Amerikan kültürel kimliği ile ilgili kitabında klasik
edebiyat uzmanı O. B. Hardison, Jr. “Devrimci bayraklar üzerine neden peynir
topu tarifleri konulur?” diye sorar. Burada yazar, ABD’nin resmî sembolleri ve
madenî paraları üzerinde kullanılan ulusal mottoya, E Pluribus Unum’a [“Çokluk
birlikten türer” ya da “Birçok tekten gelir” sözüne) atıfta bulunur. Ona göre
bu motto, Roma çiftçilerinin favorisi olan peynir topu için tarif veren
Virgil’in bir şiirinden türemiştir. Virgil, “peynir topu malzemelerini bir
kâsenin içine koyun, hızla karıştırın ve işte birçok şeyden tek bir şey elde
etmiş olursunuz.” demektedir.[1]
İşin garibi, bu Amerikan mottosunun nereden geldiğine
ya da ne anlam ifade ettiğine ilişkin çok az bir fikir birliği sözkonusudur.[2]
Eğer Virgil yegâne kaynak ise, ifadenin tam hâli Romalı şairde yoktur; esasında
mottoya hiçbir Latin yazarında da rastlanmaz. Söze onay veren, aralarında
Jefferson, Adams ve Franklin’in bulunduğu isimler bu büyük mührün mucitleridir.
Mührün tasarımı için İsviçreli-Fransız bir sanatçıya görev verilmiş, ya o ya da
Franklin, ünlü bir İngiliz dergisinden sözkonusu ifadeyi ödünç almıştır. Ana
sayfasında bu söze düzenli olarak yer veren bu derginin adı ise Gentleman’s
Magazine’dir.
Görünüşe göre dergiden önce bu söz, muhtemel mucidi,
Protestan bir Fransız olan Pierre Antoine Montteux tarafından Londra’da
yayımlanmış periyodik bir yayında kullanılmıştır. Gazetesine bu sözü iliştiren
Montteux’nün niyeti, sözün işaret ettiği şeyin tam tersini vurgulamaktır.
1692’de yayımcı şunları söylemektedir:
“E
Pluribus Unum’un atıfta bulunduğu şey, içindeki Parçalar kabul edilebilir
olan yegâne şey olması ve böylelikle gazetenin her okuru memnun etmesidir.”[3]
Montteux’ye göre birçok, biri meydana getirmez; aksine
onun inancına göre dergi, çokluğun ötesinde yaptığı katkı ile okuru hoşnut
ediyorsa, başarılıdır.
Gentleman’s Magazine için epigramı kabul ederken editör Edward Cave’in
kafasında başka bir şey vardır. Cave’in dergisi, çoğunlukla başka kaynaklardan
özetlenmiş materyallerden müteşekkildir. E Pluribus Unum, editöre göre,
birbirinden ayrı parçaların ortak gündelik pratik içinde oluşmasına işaret
eder.
İlk dönem İngiliz dergileri, genelde çeşitlilik ima
eden mottolarıyla övünürler. “Her türden ve her fiyattan kitaptan daha fazla
miktarda ve daha büyük çeşitlilikte.”[4] Editörün E Pluribus Unum mottosunu
kullanması, esasında peynir toplarından ziyade, reklâmcılıkla ilgilidir.
Dergi için malzeme tırtıklama, değiştirme ve imal etme
gibi alışkanlıkları olan Cave, itibarını edebiyat korsanlığına borçludur.[5]
Dahası sloganı icat eden Montteux, berbat bir hayat yaşamış ve bir genelevde
boğularak ölmüştür.[6] Kısacası Amerikan kültürel çoğulcuğunu teşvik eden E
Pluribus Unum sloganı, temiz bir klasik mirastan mahrum olmakla kalmaz,
ayrıca şüpheli bir içerik ve skandal üzerinden biçimlenir. Bu arapsaçına dönmüş
hikâyeyi alabildiğine utanç verici bulan bir on dokuzuncu yüzyıl tarihçisi,
meseleyi şu şekilde anlatmaktadır:
“Bu
mottoyu tercih noktasında gerçekten talihsizdik, bu büyük millet için E
Pluribus Unum’dan daha elverişli ve geçerli bir slogan bulmak güç bir işti.
[…] modern ve plebyen olan bu motto, klasik olmayan bir kökene sahipti ve
hiçbir edebî ya da tarihsel bağlantıya sahip değildi. […] her türlü dinî ya da
ahlâkî tondan mahrumdu. […] O, ya birliğe ya da dağılmaya işaret eden bir
slogandı. Sempati duyulup duyulmamasına göre içeriği değişiyordu. Üreten
kişinin aklında dağılmayı ifade ediyordu. […] Ülkesine yoğun ilgi gösteren her
yurttaş, bu mottonun seçilmiş olduğu ve bu büyük cumhuriyet için uygun
düşmediği için pişman olmalıdır.”[7]
Ama bu pek de eğitici olmayan motto ve çoğulculuk,
Amerikan cumhuriyetinin ta başından itibaren efsunlandığı tespitini yalanlar ya
da bu gerçeğe işaret eder; yakın dönemde takıntıya dönüşen bir meraktan başka
bir şey de ifade etmez.[8] Çok az dava, çoğulculuk ve onun birer cisimleşmesi
olan çokkültürcülük, kültürel çeşitlilik ve kültürel çoğulculuk kadar yaygın
bir coşkuya mazhar olmuştur. Bu sözcük grubu, binlerce konuşmayı ve makaleyi
tetiklemiştir; bunlar yüzlerce makalede ve kitapta arz-ı endam etmişlerdir.
Hükümet memurları, üniversite yöneticileri, şirket sorumluları, müze
küratörleri ve lise müdürleri çokkültürcülüğe bağlılıklarını ilân etmişlerdir.
Amerikan Eğitim Konseyi, kültürel çeşitlilik ile ilgili dört yüz sayfayı bulan
bir dizi program yayımlamıştır.[9]
Ana akıma muhalif olması beklenen muhafazakârlar bile
hedeflerini konuya değil, bozulmalara süs olmak olarak koymuşlardır. Kamusal
açıdan bu isimler, görece daha geniş bir çokkültürcülüğü protesto etmekten
çekinmişlerdir. Referanslarını tesis etmek için muhafazakâr bir kuruluş, David
S. Bernstein isimli bir Afrikalı-Amerikalı’nın yönetmenliğinde Diversity
[“Çeşitlilik”] isimli bir dergi çıkartmıştır.[10]
Liberaller ve solcular, gösteriyi devam ettirirler.
Onlar, kendilerini çokkültürcülüğe dönük istekle tarif ederler; onu ne kadar
desteklersen o kadar erdemlisindir. Bloom’un The Closing of the American
Mind ["Amerikan Aklının Kapanışı”] isimli kitabının sert bir liberal
cevabı olan Lawrence Levine’in The Opening of the American Mind [“Amerikan
Aklının Açılışı”] isimli kitabı, çokkültürcülük için duyulan coşkuyla yüklüdür.
“Bizler,
heyecan denilen ve henüz gerçekleşmemiş imkânlara dönük bu duyguyu yeniden
keşfettik. […] Akademisyenler, çoğulculuk anlayışını nihayet keşfettiler ve onu
düzeltip genişlettiler.”[11]
Çokkültürcülüğe karşı çıkmak, liberallere ve solculara
göre kâğıt gibi kimi nesnelerin yeniden kullanımını sorgulamak gibi bir şeydir.
Oysa çokkültürcülük, her zaman popüler değildi.
“Kültürel çoğulculuk” teriminin sahibi olan Horace M. Kalen, 1924’te bu fikrin
“ABD’nin hiçbir yerinde popüler” olmadığını söyler. O, nedenini bilmektedir.
Kapsamlı göç süreci ve I. Dünya Savaşı, halkın yabancılara dönük korkularını
derinleştirmiştir; Parola, çoğulculuk ve çeşitlilik değil, Amerikanizasyon ve
asimilasyondur o günlerde. Kallen’a göre, yeniden canlanan Ku Klux Klan,
baskıcı Amerikan mutabakatını örneklemektedir. “Amerikalıların önündeki
seçenek, kültürel çoğulculuk değil, Klux Klan kültürüdür.”[12]
Yetmiş yıl sonra birkaç muhafazakâr muhalif dışında
herkes, Kallen’ın kültürel çoğulculuğa dönük övgüsüne iştirak eder. Nathan
Glazer, “Şimdi hepimiz çokkültürcüyüz.” demektedir: “Ayrıntılar üzerinde
tartışabiliriz, ancak çokkültürcülük artık burada mevcuttur; zaferi
tamamlanmıştır.”[13] Tarihçi David A. Hollinger’a göre, “kültürel çoğulculuk,
Amerikan akademisi ve edebiyat entelejansiyasının tarihinde ikincil bir hareket
hâline gelir gelmez doksanlarda ciddi bir değişim gerçekleşmiştir.” İlk dönem
tartışmalarından itibaren “en çarpıcı farklılık, ABD’nin farklı kültürleri
ezmek yerine onları yaşatmak zorunda kaldığına ilişkin öğretinin zaferi ile
ortaya çıkmıştır.” “Bu fikrin muhalifleri, bugün millî politikaları, kitlesel
medyayı, kamusal eğitimi ve akademyayı daha fazla destekliyorlar.”[14]
Çokkültürcülüğün liberal türevine küfreden radikal
destekçileri bile tarihin tepesinde oturduklarını iddia etmektedirler.
Kaliforniya Üniversitesi’nin iki profesörü Christopher Newfield, David A.
Hollinger ve Avery F. Gordon çokkültürcülüğe yönelik saldırılarından ötürü
muhafazakâr yorumcu Rush Limbaugh’yu azarlarlar ve onun “kültür alanında
başarıya ulaşmış bir gerçeklik olan çeşitliliğe karşı kendisini marjinal
hissettiği”ni söylerler.[15] Bu dil oldukça anlamlıdır. Çeşitlilik, ana akıma
komuta eder; muhafazakâr kötümserler kıyıda köşede konumlanmışlardır artık.
Peki ama bu nasıl gerçekleşti? Kallen’ın ve diğer bazı
muhalif aydınların desteklediği program muzaffer mi oldu? Yeni ve çeşitlilik
arz eden bir göç dalgası, kültürel çeşitliliğin tanınmasına mı yol açtı?
Kültürel gruplar daha fazla mı hak savunucusu oldular, Amerikalılar daha
hoşgörülü ve liberal birer dünya vatandaşı hâline mi geldiler? Çokkültürcülüğün
alkışlanması bir başarı hikâyesi mi ya da çeşitliliğe yaslanan Amerika için
giderek artan bir coşkuyu mu ifade ediyor? Ya da bu, Nathan Glazer’ın inandığı
hâliyle, “müşterek topluma daha fazla sayıda siyahın katılması hatası”nın bir
sonucu mu?[16] Bu açıklamaların her biri gerçekliğin bir yanına işaret ediyor,
ancak hikâyenin asıl can alıcı bölümünü ihmal ediyor.
Çokkültürcülük aynı zamanda önemli bir entelektüel
açığa işaret ediyor. Radikal bir söylemin üzerindeki örtüyü kaldırıp onu
ütopyacı bir umuda bağlayan liberaller ve solcular, çeşitliliğe övgü düzmek
için ilerleme adına geri çekiliyorlar. Geleceğin nasıl şekillendirilmesi
gerektiğine ilişkin birkaç düşünce ile bu kişiler, tüm fikirleri kucaklıyorlar.
Çoğulculuk, politik düşüncenin öteberi torbası, başı ve sonu hâline geliyor.
Çokkültürcülükle örtünen çoğulculuk, hayal kırıklığına uğramış aydınların afyonu,
ideolojisiz bir dönemin ideolojisi durumuna geliyor.
Burada mesele, kültürel çoğulculuk değil. Çeşitlilikle
ilgili fikirler (eşanlamda çoğulculuk, farklılık, kültürel çoğulculuk ve
çokkültürcülük) ne yanlış ne de itiraz edilebilir olgular; aksine bu fikirler
doğru ve gayet etkileyici. Çeşitlilik doğal, fiziksel ve kültürel dünyaları
karakterize ediyor ve genelde tekdüzeliği değil, farkları önemsiyor. Birçok
insan ve muhtemelen birçok felsefeci, çoğulculuğu ve çeşitliliği bütünlüğe ve
mutlak’a tercih ediyor. Örneğin William James, o dogmatik katılığı ile “tekçilik
furyası”nı şikâyet ederek, onun çoğulculuk şüphesi ve bağımsızlık ile ilgili
rahatsızlığı yüzünden bir tehdit olduğunu düşünüyor.[17]
Mesele çoğulculuğun tercih edilmesi değil, onun bir
kült olarak görülmesidir. Fetiş, Amerikalıların miktara yönelik sevdalarına
hitap etmek suretiyle, gerçekliğin makul bir incelemesini sabote eder.
Çoğulculuğun dili, “daha çok olan daha iyidir” olarak özetlenebilecek şu temel
yutturmacayı pekiştirir: daha fazla araç-gereç, araba ve kültür.
Çokkültürcülüğün tekkültürcülükten daha iyi olduğu, aşikârdır. Farklılıklar
dünyası tekdüze dünyaya baskın çıkar. Ama şu çokkültürcülük denilen şey tam
olarak nedir?
Çokkültürcülük, kültürel çoğulculuk ve çeşitlilik
giderek kutsallaşmaktadır. Her miktarda herkese ödenebilen, her türden anlamdan
ya da içerikten yoksun, açık birer çeke dönüşmüştür. Bunlar herhangi bir
politika önermezler, daha çok onu ikame ederler. Ancak bu kavramlara radikal ya
da dönüştürücü gibi sıfatlar eklense bile bunlar ne türden bir politika
tasarlayabilirler? Müfredata daha fazla ses ya da ofise daha fazla yüz ekleme
arzusunun ötesinde çokkültürcülük, herhangi bir görüş ortaya çıkarmaz. Çokkültürcülükle
ilgili tartışmalarda araya sokuşturulan bir terim olarak içericilik, mutabakat
vaaz eder. New York eyaletinde yapılacak bir eğitim reformu için hazırlanan
belgenin başlığı Kucaklayıcı Müfredat’tır. Verili toplum gerçeğine daha
fazla insanı içerme hedefi alkışlanabilir, ancak bu fikir o kadar da radikal
değildir. Çokkültürcülüğün doğuşuna ütopyanın çöküşü ve politik düşünmeye karşı
duyulan yorgunluk eşlik eder.
Çokkültürcülükle ilgili tartışmalarda bir dizi soru
sorulur, ancak çok azı cevaplanır. Kültürel çoğulculuk ne denli çoğulcudur?
Kültürler arasındaki gerçek farklılıklar nelerdir? Kültür ve çoğulculuk
sözcükleri neye işaret ederler? Onların tercih edilmesindeki sebep nedir?
Ekonomik ve sosyolojik yaklaşımların yerini, kültür analizleri nasıl ve neden
almıştır?
Kültür ve çoğulculuk, özellikle ilk sözcük, ciltler
dolusu çalışmayı hak etmektedir. Burada hikâyenin sadece birkaç aşaması ve
onların kimi sonuçları tartışılacak.
* * *
“Kültür sözcüğünü her duyduğumda hemen silâhıma
davranırım.” Bu ünlü ifade, Hanns Jonst tarafından yazılan 1933 tarihli Alman
oyunu Schiageter’den alınmıştır. Alman yazarın kullandığı tabirin daha tam
biçimi şudur: “Dünya kültürü lafını duyduğumda […] Browning’imin emniyetini
açarım.” Browning, Avrupa ve ABD’de Amerikalı John M. Browning tarafından
tasarlanan otomatik ve yarı otomatik bir silâh markasıdır. Arşidük Franz
Ferdinand’ı öldürerek I. Dünya Savaşı’nı tetikleyen Gavriio Princip de bu
eylemde 32 kalibrelik yarı otomatik bir tabanca kullanmıştı.[18]
Oyun yazarı ve şair Johst, I. Dünya Savaşı’nın
dışavurumunu gerçekleştirmekten II. Dünya Savaşı’nın nazizmine doğru geçiş
yapar. Schiageter’i aşk dolu bir ithaf ve şaşmaz bir asalet”le Adolf Hitler’e
armağan eder. Eser, “kültür” fikrinin özetini çıkartmak suretiyle o dönemin
tipik milliyetçiliğini ve anti-entelektüel nefretini ortaya koyar. Yazar
oyunda, I. Dünya Savaşı’nda savaşmış bir asker arkadaşını liberalizme saptığı
gerekçesiyle azarlamaktadır.
“Nihayetinde
bu fikirlerin beni alt etmesini sineye çekeceğim! Şu kardeşlik, eşitlik,
özgürlük, güzellik ve asalet denilen saçmalıklara aşinayım! Hayır, bu ideolojik
karmaşayı [Weltanschauungssalat] benden uzak tutun yeter. Gerçek
mermilerle ateş edeceğim! Kültür lafını her duyduğumda […] Browning’imin
güvenliğini açarım.”[19]
Burada “kültür”, nazizmin küçümsediği liberalizm ve
Aydınlanma’yı ifade eder. Ancak kültürden nefret eden sadece aşırı sağ değil,
aşırı soldur da. Johst’un formülüne yakın bir tanım getiren Martinikli Franz
Fanon da Yeryüzünün Lânetlileri isimli eserinde şu tespiti yapar:
“Yerli,
Batı kültürü ile ilgili bir bahis duyduğunda bıçağını çeker -ya da en azından
bıçağın ulaşılabilecek bir yerde olduğundan emin olur.”[20]
Bu kültür görüşü Johst’un görüşüne paraleldir;
Kardeşlikten, eşitlikten, güzellikten ve asaletten dem vuran bir konuşma
yerliyi şiddete sevk eder.
Ancak Johst’taki ve Fanon’daki kültüre yönelik
küçümseme aynı değildir. Her ikisi de kültürü küçümser, ama birbirine zıt
sebeplerle. Johst için kültür esasta bir aldatmaca ve zayıflara ait ucuz bir
laf iken, Fanon için o kendi vaatlerinden dönen bir hiledir. Johst ve naziler
kültürün kendisinden, Fanon ise farklı bir anlayış dâhilinde, kültürün
ikiyüzlülüğünden nefret eder.
Liberaller de kültürün karşısında konum alırlar. On
dokuzuncu yüzyıl hatibi ve liberal meclis üyesi John Bright’ın şikâyeti şu
yöndedir:
“İnsanlar
kültürden bahsettiğinde […] Grek ve Latin denilen iki ölü dille ilgili yüzeysel
bir bilgiyi kastediyorlar aslında.”
Comte ve pozitivizm müridi Frederic Harrison da aynı
fikirdedir:
“Belki
de günümüzün en aptal lafı, kültürle ilgili olanıdır. Politikaya uygulanmış
kültür […] küçük hatalar bulmayı, bencilce rahatına düşkün olmayı ve eylemde
kararsızlığı ifade eder.”[21]
Her eleştiri de Aydınlanma ile birlikte zuhur etmiş
klasik kültür anlayışını hedef alır. Eğitim, terbiye ve ilerleme ile ilgili
fikirler ilerleme anlayışına denk düşen bir kültüre işaret ederler. 1784’te
“aydınlanma, kültür ve eğitim [Bildung] dilimize yeni kazandırılmış
sözcüklerdir.” diye yazan Moses Mendelssohn’a göre, “bu eşanlamlı sözcükler
arasına mesafe koymaya çalışan linguistik kullanım, aralardaki sınırları çekme
noktasında yeterli zamanı hâlâ bulmuş değildir.”[22] On beş yıl sonra Kant
şunları yazar:
“Tüm
kültürel ilerleme, insanın eğitimini ifade eder. […] Kültürün en önemli
nesnesi, akılla donatılmış insandır.”
Kant, bu sürecin “kültür aracılığıyla medenîleşmenin
bahşettiği bir armağan olduğunu düşünür.[23] Fichte’e göre ise kültür, “tam
özgürlüğün gerçekleşmesi yolunda tüm güçlerin kullanılması”dır.[24]
Sağ ve soldan saldırılara maruz kalan kültür kavramı,
ağır aksak da olsa, yirminci yüzyıla girme imkânı bulmuş, ancak bu yüzyılda da
hayat şansı bulamamıştır. Muhafazakârlara göre o fazla liberal, solculara göre
ise fazla seçkincidir. Liberal antropoloji de ona nihaî darbeleri indirmiştir.
1952’de iki antropolog, A. L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, kültür teriminin
inişli-çıkışlı seyrini anlatan tarihsel bir inceleme yayımlar.
“Kültür
sözcüğünün en kapsamlı anlamı, Latincede ve Latince kökenli tüm diğer dillerde
ilk görgüye ya da kültürlenmeye işaret eder. […] Sonradan ortaya çıkan ikinci
anlayış ise toplumun ‘en belirgin yüksek’ değerleri ya da aydınlanmasına denk
düşen Almancadaki Kultur sözcüğüdür.”[25]
Kroeber ve Kluckhohn’a göre, kültürün eski ve sınırlı
anlamı, zamanla yerini daha kapsamlı ve bilimsel bir tarife bırakmıştır. İkili,
“bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlâk, gelenek ve insanın toplum üyesi olarak elde
ettiği tüm diğer beceriler ve alışkanlıklar bütünü” biçiminde tarafsız bir
tarif sunan on dokuzuncu yüzyılda E. B. Taylor’ın Primitive Culture [“İlkel
Kültür”] kitabına atıfta bulunur. Hiyerarşik bir nizamı varsayan eski
kullanımları ise artık geçmişte kalmıştır. “Entelektüel ve yarı entelektüel
mahfiller” bile eski tariflere yüzlerini dönerler. Kroeber ve Kluckhohn’un
isteği, kitaplarının amacı olan, nesnel ve estetik bir kültür anlayışının
muzafferiyetini sağlamlaştırmaktır. “Eğer insanlar genel anlamda bilimsel
terimi kullanıyorlarsa, bu monografiye kimsenin ihtiyacı yoktur.”[26]
Klasik tarifin altını oyan temel eser, yirminci
yüzyılda çok satan, 1934’te Ruth Benedict’in kaleme aldığı Patterns of
Culture [“Kültür Kalıpları”] adlı çalışmadır.[27] Benedict, güneybatıdaki
Pueblo denilen Amerikan Yerlilerini, Kuzeybatı yakasındaki yerlileri ve
Malenezya’daki Dobu yerlilerini inceler ve salt biyolojik determinizme değil,
kültürlerin göreceliliği meselesine de karşı çıkar. Ona göre, “bugünkü
toplumsal düşünme tarzının, kültürel göreliliğin uygun muhasebesinden daha
önemli bir görevi yoktur.”[28]
Yirmi beş yıl sonra Margaret Mead, Benedict’in Patterns
of Culture’a başladığında yaptığı “kültür” tarifinin küçük ve teknik bir
profesyonel antropologlar grubunun kelime hazinesine ait olduğunu söyler.
Antropolojik kültür anlayışı eski anlayışı soğurduğu için ortak kullanıma
girmiştir.[29] Kültür, görgü ve akılla bağlantılıdır, ayrıca o her türlü
faaliyet birlikteliğidir. Bir tarihçinin de tespit ettiği üzere, bugünün
çokkültürcüleri “Benedict’in düşünsel torunları”dırlar.[30]
Görece yakın zamanlarda yapılmış olan kültür tarifi
ise kimi protestolara rağmen galebe çalar. Culture and Anarchy [“Kültür
ve Anarşi”] ve Matthew Arnold’dan Notes Towards the Definition of Culture
[“Kültürün Tanımı İçin Notlar”] üzerinden, T. S. Eliot’a kadar kimi
akademisyenler ve eleştirmenler, eğitim, sanat ve gelişim alanı olarak
“kültür”ü muhafaza etmeye çalışmışlardır. Örneğin, yirmilerde klasik edebiyat
uzmanı Werner Jaeger, yeni terminolojinin antikiteyi basit anlamda birçok
kültürden çıkan tek “kültür” hâline getiren “düzleyici” bir nitelik arz
ettiğini söyler. “Antropolojist anlayış” kültürü her türden millete, hatta
ilkelin kültürüne bile uygulanabilecek saf anlamda izah edici bir kategori
hâline getirmiştir.[31]
Özellikle muhafazakârlarca girişilen bu karşı hareket,
beyhudedir; liberaller, solcular, sosyologlar, psikologlar ve antropologlar,
her türden hiyerarşik kültür anlayışına ve seçkinci “kültür” ile ortak
“medeniyet” arasında yapılan her türden ayrıma itiraz ederler. “Kültür”ü
“medeniyet”ten ayırmayı ne marksistler ne de psikoanalistler meşru kabul
ederler. Freud, “ben, kültür ve medeniyet arasına konulan ayrıma şiddetle
karşıyım”[32] demektedir.
Elde edilen kazanç aşikârdır. Liberalizm ve bilim
adına antropologlar, ırkçı olan imtiyazlı ve dar bir kültür fikrini açıktan ya
da örtük olarak mahkûm ederler. İlk dönem yapılan tarifler eğitim ve görgü ile
ilgili fikirlerle ilişkilidirler ve ister istemez kimi yargıları da içlerinde
barındırırlar; bazı toplumlar ya da gruplar görece daha az görgü sahibidirler
ya da özgürlük sanatını daha az uyguluyor olmalıdırlar. Yeni kavram hiçbir
değerlendirmeye izin vermez; kültürler sıralanamaz ya da derecelendirilemez.
Hepsi eşittir. Kültür, insan hayatının bir gerçeğidir. Birçok antropolog için
yeni kültür anlayışı, sahte bilimsel ırkçılığa ölümcül bir darbe indirmiştir.
Kariyerinin ilk günlerinden 1942’de ölene dek Franz
Boas, Amerikan antropolojisinin önde gelen simalarından biri olarak, insanî
farklılıkların biyolojik değil, kültürel olduğunu iddia eder. 1906’da W. E. B.
Du Bois, Boas’ı Atlanta Üniversitesi’nde siyahların toplandığı bir panele davet
eder. Burada Boas siyah Amerikalıların becerilerini savunur. "Siyah ırkın
maddî anlamda aşağıda olduğunu söyleyenlere ve bu iddiaları ile şevkinizi
kıranlara güvenle şu cevabı verin: size cesaret vermesi gereken ırkınızın geçmişi,
bu iddiaları yalanlıyor.” Siyah ırkın aşağılık bir ırk olduğu fikrini
destekleyen herhangi bir kanıt mevcut değildir.[33] Tarihçi Carl N. Degler,
“Irk meselelerinde Boas’ın etkisi daha ilerilere götürülebilir.” diye yazar.
“(Boas) kültür kavramını sürekli ve bıkmak usanmak bilmeden kullanarak görevini
ifa etmiştir.”[34]
Antropolojik kültür anlayışı, liberal ve eşitlikçi bir
ahlâkî yapı ortaya çıkarır. Bu, onun genel arzusu ve hakikatidir. Ne var ki kültür
aynı zamanda her türlü özgüllükten de yoksundur, o hem her şeydir hem de hiçbir
şey. Kültür “araçlar, kodlar, ritler ve davranışların bileşkesi olarak tarif
edilince sadece her halkın değil, her grubun, hatta alt grupların da bir
“kültür”e sahip olduğu iddia edilir. Antropologlar, sembolik bakış açısından
vazgeçip çim sahayı düzleştirmişler ve genişletmişlerdir. Artık kültür,
insanların eylemlilikleri ile sınırlıdır, fakat her türden grubun herhangi bir
eylemliliği bir kültür ya da altkültür meydana getirebilir. Her şey kültürdür.
Clifford Geertz tarafından kaleme alınan bir makalede “sağduyu” “kültürel
sistem” olarak incelenir.[35] Kroeber ve Kluckhohn’un genel kabulüne göre her
şey bir “kültür” meydana getirir. Bir kültürü belirleyen şey, basit anlamda “uygunluk”
ve “soyutlama düzeyi”dir.[36]
Kavramsal kayıp küçükmüş gibi görünebilir. Her grubun
bir “kültür” olarak resmedilmesi ne türden tehlikelere yol açar? Her eylemlilik
kültürel açıdan değerlendirilebilir mi? Sağduyuyu kültürel bir sistem olarak
anlamak, uyuşturucu bağımlıları, futbol taraftarları ya da Uzay Yolu fanlarını
birer “kültür” olarak görmeye varır. Elbette herkesin kendince bir listesi
vardır, ancak netice, her bir gruplaşmanın bir kültür oluşturduğu fikrinin
genel anlamda kabul edilmesidir. Bu fikir gene de sorgulanabilir; farklı
özellikler ayrı bir kültür meydana getirmezler.
Esnek bir kültür anlayışı önyargının ve etnosentrizmin
altını oyar. Ortada herhangi bir zarar yoktur ve başlangıçta pek de önemli
değildir. Ne var ki toplumsal yararlılık gerçeklikle eş değildir. Kavramsal
fatura ödenmeden kalır ve yıllar geçtikçe maliyet birikir. Hiyerarşik bir
kültür anlayışı arzu edilmese de kimi kesinliklere doğru adımlar atılır. Bir
kültürü diğerinden ayıranı anlamadan çokkültürcülükten bahsetmek, efsanelere ve
yanılsamalara yol açar. Özgül bir kültürü neyin belirlediğini tespit etmezsek,
iki ya da daha fazla kültür arasındaki ilişkiyi ya da çokkültürcülüğü nasıl
anlarız? Net bir biçimde ifade etmek gerekirse, çokkültürcülük zihinsel
karmaşaya, bir kültürü neyin meydana getirdiğini anlamama beceriksizliğine ya
da bu türden anlamayı reddetmeye yaslanır.
Kavramsal yenilgi ile birlikte kültür öznelleştirilir.
Kültür, herhangi bir grubun ya da araştırmacının kendince anlam giydirdiği bir
şey oluverir. Bir insan topluluğunun ayrı bir kültür oluşturduğu fikrine kimse
itiraz etmez. Aynı zamanda kültürel çeşitliliğe ait jargon toplumsal ve
ekonomik gerçekleri gizler ve bu gerçekler, konu dışına atılıp her türlü
ilgiden uzaklaştırılırlar. Çokkültürcüler sadece kültürü görürler ve ekonomik
zorunluluklara şöyle bir değinirler. Oysa bir kültür, çalışma sürecinden ve zenginliğin
üretiminden varlığını nasıl ayrı sürdürebilir? Eğer sürdüremiyorsa, o vakit
kültür, ekonomik gerçeklerin zorluğu dikkate alınmaksızın nasıl kavranabilir?
Eğer kültürün ekonomik iskeleti masaya konulup
çeşitlilikle ilgili kalıp terk edilecek olursa, aynı altyapılar üzerinde farklı
kültürlerin geliştiği görülür. Aynı ekonomik faaliyetlere iştirak eden iki
farklı kültür neyi ifade eder? Aynı işler, barınma, okullar, rahatlama
teknikleri ve aşk “iki” kültürle ilgili bilgi veriyorsa bu, ne anlama gelir?
Farklı yoldan ifade etmek gerekirse; kültürel çoğulculuk, ekonomik çoğulculuğun
olmadığı koşullarda neye işaret eder?
Soru anlamsızmış gibi gelebilir. Anlam yoksunluğu,
zihinsel ricatın işaretidir. Toplumun ekonomik yapısı, gelişmiş endüstriyel
toplum, kapitalizm ya da piyasa ekonomisi, sabit kalır; çok az insan, farklı
bir ekonomik proje üretebilir. Sessizce gerçekleştirilen uzlaşma, sıklıkla
çokkültürelcilikten dem vurur. Hiçbir farklı politik ya da ekonomik görüş,
kültürel çeşitliliği harekete geçirmez. En militan afrikamerkezcilerden en
ateşli feministlere kadar tüm çevreler çalışma, eşitlik ve başarı gibi konularda
benzer inançlara katkıda bulunurlar. Kültürel çeşitliliğin sırrı, sahip olduğu
politik ve ekonomik tekbiçimliliktir. Giderek gelecek, daha fazla seçeneğe
sahip olan bugüne benzer. Çokkültürcülük, ütopyanın ölümünü dillendirir.
Kimse mesleklerin ve maaşların gündelik hayattaki
önemi konusunda bir yarışa girmez, hatta marksistler bile her türlü ilgiyi
kaybederler. Onlarca yıl eleştirmenler marksizmin dar materyalizminden
hayıflanmışlardır. Bu eleştirilerin önemli bir bölümü yerindedir. Ancak gene de
eleştirmenler, en çılgın düşlerinin ötesinde bir başarı elde etmişlerdir.
Ekonomik marksizm kültürel marksizme dönüşmüştür. İndirgemeci marksizme dönük
makul eleştiri, onun materyalist özünü kuşatan bir hâl almıştır. Bugün
Marksizm, ruhlarda, metinlerde, görüntülerde ve yankılarda takas edilmekte,
ayrıca edebiyat ve İngilizce bölümlerinde yeniden dirilmektedir. Derrida’nın
yerinde bir isimlendirmeyle kaleme aldığı Marx ile ilgili kitabı Specters of
Marx [“Marx’ın Hayaletleri”], hayaletler ve hayallerle ilgilenir. On
dokuzuncu yüzyıl marksizmi materyalist ve deterministtir; yirminci yüzyıl
sonunun marksizmi ise idealist ve tutarsızdır.[37]
Marksizmin dışında ise aynı eğilimler hüküm sürer.
Kültür seksidir, ekonomi ise yavan. Ücretler ve iş için kavga sıkıcıdır.
Stanley Aronowitz’in ifadesi ile geyleri, lezbiyenleri ya da kadınları içeren
çelişkiler dikkat çekmekte ve tartışılmaktadır. “Aksine 1993 tarihli ulus
genelinde yaşanan madenciler grevi gündelik basında ölüm ilânlarından daha az
yer bulur.”[38] David Bromwich, “aydınların bugün, ırkî ya da kültürel bir
boyuttan yoksun olduğu takdirde ekonomik köleliğe karşı çıkıp çıkmayacaklarını”
merak etmektedir.[39] Bu soru, ekonomik eşitsizliklerin alabildiğine arttığı ve
çetin bir hâl aldığı günümüzde, oldukça tartışmalıdır.
Kültür ne ölçüde her şeyi içeriyorsa, politika da o
denli anlam kaybına uğrar. Elbette kültürel çoğulculuk savunucuları sıklıkla
politika ile ilgili yazılar yazarlar. Tüm toplumun ve yapılarının politik
olduğu önermesini bıkıp usanmadan tekrarlarlar: Metinler, bağlamlar, okumalar,
yazarlar, kitaplar ve müfredatlar. Ama her şey politikse, hiçbir şey bir
diğerinden daha politik değildir. Bir metni “yeniden kodlamak” politik açıdan
devlet iktidarını yeniden biçimlendirmekle eşdeğerdedir. Açık ki çokkültürcülük
politiktir, ancak tam olarak nasıl politiktir? Esasta radikallerin ve
akademisyenlerin geliştirdiği biçimiyle politika, basit anlamda marjinalleşme,
söylem ve temsiliyetle ilgili bir dizi slogana dönüşür. Bu terimler gerçek
sorunlara işaret ederler, ancak herhangi bir özgül politika belirleme
noktasında başarısız olurlar. Marjinal gruplar iktidar ya da temsiliyet
isterler, ama bu istekler nasıl olur da kültürel farklılıklara ya da bir
alternatif görüşe denk düşer, ayrıca denk düşse de bu denkleşmenin nedeni
nedir?
* * *
Aydınların tarihi, politik ve toplumsal tarihten uzun
vadede ayrıştırılamaz. Nazizmin otuzlarda ortaya çıkması ve ellilerde Soğuk
Savaş’ın başlaması çoğulculuk fikrinin kaderini tayin eder; bu olaylar, yeni
bir terim, belki de yeni bir gerçeklik olarak, çoğulculuk anlayışının tam
zıddına zemin açar: totalitarizm.
İtalyan faşizmine atıfta bulunan “totalitarizm”
sözcüğü, ilk olarak yirmilerde ortaya çıkar. 1933’ten sonra kimi eleştirmenler,
bu kavramı nazizmi de içerecek biçimde genişletirler. Toplumun bütüncül
koordinasyonu (Gleichschaltung) ve “bütünlüklü devlet” ile ilgili
programı ile nazizm “totaliter” etiketini hak eder. Ama bu etiket, gerçekte
halkın ve akademinin dilinde Sovyet komünizmi sözkonusu etiketle anılmaya
başladığı dönemde popülerleşir. İlk başlarda Sovyetler Birliği’nin Nazi
Almanyası'ndan köklü biçimde farklı olduğu düşünülmektedir. İkisinin ortak bir
düzlemde görülmesi gerektiğini söyleyen insan sayısı o günlerde çok azdır. İki
ülke, otuzlu yılların önemli bir bölümünde iki yeminli düşman olarak kabul
edilir.
Elbette bu gerçek, Ağustos 1939’da Almanya ile SSCB
arasındaki saldırmazlık anlaşması ile birlikte değişir. Bu tarihin ardından
birçok liberal düşünür, nazizm ile Sovyet komünizmini bağlantılı iki sistem
olarak görmeye başlar ve totalitarizmi her ikisi için de geçerli bir terim
olarak benimser.[40] Anlaşma sonrası gerçekleştirilen, akademisyenlerin
katıldığı bir sempozyumda bir konuşmacı, sosyal bilimlerle ilgili
ansiklopedinin “haksızlıklar” anlayışından totalitarizme hiç atıfta
bulunmaksızın, doğrudan “totemizm”e sıçradığını söyler.[41] Rus tarihi
profesörü Abbott Gleason, birkaç ay içinde bu sözcüğün genel söyleme girdiğini
yazar. “1940 ve 1941 yıllarında totaliter ve totalitarizm terimleri, gazete ve
dergilerdeki tek geçer akçe hâline geldi.”[42]
Bu dönemde izleyiciler, çoğulculuğu ve çeşitliliği
liberalizmin özü olarak yeniden keşfederler, ayrıca monolitik nazi ve komünist
rejimlerinin her ikisine de karşı çıkarlar. 1939 tarihli bir sempozyumda bir
konuşmacı, “çoğulculuk karşıtlığı”nı totaliter ve “tekçi” devletlerin ilkesi
olduğunu söyler. "Liberalizmin desteklediği bir öğreti olarak çoğulculuk,
totaliter devleti reddeder.”[43] Onlarca yılın ardından totalitarizmle ilgili
görüş batılı çoğulculuğa dönük övgü ile birlikte muazzam bir başarı kazanır. Bu
başarının muhtemel nedeni, ilgili görüşün nazizm ve komünizmden kaçan
mültecilerce desteklenmiş olmasıdır. Zeki ve itibarlı olan bu isimler arasında
Hannah Arendt, Karl Popper, F. A. Hayek, Jacob Talmon ve Isaiah Berlin
vardır.[44]
Bir dizi sebepten ötürü totalitarizmle ilgili
yazıların önemli bir bölümünün hedefinde nazizm değil, marksizm ve komünizm
vardır. Milliyetçi ve antisemitik anlayışların karışımından ibaret olan nazizme
nazaran marksizmin entelektüel bir itibarı ve ağırlığı mevcuttur.
Totalitarizmin kökenlerini inceleyen akademisyenlere göre marksizm, kötülenmesi
gereken bir şeyler önermektedir. Nazizmin entelektüel mevcudiyeti hiçbir anlam
ifade etmez. Dahası komünizm yol almış ve nazizmi alt etmiştir. 1945 sonrasında
ve Soğuk Savaş’ın başlangıcında totalitarizm Sovyetler Birliği’ne işaret
etmektedir. Nazizm gözden kaybolmuştur. Tarihçi Andrzej Walicki’ye göre,
“totaliter terimi iktidara gelen ve kendisini komünist olarak niteleyen
partileri nitelemek için de kullanılmaya başlanır.”[45] Batılı liberaller için
özgürlüğe yönelik en büyük tehdit, marksizm ve komünizmdir.
Polonyalı-İsrailli tarihçi Jacob Talmon, kendisini
“nazizmin ve komünizmin travmatik tecrübelerine maruz kalmış biri” olarak tarif
ettiği 1952 tarihli totalitarizm çalışmasında nazizmle ilgili tek laf
etmez.[46] Talmon, The Origins of Totalitarian Democracy [“Totaliter
Demokrasinin Kökenleri”] isimli çalışmasının ilk paragrafında şunları söyler:
“Yirminci
yüzyılın stratejik noktasından bakıldığında, son yüz elli yılın hikâyesi,
ampirik ve liberal demokrasi ile totaliter demokrasi arasındaki çarpışmaya
dönük sistematik bir hazırlık gibi görünmektedir.”[47]
Totaliter demokrasi nazizm değil, komünizmdir. Bu
tarih okuması Talmon’un bazı öğrencilerini ve takipçilerini bile şaşırtır;
nazizm ve jenosit gözden kaybolmuştur. Talmon Derneği başkanı Yehoshua Arieli
bu cümleleri alıntılar ve şu yorumda bulunur:
“Modern
koşulların anlaşılması için gerekli bir husus olarak Holokost olgusu, tuhaf
biçimde gözden kaçırılmıştır. Bu tespit, Talmon’ın son yüz elli yılla ilgili
yorumlayıcı analizi ile bağdaşmamaktadır.”[48]
Totalitarizmle ilgili yazılar nazizmi komünizmle
eşleştirirler. Her ikisi de hayatı ve düşünceyi bir deli gömleğinin içine
hapsetmektedir. Ancak mesele faşizm değil de marksizm olunca vurgu, hatta
mantık bile değişir. Solun karşısında çoğulculuk övülüp durulur. Bütünlüklü
sistemin yerilmesi, belli belirsiz, ütopyanın yerilmesine dönüşür. Sanki her
ikisi de birbiriyle bağlantılı gibidir. Öyle midir peki? Gerçekte totalitarizm
ve ütopyacılık arasında bir bağ yoktur. En azından ütopyacılık anlayışını bilinmezliğe
ve karanlığa doğru genişletirsek, nazizm içinde de ütopyacılık bulmak
kolaylaşır. Ne var ki liberal ittifak, ütopyacılığı ve totalitarizmi başarılı
biçimde eşleştirmiş ve her ikisini liberal çoğulculuğun karşısına
yerleştirmiştir. Totalitarizmi lânetlemek, ütopyacılığı lânetlemek demektir.
Bu düşüncelerin en popüler ifadesi, II. Dünya Savaşı
sonunda yayımlanıp çok satmış bir kitap olan F. A. Hayek imzalı The Road to
Serfdom’dır [“Kölelik Yolu”]. Hayek, Avusturyalı olup İngiltere’de ikamet
eden bir ekonomist ve felsefecidir. Hayek’e göre komünizm ve faşizm, “aynı
türden bir totalitarizmin çeşitlemeleridir.” Kitabın “Büyük Ütopya” başlıklı
bölümünde bu tespiti yapan yazarın esas endişesi, yeni geldiği ülkede giderek
yükselen sosyalist duygular ve refah devletinin maruz kaldığı tehlikelerdir.
Kitabını “sosyalist entelejansiyaya bir uyarı” olarak niteler. Onun inancına
göre, genel ve ütopyacı fikirlere yaslanan “demokratik sosyalizm” bireysel özgürlüğe
son vermiştir.[49]
Karl Popper’nın yazıları da totalitarizmle
ütopyacılığın eş olduğuna, her ikisinin çoğulculuğun altını oyduğuna dair
inancın yayılmasında gayet etkili olur. Talmon ve Hayek’te olduğu gibi esas
hedef soldur. 1945 tarihli The Open Society and Its Enemies [“Açık
Toplum ve Düşmanları”] isimli kitabı Platon ile açılır ve Hegel ile Marx’la
ilgili boşa harcanmış birkaç bölümle devam eder, ancak her iki ciltte de
nazizmden tek laf edilmez. Kitap, batı medeniyetimizin “temelde çoğulcu”
olduğuna ilişkin savunu ile biter.[50]
Bütünsel birer ideolojiye yaslandıkları için
Sovyetler’e ve nazi sistemine saldıran Totalitarizmin Kökenleri isimli
eserin yazarı Hannah Arendt’e[51] ek olarak Isaiah Berlin de çoğulculuğu
liberal bir amentü olarak kabul eder. Berlin, bütünsel ve ideolojik yaklaşımı
“her şeyi kucaklayan, her şeyi izah eden ve her şeye cevap veren bir plan”
olarak kötüler; onun korkusu, bütünsel bir plan dâhilinde tesis edilmiş bir
toplumun kaçınılmaz olarak “kişilerin ebedî çeşitliliği”ni bir tarafa atacağı
yönündedir.[52]
Politik düşüncede Berlin’in geliştirdiği “iki özgürlük
anlayışı” ile ilgili önermeleri kadar hiçbir fikir o denli başarılı
olamamıştır. Bu anlayış ciddî tepkilere yol açar. Berlin’e göre, tarihsel
açıdan biri negatif diğeri pozitif, iki tür özgürlük mevcuttur. Negatif
özgürlük, devletin bireyin işlerine karışmamasını öngörür ve birey dışsal bir
kontrolden münezzehtir; pozitif özgürlük ise bir tür özgürlük görüntüsüne
yaslanıp genel kontrol dâhilinde ilerler ve insanların nasıl yaşadığını
kendince düzenler. Tüm bireyler aynı planı ya da vizyonu desteklemedikleri için
“pozitif” özgürlük baskı rejimine muhtaçtır; Berlin’e göre "pozitif"
özgürlük, günümüzün milliyetçi, komünist, otoriteryan ve totaliter amentülerin
merkezi”ni teşkil eder. Berlin, çoğulculuğu övüp bütünsel planları küçümseyerek
“İki Özgürlük Anlayışı” sonucuna ulaşır.[53]
Berlin, Popper, Arendt ve diğerleri kendilerince
başarılı olurlar. Kırklarda ve ellilerde genel hüküm, çeşitlilik ve çoğulculuk
yönündedir, bu iki kavram özelde Amerikan toplumunu, genelde Anglo-Amerikan
liberalizm geleneğini izah eder. “İdeoloji” ve “ütopya”yaya sırtını yaslayan
totaliter toplumlar doğaları gereği diktatöryeldirler. “Çoğulculuk, tekdüze ve
monolitik […] ve ‘totaliter’ toplumlara muhalif olan demokrasinin karakteristik
özelliğidir ve o akademideki konsensüsün yegâne özetini verir.”[54] II. Dünya
Savaşı aradan çekildikçe totalitarizm analizleri giderek marksizme ve Sovyetler
Birliği’ne yoğunlaşır. Soğuk Savaş, çoğulculuk fikrine gerekli ilhamı verir.
Berlin, bu konuda oldukça aydınlatıcı bir isimdir.
Totalitarizm eleştirisi soyut kalsa da verdiği somut örnekler çoğunlukla
marksizmle ilgilidir. Esasında “olumlu” özgürlükle ilgili tüm tartışması
nazilerin, ırkçı ya da milliyetçi ideolojilerin bütünsel kontrolünü gerekli
kılar. Bu öğretiler, uygulamak istedikleri “pozitif” özgürlüğü varsayarlar.
Berlin’in çalışması nazizme ve faşizme değil, komünizme ve marksizme işaret
eder; odaklandığı nokta sağ değil, soldur. Başka bir deyişle Berlin’in
fikirlerinde Soğuk Savaş’ın ciddî bir etkisi vardır.
Berlin “bir Soğuk Savaş liberali”[55] olmaktan gurur
duyduğunu söyler. Referansları itiraz kabul eder niteliktedir. Vietnam’daki
savaş süresince Berlin Amerikalıları asla eleştirmek istemez. “Vietnam
köylerinin bombalanmak, masum insanların sürekli olarak öldürülmek zorunda
olması gerçekten ürkütücü.” diye yazar. “Fakat insanları bu şekilde bırakıp
gitmek de bana korkutucu geliyor. […] Amerika’nın aceleci biçimde ve bütünüyle
bölgeden çekilmesinin diğer Güneydoğu Asya hükümetlerinin birçok yurttaşının kesin
olarak nefret edeceği rejimlere teslim olmaktan korkmasına yol açmayacağının
güvencesini kim verebilir?”[56]
Amerikan çoğulculuğunu biçimlendiren ve ona rengini
veren, Soğuk Savaş’tır. Benzer başka bir yorumda, totalitarizme karşı Amerikan
toplumunun dehasını teşkil eden rakip ve farklı gruplar dizisi, yani çoğulculuk
çıkartılır. Genelde altmışların eleştirmenlerinin ve akademisyenlerinin
çoğulculuğa karşı öfke ile yaklaşmalarının izahatını veren önerme budur.
Çoğulculuk, müesses nizam ile birlikte tarif edilir. İnsan hakları hareketinin
ortaya çıkışı ve Vietnam Savaşı ile birlikte genç eleştirmenler sevecen Amerika’nın
dünyayı totalitarizmden kurtardığına ilişkin resme itiraz ederler.
Irk ayrımcılığı yapan bir ülkeyi bu denli çoğulcu
yapan nedir? Ya da savaş ilânı için oylama yapmaksızın Hanoi’yi bombalamak,
neyi ifade eder? Çoğulculuk anlayışı ve karşıtı olan totalitarizm, Amerikan
toplumunun konformist savunusundan başka bir şey değildir; bu, Amerika’nın
haklılığına itiraz eden ırk temelli ve savaş karşıtı protestoların
dillendirdiği genel argümandır. Sovyet uzmanı Alfred G. Meyer’e göre, “şurası
açık ki Amerikan bilim insanları, totaliter model kullanmak suretiyle hem
amerikanizmi hem de Soğuk Savaş histerisine yönelik teslimiyetini
övmektedirler.”[57]
Totalitarizm sözcüğünün tarihi ile ilgili olarak
Abbott Gleason, çoğulculuk ideolojisinin büyüsünü çözen genel bir
değerlendirmede bulunur. “Bu iki kavrama [totalitarizme ve çoğulculuğa] yönelik
itirazım üniversite yıllarında başladı.” diyen Gleason, itirazının insan
hakları hareketi ve devam eden dönemde Vietnam Savaşı’na yönelik muhalefet
içinde tutarlı bir içerik kazandığını söyler. Protesto hareketleri içindeki
öğrenciler Batı’daki ana malî ve politik güçlerin, yani kapitalizmin
çoğulculuğun içini boşalttığına inanırlar.
“Birçok
genç akademisyene göre, iyiyle kötü, siyah şapka ile beyaz şapka ve
demokratlarla totaliterler arasındaki maniheist ayrım katlanılmaz ve
inanılmazdır. […] totaliter teriminin karşıtı olarak kullanılan 'özgür dünya'
terimi boş bir ifadedir.”[58]
Çoğulculuk eleştirileri, altmışlardan itibaren kaleme
alınan birçok solcu politik yazının omurgasını teşkil ederler. İktidarla ve
toplumla ilgili “muhalif” fikirler koleksiyonu, Amerikan toplumunun “çoğulcu”
olduğu “efsane”sini hedef alır.
“Tüm
bu makaleleri birleştiren ana konu, bizim bu efsaneye yönelik itirazımızdır;
demokratik çoğulculukla ilgili kanaatimiz tümüyle ideolojik ve cahilcedir,
bizim politik nizamımız saf anlamda ne çoğulcudur ne de demokratiktir.”[59]
Henry S. Kariel’in 1961 tarihli The Decline of
American Pluralism [“Amerikan Çoğulculuğunun Çöküşü”], devletin ve
şirketlerin çoğulculuğun değerini düşürdüğünü iddia eder.[60] Berkeley
Üniversitesi’nde siyaset bilimi kürsüsünde görevli Michael Rogin, 1967 tarihli
Makkarticilik ile ilgili çalışmasının girişinde çoğulculuk fikrine saldırır;
ona göre ellilerdeki uyumluluk ve anti-komünizmin etkisi altında Amerikan
aydınlarının girdiği genel eğilimin çoğulculuk olduğunu söyler.[61]
“Çoğulculuk” fikri politik bir ricattır. Tarihçi John Higham, kapsamlı bir
incelemesinde, çoğulculuk teorisine dikkat kesilen sözkonusu radikallerin
esasında onu horgördüklerini iddia eder.[62] Bu referanslar kolaylıkla
çoğaltılabilir. Onlarca yıl boyunca çoğulculuk fikri, politik uyumluluk ve
Soğuk Savaş anti-komünizmini temsil eder. Yeni kuşak akademisyenler ve
eleştirmenler altmışlarda bu fikri küçümsemeye başlarlar.
Artık küçümseme sözkonusu değil. Nazizm ve komünizm
yanında ütopyacılığı lânetleyen totalitarizm yorumu hâkim hâle geldi.
Çoğulculuk yönünde atılan savaş naraları her yeri kapladı. Kimse tutsak
edilmedi, ortalıkta tek bir asker bile yoktu. Altmışların çoğulculuk
eleştirileri iz bırakmadan ortadan kayboldu. Neden? Çoğulculuğun yenilenen
popülaritesini izah eden tek bir neden yok. Sosyalizmin hızlı ölümü solcuların
entelektüel nefesini kesti. Solcular, bütünlüklü bir toplumsal yeniden inşa
konusunda güvenlerini ve inançlarını yitirerek parçalı kültürlere yönelik
parçalı inançlara, çoğulculuğa doğru ricat ettiler. Liberaller için zaten çok
fazla teşvike gerek yoktu; onlar çoğulcu fikirlerden her daim etkilenmişler,
soldan gelen konuyla ilgili sert eleştirilerden kurtulmuşlar ve çoğulculukla
ilgili bağlılıklarını ikiye katlamışlardı.
Piyasanın ve bireyin ideolojisi olan çoğulculuk,
liberallerin ve solcuların temel ilkesi artık. Radikalizm geriye çekildikçe
çoğulculuk da yükseldi. Bu, karşı konulamaz bir süreçti. Her çağ toplumla
ilgili güçlü fikirler ortaya atamaz. Belki de farklı biçimler dâhilinde
çoğulculuk, içinde yaşadığımız dönemin önerebileceği en iyi şeydir. Ne var ki
yaşanan ricat şaşırtıcı bir ilerleme olarak takdim ediliyor. Sıradan değilse de
artık aşina olunan bir fikir olarak çoğulculuk son derece modern bir yaklaşımdır.
“Kültür”le boyanmış ya da çokkültürcülükle vaftiz edilmiş olan çoğulculuk,
günümüzün mitolojisi hâline gelmiştir.
* * *
Çokkültürcülük edebiyatı, onun makul ve gerekli
olduğuna dair ifadelerle yüklüdür. Şurası kesin ki çeşitli tarihlerin
müfredatta ciddi bir yer bulması uygun bir durumdur; arzu edilen, her türden
insanın çocukların okudukları hikâyeleri ve onların okullarda istifade
ettikleri kitapları popülerleştirmesidir. Öğrencilerin siyah bilim
insanlarının, Yahudi gangsterlerin ve kadın sanatçıların da olduğunu
bilmeleridir. Bizim talebimiz, müfredatın tarihin ve toplumun tüm karmaşık
yönlerini yansıtmasıdır.
Bu projeler acil ve meşrudurlar. Oysa bunlar sadece
hayatla ilgili broşürlere ve belgelere işaret eden yenilenmiş müfredatın
ötesine geçen çokkültürcü tartışmanın bir hizbinden başka bir şey değildirler.
Müfredat tartışmalarının dışında (ve bazen onun içinde) çokkültürcülük yönünü
kolaylıkla yitirir. Soyut bir “kültür ve biçimci bir “çoğulculuğun” hükmü
altındaki çokkültürcülük, toplumsal ve ekonomik gelişmelerin oldukça gerisinde
kalan bir dizi programın ve anlayışın türemesine yol açar. “Derrida ve Foucault’ya
atıfta bulunan “kültürel kimlik”le ilgili yüzlerce makale seçtikleri
başlıkların çok az hakkını verir. Amerikan toplumunun bir dizi farklı
“kültür”den müteşekkil olduğunu söyleyen o asılsız sayıltıdan yola çıkar.
Aksinin geçerli olduğu ihtimali üzerinde çok az
tarihçi ve gözlemci durmuştur: dünya ve ABD, çeşitlenmek yerine, giderek daha
fazla tekdüzeleşmektedir. Kültürel çoğulculukla ilgili ciddi fikirler, en
azından kültürel homojenleşmeye ait merhametsiz güçleri dikkate almak ve şu
soruları sormak zorundadırlar: “Tekdüzelik içinde çoğulculuk nasıl mevcut
olabilir?”, “tekil bir tüketim toplumunda çoklu kültürlerin var olma ihtimali
nedir?” Bu soruları sormak, kısmen onları cevaplamaktır da. Zira kültürel
çeşitlilik ve toplumsal homojenlik tersten birbiriyle bağlantılıdır. Kültürel
kimlik için yapılan çağrı, onun ölümüne dönük bir cevap olarak da
gerçekleşebilir.
Gelişmiş endüstriyel toplumun etkin homojenleştirici
güçlerine karşı durma konusunda hiçbir grup muktedir değildir, zaten çok azı da
bu konuda isteklidir. Afrikalı-Amerikalılardan Elenik Amerikalılara kadar tüm
Amerikalılar aynı ürünleri satın alırlar, aynı filmleri izlerler, aynı TV
kanallarını takip ederler, aynı eylemler içine girerler, şu veya bu şekilde
başarı yönünde aynı arzuları duyarlar. Pazarlama açısından bakıldığında bu
gruplar, müzik ya da spor gibi konularda farklı tüketici profilleri çizerler,
ancak bu profiller temel kimi kimlikler meydana getirirler. Gruplar arasındaki
tüm farklılıklar gözden kaybolmaz; bu açıktır. Ama bunlar kademeli olarak çöküşe
geçer. Tam da bu nedenle sözkonusu farklılıklar, bireylerin giderek artan
önemini varsayarlar. Kendi köklerini fetişize eden, kökü olan değil, köksüz
olandır.
Tam da çöküşe geçtiği dönemin ortasında etnik kimliğin
yeniden dirilişi çokkültürcülüğün dogmatik yorumcuları için iyi bir haber
olabilir, ama göç ve asimilasyonla ilgilenen tarihçiler için bu yeni bir şey
değildir. Hayli takdir toplamış bir göç tarihçisi olan Marcus Lee Hansen, tam
da bu konuyla ilgili genel bir “yasa” formüle eder. Hansen, “üçüncü nesil
çıkarların genel ilkesi” olarak nitelediği bu yasayı, “oğlun unutmak istediği,
torunun hatırlamak istediğidir” vecizesi ile özetler.
Hansen’e göre, ilk nesil göçmenlerin sırtında “maddî
kaygılar”ın yükü vardır ve geldikleri yerin eski kültürüne pek fazla ilgi
göstermezler. Amerika doğumlu olmaları yüzlerine vurulan oğulları ve kızları
ise kendilerine yabancı gelen eski dilden, dinden ve aile geleneklerinden
kurtulmak isterler; onlar “nisyan siyaseti”ni benimserler. “Yabancı bir nesle
mensup Yankileştirilmiş bir kişiden daha Yanki hiçbir şey yoktur.”[63] Bir
sonraki üçüncü nesil kendi kökleriyle ve ortak mirasla gurur duymayı hatırlar.
Bugünkü ifade ile üçüncü nesil kültürel kimlik, onun dirilişi ve
çokkültürcülükle ilgili coşkunluk için gerekli yakıtı temin eder.
1937’deki formülünden itibaren Hansen’in “yasa”sı
dikkatleri üzerine çekmiş ve kapsamlı bir biçimde eleştirilmiştir.[64] Birçok
yönden Hansen’in argümanı oldukça basittir. Zira o göçe ait şu özelliğin
yerinde olduğu kanaatindedir: gerçek bir çöküş sürecinde kültürel kimlik
yeniden doğmaktadır. Geçmişleriyle gururlanmak ve onu hatırlamak isteyen
oğullar ve kızlar üçüncü nesil Amerikalılardır; bunlar, Amerika’da doğmuş ve
burada eğitim almışlardır; bu nesilde artık herhangi bir “aşağılık hissi”ne yer
yoktur.
Amerikan kimliklerine olan güveni, belki de ona uyum
göstermesi, bu neslin geçmişi kendince işlemesine imkân verir. Sözkonusu nesil
millî ya da etnik kimliğini gururla taşır, iyi ama bu ne ifade eder? Bu nesil
de asimile edilmiştir, o, büyüklerinin dilinden, geleneklerinden ve
pratiklerinden mahrumdur. Polonyalı Amerikalılar Lehçe konuşmazlar. Afrikalı-Amerikalılar
Afrika hakkında çok az şey bilirler. Bu, bugünkü çokkültürcülerin bilmedikleri
ya da bilmek istemedikleri bir gerçektir. Açık bir dille ifade etmek gerekirse,
çokkültürcülük asimilasyonun karşıtı değil, onun ürünüdür.
Birçok çokkültürcü, beyanlarını “eritme potası” ve
asimilasyonla ilgili alışıldık reddiye ile süslerler, ancak yakından
bakıldığında bu terimlerin ilgili argümanları sorgulanır kıldığı görülür.
Nathan Glazer ve Daniel Moynihan’ın 1963 tarihli Beyond the Melting Pot [“Eritme
Potasının Ötesinde”] açıktan şu tespiti yapar: “Mesele şu ki eritme potası […]
hiçbir vakit gerçekleşmemiştir.”[65] Alıntı yapmak kolay, oysa ifadeye ve
anlama ilişkin daha dikkatli bir inceleme bize tersinin makul olduğunu
gösterir: Eritme potası gerçekleşmiş ve hâlâ gerçekleşmektedir.
Esasında Glazer ve Moynihan ifadelerinde açıktır:
onlar, Amerikan toplumunda “farklı dillerin, geleneklerin ve kültürlerin”
varlığını sürdürdüklerini ya da çoğaldıklarını kastetmezler; tüm bu unsurlar
üçüncü nesil için “kayıp” konulardır. İkili, belirli mesleklere ve coğrafî
bölgelere yoğunlaşan birer çıkar ve baskı grubu olarak New York siyahlarına,
Yahudilere ve İtalyanlara atıfta bulunur. Refah ya da eğitim gibi konularda
oluşturulmuş mahalle birliklerini ve politik konumları incelemek suretiyle Glazer
ve Moynihan etnik kimliğin varlığını sürdürdüğüne kanaat getirir. Bir yandan da
bu grupların özel kültürel bileşkelere sahip oldukları fikrini inkâr eder.
İkiliye göre etnik bloklar temelden farklı politik görüşler öne sürmezler.
Aksine New York’taki etnik gruplar belediye seçimleri gibi politik hayata
ilişkin ana yönelime duhul ederler.
Altmışların başında kaleme alınmış diğer bir klasik
çalışma, Milton M. Gordon’ın Assimilation in American Life’ı [“Amerikan
Hayatında Asimilasyon”] New York şehrinden daha geniş bir alanı dikkate alır ve
benzer bir sonuca ulaşır. Etnik kimlik şaşırtıcı biçimde “dayanıklı”dır;
Gordon, burada sadece kültürel değil, sosyolojik açıdan bir değerlendirme
yapmaktadır. Mutfak kültüründe, rekreasyon modellerinde, yer isimlerinde,
konuşmada, bina mimarîsinde, sanatsal ilham kaynaklarında ve belki de birkaç
alanda daha yaşanan küçük değişikliklerin ötesinde” Gordon’a göre, “Amerika’da
kültürleşme nesiller üzerinde karşı konulmaz bir zafer elde etmiştir.” Kültürleşmenin
engellendiği alan sosyolojiktir. Gordon’a göre bu, her bir etnik, dinî ve millî
grubun kendi komite, kulüp, örgüt ve kurum” şebekesine sahip olduğu anlamına
gelir.[66]
Gordon, “kültürel çoğulculuğun” karşısına “yapısal
çoğulculuğu” çıkartır. Yapısal terimi Gordon’ın ifade etmediği çoğulculuğa ait
yoğunluğa işaret ederek, yanlışa sevk edici bir niteliğe sahip olabilir.
Gordon’a göre, gruplar kültürel düzlemde değil, dostluk modelleri ve birlikler
arasındaki çizgiler aracılığıyla ayrışırlar. “Yapısal” ayrışma kültürel
ayrışmaya dayanmaz. Siyahlar siyahlarla takılırlar ve siyah kiliselerinde
ibadet ederler; Yahudiler Yahudilerle takılırlar ve sinagoglarda ibadet
ederler. Bu, sözkonusu grupların farklı kültürleri temsil ettiği anlamına
gelmez. Ya da Gordon’ın tespit ettiği üzere, “aralarındaki kültürel
farklılıklar kademeli olarak azalıp, hattâ önemli ölçüde yok olduğu koşullarda
bile ayrı grupların varlıklarını sürdürmeleri muhtemeldir.”[67]
1981’de sosyolog Stephen Steinberg, kimi katı
ifadelerle yüklü, The Ethnic Myth [“Etnisite Efsanesi”] isimli bir kitap
yayımlayarak, etnik kabarış ve kültürel kimlikle ilgili bahisleri
değerlendirir.
“Bu kitapta geliştirilen tez, etnik dirilişin on
dokuzuncu ve ilk dönem yirminci yüzyıl büyük göç dalgalarında yer almış etnik
grupların ‘ölüm öncesi aldığı nefes’ olduğudur.” Yani buradaki diriliş,
etnisitenin gerçek anlamda yeniden canlanmasına değil, etnik kültürlerin dumura
uğramasına ve etnik cemaatlerin çöküşüne ilişkin bir belirtidir. Tarihsel bir
perspektife yerleştirildiğinde dirilişin, muhtelif neslin oluşumunda rol
oynayan eğilimlerin terse çevrilmesi muhtemel olmadığından, çıkışından itibaren
lânetli olduğu görülür.
Diğer ölçülü yorumcular gibi Steinberg’e göre de
kültürel ve etnik gruplar Amerikan toplumunun homojenleştirici gücüne karşı
ayakta duramazlar. “Giderek kültürel değerler ve hayat tarzları -bir yandan
kitlesel medya ve popüler kültür, diğer yandan evrensel değerlere bağlı eğitim
kurumlar gibi- etnik çevreye yabancı etkiler tarafından biçimlendirilirler.”
Geriye kalan, zayıf ve sembolik bir etnisitedir.[68] Etnisite Efsanesi’ne
yazdığı yeni önsözde Steinberg, ırk ve etnisite ile ilgili “efsaneler ve yanlış
anlamalar”ı dağıtma konusunda “kitabın yaptığı nihaî hata” karşısında
üzüntülerini bildirir. “Sözkonusu ideolojik akımlara karşı çıkmak yukarı doğru
yüzmek gibidir -başlangıçta bir enerji patlaması yaşanır, ilerleme kaydedilir
ama akıntının gücüne kaçınılmaz olarak teslim olunur.”[69]
Diğer bir sosyolog Richard D. Alba da asimilasyonun
karşı konulmaz güçlerini belgeler. Konuşulan dillerin, meskûn mahalleri ve
yabancılarla evliliklere ait fihristi kullanmak suretiyle Alba, “etnik
farklılıkların toplumsal temellerinin Avrupalı ecdada mensup Amerikalılarca
aşındırılmıştır. […] Görece yaşlı ve daha etnik olan nesiller yerlerini
ortalama olarak daha az etnik olup daha az etnik bütünsel gruplar oluşturan
çocuklarına ve torunlarına bırakmışlardır.”[70] tespitinde bulunur. Bu tespitin
hiçbir noktası çürütülemez.
Diğer araştırmacılar yeni göçün İngilizcenin durumunu
tehdit ettiği gerçeğini göz ardı ederler. Sosyal bilimci Geoffrey Nunberg,
“Esasında yakın dönemde göç edenler, kanıtların da gösterdiği üzere, ilk dönem
göçmen nesillerinden daha hızlı ve daha büyük bir coşku ile İngilizce
öğreniyorlar.” diye yazmaktadır. “Müdafilerine çokkültürcülük ne ifade ediyorsa
etsin, o İngilizcenin millî ortak dil olarak kabulünün reddini elbette ihtiva
etmez.” Örneğin, yeni isimler yeni gelen Hispaniklerin “sadece İngilizcede ustalaşmakla
kalmadıklarını, ayrıca ebeveynlerinin dilini ve kültürünü reddettiklerini
göstermektedirler.[71]
Esasen bu basit ve belki de hoş olmayan gerçekler
çokkültürcülükle ilgili gevezelikler içinde yorumsuz kabul görürler. ABD’nin
giderek daha fazla çok dilli olması sözkonusu değildir. Diğer toplumlar kadar
tek dilli bir yapı arz etmektedir. Kallen’ın o ünlü örneğine bakarsak, gayet
uyumlu ve ayrışık bir toplumdan müteşekkil olan İsviçre iki ve üç dili ortak
kullanmaktadır. Diğer yandan ABD’de ise yabancı diller alanında giderek daha az
sayıda öğrenci yeterlilik belgesi almaktadır.
Amerikan müfredatına şiddetle itiraz eden çalışması, Tourists
in Our Own Land’de [“Ülkemizdeki Turistler"] ABD Eğitim Departmanı
görevlisi Clifford Adelman, dil çalışmalarındaki ani gerilemeyi belgeler. Bu
noktada bir coşkulu bir çokkültürcünün telâşa kapılması beklenebilir. Her
şeyden önce dil ve kültür birbirini yaşatan unsurlardır. Ancak bu iki unsurdan
nadiren bahsedilir. “Çokkültürcülük ve kültürel çeşitlilikle ilgili günümüz
tartışmalarında yerli dilleri ve dillerin idamesi ile ilgili çok az şey
işitiyoruz.” diyen Adelman, İngilizceyi anadili olarak konuşanların ikinci bir dil
öğrenerek başka bir kültüre nüfuz etmemelerinden şikâyet eder. Adelman, başka
bir dil öğrenmeyen insanların turistten başka bir şey olamayacağını söyler.[72]
Farklı ifadelerle söylemek gerekirse, çok az sayıda Amerikalının yaptığının
aksine, başka bir dil öğrenmemek, Afrika’yı Kwanzaa, Almanya’yı Oktoberfest
üzerinden öğrenmek gibi bir şeydir.
Amerikanizasyonun kaçınılmaz güçleri, tüm grupların
aynı başarı ile iştirak etmelerini güvence altına almamaktadır. Irksal ya da
etnik adaletsizlik yüzünden dışarıda bırakılanlar zorunlu olarak farklı bir
kültür meydana getirirler. Istırap bir kültür doğurmaz. En iyi niyetleri ile
1959’da takdim ettiği sefalet kültürü terimi ile antropolog Oscar Lewis,
Meksikalı ailelerin yaşadıkları yaygın yoksulluğu izah etmeye çalışır. Ömrü
boyunca sosyalist kalan Lewis, antisemitizm korkusu ile Lefkowitz olan ismini
değiştirir. Beş alt başlığı bulunan Five Families [“Beş Aile”] isimli
kitabındaki “The Anthropology of Poverty” [“Sefaletin Antropolojisi”] başlığı
yayımlandığında “Mexican Case Studies in the Culture of Poverty” [“Sefalet
Kültürü Konusunda Meksika'da Yapılan Vaka Çalışmaları”] olarak değiştirilir.
Kitap ve “sefalet kültürü” ifadesi zamanla popülerleşir; ancak eleştirmenler,
sefalete yol açan ekonomik koşullar yerine özgün kültürel özelliklere işaret
ettiği için Lewis’yi kınarlar.[73]
Gene de “bu yaklaşım eşsiz bir başarı elde eder;
“kültür”ün ekonomik içeriğine çok az kulak verilir. Antropolog Charles A.
Valentine’in birkaç yıl önce ifade ettiği üzere, toplumun kültürle ya da
altkültürle ilişkisine çok az dikkat çekilir. "Bu meselelerin halledilmesi
oldukça gecikti, zira millî ve milletlerarası hayatın her noktasında
‘kültürler’in keşfedilmesi entelektüel açıdan oldukça havalı bir işti.” Mantık
ya da gözlem açısından toplum ya da kültür dışında bir “altgrup” meydana
getiriliyor. İyi de burada kesin olan nedir? Geniş bir çerçeveden
bakılmadığında, her bir grup ayrı bir evrende yaşıyorsa, ayrı tutulanlar
efsaneleştirileceklerdir.[74]
Dikkatli bir gözle bakanlar için ayrı kültürlerin o
kadar da ayrı olmadıkları açıktır. Philadelphia’daki fakir siyah çocuklarla
ilgili kışkırtıcı kitabı On the Edge’te [“Eşikte”] Carl H. Nightingale,
bu çocukların onları savunmasızlıklarından yakalayan tüketim toplumuna giderek
teslim olduklarını tespit eder. Öncelikle onlar toplum dışı tutulmuşlar ve
aşağılanmışlardır; bu çocuklar, belirli markaların, altın zincirlerin ve Amerikan
başarısının nişanesi olan pahalı otomobillerin fanatik hayranları hâline
gelmişlerdir.
“Mümkün olan en kısa sürede bu çocuklar break dansçı
ekibin bir parçası hâline gelmek isterler. Henüz beş veya altı yaşındayken
mahalledeki birçok çocuk, Gucci ve Evan Piccone’dan Pierre Cardin’e,
Mercedes’ten BMW’ya, yetişkinlere has lüks hayatın temel ilkelerini ezbere
okuyabilirler. […] On yaşından itibaren çocuklar Nike ve Reebok gibi spor
ayakkabıların cazibesine bütünüyle kapılmaya başlarlar.” Ardından repçiler ve
torbacıların etkisi altına girilir. “Her yerde bulunabilinen rap kasetleri”
eski soul ve R&B hitlerini hiçbir vakit karakterize etmemiş olan bir
kazanma ve tüketme meşgalesini gösterir. “Yereldeki torbacıların cazibesi […]
cazip tüketim ustalığı ile birlikte, siyah olmanın yüceltilmesinden
kaynaklanır.” Nightingale, “tüketim tutkusunun fakir şehirli Afrikalı-Amerikalı
çocukların duygusal ve kültürel hayatına tahrip edici sonuçlar doğurarak
sızdığı” sonucuna ulaşır.[75]
Hiçbir grup, kültürden mahrum olduğunu duymak istemez
ama mesele de bu değildir zaten; aksine mesele, muhtelif kültürlerin
birbirlerinden ve hâkim Amerikan kültüründen neden farklı olduklarıdır. Örneğin
Melville’den Herskovits’e oradan Sterling Stuckey’ye kadar sayısız akademisyen,
Afrika hikâyelerinin, şarkılarının ve dillerinin Amerikalı siyahların
pratiklerinde yaşamayı sürdürdüklerine ilişkin bir yığın belge toplamıştır.[76]
Bu, hayli geçerli ve değerli bir gayrettir, ancak bugün Afrikalı-Amerikalıların
farklı bir kültür teşkil ettikleri anlamına da gelmez; aynı tespit, İtalyan
Amerikalılar, Japon Amerikalılar ve Yahudi Amerikalılar için de geçerlidir.
En marjinal ve esneklikten uzak olanlar hariç hiçbir
grup, Amerikan toplumunda ayrı bir kültür olarak hayatta kalamaz, hatta bunu
istemez bile. Bu tarz gruplar hayatta kalırlar fakat çokkültürcülük dâhilinde
çok küçük bir rol oynarlar, zira bunlar içerilmekten çok dışarıda tutulmak
isterler. Örneğin Amişler, çokkültürcülük tartışmalarında nadiren yer bulurlar;
bunun nedeni, onların küçük bir grup olmaları değil, ana akımın çok dışında
olmalarıdır. Ancak dışarıda olmaları, çoklu kültürlerin şu veya bu şekilde aynı
şeyleri istediğini söyleyen çokkültürcülüğün dile dökülmeyen uyumluluğunun
altını çizer. Diğer Amerikan kültürlerinin aksine Amişler, elektrik, otomobil
ve en modern tüketim mallarını kullanmayı reddederler; büyük ölçüde
kendilerinin diktikleri kıyafetler yüzyıl boyunca çok az değişmiştir. Bu
topluluk alabildiğine endüstri öncesi, komüniteryan bir topluluktur.
Dışarıdan gelen birçok insan bu durumu oldukça ilginç
bulabilir, bundan fazlası da olmaz zaten. Bir Amiş uzmanına göre turistler
Amişleri görünce büyülenmekte, akademisyenler onların akıl sağlıkları ve içinde
yaşadıkları çevresel koşulların sessizliği konusunda çığırtkanlık
yapmaktadırlar. “Bu türden övgülere rağmen ziyaretçilerin çok azı teknolojik
avantajları geride bırakıp Amişlerin hayatındaki kolektif nizama teslim
olmaktadır.”[77] Amişlerle birlikte yaşamış olan Randy Testa’ya göre, “Amiş
olmak bir hayat tarzı değildir.”:
“Ben,
Amiş olmayı hiç istemezdim. Olamam da. Bir insan Katolikliğe ihtida edebilir ve
ikinci el araba satıcısı, yatırım bankacısı ya da bir güzellik salonu sahibi
olmayı da sürdürebilir. Bu mesleklere Amiş toplumunda rastlanmaz. […] Amiş
olmak bir iman meselesidir ve her şeyi bütünüyle kuşatan bir yaşama biçimidir.
İyi ya da kötü, Amiş olmak, dünyevî olanı geride bırakmak demektir.”[78]
Amerikanizasyonla ilgili basit gerçekler kültürel
çeşitlilik fikrini üretenleri pek de şaşırtmaz. Kallen’ın seksen yıl önce
formüle ettiği biçimiyle “kültürel çoğulculuk”, baskıcı Amerikanizasyon
karşısında kültürel kimliği muhafaza etmek yönünde ortaya konulan cüretkâr bir
çabadır. Oysa mesele bunun da ötesindedir: o kültürel uzlaşmaya doğru atılan
kaçınılmaz bir adımdır.
Silesya’da doğan Kallen, ortodoks bir haham olan
babası tarafından ABD’ye getirilir. Sekiz evlât içinde en büyüğü ve tek erkek
çocuk olan Kallen’dan beklenen, babasının hahamlığını sürdürmesidir. Oysa
“katı” ve otoriter” bulduğu babasının o acımasız mütedeyyin dünyası Kallen’a
itici gelmektedir. “Ondan hiç hoşlanmazdım.” diyen Kallen düzenli olarak evden
kaçar. Sadece bir kez, o da babası ölüm döşeğindeyken, isteksiz de olsa, övücü
bir ifade kullanacaktır onun hakkında: “(O) çevresine hiçbir tavizde bulunmamış,
eski Yahudi okuluna mensup son kişidir.”[79]
Kallen, “Yahudiliğin çevresine tavizde bulunmasını,
genel teamüle uygun hareket etmesini ve Yahudi olarak yaşamayı bırakmadan,
“laik, hümanist, bilimsel ve endüstriyel ekonomiye uyumlu olmasını ister.”
Kallen ve Afro-Amerikalı Alain Locke gibi onun “kültürel çoğulculuk” programına
iştirak eden diğer isimler arzuladıklarından daha fazla başarılı olurlar. Bugün
kültürel çoğulculuk, çokkültürcülük ve kültürel çeşitlilik gibi terimler
Amerikan hayatında farklı hayatlar değil, farklı hayat tarzları tasarlarlar. “Farklı”
kültürler aynı Amerikan başarısını düşleyip planlarlar ve kimi zaman bu
başarının keyfini çıkartırlar. Haberlere kulak vermeyenler, sadece
çokkültürcülük ideologlarıdırlar.
* * *
Ekonomik ve sosyolojik analizlerin yokluğunda kültürel
yaklaşımlara yönelik abartı, kültürlerin temelde farklı olduğu önermesi,
asimilasyon ve homojenleşme güçlerinin dikkate alınmasındaki hata ya da
beceriksizlik, her türden politik görüş ve seçenekten yoksun olmak, tümü
birden, günümüzdeki çokkültürcülük tartışmalarını karakterize eden hususlardır.
Ya tüm gruplara saygı duyulması gerektiğine ilişkin benzer (ve değerli)
duyguları takdir eden ya da yıkıcılığın hiçbir temele sahip olmadığı yalanına
sarılan bir tür siyaset türemektedir.
Yakın zamanda oluşan toplam liberal çokkültürcülüğün
mahcup ve solgun kavramlarını örnekler. Multiculturalism [“Çokkültürcülük”]
yazarları, kültürlerin temelde çelişkili olduğunu varsayarlar ve liberalizmin
çelişkili taleplerle nasıl uzlaştığı üzerine kafa patlatırlar. Kitap, saygın
bir liberal felsefeci olan Charles Taylor’ın “Kabul Siyaseti” isimli makalesi
etrafında döner. Taylor’a göre, “kabul” sadece başkalarına borçlu olduğumuz bir
nezaket değil, hayatın “ideolojik” olduğu gerçeğine bağlı “hayatî bir insan
ihtiyacı”dır. Bizler kendimizi başkalarıyla kurduğumuz temaslar aracılığıyla
tarif ederiz. Ne yazık ki “modern çağla birlikte” kabul ihtiyacı sıklıkla
tatmin edilmemiş bir şey olarak kalır. "Kabul edilmemek” saygısızlıktan
daha fazlasını ifade eder. “O, insanda ağır bir yara açar ve kurbanlarının
sırtına öznefretin felce uğratıcılığını yükler.”
Bu durum zamanla daha da kötüleşir. Klasik liberalizm,
kabulü sınıfsal, cinsî ya da ırkî farklılıkları göz ardı etmek için ele alır.
Ne yazık ki eşitlik ilkesi, Taylor’ın, kökleri Rousseau ve Herder’e dek uzanan
“otantiklik çağı” fikri üzerinde yükselen “farklılık siyaseti” olarak
adlandırdığı yeni bir fikirle ya da ihtiyaçla çatışma içine girer. Taylor’a
göre otantiktik, “İnsan olmanın kesin bir yolu varsa o da benim yolumdur.”
anlayışıdır. “Benim hayatımı bu şekilde yaşamam isteniyor. […] Kendime dürüst olmam,
kendi özgünlüğüme dürüst olmam demektir.” Taylor, ana liberalizm akımının
armağan ettiği “eşit kabul” fikri ile çokkültürcülüğün altını çizdiği
“otantiklik” anlayışının ihtiyaç duyduğu özel kabulü uzlaştırmanın yollarını
arar.
Taylor bu cevizi kemirmekten mutludur: klasik
liberalizmin eşitlikçiliği, özgül kültürler için özel bir kabul talep eden
çokkültürcülükle nasıl uzlaştırılabilir? Ama Taylor, kabuğun içindeki meyveye
ulaşmak için ciddî meseleleri örtbas eder. Yeni başlayanlar için sormak
gerekirse, otantiklik nedir ve nasıl elde edilir? Taylor’a göre “otantiklik”
çokkültürcülüğü teşkil eden farklılıkları hayatta tutar ama Taylor bir yandan
da Avrupa’nın ünlü varoluşçularından Martin Heidegger gibi ilgili kavramı
efsaneleştirir. Aklı başında olan bu Kanadalı felsefeci zamanla bulanık
fikirlere sahip Heidegger’ciler takımına katılır.
The Jargon of Authenticity [“Otantikliğin Jargonu”] isimli çalışması ile Haydegercilere
karşı giriştiği polemiğinde T. W. Adorno’nun da ifade ettiği üzere,
“otantiklik” müphem bir kavramdır; bu kavram, hiçbir vakit sahip olmadığı bir
hikmete sahiptir. Terim, maneviyatı ve kökleşmişliği hatırlatarak efsanevî,
biçimsel ve boş bir yöntemi varsayar. Bir kişinin “otantik” olup olmaması neye
bağlıdır? Nesnelliğin safra niyetine atıldığını söyleyen Adorno, “öznellik
otantikliğin hâkimi hâline gelir.” diye yazar. Otantiklik anlayışı sonuçta
totolojiyle sonuçlanır; benlik benliği meydana getirir. “İnsan ne ise odur.”
diyen Heidegger, otantiklik inancının bir numaralı müdafisidir.[80]
Taylor’ın formülleri Haydegercilerin sahte hikmetinden
mahrum olsa da onlar aynı mantığı ve jargonu paylaşırlar. “Otantiklik,
kendimle, yani iç doğamla kurduğum bir tür temasın ahlâkî önemi ile bağdaşır.
[…] Her bir sesimizin özgün olduğunu söyleyen özgünlük ilkesi ile tanıştırmak
suretiyle öztemasın önemini büyük ölçüde artırır.” Otantiklik benliği
efsanevîleştirir; en kötüsü o talimatları takip eder. Taylor’ın ifadeleri bile
sözkonusu hilekârlığa ihanet eder. “Benim hayatımı bu şekilde yaşamam
isteniyor.” İyi de kim istiyor? Otantiklik bir yandan radikal bir bireycilik
öngörür, bir yandan da otantik olmayanı defetmek için soykütüksel tabloları
gereksiz yere kullanır. Ondan mistisizmin ve polisin pis kokuları yükselir.
Bunun dışında Taylor, otantik bireyler fikrinden daha
müphem bir fikir olan otantik kültürler fikrine kayar. Muhtemelen belirli
otantik kültürler özel bir kabule muhtaçtır. Hangi kültürler için ne türden bir
kabul sözkonusudur burada? Quebec ile ilgili sürekli atıfta bulundukça sis
çöker. Birçok yorumcu gibi Taylor da şu tespiti yapar: “Tüm toplumlar giderek
daha fazla çokkültürlüleşmektedirler.” Sanki bu, tartışmasız kabul edilmesi
gereken bir gerçekmiş gibi takdim edilir. Devamında neye atıfta bulunduğu ya da
aralarındaki farkların ne olduğu konusunda bir izahat verme zahmetine girmeden,
çoğunluk kültürünün azınlık kültürünü tehdit ettiğini söyler. Quebec’in farklı
bir kültürü temsil edip etmediği bile tartışmalı bir husustur. Burada hâkim
olan dil Fransızcadır, ancak sormak gerekir: bir dil tek başına kültür meydana
getirir mi? Birçok tarihçinin fikrine göre pek değil. Eric Hobsbawm’a göre,
“dil kültürel toplulukları ayırmak için kullanılabilecek yegâne ve öncelikli
tek yol değildir. Polonya ya da Belçika’daki bağımsızlıkla ilgili politik
iddiaların temeli dil değildir. […] Ayrıca Britanya’daki İrlanda hareketi de
dile yaslanmaz.”[81] Dil tartışmaları, iki kültürün çatışmasına zorunlu olarak
işaret etmez. Eğer Quebec bağımsız bir millet olursa, bir gözlemcinin Montreal
ve Toronto’nın farklı kültürleri temsil ettiği sonucuna varması mı gerekir?
Her halükârda Taylor başarısızdır. Hayatın “diyalojik”
(çift mantıklı -ç.n.) olduğunu ve karşılıklı kabule ihtiyaç duyduğunu
söyleyen anlayış tartışmasız içerilecek bir anlayış olamaz, ayrıca onaylanmaya
da muhtaçtır. “Kabulden yoksun kalma bir tür zulümdür.” diyen anlayış,
psikoloji diline mahsus bir söylemdir ve kültürlere bütün olarak uygulanan
özsaygı gevezeliğine dair felsefî bir görüştür. İnsanları ezen, hangi anlama
gelirse gelsin, “kabul yoksunluğu” değil, kötü bir işe sahip olmak, hatta işsiz
olmak, çürüyen toplumlar, parçalanan insan ilişkileri ve sakatlanmış eğitimdir.
Gerçeklik, Taylor ve onun felsefe alanındaki
meslektaşlarının tüylerini ürpertir. O, toplumdaki “homojenleşme”
eğilimlerinden toplumsal gerçekliği değil, eşit haklar “kavram”ını türetir.
Onun yorumcuları batonu alırlar ellerine ve tehdit altında olan ya da tehdit
eden kültürler anlayışını yönetirler ama ayrıntılarda yetersiz kalırlar.
Michael Walzer’e göre, hâkim kültür azınlık kültürlerini tehlikeye sokmaktadır.
Walzer, “kimi milliyetler, toplumsal birlikler ya da kültürel cemaatler
diğerlerine nazaran daha fazla risk altında” olduğunu söyler, bu ifade pek bir
anlam ifade etmese de, cüretkâr bir üslupla kendi izahatına başlar: “Amerikan
hayatına ait kültür destekleyicidir demek, ötekilerine nazaran bu hayat tarzına
daha fazla destekleyicidir demektir.” Buradaki “demek” ifadesinin hiçbir değeri
yoktur, bu bir yandan ilgili felsefecinin arsızlıkla gerçekleştirdiği yağmayı
ifşa ederken, bir yandan da eski ders notlarını karıştırdığını gösterir.
Taylor ve meslektaşları gerçek çelişkilere işaret
ederler. Ancak kabul, otantiklik ve kültürel özsaygı ile ilgili jargon suyu
bulandırır. Bu kişiler şu veya bu şekilde kültürü neyin teşkil ettiği ve tekil
bir toplumda çokkültürcülüğün ne olduğu hususunda kafa patlatmış insanlardır.
Gerçekte bu isimler çokkültürcülük alanından kültürel farklılıklar, “hayat
tarzları” ve hatta sanki bunlar aynıymış gibi, dünyayı görme biçimleri” alanına
kaçmışlardır. Bu kaçış muhtelif yorumcuyu kadınları, hatalı kabulün çilesini
çeken “avantajsız” bir kültür olarak takdim etmeye iter. Kadınlar ne tür bir
kültür meydana getirirler? Bu kültür toplumdan topluma değişir mi? Bu aklı
başında düşünürlerin zihinsel tembellikleri tartışmaların yayılmasına neden
olur; tüm açıklığı ile mevcut olan gelişmiş endüstriyel toplumdaki kültürel
farklılıkları yazmak, varlıkları müphem olan farklı kültürleri yazmaktan daha
kolaydır.
Örneğin, kültürel farklılıkları resmedici birer unsur
olarak Noel’e, Hanuka’ya[82] ve Kwanzaa’ya[83] bakılabilir; ama bunları
Amerikan toplumundaki farklı kültürleri temsil eden birer unsur olarak ele
almak pek olası değildir. Bu tatillere ilişkin daha cesur bir yaklaşım,
bunların farklılıkları değil, benzerlikleri kaydettiği sonucuna varabilir. İngiliz-Amerikan
dünyasında Noel, daima popüler kutlamalara yol vermiştir. Oysa on dokuzuncu
yüzyıldan beri alışveriş yapmak ve hediye değiş tokuş etmekten başka bir anlam
ifade etmemektedir. Santa Claus’un kendisi hediyeler veren “rengârenk bir
bileşim” olarak resmedilir. Tarihçi Leigh Eric Schmidt’e göre, “oyuncakçılar ve
şekerlemeciler pazardaki çıkarlarına uygun olarak çocuklara yoğunlaştıkça Santa
Claus’u kullanmanın yolunu açmışlardır.”[84]
Kısmen Aralık ayında başlaması nedeniyle pek de önemli
olmayan Hanuka Yahudilerin önemli bir tatili hâline gelir ve Noel’in düştüğü
tuzaklardan birine düşerek kendisinde olmayan hediye değiş tokuşuna tanık
olur.[85] Kwanzaa eylemci siyah bir profesörün keşfidir, Afrikalı-Amerikalılara
Noel için bir alternatif sunmak amacıyla Noel ile Yılbaşı arasına
yerleştirilir; ticarîleşmemesi öngörülüp sadece ev yapımı hediyelerin takas
edildiği tatil zamanla piyasa güçlerince kuşatılır.[86]
Bu gerçekler otantiklik ve kabulle ilgili felsefî
tartışmaya halel getirmezler. Taylor bu muamma ile boğuşarak şu sonuca ulaşır:
“Eşit değerin kabulü için otantik olmayan ve homojenleştirici talep ile
etnisite merkezci ölçütler dâhilinde kendi kendine set çekme arasında bir orta
yol bulunmalıdır.” Bulunmalı tabiî ama Taylor sadece ikazda bulunuyor. “[Eşit
değer] ihtimalinin bizden istediği, mutlak ve otantik olmayan hükümler değil,
[…] sonuçta oluşacak birleşmelerdeki ufkumuzu yerinden etmesi gereken karşılaştırmalı
kültür çalışmasına açık olmamızdır.”[87]
Politik felsefecilerde mahcup sonuçlara, kireçli bir
dile ve boş kavramlara sıkça rastlanır; esasında onlar bu tip saçmalıklarda
başarılıdırlar. Bu tip bir faaliyetten kurtulamazlar. Taylor’ın önde gelen
yorumcuları onun makalesini coşkuyla ele alırlar. Johns Hopkins Üniversitesi
felsefe profesörü Susan Wolf, “olağanüstü zengin” ve “fevkalâde” gibi
ifadelerle memnuniyetini bildirir. Bu denli tahrik edici bir çalışma
okumadıklarını söylerler. Derleme, kemik ve kaslardan yoksun bir liberalizm
önerir.
Gene de Taylor ve liberal felsefeciler sola göre açık
ve dürüst bir biçimde düşünürlerdir. Çokkültürcülük denizinde solcular iktidar,
farklılık ve marjinalleşme gibi hususlarda uflayıp puflarlar; solcular, radikal
ve dönüştürücü çokkültürcülükten dem vuran, sonu gelmeyen sayısız makale ve
kitap kaleme alırlar. Yıkıcı olan, asla özgülleşmiş değildir oysa.
Karşı-hegemonya, parçalanma ve tartışma gibi terimlerin biteviye tekrarlanması
insanda kusma hissi uyandırır; yapı çökmesin diye bu terimler her cümlede bir
biçimde kullanılır. Şikago Üniversitesi profesörü Homi K. Bhabha şu tespiti
yapar:
“Kültürel
farklılık, kutuplaşmaların ve çoklukların esneme payı olarak anlaşılmalıdır.
[…] Kültürel yorum sürecinde doğan anlam ve değerlerin uyumsuzluğu, millî
toplumun geçişsel alanlarında yaşamanın tanık olduğu şaşkınlığın bir etkisidir.
[…] Bir aracılık biçimi olarak kültürel farklılık, azınlık söylemine ait
stratejilere benzeyen bütünleyici yıkımın mantığına iştirak eder. Kültürel
farklılık meselesi yan yana duran bilgi düzeni ya da pratiklerin dağılımı
olarak çıkar karşımıza ve reddetmek yerine tartışılması gereken toplumsal
çelişki ya da çatışmanın bir biçimini oluşturur. Toplumsal hayatın temsilleri
ve konumlarının ayrışması, kültürler arası tartışma sürecinde üretilen ölçüsüz
anlamlar ve hükümler aşılmaksızın kavranamaz.”[88]
Çokkültürcülükle ilgili radikal program, bir hava
kompresörüne tutturulmuş bir jargon olarak betimlenebilir. Yakın zamanda
yapılmış bir derleme çalışma olan Mapping Multiculturalism [“Çokkültürcülüğü
Haritalandırmak”] bahsi geçen türü kendince örnekler. Editörleri gerçek
çokkültürcülüğün liberal asimilasyonu ya da çoğulculuğu aştığını tespit
ederler; gerçek çokkültürcülük daha dirençli ve tehditkârdır. Derlemeyi
hazırlayanlar, “talipler cemaatinden hakikî olanı seçmek için üç noktalı bir
rehber önerirler.” İlk nokta, gerçek çokkültürcülüğün, sıradan çoğulculuktan
çok, “cinsiyet, seksualite, (çeşitli etnisiteleri tek çatı altında buluşturma
anlamında) yeni panetnisiteler ve Queer Ulusu (New York’taki gey eşcinsel hareketi)
gibi yeni “uluslar”a dayalı tüm perspektiflere karşı “gayet misafirperver”
olmasıdır. İkinci noktaya göre gerçek çokkültürcülük, hem ırk tabanlı grup
kimliklerini hem de özcülük karşıtlığını onaylar. Son olarak “”dönüştürücü”
çokkültürcülüğün derdi, “politik eşitlik”tir. “Gerçek çokkültürcülük, politik
ve kültürel kapsama faaliyetine muhtaçtır, onun için iktidarın ilgili gruplar
arasında paylaşılması gereklidir.”[89]
Bu zırvalığın izahı için tonlarca sayfaya gerek var.
En iyi hâliyle bu tip çalışmalar daha fazla şey öneriyormuş gibi görünen
liberalizme doğru kapaklanırlar. Eğer çokkültürcülük “yeni perspektifler”e
“açık” olmak olarak tarif ediliyorsa, o zaman buna çok az insan itiraz eder. En
kötü hâliyle ilgili çalışmalar, akılsız görecelikçilik olarak zuhur eden
muhafazakâr kâbusunu temsil ederler. çokkültürcülük, tarihin yolunu harap eden
her şeyi kucaklamak anlamına gelir; her ilişkiye kültür muamelesi yapılır ve Queer
Ulusu gibi topluluklar bile “ulus” olarak etiketlenir. Mesele, cinsiyet ya da
“panetnisite”nin nasıl bir ulustan çok yeni bir kültür teşkil ettiğidir.
Yazarlar bu konuda hiçbir şey söylemezler. Eleştirel düşünce kavramsal özene ve
hassasiyete muhtaçtır; günümüzde bunun yerini tezahüratlar ve akademik süslü
laflar almıştır.
Çokkültürcülüğün ırksal ve ırksal olmayan grupların
eşitliği ile (konuşma dilinde özcülük karşıtlığı ile) anlamlı olduğunu söyleyen
tespit, eski bir aldatmacaya dayanır. Eğer üstesinden gelemiyorsanız, her
ikisinden söz ediniz. Oysa meselenin özü, politik iktidar ve eşitlik talebidir.
Eşitlik temelinde orduda daha fazla kadın bulunmasını, hükümette daha fazla Afrikalı-Amerikalının
yer almasını ya da daha çok sayıda Latin Amerikalının polis olmasını talep
etmek mümkündür, ancak bunun çokkültürcülükle ne ilgisi vardır?
Çokkültürcülükte belli bir dinamizmin olduğu
varsayılır ama bu konuda pek izahatta bulunulmaz. Bireyler, farklı kültürlerin
taşıyıcıları olarak çıkarlar ortaya. Muhtemelen siyah bir hukuk profesörü gibi
siyah bir polis de siyah olmayan meslektaşının kültüründen farklı bir kültürü
temsil eder. Çokkültürcüler yanlış genellemelere giderlerken, bir yandan da
onları imha ederler. Sanki Adolf Hitler ve Anne Frank aynı Avrupa’yı temsil
ediyormuş, homojen bir Avrupa mevcutmuş gibi “avrupamerkecilik” türünden terimlere
karşı çıkılır.[90] Bu, aynı zamanda tam olarak tarihsel değildir de. Klasik
edebiyat uzmanı Karl Galinski’nin yazdığına göre, grekoromen dünya,
avrupamerkezci olmak şöyle dursun, tüm Akdeniz’i, Kuzey Afrika’yı, Mısır’ı,
Yakın Doğu’nun önemli bir bölümünü ve kısmen de Ortadoğu’dan Afganistan’a
oradan İndus Vadisi’ne uzanan bölgeyi ihtiva eder.”[91]
Bunların hiçbirisi önemli değil. Ana hedef iktidardır,
güçlendirme, meslekler ya da kaynaklardır. İktidar çağrısı özellikle
çokkültürcülükle birlikte, kulağa radikal ve ciddî bir konuymuş gibi gelir.
Esasında vizyonsuz ya da programsız bir iktidar hiçbir şey ifade etmez. Bu,
belirli insanların daha fazla yetki ve nüfuz elde etmesine dönük bir taleptir.
Kadınların ya da Afrikalı-Amerikalıların muhtelif alanlarda artan temsiliyeti
eşitlik adına açıktan savunulabilir. Bu hedef arzulanır oldukça çokkültürcülüğe
görece daha az işaret eder ve yıkımdan ise hiç söz etmez. Siyah belediye
başkanları farklı bir kültürü mü temsil ederler? Ya da kadın yüksek mahkeme
hâkimleri? Ayrıca temsil etmeleri gerekiyor mu? Retoriğin üzerindeki örtü
çıkartılıp atıldığında iktidar çağrısının ve onun bozuk psikolojik biçiminin
çokkültürcülük adı altında birleşme siyaseti güttüğü görülür. Herkes aynı eylemden
daha büyük bir pay almak ister.
Partizanlar devrimci retoriğin ateşini elbette ki
harlayacaklardır. Müfredatın ve ders kitaplarının yeniden düzenlenmesine
yönelik makul öneriler yanında çokkültürcülük talebi çok az şey ifade eder.
Örneğin Ted Gordon ve Wahneema Lubiano isimli iki profesör, farklı kültürlerin
ya da çeşitli grupların açığa çıkarılması ile ilgili faydalı bir çalışmanın
ötesine giden bir çokkültürcülük talep etmektedir. Gordon ve Lubiano’ya göre,
“çokkültürcülük, bilgiyi örgütleyen ve eşitsiz güç farklılıklarını besleyen yolların
yeniden düşünülüp inşa edilmesine ihtiyaç duyar.” Bu, “dönüştürücü
çokkültürcülükle ilgilenen bizim gibi insanların onun hâkimiyet içinde
tutulamayacağı hususunda ısrarcı olmaları gerektiği anlamına gelir.”
Müphem bir İngilizce, müphem bir siyaseti yansıtır.
Çokkültürcülüğün “hâkimiyet içinde tutulamaması” ne demektir? Bu bir devrim
çağrısı mı? Yıkımdan mı söz ediliyor? Açık değil. “Azınlıklara mensup
insanların üniversite yönetim zincirinin tüm halkalarında bulunması
önemlidir. Onların siyaset üretiminin her aşamasında var olmaları gerekir.”
“Dönüştürücü çokkültürcülük” üniversitede çalışan işçilerle onların ırkî, cinsî
ve sınıfî yapıları arasındaki ilişkilere hitap etmelidir.”[92]
Alabildiğine ortak olan bu konumlar sınırsız
efsaneleştirme becerisine ihanet ederler. Siyaset üretimine iştirak etmek
devrimci çokkültürcülüğü meydana getiren şeydir. Muhtemelen “bilginin
örgütlenmesi”ne karşı çıkmak arzu edilir bir husustur, ancak iyi de bu ne
demektir ve kültürel çoğulculuğun bununla ilişkisi nedir? Radikal
çokkültürcülüğün diğer yorumcuları gibi Gordon ve Lubiano da, doğası gereği
hâkimiyeti ve hiyerarşiyi yıkıma uğratan şeylermiş gibi azınlıklara ve batılı
olmayan bilgiye belli belirsiz atıfta bulunur. İyi de nasıl? Çin kültürü
hiyerarşinin altını mı oyuyor? Ya da Hinduizm?
Üniversite çalışanları ile kurulan ilişkileri
geliştirmek ve azınlıkların imkânlarını artırmak da arzu edilir bir şeydir,
ancak bunların çokkültürcülükle ne ilişkisi vardır? Üniversite işçileri farklı
kültürleri mi temsil ederler? Lubiano ve diğer destekçilerle birlikte
çokkültürcülük arzu edilen bir sembol hâline gelir. Lubiano’ya göre, “radikal
çokkültürcülük, barınma ihtiyaçları yerine, yüksek askerî teknoloji
araştırmaları, savunma bakanlığı anlaşmaları ya da patlayıcılarla ilgili alınan
kararları etkilemek gibi kimi gayretleri içerebilir.”[93]
Hâkimiyet, hegemonya ve farklılıkla ilgili laf
cambazlığı geride kaldıkça bu siyaset, üniversite bürokrasisinin ya da şirket
dünyasının bir parçası olmak gibi pek de devrimci olmayan bir talep bağlamında
atamalar ve mesleklerle tarif edilir hâle gelir. Görece daha yavan ifadeler
kullanan radikal çokkültürcülerin isteği, örgütlerine daha fazla insan
katmaktır. Bu tümüyle anlaşılır bir konudur, ancak radikal değil, tümüyle
politik bir meseledir ve devrimden ziyade himaye önerir.
“Marjinalleşme” tartışmaları çoğunlukla yerini kötü
niyete bırakır. Amişlerin ya da Hasidik Yahudilerin marjinalleştiği pekâlâ
söylenebilir, ama bu unsurlar kendilerini marjinal görmemekte, ya bu durumu
önemsememekte ya da dert etmemekte, genel olarak ana akıma dâhil olmaya karşı
çıkmaktadırlar. Diğer taraftan radikal çokkültürcüler, postkolonyalistler ve
diğer modern teorisyenler marjinaliteye karşı hayranlıklarını açıktan ya da
örtülü olarak bildirmekte ve ana akıma bağlanmayı hedef olarak belirlemektedirler.
Marjinalleşme konusunda uzman olan bu isimler onu piyasa değerine göre ele
alırlar. Fakir olup dışarıda tutulan insan zengin olmayı ve içeriye dâhil
edilmeyi ister ama bu, neden çokkültürel ya da yıkıcı olsun? Örneğin Yerli
Amerikalılarla ilgili çalışmalar yapan bir çokkültürcü yazar avrupamerkezci
eğitimin eğitsel emperyalizmini kendince kınamaktadır. Yerlilerin gelenekleri,
Avrupa-Amerikan üstünlüğünün “hâkim-üstün yapısı”na ve “toplumsal
hegemonya”sına karşı kökleri ile meydan okuyordur. Kaliforniyalı bir profesör
olan M. Annette Jaimes Guerrero’ya göre ise avrupamerkezcilik bugüne dek
“etnisite, Amerikan yerlileri ve cinsiyet ile ilgili tüm çalışmalar”ı
marjinalize etmiştir. Peki ama ne yapmalı? Dağlara mı çıkalım? Ana akıma ait
kurumları havaya mı uçuralım? Açık değil. “Amerikan yerlileri çalışmaları
üniversite kürsüsü altında kabul gören bir disiplin olmalı, hatta kurumsal
düzeyde daha büyük bir saygınlık elde etmelidir.”[94]
Bu da aynı şekilde temposunu hiç yitirmeyen bir
tartışmadır. Etnisite çalışmaları marjinalleşmiştir; batı hâkimiyetini tehdit
etmektedir. Sonuç? Batılı derebeylerin bize destek ve para vermelerini
istiyoruz. Bir zamanlar devrimciler devrim yapmaya çalıştılar ya da çalışır
gibi yaptılar; dünya ya da toplumla ilgili farklı bir görüşü savundular. Bugün
ünlü radikal çokkültürcüler de bu görüşü büyük ofislere uyguluyorlar.
Saygın bir siyaset teorisyeni olan Nancy Fraser,
radikal, hatta sosyalist bir çokkültürcülük oluşturmaya çalışan diğer bir
isimdir. Sahip olduğu güçle, bu türden bir çokkültürcülük her türden jargonla
ve beylik lafla kuşatılır. Yenilgisinin bir nedeni, sahip olduğu tarihsel
masumiyetidir. Fraser’a göre, “kültürün ve politik ekonominin karşılıklı olarak
birbirlerine bindirilmesi” tüm çalışmasının temasını oluşturur. “Karşılıklı
olarak birbirlerine bindirilmesi”nden ne kastettiği pek anlaşılamasa da, Fraser,
Emile Durkheim ve Max Weber gibi sayısız ilk dönem siyasî düşünürün kültürle
politik ekonominin ilişkisi ile uğraştığının farkında değil gibidir. Fraser’ın
entelektüel dünyası 1980’in ötesine pek geçememektedir.
Fraser, çokkültürcülüğü başarısızlığa uğramış “kabul”e
dayandıran Taylor gibi isimlerden hoşnut değildir. Bu, saygının ya da takdirin
daha fazla soruna yol açacağı ile ilgili bir tartışmadır. Fraser’ın isteği,
kapsamlı bir “kültürel” bakışı “sosyo-ekonomik adaletsizliğe” kilitlenmiş bir
bakışla bütünlemektir. İnsanlar kültürel kabulün iyileştiremeyeceği
işsizlikten, kirlilikten ve hastalıklardan mustariptirler. Fraser, kültürel ve
ekonomik adaletsizliği ayırır. İlk boyut, “kültürel ya da sembolik değişim”e veya
Taylor’ın da kullandığı biçimiyle, “kabul”e işaret ederken, ikincisi Fraser’ın
da istediği biçimiyle, “yeniden dağıtımın politik-ekonomik anlamda tekrar
yapılandırılması”nı talep eder.
İyi bir siyaset bilimci olarak Fraser, kategorilerinin
gerçek dünyaya denk düşmediğinin farkındadır. Birçok kolektivitenin çifte
değere sahip bulunduğunu, hem kültürel hem de ekonomik adaletsizlikten muzdarip
olduğunu bilmektedir. Örneğin Afrikalı-Amerikalılar salt kültürel aşağılamanın
değil, ayrıca ekonomik adaletsizliğin de hedefidirler. Liberalizmle radikalizm
(ya da Fraser’ın ifadesiyle söylemek gerekirse, olumlayıcı ve dönüştürücü
çözümler) arasındaki farklılık, insanların mustarip oldukları “çifte” soruna
yönelik tedavilerle ilişkilidir. Ana akım çokkültürcüler, saygısızlıkla
ilişkili sorunları halleden, ancak temel yapılara dokunmayan olumlayıcı
çözümleri desteklerler. Yapısökümden ilham alan dönüştürücü çözümler ise esas
temeli değiştirirler.
Bu nasıl başarılacak? Fraser’ın izahatı şu şekilde:
“Verili
grup kimliklerini ve farklılıklarını istikrarsızlaştırmak suretiyle bu
dönüştürücü çözümler sadece saygı görmeyen grup üyelerinin özsaygılarını
yükseltmekle kalmaz, ayrıca herkesin kendi benliği ile hissiyatını da
değiştirir.”
Herkesin kendi benliğini değiştirmeyi, üstüne üstlük
bir de grupları istikrarsızlaştırmayı vaat ederek Fraser, özsaygı ile ilgili
psikoloji dilini gölgede bırakır. Kendi programının belirsizliğinin farkında
olan Fraser’ın yardımına homoseksüelite ve homofobi koşar. Liberal çözümler
“gey ve lezbiyen kimliğini yeniden değerlendirmeyi” amaçlar ona göre. Oysa
kendi yaklaşımı daha fazlasını vaat etmektedir. “Eşcinsel siyaseti ile
bağlantılı” dönüştürücü çözümler ise ‘homo-hetero’ ikiliğini yapısökümüne uğratır
[…] bunu tüm sabit seksüel kimlikleri istikrarsızlaştırarak yapar.” Sözkonusu
çözümlerin amacı, “her daim hareketli, çoklu, ikililikten kurtulmuş ve akışkan
farklılıklardan oluşan cinsiyet alanını beslemektir.” Böylece biter aydınlatıcı
örneği.
Çocuklar istikrarlı bir seksüel kimlikten yoksun olan
bir ailede mi büyümelidirler? Elbette böylesi yavan bir yaklaşım, sözkonusu
gelişkin teorileştirme girişimini asla karartmaz. Fraser, basit anlamda daha
fazla istikrarsızlaştırılmış, akışkan ve çoklu farklılık talep eden bir
radikalizm önerir. Neden? Bu farklılıklar her daim arzu edilir ve
özgürleştirici midirler? Her ne kadar karşı bir argüman olsa da birçok insan
muhtemelen daha fazla istikrarsızlıktan mustarip olduklarını düşünür. Radikal
bir proje neden her şeyi akışkan ve çoklu kılmaya çalışmak zorundadır?
Bu yaklaşımların hiçbiri izah edilemez, zira anlaşılır
da değildir. Teorik iddiasına rağmen radikal düşünce, “sabit olan kötüdür,
hareket eden iyidir.” olarak özetlenebilecek yeniyetme klişeyi herkese
yutturur. Fraser, radikallerin cinsiyeti ve ırkı istikrarsızlaştırdıklarını
düzenli olarak tekrarlar. Ondaki feminizm, “cinsiyet ikilikleri”ni düşük
düzeyde merkezîleştirilmiş ve hareket eden çoklu, kesişen farklılıklar ağı” ile
ikame eder. Ancak “çoklu, kesişen farklılıklar” ve bunların neden arzu edildiği
açık değildir. Fraser’ın esas ilham kaynağı, miktarın, değişimin ve
yutturmacanın oyunu kurduğu piyasa ve tüketiciliktir.
Ara sıra da olsa Fraser sosyalizm terimini kullanır,
hatta bir keresinde “ütopya” sözcüğünü dillendirmişliği bile vardır, ancak bu
kullanım ilgili kavramları fukaralaştırır. Kendi programının politik görünmesi
için Fraser, “karşılıklı üstü üste binme”nin arz edilmesi ile uyutulan
solcuları uyandırmak amacıyla basmakalıp sloganlara başvurur. Akademik
zırvalarla politik kibir yorgan altında buluşurlar.
“Ekonomideki
ırksal adaletsizliği gidermek için devreye sokulan dönüştürücü yeniden dağıtım,
ırkçılık karşıtı demokratik sosyalizm ya da sosyal demokrasiye ait kimi
biçimlerden müteşekkildir; kültür alanındaki ırksal adaletsizliği gidermek için
başvurulan dönüştürücü kabul ise ırksal ikiliklerin istikrarsızlaştırılması
suretiyle avrupamerkezciliği parçalamayı amaçlayan ırkçılık karşıtı
yapısökümden meydana gelir.”[95]
Her türlü fikirden mahrum kalmış solcular ve
liberaller boşluğu doldurmak için kültürel çoğulculuğu büyük bir coşku ile
göklere çıkartmaktadırlar. Kültürel kimlik, otantiklik, karşı-hegemonya,
temsil, dönüştürücü ve istikrarsızlaştırma gibi sempatizanların karşılarında
selâm durdukları moda sözcükleri birbirlerine bağlarlar. Ayrıca birbiriyle
bağlantılı, bayat bir dizi politik sloganı da politik haklılıklarının kanıtı
olarak takdim ederler. Alabildiğine yavan olan bir vizyondur bu zengin
edebiyatı bir biçimde canlandıran. Çokkültürcüler partisi için yolu açan,
ütopyanın ölümüdür.
Russell Jacoby
[Kaynak: End of Utopia: Politics and Culture
In An Age of Apathy, Basic Books, 1999, s. 29-66.]
Dipnotlar
[1]
O. B. Hardison, Jr., Entering the Maze: Identity and Change in Modern
Culture (New York: Oxford University Press, 1981), s. 4-5.
[2] Monroe E. Deutsch, “E Pluribus Unum,” The
Classical Journal 18 (1922-1923): 387-407. Ayrıca bkz.: Richard Patterson
ve Richardson Dougall, The Eagle and the Shield: A History of the Great Seal
of the United States (Washington, D.C.: Office of the Historian, Bureau of
Public Affairs, Department of State, 1978), s. 6-84; Frank H. Sommer,
"Emblem and Device: The Origin of the Great Seal of the United
States," Art Quarterly 24, sayı. 1 (Bahar 1961): s. 57-76; Meyer
Reinhold, Classica Americana: The Greek and Roman Heritage in the United
States (Detroit: Wayne State University Press, 1984), s. 247.
[3] The Gentleman's Magazine’in kapağında
ve ilk sayfası, akt.: Howard P. Arnold, Historic Side-Lights (New York:
Harper & Brothers, 1899), s. 288.
[4] Akt.: C. Lennart Carlson, The First
Magazine: A History of The Gentleman's Magazine (Providence, R. I.: Brown
University, 1938), s. 65-66).
[5] Örneğin, Cave, Benjamin Franklin’in kaleme
aldığı Polly Baker’in düzmece konuşmasının ortağıdır. Bkz.: Max Hall, Benjamin
Franklin and Folly Baker: The History of Literary Deception (Pittsburgh:
University of Pittsburgh Press, 1990).
[6] Robert N. Cunningham, Peter Anthony
Montteux, 1663-1718 (Oxford: Blackwell, 1933), s. 190-194.
[7] Arnold, Historic Side-Lights, s.
311-312, 315.
[8] Bu bölümdeki bir dizi paragraf ve atıf benim
şu çalışmamdan uyarlanmıştır: “The Myth of Multiculturalism" (New Left
Review [Kasım-Aralık 1994]: 121-126); beşinci bölüm de şu çalışmanın
sonucudur: Dogmatic Wisdom: How the Culture Wars Divert Education and
Distract America (New York: Doubleday, 1994).
[9] Kaynaklar: Diversity Initiatives in Higher
Education: A Directory of Programs, Projects ve Services for African
Americans, Asian Americans, Hispanic Americans, and Native Americans in Higher
Education, Yayına Hz.: Suzanne D.
Mintz (Washington, D.C.: Office of Minorities in Higher Education, American
Council on Education, 1993).
[10] Diversity: A Critical Journal of Race and
Culture, sayı. 1 (Ekim-Kasım 1991). Çalışmayı yayımlayan Madison Center for
Educational Affairs muhafazakâr bir kuruluştur.
[11] Lawrence W. Levine, The Opening of the
American Mind: Canons, Culture, and History (Boston: Beacon, 1996), s. 139.
Benim eleştirim için bkz.: Dissent, Kış 1997: s. 115-119.
[12] Horace M. Kallen, Culture and Democracy
in the United States (New York: Bone and Liveright, 1924), s. 11, 43.
[13] Nathan Glazer,We Are All
Multiculturalists Now (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1997),
s. 7, 160.
[14] David A. Hollinger, Postethnic America:
Beyond Multiculturalism (New York: Basic Books, 1995), s. 101.
[15] Christopher Newfield ve Aver) F. Gordon,
"Multiculturalism's Unfinished Business," Mapping Multiculturalism
içinde, Yayına Hz.: A. F. Gordon ve C. Newfield (Minneapolis: University of
Minnesota Press, 1966), s. 104.
[16] Glazer, We Are All Multiculturalists Now,
s. 75.
[17] William James, Pragmatism (New York:
Meridian, 1955), s. 102, 107.
[18] John Browning ve Curt Gentry, John M.
Browning: American Gunmaker (Garden City, N.Y.: Doubleday, 1964), s. 180,
288. “1909’da 500.000 yeni tabanca üretildi. FN’nin [Fabrique National d'Armes
de Guerre] Browning ismini seçmesiyle bu marka Avrupa’da ABD’de
olduğundan daha ünlü oldu.” (s. 184).
[19] Harms Johst's Nazi Drama Schlageter,
önsözü kaleme alan ve çeviren: Ford B. Parkes-Perret (Stuttgart: Akademischer
Verlag Hans-Dieter Heinz, 1984), s. 89; Hanns Johst, Schlageter (Münih:
Albert Langen, 1933), s. 26. Bkz.: Helmut F. Pfanner, Hanns Johst: Vom
Expressionismus zum Nationalsozialismus (Lahey: Mouton, 1970), özellikle s.
252-258.
[20] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth
(New York: Grove, 1965), s. 43.
[21] Her ikisini de alıntılayan: Matthew Arnold, Culture
and Anarchy and Other Writings, Yayına Hz.: S. Collini (Cambridge:
Cambridge University Press, 1993), s. 55.
[22] Moses Mendelssohn, "On the Question:
What Is the Enlightenment?"; What Is Enlightenment: Eighteenth-Century
Answers and Twentieth-Century Questions içinde, Yayına Hz.: J. Schmidt
(Berkeley ve Los Angeles: University of California Press, 1996), s. 53.
[23] Immanuel Kant, Anthropology from a
Pragmatic Point of View (1798), Yayına Hz.: Hans J. Rudnick (Carbondale:
Southern Illinois University Press, 1978), s. 3, 240.
[24] "Zivilisation, Kultur"u aktaran ve
konuyla ilgili ayrıntılı bir tartışma sunan çalışma: Geschichtliche
Grundbegriffe, Yayına Hz.: O. Brunner, W. Conze ve R. Koselleck, cilt. 7
(Stuttgart: Klett-Cotta, 1992), s. 679-774.
[25] A. L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, Culture:
A Critical Review of Concepts and Definitions (New York: Vintage, n.d.), s.
66-67. Bu kitabın ilk baskı tarihi 1952’dir ve Harvard Üniversitesi yayını Papers
of the Peabody Museum of American Archaeology and Ethnology’nin 47. cildi
olarak yayımlanmıştır.
[26] Kroeber ve Kluckhohn, Culture, s.
68-69.
[27] Margaret M. Caffrey, Ruth Benedict:
Stranger in this Land (Austin: University of Texas Press, 1989), s.
213-214. Bkz.: Christopher Shannon, Conspicuous Criticism: Tradition, the
Individual, and Culture in American Social Thought from Veblen to Mills (Baltimore:
Johns Hopkins University Press, 1996), s. 87-104.
[28] Ruth Benedict, Patterns of Culture (New
York: Mentor, 1959), s. 239.
[29] Margaret Mead, "A New Preface,"
Ruth Benedict, Patterns of Culture içinde (New York: Mentor, 1959), s.
v.
[30] Bkz.: Christopher Shannon’ın zekice kaleme
alınmış makalesi, "A World Made Safe for Differences: Ruth Benedict's The
Chrysanthemum and the Sword,” American Quarterly 47, sayı. 4 (Aralık
1995): 659-680.
[31] Werner Jaeger, Paideia: The Ideas of
Greek Culture, cilt. 1, 2. baskı. (New York: Oxford University Press,
1965); ve Werner Jaeger, Humanistische Redcn und Vortrdge, zweite erweiterte
Auflage (Berlin: Walter de Gruyter, 1960), s. 117-124.
[32] S. Freud, The Future of an Illusion, Yayına
Hz.: James Strachey (New York: Norton, 1961), s. 6.
[33] Fran/. Boas, "The Outlook for die
American Negro" (1906), The Shaping of American Anthropology 1883-1911:
A Franz Boas Reader içinde, Yayına Hz.: G. W. Stocking, Jr. (New York:
Basic Books, 1974), s. 313-314. Bkz.: David L. Lewis, W. E. B. Du Bois,
1868-1919 (New York: Holt, 1993), s. 351-352.
[34] Carl N. Degler, In Search of Human
Nature: The Decline and Revival of Darwinism in American Social Thought (New
York: Oxford University Press, 1991), s. 61-83.
[35] Clifford Geertz, "Common Sense as a
Cultural System,” Local Knowledge isimli çalışması içinde (New York:
Basic Books, 1983), s. 73-93.
[36] Kroeber ve Kluckholm, Culture, s.
367.
[37] Bu cümlelerin bazılarını şu makaleme
borçluyum: "Wither Marxism," Transition 69 (Bahar 1996):
100-115.
[38] Stanley Aronowirz, The Death and Rebirth
of American Radicalism (New York: Routledge, 1996), s. 121.
[39] David Bromwich,
"Anti-Intellectualism," Raritan (Bahar 1996): 27.
[40] Abbott Gleason, Totalitarianism: The
Inner History of the Cold War içinde (New York: Oxford University Press,
1995), bu çalışma totalitarizmin 1939’dan sonra Sovyetler’de uygulandığı
fikrini çürütür. (s. 29-50). Ancak sunduğu materyal niteliksel açıdan kâfi
değildir ve meseleyi sadece bir biçimde inkâr eder.
[41] Herbert Heaton, "Discussion of
Totalitarianism," Symposium on the Totalitarian State içinde,
Amerikan Felsefe Derneği Oturumları, 23 Şubat 1940, cilt. 82, sayı. 1, s. 89.
Sempozyum Kasım 1939’da yapılmıştır.
[42] Gleason, Totalitarianism, s. 51.
[43] Thomas Woody, "Principles of
Totalitarian Education," Symposium on the Totalitarian State içinde,
s. 44.
[44] "Immigrant social scientists remained
at the forefront of the development of the concept of totalitarianism"
(Thomas E. Lifka, The Concept of "Totalitarianism" and American
Foreign Policy 1933-1949 [New York: Garland, 1988], s. 14).
[45] Andrzej Walicki, Marxism and the Leap to
the Kingdom of Freedom: The Rise and Fall of the Communist Utopia (Stanford:
Stanford University Press, 1995), s. 509. Walicki sözkonusu dikkatsiz kullanımı
eleştirir. Diğer yandan totaliter sözcüğünün anlamı, önemi ve evrimi ile ilgili
uzun tartışmalarında nazizmi ya da faşizmi hiçbir biçimde ele almaz.
[46] J. L. Talmon, The Unique and the
Universal (Londra: Seeker & Warburg, 1965), s. 9.
[47] J. L. Talmon, The Origins of Totalitarian
Democracy (New York: Norton, 1970), s. 1.
[48] Yehoshua Arieli, ''Jacob Talmon-An
Intellectual Portrait," Totalitarian Democracy and After: International
Colloquium, Memory of Jacob L, Talmon içinde (Kudüs: Magnes Press, 1984),
s. 18.
[49] Friedrich A. Hayek, The Road to Serfdom
(Şikago: University of Chicago Press, 1972), s. iii, 27.
[50] Karl R. Popper, The Open Society and Its
Enemies, 2 cilt. (New York: Harper 2c Row, 1963), cilt. 1, s. 158-159;
cilt. 2, s. 396.
[51] Hannah Arendt, The Origins of
Totalitarianism (New York: World, 1958), s. 470.
[52] Isaiah Berlin, "Political Ideas in the
Twentieth Century" (1949), Four Essays on Liberty içinde (Oxford:
Oxford University Press, 1969), s. 29, 39.
[53] Isaiah Berlin, "Two Concepts of
Liberty," Four Essays on Liberty içinde, s. 118-172.
[54] Stanislaw Ehrlich, Pluralism On and Off
Course (Oxford: Pergamon, 1982), s. xi.
[55] Bkz.: Claude J. Calipeau, Isaiah Berlin's
Liberalism (Oxford: Oxford University Press, 1994), s. 134. Diğerleri
yanında bu hükümle ilgili olarak Galipeau, Berlin ile yaptığı bir dizi
yayımlanmamış mülâkattan istifade eder.
[56] Isaiah Berlin, Authors Take Sides on
Vietnam içinde, Yayına Hz.: C. Woolfe ve J. Bagguley (Londra: Peter Owen,
1967), s. 60-61.
[57] Alfred G. Meyer, "Coming to Terms with
the Past […] And with One's Older Colleagues," Russian Review 45
(1986): 402.
[58] Gleason, Totalitarianism, s. 4, 131.
[59] Önsöz, Power and Community: Dissenting
Essays in Political Science, Yayına Hz.: P. Green ve S. Levinson (New York:
Vintage, 1970), s. ix. Altmışların diğer bir çoğulculuk eleştirisi için bkz.: The
Bias of Pluralism, Yayına Hz.: W. E. Connolly (New York: Atherton, 1969).
Ayrıca bkz.: Oliver C. Cox, "The Question of Pluralism," Race 12,
sayı. 4 (Nisan 1971): 385-400. Tüm tartışma ırk ve çoğulculuk meselelerine
tahsis edilmiştir.
[60] Henry S. Kariel, The Decline of American
Pluralism (Stanford: Stanford University Press, 1961).
[61] Michael P. Rogin, The Intellectuals and
McCarthy: The Radical Specter (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1967), s. 9.
[62] John Higham, Send These to Me: Immigrants
in Urban America, (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1984), s.
198.
[63] Marcus Lee Hansen, The Problem of the
Third Generation Immigrant, takdim: P. Kivisto ve O. Handlin (Rock Island,
III.: İsveç Swenson Göçmen Araştırmaları Merkezi, 1987), s. 14-19. Bu ünlü
makale, ilkin 1937’de bir konuşma olarak sunulmuştur.
[64] American Immigrants and Their
Generations: Studies and Commentaries on the Hansen Thesis After Fifty Years,
Yayına Hz.: P. Kivisto ve D. Blanck (Urbana: University of Illinois Press,
1990).
[65] Nathan Glazer ve Daniel P. Moynihan, Beyond
the Melting Pot (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1963), s. v.
[66] Milton M. Gordon, Assimilation in
American Life: The Role of Race, Religion, and National Origins (New York:
Oxford University Press, 1964), s. 110.
[67] Gordon, Assimilation in American Life,
s. 158.
[68] Stephen Steinberg, The Ethnic Myth (1981;
New York: Beacon, 1989), s. 51, 58.
[69] Steinberg, güncellenmiş baskısına önsöz, The
Ethnic Myth, s. ix.
[70] Bkz.: Richard D. Alba, "Assimilation's
Quiet Tide," Public Interest, sayı. 119 (Bahar 1995): 3-19.
[71] Geoffrey Nunberg, "Lingo Jingo:
English-Only and the New Nativism," American Prospect 33
(Temmuz-Ağustos 1997): s. 42.
[72] Clifford Adelman, Tourists in Our Own
Land: Cultural Literacies and the College Curriculum (Washington, D.C.:
U.S. Department of Education, 1992), s. 37-38.
[73] Bkz.: Susan M. Rigdon, The Cultural
Facade: Art, Science and Politics in the Work of Oscar Lewis (Urbana:
University of Illinois Press, 1988), s. 55.
[74] Charles A. Valentine, Culture and
Poverty: Critique and Counter-Proposals (Şikago: University of Chicago
Press, 1968), s. 98-120.
[75] Carl H. Nightingale, On the Edge: A
History of Poor Black Children and Their American Dreams (New York: Basic
Books, 1993), s. 135-165.
[76] Sterling Stuckey, Slave Culture:
Nationalist Theory and the Foundations of Black America (New York: Oxford
University Press, 1987); Melville J. Herskovits, The Myth of the Negro Past
(1941; Boston: Beacon, 1990).
[77] Donald B. Kraybill, The Riddle of Amish
Culture (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1989), s. 254-255.
[78] Randy-Michael Testa, After the Fire: The
Destruction of the Lancaster County Amish (Hanover, N.H.: University Press
of New England, 1992), s. 176.
[79] Horace M. Kallen, Sarah Schmidt’in
mektuplarından aktaran: Horace M. Kallen: Prophet of American Zionism (Brooklyn,
N.Y.: Carlson, 1995), s. 20-21.
[80] T. W. Adorno, The Jargon of Authenticity
(Evanston, 111.: Northwestern University Press, 1973), s. 126-128.
[81] E. J. Hobsbawm, Nations and Nationalism
Since 1780: Programme, Myth, Reality (New York: Cambridge University Press,
1991), s. 59, 103.
[82] Hanuka: Işıklar Festivali olarak da
bilinen, MÖ II. yy’da Makabi İsyanı’nda Kudüs’teki Kutsal Tapınağın ikinci kez
açılışı anısına ithafen yapılan sekiz günlük Yahudi tatili. Hanuka, İbranî
takvimine göre Kislev ayının yirmi beşinci gününde başlar ve sekiz gece sürer.
Gregoryen takvimine göre ise tatil Kasım sonundan Aralık sonuna kadar devam
eder.
[83] Kwanzaa: Afrikalı geçmişlerini ve
kültürlerini onurlandırmak için ABD’deki Afrikalıların kutladıkları bir
haftalık tatil. Kinara adı verilen mum taşıyıcıları yılda bir kez 26
Aralık-1 Ocak tarihleri arasında kutlama yaparlar.
[84] Leigh Eric Schmidt, Consumer Rites: The
Buying and Selling of American Holidays (Princeton: Princeton University
Press, 1995), s. 134.
[85] Bkz.: Andrew R. Heinze, Adapting to
Abundance: Jewish Immigrants, Mass Consumption, and the Search for American
Identity (New York: Columbia University Press, 1990), s. 74-76.
[86] Gerald Early’nin düşünceleri için bkz.:
"Dreaming of a Black Christmas," Harper's (Ocak 1997): 55-61.
[87] Charles Taylor, "The Politics of
Recognition," Multiculturalism içinde, Yayına Hz.: Amy Gutmann
(Princeton; Princeton University Press, 1994), s. 25-73.
[88] Homi K. Bhabha, The Location of Culture
(New York: Routledge, 1994), s. 162.
[89] Christopher Newfield ve Avery F. Gordon,
"Multiculturalism's Unfinished Business," Yayına Hz.: Gordon ve
Newfield, Mapping Multiculturalism içinde, s. 102-109.
[90] Bu cümleleri Paul Berman (Debating P.C.,
New York: Dell, 1992) eleştirimden aldım: The Nation içinde (9 Mart
1992): s. 307-309.
[91] Karl Galinsky, Classical and Modern
Interactions (Austin: University of Texas Press, 1992), s. 116.
[92] Ted Gordon ve Wahneema Lubiano, "The
Statement of the Black Faculty Caucus," Yayına Hz.: Paul Berman, Debating
P.C. içinde, s. 249-257.
[93] Wahneema Lubiano, "Like Being Mugged by
a Metaphor," Yayına Hz.: Gordon ve Newfield, Mapping Multiculturalism içinde,
s. 70.
[94] M. Annette Jaimes Guerrero, "Academic
Apartheid: American Indian Studies and 'Multiculturalism", Yayına Hz.: Gordon
ve Newfield, Mapping Multiculturalism içinde, s. 57-59.
95. Nancy Fraser, Justice Interruptus:
Critical Reflections on the "Postsocialist" Condition (New York:
Routledge, 1997), s. 11-31.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder