sol küçük burjuva da ekmek teknesi hâline getirdiği solculuğun
değersizleştiğini gördükçe Müslüman küçük burjuva kardeşine ya küfrediyor ya da
yüce gönüllülükle, “gel beraber bir berber dükkânı açalım” diyor.
Neticede
küçük burjuva, vazgeçilmez olmak için çırpınıyor, bunun için kendisini her âna
dayatıyor. Bu dayatma, ânda yapılacak gerçek işleri örtbas ediyor.
AKP’nin
Solu
Akif
Beki, yazısında, sol ve İslam ilişkisini alaycı bir üslupla değerlendiriyor.
“Olmaz” diyor özetle. “Olacaksa da bu AKP’nin solu olsun” önerisinde bulunuyor.
Bugün Saadet Partisi içinde ve genel olarak tabanda kaynayan kazana soğuk su
döküyor, “bizden sonra tufan” uyarısında bulunuyor. Sizi bu “gomünüstler kapar”
diye fısıldıyor kulaklara. Kendisine karşı olduğunu bildiği “radikal İslam”ın
panzehri olarak gördüğü bir tür solu, ucundan ecik, kendi cemaatine davet
ediyor.
Beki,
esasında “şiddete tapınan” Hz. Muhammed’den, Hz. Hamza’dan ve Hz. Ali’den
bugüne tüm İslamî eylemi etkisizleştirecek dil ve tarz olarak sol liberalizme
kucak açıyor.
Eski
Ankara Valisi’nin ağzından anonimleşen, “bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da
biz getiririz” diyen eski kemalizme ilâve, neo-kemalizm olarak AKP ideolojisi
de eski danışmanı ağzından, “bizim solumuzu da biz üretiriz.” diyor. (AKP’nin
güncelde solu, bugün, DSİP/TKP ve bilcümle türevleri.)
Vazgeçilmezlik
Vazgeçilmezlik
üzerine kurulu irade öyle körleştirici ki kendisini yegâne hakikat,
dışındakileri yalan olarak ayırıyor.
İslam ve
sol ilişkisi iki kanaldan edinime tabi tutuluyor: bir kanal AKP’yi sol’lamak,
diğeri sollamak arzusunda. Her iki kesim de AKP’yi merkeze koymakta, ona
öykünmekte, her şeyi ona kilitlemekte ortak. Mazruf unutulup zarfa bolca pul
yalanıyor. AKP’yi hükümet yapan, yıldızlaştıran güçlere karşı tek laf eden yok.
AKP’nin bir
tür solla yumuşatılması ya da sertleştirilmesi için AKP’nin sol’lanması, yani
bir sola sahip olması gerekiyor. Bunu bir taraf, ülke egemenlerinin batı,
diğeri doğu ile ilgili çıkarları ve hesapları için istiyor. Batıcılar hukukî;
doğucular ahlâkî tarafa abanıyorlar.
Sollamak
isteyenler ise bindikleri arabadan önlerindeki AKP modeli cipi geçmek
istiyorlar, ama öte yandan da karşıdan ve arkadan gelen araçlara dikkat etmek
zorunda kalıyorlar. Ama bu meşgale ve hızın gölgesinde baldırıçıplak, yalınayak
insanların ağaçlardan ve kaldırım taşlarından bir farkı kalmıyor. AKP’yi
sollamak veya sol’lamak, tam da burjuva siyasetine kul olmayı anlatıyor. Onun
hükümet oluşuna dönük modernist ve/veya liberal itirazlar yükseltmekle
yetiniliyor.
Esnaf
Zihniyeti ve İslamî Sol
AKP,
ideolojik ve politik düzlemde, nesnel olarak, kendi tamponunu örgütlüyor. Sola
bakıp “o savunduğun değerlerin aslı bizde” diyen esnaf zihniyetli Müslüman,
farkında olarak ya da olmayarak, AKP iktidarına eklemleniyor. Kavramları altı
ve içi boş bir biçimde edinmek, o kavramları koşullayan mücadeleleri silme
iradesini anlatıyor.
“Sol
İslam” ve “İslamî Sol” adı altında geliştirilen kurgular, liberal ve modernist
türevleriyle, önü sonu, sömürülenlerin-mazlumların tarihsel-toplumsal mücadele
kanallarını tıkamak için teşkil ediliyorlar. İslam’a vururken sosyalizme
vuruluyor ve toplamda kitleler, sığ bir liberalizme teslim alınmaya çalışılıyorlar.
Bin yıl
önce Türkmen kavimler Arap İslam’ına; doksan yıl önce Türkiye, emperyalistlerin
ortak niyeti ile Sovyetler’e karşı bir tampon görevi görmesi için devreye
sokuluyordu. Bugünse sola meyyal kimi Müslüman yapılanmalar, bir yanıyla
böylesi bir işlev görüyorlar. AKP’nin sosyo-ekonomik ve sosyo-politik şiddetine
karşı gelişme ihtimali olan şiddetin yoğunluğunun düşürülmesi gerekiyor.
İslamî sol,
AKP ile zedelenen kitlesel ilişkilerin tamiri için gerekli. İslamî sol, bir
kısmıyla Müslüman küçük burjuvaların sola kayacağını öngördüğü kitlelerin bu
seyrinin önünü alma teşebbüsü.
Sol İlahiyattaki
Sinsilik
Müslümanlara
bakan solcular ise aynı şekilde, “bize tabi olun ama önce eldeki Kur’an’ı, akıl
ve yürekteki Allah’ı terk eyleyin” diyorlar. Birikim dergisinin “Sol
İlahiyat” tartışmaları, özellikle İngiltere’deki sol çevrelerin kimi
müdahaleleri, buna denk düşüyor. Kimse, Müslüman’ı Müslüman olarak örgütlemeye
cesaret edemiyor.
Çünkü Müslüman’ı
Müslüman olarak örgütlemek ona örgütlenmeyi de gerektiriyor. Müslüman’ı aslî
düşmanından koparma teşebbüsü olarak onu solculaştırmak, mazlumların kavgasını
Müslüman âlemin içine yaymanın önünü alıyor. Müslüman’ı bir kimliğe kapatıp bir
hazne içinde boğuyor. Kimlik siyaseti olarak liberal sol, bütünsel bir kavganın
araçlarını tarumar ediyor.
Kemalizm
ve Judaizm
AKP,
kendi vicdanını örgütleyenlere, Akif Beki eliyle, ölçü ve ölçek tevdi etmeye
çalışıyor. AKP, başkaldırmadan fark edilmeyi, beğenilmeyi, istifade edilmeyi
arzuluyor. Muhtemel kalkacak başları liberalizmle zehirlenmiş sol aracılığıyla
teskin etmek istiyor.
Sol ise
kemalizmin tanımladığı cumhuriyetçilik-demokratlık kavgasına insan devşiriyor.
Bu noktada illâki İslam’la karşılaşıyor; bir taraf, onun içine ajan olarak
girip onu Kemalist kurguya uygun hâle getirmek için çalışıyor, diğer tarafsa,
İslam’ın devlet ve burjuvazi karşıtı tüm imkânlarından korkup onu modernizm ve
laiklik adına, onu politika dışına atıyor.
Yereldeki
hâkim hukuk olarak kemalizmi, dünyadaki hâkim hukuk olarak judaizmi koşullayan
güçler ve dinamiklerce örgütlenmiş olan AKP, her iki hukuka yerelde ve dünyada
başkaldıracak kitlelere sol gösterip sağ vurmaya niyetleniyor. Devlet
İslam’ının muhafazakâr ve sağ yönlerini kendinde harmanlayan bu parti,
neoliberal siyaseti gereği, liberalize edilmiş bir sola ihtiyaç duyuyor. Bu da
sömürülenlerin-mazlumların “sürpriz” çıkışlarını kontrol altında tutmaya dönük
devletlû bir ideolojik hamle olarak biçimleniyor.
İran Şahı
AKP,
bugünlerde altmış ve yetmişlerin İran Şahı diktatöryasına fena hâlde benziyor.
Şah’ın rol modeli ise Kemal Paşa. İran, kendi mücahidleri ağzından, “İslam'a
kim daha yakındır? Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Vietnamlılar mı, yoksa
Siyonizm ve emperyalizmle işbirliği yapan Şah mı?” diyebiliyor ama Türkiye,
hâlâ kudretli olduğuna inandıkları ideolojileri ve hakikatten azade politik
kurguları ile AKP ne yapsa hayırhah bir tutum sergileyen cihat kaçkınlarıyla
yoluna devam ediyor.
AKP,
kemalizmin stepnesi Demokrat Parti geleneği içinden devşirilen kadroları ile
harmanlanmış, kendisini Menderes-Özal hattına bağlamış siyasî bir hareket.
İran’ın şahı varsa bizim de şahlanan atımız, şahlaşan Tayyip’imiz var!
Bu şaha
karşı mücadele ise tek darbede batılı liberal sulara yelken açan mücahidlere
değil, devrimcilere muhtaç. Ancak ne yazık ki devletin inşa ettiği
dalgakıranların etkisiyle şiddeti çalınmış kitlesel dalgalar, liberal suları
daha cazip kılıyorlar. Sol içinde “artık liberal olmak lâzım” diyen öznelere
daha fazla tesadüf ediliyor. Kaypakkaya’yı “peygamber” belleyenler dahi bu
kervana acul bir eda ile bağlanıyorlar!
Alkolsuz
Bira
Ülkenin
kuruluşunda Ermenilerin ve Rumların mallarını gasp eden Yahudilerle ortak bir
kesim İslam’ı ve millîliği kullanarak muktedir oluyor. Muktedirlik İslam’ın
İslam, millînin millî olmamasını gerektiriyor. Bir tür “alkolsüz bira” ya da
“kafeinsiz kahve” gibi, yeniden, laboratuvarda din ve millet imal ediliyor.
Bugün ise
AKP, ilgili hatta eklenerek, yüz bin Ermeni’yi ülkeden kovmakla tehdit ediyor.
Ve gene gasıplar, el koydukları malların aklı ve diliyle konuşuyorlar. Şoförler
ise o hız içinde arabanın aklı hâline geldiklerini görmüyorlar. Önlerine çıkan
kedinin, taşın ya da insanın arasında bir fark kalmıyor.
Kama
Akif Beki
üzerinden verilen ölçü ve ölçek araya kama sokmakla ilgili esasta. Böylesi bir
pratiğe toprağımız pek de yabancı değil. Paralel bir örnek Mehepeli Mehmet Gül
üzerinden verilebilir. Gül, bir vakit AB ve ABD’nin bölge siyasetlerine karşı
bir tepki olarak oluşan millîlik ile sol arasındaki yakınlaşma ihtimali
üzerinden, kendinden menkul milliyetçiliğine halel gelecek kaygısı ile Nâzım’ı
kurban seçip onun üzerinden bu ilişkiyi kesmeye yeltendi. Kaderin cilvesi,
viagra yorgunu bedenini Ukrayna’da teslim etti bu zat. O da Küba ziyaretinde
Che beresi geçirdiği kafasından eski ezberleri sıralıyordu: “marksistler tarihe
sınıf savaşı, biz milliyetçiler ise milletlerin savaşı üzerinden bakarız.”
Akif Beki
de aynı Soğuk Savaş ezberini yineliyor. İslam’a göre, “insanlar, inananlar ve
inanmayanlar olarak ayrılır ikiye.” Öyleyse, burjuvazi-proletarya ayrımı ile
dünyaya bakan sol ile olmaz bu iş.
Peki, bu
tip laflar ne zaman söyleniyor? Millî olanın çözülüp dağıldığı, ayaklar altına
alınıp ezildiği, sömürüldüğü dönemeçlerde. İnancın sakızlı muhallebi misali,
verilen tariflerle iğdiş edildiği, “Hz. Muhammed’e vahyi uzaylılar mı getirdi
yoksa?” (Fatih Altaylı) türünden soruların çocukça (ama hince) sorulduğu,
imanın paraya, mala-mülke göre anlamlandırıldığı çöküş durumlarında.
Yani bir
eksiklik bilince çıkıyorsa, müdrik olunduğu vakit, o eksikliğin giderilmesi
için kimi ihtiyaçların belirlenmesi ve ihtiyaçların giderilmesi açısından
zorunlulukların anlaşılması, zorunlu bir süreklilik, istidat gereği, kavgaya
girmek mümkün.
Yani bir
millet çözülüp dağılıyorsa, millî olan direnişi örgütleme ihtiyacını duyacağı
noktada, ona esasta “biz bütünlüklü, kendine kapalı, havada asılı, mükemmel
düzeyde oluşmuş bir milletiz, işte aslî mesele, bu millete karşı saldırıları
göğüslemek” demek, o millî olanın kavgasını verecek olana “sus otur yerine” demektir.
Zira buradaki korku, oluşmakta olan “millet”in birilerinin kafasında önsel
olarak oluşmuş bütünlükleri ve o kafaları parçalayacağı ile ilgili.
Kendine
Kapalı Özne
Allah,
millet ya da sınıf adı altında kendisini kendisine kapatmış bir özne,
başkalarına ancak kavgadan kaçışı öğütleyebilir. Eksikliğini görmeyen, o
eksikliği gidermek için dövüşmekten imtina eder. Tersten, dövüşmemek için de
insan, kendisini kâinata, hakikate, eyleme kapalı bir bütünlüğe indirgeyebilir.
Bu anlamda Yunus misali, “bir ben var benden içerü” değil, “bir ben var benden
ayrı, benden gayrı” demek icap eder.
Bütünlük
kurgusu ile ikna edilen kitlelerde eksik olduklarının önbilinci ve bu
önbilinçle kavgaya girme temayülü mevcut. Önemli olan da tepedeki “bütünlük”lü
şefler değil, alttaki bu kavga iradesi.
Bu
anlamda imanın, dinin çözüldüğü günlerde bir tür yücelikten, üstünlükten,
bütünlükten ve arınmışlıktan söz etmek, yalan. “Bir düşüncenin özgünlüğünün
yegâne ölçüsü, kendi bütünlüğünü koruması ve kendine has bir yapıyı inşa
etmesine bağlı” değil bu yönüyle. Burada “düşünce” kelimesinin yerine cümlenin
yazarını [Abdulaziz Tantik], kendinden menkul şahsiyetini ikame etmek pekâlâ
mümkün. “Düşünce”, “özgünlük”, “bütünlük” ve “has” kelimelerinden bir cümle
kurduran nedir, ona bakmak gerek.
Temellük
Aklı,
düşünceyi ve bilgiyi mülk edinmek, bunu kendine kapatmak, “dış”
etkileşimlerden, beslenme kanallarından mahrum bırakmak, has ve özgün olmak
adına pazara biat etmek, sonuçta kişi isterse kendisini (haşa!) Allah
zannetsin, zulme ve sömürüye hizmetle sonuçlanacaktır.
Dinlerarası,
milletlerarası ya da sınıflararası savaş üzerinden yapılan ayrım ve sokulan
kamalar, özellikle marksist hareket açısından önemli kimi toplumsal-tarihsel
gerçekleri de gizliyor. Kendine ve kendinde Müslüman, milliyetçi ya da
sosyalist bir şahıs, kendi aklını ve bedenini bir kama gibi örgütlüyor. Her
şeyi ayırıyor, bunu, ayrımların sadece kendisinde kalktığı yalanını satmak için
yapıyor.
Söylenenler
söylen(e)meyenleri gizliyor bir yönüyle. Misal, marksist hareketin dünyanın
çeşitli bölgelerinde dinî, millî ve sınıfî kimi hareketleri ortak devrimci bir
kavşakta buluşturduğu, kendisini buradan tarif edebildiği gerçeği halı altına
süpürülüyor. Marksistlerin kaba anlamda işçici olmayan, yani tarihe özel bir
durumda veya dönemde salt “sınıflar savaşı” anlayışı üzerinden bakmayan bir
yönü olduğu görülmüyor, gösterilmek istenmiyor. Proletaryayı beklenen
mesih/mehdi olarak görmeyen, zaafları ve eksiklikleri ile onu kendi somut
gerçek bağlamına oturtan marksist mücadeleye bu anlamda küfrediliyor.
Küçük
Burjuvaların Pazar Kavgası
Olan
biten, esasen vazgeçilmez olduğunu her daim kendisine ve başkalarına
kanıtlamakla yükümlü küçük burjuvaların siyaset ve ideoloji alanındaki pazar
kavgasından ibaret. Dinlerarası, milletlerarası ya da sınıflararası savaştan
dem vuranlar, gerçekte hüküm süren savaştan kaçan ve kaçıp saklandıkları yerin
sürekli reklâmını yapan küçük burjuva özneler.
Sömürü ve
zulüm, sol-sağ ayrımı dışındadır. Solun ya da sağın aynasına yansıyan zulüm ve
sömürü, kısmî ve eksiktir. Lunaparklardaki aynalar gibidir. Cüce ya da dev
gösteren iki ayna arasında tercih yapmak, politika yapmak değildir. Mesele,
aynaları kırmak, sömürü ve zulmün sebepleri ile mücadele edebilmektir.
Sol/Sağ Ayrımı
Sol/sağ
ayrımı, sömürü ve zulmün yumuşak/sert, gizli/açık, sürekli/aralıklı olarak
uygulanacağına ilişkin bir üslup tartışmasıdır. Üsluba takılıp kalanlar, oradan
konum almaya çalışanlar, ilgili hâkim nizamın yedek ya da aslî
oyuncularıdırlar.
Sol ve
sağ, Fransız Devrimi sonrası oluşan mecliste kralın konumuna göre oluşan
kompozisyonu anlatır. Solculuk ve sağcılık, ister istemez bir kralı önvarsayar.
Bu anlamda bir solcu ya da sağcı, ya kafası kopan eski kralın yerine oturmak
istiyordur ya da yeni dönemin krallarına hizmet ediyordur.
Köprüdekiler isminde
bir film çekilmiş. Filmin genç kadın yönetmeni, Boğaz köprüsünü rahatça
geçememekten yakındığı günlerde, direksiyonu başında sıkıntıdan boğulurken,
kafasını sağa sola çevirip köprüde çalışanları fark etmiş. Anladığı şu olmuş:
“insanlar belli bir aidiyet içine girince şiddete yöneliyorlar.”
Dert şu:
şiddetsiz bir dünya için insanları bireyleştirelim, bu amaçla onları
aidiyetlerden kurtaralım. Bu, genel nizamla ilgili bir niyeti örtbas ediyor:
her sineğin yağını çıkartıp satalım, ama önce tüm insanları sinekleştirelim.
Bebek
Maması
Kapitalizm,
insanı ta bebeklikten itibaren kuvöze sokuyor, mikroplarla bağışıklık
sisteminin gelişimine mani oluyor, ama öte yandan da bağışıklık sistemini
geliştirici bebek maması üretiyor. Kapitalizm, önce organik gıdanın
zararlarından bahsediyor, laboratuvarda üretilmiş ürünlerin tüketilmesini
savunuyor, sonra da organik ürünleri, tutturduğuna, millete satıyor.
Aidiyet,
din, millet ve sınıf bağlamında gelişebiliyor. Bu nizama karşı din, millet ya da
sınıf bağlamında karşı çıkışın, üstelik belli bir şiddetle gerçekleşeceği
kesin. Öyleyse liberallerin amacı, bir taşla iki kuş vurmak: hem pazarın
salahiyeti hem de iktisadî-politik gidişatın bekası için bu liberal savaşın
gerekli olduğu açık.
Liberal
çevrelere eleştiri yöneltip kendi muhafazakâr dünyalarına kapananların
görmedikleri ise şu: muhafazakâr ve çeşitli türev ideolojilere mensup
kişiler/çevreler, döne dolaşa bu pazar kavgasına girerek, liberallerin birey
üzerinden yaptıklarını cemaat, millet veya sınıf üzerinden yapıyorlar. Cemaat,
millet veya sınıf, bireyin farklı bir tecessüsü olarak biçimleniyor. Gerçekliğinden
kopuyor. Bu üç kelime ardında asıl konuşan, birey denilen put.
Denge
Siyaseti
Vazgeçilmezlik,
denge siyaseti ile eşgüdümlü. Denge, eşitlikle etimolojik düzlemde akraba.
Eşitlik ise düzlemek zorunda. Bu düzleme işlemi, kafanın yüceliği ya da bedenin
yüceliği için yapılıyor. Yani her şey düz ve eşitse bu, bir şeyin üstte,
yüksekte durması için yapılıyor. Bu yüksekte duracak şeyi, “Allah, millet ya da
sınıf” ismi arkasına saklamak, o şekilde sunmak mümkün.
Zenginle
yoksul arasındaki denge siyaseti, devletle demokrasi arasındaki denge siyaseti
vs. Tüm denge merkezli teori ve pratik, küçük burjuvazinin kendisini
işaretliyor. Zira denge, ancak onun aklî ya da bedenî mevcudiyeti ile tanımlı.
Küçük burjuva, dengeci olmak zorunda.
Son
yıllarını ekolojiye adamış, Popper ve Soros’tan mülhem, kâinatın tüm
titreşimlerine “açık bir radyo” yayıncılığı yapan Ömer Madra, her konuşmasına
insan ile kâinat arasında belli bir dengenin mevcut olduğundan dem vuruyor
misal. İnsanlara da titreşim niyetine, dünya pazarına ilişkin ninniler
dinletiyor.
Her şeyi
düzlemek, “işin başını ve sonunu ben tayin ederim” diyen küçük burjuvanın
dünyasına ait bir istek. Her şeyi Gordion düğümü gibi düğümlendiğine ikna edip,
onu kesecek kılıcın kendinde olduğu yalanını pazarlamak, bu isteği koşulluyor.
Duvar
Yahudi
tarihçi Walter Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East [“Ortadoğu’da
Komünizm ve Milliyetçilik”] isimli, 1956 tarihli çalışmasında, Sovyetler’e ve
komünizme karşı bir duvar örülecekse, bunun İslam değil, “bireysel hürriyete dayalı
liberal perspektif” olması gerektiğini söylüyor ve o günlerden uyarıyor: bu
hâliyle İslam bir duvar olarak örülecek olursa, gelecekte başa belâ olur.[4]
Laqueur
isimli bu CIA ajanının kehaneti bir bakıma tuttu. Sovyetler’in ve komünizmin
devlet ideolojisi olarak ilham verdiği İslamî politika, bugün farklı bir seyir
içinde. Militanlar, ümmetin dinî devletine bağlı birer nefer olarak doğunun her
köşesinde çarpışıyorlar.
Günümüzde
millî devlet denilen birimlerin bütünleşmesini öngören formülün geçersizleşmesi
karşısında birey-müminlerin kendinde tecelli etmiş bütünlüklü imanı, demokrasi
halesi içinde biraraya geliyor. Neo-liberalizm siyaseti uyarınca sol liberalize
olurken, İslamî ideoloji ve politika da solun önünü kesme gayreti ile kendi
devletlû geçmişinden kurtuluyor. Şehitleri, militanları ve askerî çıkışları
yerden yere vuran bir tür siyaset, hüküm sürmeye başlıyor. Tüm dünyanın oruç
tutması, namaz kılıp hacca gitmesi arzulanırken, İslâm’ın, Kur’an’ın ve
Hadis’in özde söyledikleri unutuluyor. Hülasa, ülke ve dünya hâkimiyeti için
halkın, kapitalizmin gücüne “eyvallah” çekmesi isteniyor.
İslamî
politikanın Sovyetler kadar ABD’den de feyz alan bir yanı var. Bugün ikinci "feyz",
AKP’de somutlanıyor. Mesele, ilkinden dem vurmak ya da o feyzi almış olanları
tozlu raflardan indirmek değil. Mesele, Soğuk Savaş’ın kalıntıları üzerinde
mülk hesabı ve kavgası vermek hiç değil.
Bugün
sömürü ve zulme karşı, bunları ismen ansın anmasın, bilsin bilmesin, aklî ve
pratik faaliyeti ile mücadele veren kitlelerin yeniden kurduğu “İslâm”ın, mazlum
halk kitlelerinin bayrağını tutmak gerekiyor.
AKP,
kendiliğinden ya da bilinçli olarak bir tampon oluşturuyorsa, bu tamponun
parçalanması, sömürü ve zulmün tüm görünümlerine karşı verilen tepkilere açık
bir Ebu Zer isyanı ile mümkün. Bu isyan, mülke ve paraya tapanların iktidarını
toza dumana katacaktır.
Eren
Balkır
26 Mart 2010
Dipnotlar
[1] Akif Beki, “Harfler Erdoğan’ı Anlatıyor”, 13 Ocak 2003, Radikal.
[2] Akif
Beki, Allah ile Halk Arasında”, 14 Mart 2010, Radikal.
[3] Ruşen
Çakır, “Birikim’den Eski Bir Tartışmaya Yeni Soluklar”, 12 Mart 2010, Vatan.
[4]
Walter Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East, Frederick
A. Praeger, 1956, s. 5.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder