1964
tarihli Çin propaganda afişi: “Amerikalı emperyalistler Afrika’dan defolun,
Mazlum halklar birleşin, Mazlum halklar ABD emperyalizmine karşı kararlı
biçimde savaşmak için birleşin.”
Links’in 13.
sayısında Norm Dixon şunları yazıyor:
“Mazlum
milletlerin millî kurtuluş mücadelesi, günümüz dünyasının en yakıcı
meselelerinden biri olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla, dünya hakkında
belirli bir fikir sahibi olmak, liderlik oluşturmak ve birçok farklı
milletlerarası olaya yönelik tavırlarıyla tepkilerini doğru biçimde belirlemek
zorundalar ise sosyalistlerin millet meselesini anlamaları gerekiyor.”
Tüm kalbimle katılıyorum bu söylenenlere. Ancak Dixon,
millet meselesi hususunda, Marx ve Engels’in kapitalizmin yükseliş döneminde ve
Lenin’in emperyalizm çağında yaptıkları tartışmalara nazaran, görece biçimci ve
şematik bir teorik anlayış geliştiriyor. Dixon, milleti ve Lenin’in kendi
kaderini tayin hakkı meselesini dar bir ufukla tarif ediyor ve birçok mazlum
halkın milliyetçiliğini reddediyor.
En tehlikeli politik hata, mazlumların milliyetçiliği
ile zalim milletin milliyetçiliğini karıştırmaktır. Dixon, bu hatayı, Avrupa
göçmeni Afrikanların ırkçı milliyetçiliği ile Güney Afrika’daki Zuluların
milliyetçiliğini eşitlerken yapıyor (s. 20). Afrikanlar, beyaz ırk ayrımcısı
devletin, Zulularsa mazlum siyah çoğunluğun parçası.
Yeni Güney Afrika, oluşum hâlindeki bir millet. Siyah
çoğunluk, etnik sınırlarla ayrıştırılmaya devam ediyor. Çeşitli etnik/millî
grupları, yeni Güney Afrika milletinin içinde eridiği millî devlete doğru
dönüştürmek Millî Afrika Kongresi (ANC) liderliğinin ana hedefi. Irk
ayrımcılığının sonu ve tüm Güney Afrikalıların (yurttaş olarak) hukuken eşit
kılınması, sözkonusu gelişmeye kapı aralıyor.
Kapitalizm hüküm sürdükçe ve buna bağlı olarak
sınıfsal ayrışmalar var oldukça, ilgili sürece yönelik direniş de varlığını
muhafaza edecek, ancak bu direniş de beyazlar tarafından ortaya konmayacak. Bu
meselenin ötesinde mazlum siyah çoğunluk içinde aynı zamanda politik bir
çatışma da yaşanıyor. Bu politik kavganın, eski zalim beyaz Güney Afrika
milletinin milliyetçiliği konusunda yapabileceği herhangi bir şey yok.
Mazlumların milliyetçiliği ile zalim milletlerin
milliyetçiliğini karıştırma hususunda Dixon gibilere ABD’deki Afrikalı-Amerikalılar
üzerinden de söylenecek çok şey var. Ben, aynı hatanın Avustralya’daki
Aborjinler konusunda da yapıldığı kanaatindeyim.
Dixon’ın işaret ettiği üzere, Lenin’in millet meselesi
teorisi, millî kurtuluş mücadelelerine yönelik devrimci yaklaşımın merkezidir.
Lenin’in teorisi, Marx-Engels’in yazılarına ve emperyalist dönemdeki
kapitalizmin analizi ile ilgili kendi çalışmalarına dayanır.
Marx ve Engels
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da vücuda
gelen modern milletlerin sınıflar mücadelesinin, eski feodal nizama karşı
yükselen burjuvazinin devrimci şiddetinin bir sonucu olduğunu söyler.
Marx ve Engels’e göre, millet meselesi ile ilgili
anlayışın kilit noktası, kapitalizmin bir sistem olarak doğuşu ve birbirinden
farklı tarihsel halkların ona nasıl cevap verdikleridir. Kasım 1847’de
Londra’da yaptığı konuşmada, Engels şunu söyler:
“Bir millet başka milletleri ezerken hür
olamaz.”
Marx ve Engels’in de faal olarak iştirak ettikleri
1848 devrimleriyle ilgili olarak Dixon, Engels’in devrimlerin mağlup
edilmesinde rol oynamış Güney Slav halklarına ilişkin ifadesini eleştirir.
Engels, Neue Rheinische Zeitung’a (“Yeni Ren Gazetesi”, Sayı: 222, 15
Şubat 1849) şunları yazar:
“Tekrar
ediyoruz: Lehler, Ruslar ve kısmen Türk Slavlar dışında kalan tüm Slav
halklarının hiçbir geleceği yoktur, bu, tüm öteki Slavların bağımsızlık ve
yaşama becerisi için temel tarihî, coğrafî, politik ve sınaî koşullardan mahrum
olması gibi bir basit nedenden kaynaklanmaktadır.”
Dixon, bu alıntı üzerinden, Engels’in “küçük
milletlerin millî baskıya karşı mücadele verme eğilimleri ile kendileri için
bağımsız devletler kurma eğilimlerini horgördüğü” sonucuna varıyor. Devamında
Engels’in 1848 ortasında demokratik devrim için Prag’da demokratik bir
ayaklanma çağrısında bulunduğunu söylüyor. Sözkonusu ayaklanmanın yaşadığı
yenilgi, Çek halkını Çarlık Rusya’sının ordusuna katılmaya mecbur ediyor.
Dixon’ın söylediği gibi, Engels, Slav halklarına
ilişkin olarak “ham” bir ifade mi ortaya koyuyor? Gerçekler aksini ispatlıyor.
Marx ve Engels, analizlerini 1848 devrimleri de dâhil, o güne dek elde verili
olan tarihsel verilere ve gerçeklere dayandırıyor. Engels, yüzlerce yıl Slav
halklarının büyük bölümünün (hepsinin değil) zalimlerin safında yer aldıklarını
tespit ediyor. Bu halklar, hiçbir vakit devrimci bir eğilim içine girmiyorlar.
Engels’e göre, bu sebeple uzun bir direniş geleneği bulunan Polonya halkı ile
kıyaslandığında, Slavların hiçbir geleceği bulunmuyor. Engels, Slavların
asimile edilmek ve başka halkların hâkimiyetine girmek hususunda arzulu
olduklarını da ifade ediyor.
NRZ’nin bir
sonraki sayısında Engels şunları ekliyor:
“Ancak
(NRZ’de yazdığımız) her şey hâlâ son nokta değildir. Eğer herhangi
bir dönemde Slavlar, zulme uğradıkları vakit yeni bir devrimci tarihe
başlayacak olurlarsa, bu sayede onlar da hayatlarını sürdürebilir olduklarını
kanıtlamış olurlar. Bu ândan itibaren devrim, onların kurtuluşunda pay
sahibi olacak ve Almanlarla Macarların özel katkıları Avrupa devrimini
besleyecektir. Ancak şurası kesin ki böyle bir şey yaşanmadı.” (Vurgu bana ait-
M. M.)
Bazı Slavlar, demokratik devrimden yana saf tuttular;
bu hususta aslî ölçüt, Engels’in de belirttiği üzere: “tüm halkları yanında ya
da karşısında konumlanmaya mecbur eden 1848 devrimidir.” Temelde duran
gerçekler, Engels ile Marx’ın o dönemde hâlihazırda feodal monarşilerin hükmü
altında olan ve henüz birer modern millet hâline gelememiş halkların devrimci
ya da karşı-devrimci olduklarını belirlemekte kullandıkları ölçütlerdir.
Milletlerin oluşumu, bazı halkların asimile edilmesini ya da birbirlerine karışmasını
ifade eder.
1848 devrimlerinin gerçekleştiği dönemin ardından,
özellikle yirminci yüzyılda, diğer Slav halklarının hakları için dövüşmeye
başladıkları gerçeği, 1848 devrimlerinde aşikâr olan gerçekleri olumsuzlamaz.
Engels’in de doğru biçimde izah ettiği gibi, mazlum
bir halk zalimlere karşı mücadele ettiğinde, onların bir halk olarak sahip
oldukları hakikî tarih de başlamış olur. Marx ve Engels’in Polonya ve İrlanda
halklarını devrimci birer halk olarak görmelerinin nedeni budur. Sözkonusu
halkların kahramanca yürüttükleri direnişin tarihi bunun kanıtıdır.
Bugün bizim için öğretici olan, Engels ile Marx
tarafından kullanılan materyalist yöntemdir. Halkların neden devrimci oldukları
ve nasıl bir gelecek yaşayacakları, bizim onlarla ilgili arzu ve umutlarımıza
değil, bu halkların içinde yaşadıkları gerçeklere bağlıdır. Zalimlerini
başlarından söküp atmak bir halkın nihaî eylemidir. Onların kendi yanlarında
durmayı reddeden diğer halklara yönelik herhangi bir hissî yaklaşımı olamaz.
Marx ve Engels’in kapitalizmin doğuş aşamasında
kapitalist “medeniyet”in geri bölgelere doğru genişlemesinin insanlık için
ilerici olduğunu söylemelerinin nedeni, tarihin hakikî yürüyüşüdür. Dixon
tarafından alıntılanan aynı NRZ makalesinde Engels, ABD’nin
Kaliforniya’yı ve Teksas’ı 1849’da görece daha gerici yöneticilerin elinden
alışını topa tutuyor. Yirminci yüzyılda birçok Marksist, yanlışa düşerek, bu
yaklaşımın Marx ve Engels’in sömürgeciliği anlamadığının kanıtı olarak görüyor.
Ancak Engels’in ifadesi oldukça basit: kapitalist gelişmeye doğru yapılan
yürüyüş kanlı ve vahşicedir, bu yürüyüş, eski düzeni aşan bir ilerlemeyi temsil
eder.
Lenin'in Görüşü
Modern millet meselesi teorisi Marx ve Engels’in
yazılarına dayanır, ancak bu teori sonrasında, yeni koşullar altında, Lenin ve Bolşeviklerce
geliştirilmiştir. Lenin’in meseleye yönelik politik yaklaşımının merkezinde
milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı durur. Ancak bu slogan genele teşmil
edilebilecek bir slogan değildir; o, başka milletlere zulmeden milletlere
değil, sadece mazlum milletlere tatbik edilebilecek bir slogandır.
Aradaki farklılık, Marx ve Engels’in içinde yaşadığı
kapitalizmin doğuş aşamasından feodalizmin sona erdiği, halkların merkezî millî
devletler içinde birleştiği döneme geçiş yapılmış olmasından kaynaklanır.
Emperyalist dönemde millî mücadeleler, dünyayı sömürgeleştiren emperyalist
milletlere karşı yürütülen savaşlara evrilmiştir.
O hâlde Dixon, 1913’te Lenin’in editörlüğünde Stalin
tarafından kaleme alınmış olan o ünlü makaleye atıfta bulunduğunda, bağlamı
hatırda tutmak zorundadır. O günlerde yazılanlar, ilgili dönemin tarihsel
gerçeklerine dayanır. Rus Devrimi’nin zaferi ve bir iki yıl içinde Komintern’in
oluşumu, Lenin’i görüşlerini yeni öğrenilen dersler ışığında değiştirmeye
itmiştir.
1913 tarihli makalesi Marksizm ve Millet Meselesi’nde
Stalin, milleti “tarihsel düzlemde kurulmuş, ortak dil, bölge, ekonomik hayat
ve ortak kültürde kendisini gösteren psikolojik yapı temelinde oluşmuş,
istikrarlı halk topluluğu” olarak tarif eder. Devamında Stalin şunları söyler:
“Şu
vurgulanmalıdır ki yukarıda bahsi geçen özelliklerin ayrı ayrı ele alınması bir
milletin tarifi için yeterli olmayacaktır. Bunun da ötesinde sözkonusu
özelliklerin teki bile mevcut değilse, bir millet artık millet değildir.”
Ancak sonrasında Stalin aynı makalede şu vurguyu
yapar:
“Bir
millet, sadece tarihsel bir kategori değil, belirli bir döneme, doğmakta
olan kapitalizm dönemine ait bir tarihsel kategoridir. Feodalizmin
tasfiyesi ve kapitalizmin gelişimi süreci aynı zamanda bir halkın millet olarak
oluştuğu süreçtir. (vurgu bana ait -M. M.)
Bu, neden bu kadar önemli? Stalin’in bir milleti
oluşturan dört ölçütü belirli bir tarihsel döneme, kapitalizmin doğuşuna
uygulanmaktadır. O gün bile Stalin, bu ölçütlerin hangi halkların bir millet
oluşturabileceğini, hangilerinin oluşturamayacağını belirlemez (bu noktada
Engels’in kullandığı yöntem devrededir.).
Eski kapitalist iktidarların dünyanın geri kalanına
zulmettiği ve bu mazlum halkların bağımsız devletler oluşturma haklarını inkâr
ettiği emperyalist çağ, Stalin’in dört ölçütünün denk düştüğü dönemden
farklılık arz eder. Bu nedenle Stalin’in ölçütleri, bir milletin ne olduğuna
ilişkin bir reçete değil, bir rehber olarak kullanılabilir.
Dolayısıyla Dixon’ın millet meselesine ilişkin takdimi
tarih dışıdır. Dixon’a göre, eğer mazlum bir halk, Stalin’in dar anlamda ifade
edilmiş makalesindeki dört ölçüte uymazsa, millet değildir:
“Bu dört özellik olmaksızın bir
milletin oluşumundan söz etmek idealistçedir.”
Dixon devam eder:
“Kanada,
ABD ve Avustralya’daki birçok yerli halk gibi, diğer halklarla karışmış mazlum
bir halk bir millet teşkil etmez, zira sürekli olarak tekil bir bölgede ikamet
etmemektedir.”
Ona göre, politik açıdan eğer insanlar kendilerini
“milliyetçi” olarak nitelendiriyorlarsa, sosyalistler onların hislerinin
nedenini anlamaya çalışsalar bile, bu onların yanlışa sevk edildiğini gösterir!
Millete ilişkin bu dar ve biçimci düşünce tarzına
uyulduğu takdirde şu tarz tespitlere ulaşmak mümkün hâle gelir:”
“Örneğin
Birleşik Devletler ile ABD milleti, Avustralya ile Avustralya milleti ya da
Yeni Zelanda ile Yeni Zelanda milleti gibi örneklerde olduğu üzere, bazen bir
millet ve bir devlet çakışır.” (s. 13)
Mazlum halkların sözkonusu ülkelerdeki millî hakları
tam da bu şekilde yok olmaktadır. Dixon’a göre, bizler, parçası olmak
istediğimiz milletin içinde ayrıştırılmış birer sosyal sınıfız.
Bu, kesinlikle benim ve birçok Siyah Amerikalının
haberdar olduğu bir husus. Eminim ki Yeni Zelanda’daki Maoriler ve
Avustralya’daki Aborjinler de aynı şekilde hissediyorlardır. Malcolm X
kendisinin, hatta ABD’deki tüm siyahların hiçbir şekilde Amerikalı olmadığını
söylediğinde çok derin bir ilgi uyandırdı. 1992 tarihli Two Nations, Black
and White, Hostile, Separate, Unequal [“Hasım, Ayrı ve Eşit Olmayan İki
Millet: Siyah ve Beyaz”] adlı kitabında Andrew Hacker şu tespiti yapıyor:
“Siyahî
romancı Toni Morrison’ın ‘Hayatımın hiçbir ânında kendimi bir Amerikalı olarak
hissetmedim” cümlesiyle dile döktüğü o sert cevabı anlamaya kifayet ettiğiniz
kimi ânlar vardır. Bu idrak, sonradan kendilerini Muhammed Ali, Cemil Abdullah
Emin, Kerim Abdülcabbar ve Kwame Toure olarak isimlendiren Cassius Clay, H. Rap
Brown, Lew Alcindor ve Stokeley Carmichael’a yönelik derin sempatinin
oluşmasına yol açıyor.”[1]
Gerçeklik, Dixon’ın inandığından bir miktar daha
karmaşık bir şey. Siyahlar, Amerikan Yerlileri, Kanada Yerlileri ve Aborjinler
kendilerini Dixon’ın temsil ettiği yoldan bu milletlerin birer parçası olarak
görmüyorlar. Her durumda da onlar, ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı
kendi ülkeleri olarak gören beyazlardan farklı millî yapılara sahipler.
Esasında mesele basit: Birleşik Devletler’de bir kişi
“Amerikalı” olduğunu söylüyorsa, bu ifade “Afrikalı”, “Çinli” ya da “Latino”
sıfatları tire ile “Amerikalı” oluştan ayrıştırılmadığı sürece, o kişinin beyaz
olarak konuştuğunu gösterir. ABD’nin “renkkörü” bir toplumu olduğunu söyleyen
kimi liberallere ve muhafazakârlara rağmen, bu noktada herhangi bir kafa
karışıklığı sözkonusu değildir. Özelde “renkkörü” ifadesi, eşit haklara ve
olumlayıcı eylemlere itiraz eden sağcılar tarafından kullanılır. Bu, yetmişlerde
resmî planda “beyaz Avustralya” siyaseti güden Avustralya için de geçerlidir.
Ya Engels’in tanımı? Uzun soluklu mücadelemiz
sayesinde ABD’de biz, Siyahların devrimciler tarafından desteklenmesi gereken
millî haklara sahip, “yaşayabilir bir halk” olduğumuzu kanıtlamadık mı?
ABD’nin güneyinde işleyen, Jim Crow yasaları üzerine
kurulu ırkçılık sisteminin alaşağı edilmesi ile hukukî ayrımcılığın sona
ermesi, elbette mazlumların ve işçi sınıfının bir zaferidir. Ancak kapitalizm
sınıfı sömürdüğü gibi, bir yandan da ırkî baskıdan besleniyor ve onu yeniden
üretiyor. Milyarlarca dolarlık kâr, yegâne menfaati. Kurumsal baskı, ABD ve
Avustralya’da varlığını sürdürüyor, sosyalizm muzaffer olana dek de sürecek.
Millî baskının maddî kaynağının ve mazlumların milliyetçiliğinin, onlar millî
haklarını kazanana dek asla yok olmayacağının nedeni de bu.
Mazlum halkların sadece eşitlik talep ettiklerini
söylemek, onların kendi kimliklerini inkâr ettikleri anlamına gelmiyor.
Yönetici sınıf, Siyahların ve diğer mazlum halkların ülkelerinde tamamıyla eşit
yurttaşlar olmalarına asla izin vermeyecek. Mazlumların milliyetçiliğinin
bayraklarını sürekli yukarıda tutmalarının nedeni de burada.
ABD, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda birden fazla
etnisiteye sahip devletler. Avrupa’dan gelip Amerika’yı sömürgeleştiren
beyazlar beyaz milletleri meydana getirmişler. Beyaz olmayan halklar ise bu
yeni milletlerin üyeleri olarak görülmüyorlar. (Stalin bile bir makalesinde,
Yerlileri ve Afrikalı köleleri görmezden geliyor: “Sonrasında İngiltere’den
yeni bir bölgeye, Amerika’ya göç etmiş olan İngilizler, süreç içinde yeni
Amerikan milletini -beyaz milleti- teşkil etmişlerdir.”) Yerli halklar
topraklarından sürülüyorlar, önemli bir kısmı imha ediliyor, kalanlarsa tecrit
edilmiş bölgelere yerleştiriliyorlar. ABD’li Yerliler, kendilerini ABD
milletinin bir parçası olarak görmüyorlar.
Eski Afrikalı köleler de kendilerini ikinci sınıf
yurttaşlar olarak görüyorlar ve eşit muamele istiyorlar. Bir devlette iki
millet, ortadaki gerçeklik bu. Beyazların hâkimiyetindeki devletin hukukî ve
şimdilerde kurumsal ırkçılığı Siyahların ayrı millet meydana getirdiklerinin
izahı. Siyahların mazlum bir millet ya da milliyet olmadıklarına ilişkin
tartışmada Stalin’in dört ölçütü kullanılıp, bunun nedenini Siyahların kesin
sınırlarla belirlenmiş bir bölgeyi işgal etmedikleri gerçeğine bağlayanlar,
ABD’deki Afrikalı-Amerikalıların gerçek tarihine karşı çıkıyorlar. İlk dönemde
olduğu gibi, Siyahların milliyet olmadıklarını söyleyen ABD’li sosyalistler,
Siyahî halktan tecrit oluyorlar ve onların karşısında duruyorlar.
Kaygan bir zemin üzerinde duran Dixon, formel mantığı
uygulamaya koyuyor ve bir halkın millet olabilmesinin ölçütünü belli bir
bölgede ikamet etmek olarak belirliyor. Lenin’in cebirsel yöntemi daha hayırlı.
ABD’li Siyahlar dört ölçütü de karşılıyorlar, ancak Stalin’in belirttiği yoldan
değil. Ortak dil (İngilizce), kültür ya da psikolojik yapı, bölge ve ekonomi
(bütün olarak ABD) ölçütlerin talebini karşılıyor.
Dixon, eşit yurttaşlık hakları için mücadelenin beyaz
milliyetin diğer halklar üzerindeki özgül hâkimiyetinden kurtulmak için verilen
mücadelenin bir parçası olduğunu söylerken, haklı. Bu, kapitalizm koşullarında
bitmeyecek uzun soluklu bir mücadele.
Ancak millet meselesine ilişkin şematik ve diyalektik
olmayan bir yorum geliştiren Dixon, bu ülkelerde süren milliyetçi hareketlerin
eleştirmeni kesiliveriyor. O, milliyetçilere “idealist ve ütopyacı” diyor.
Demek en iyisi, kendisini “Avustralya milleti”nin parçası olarak görmeyen
Aborjin’e karşı büyüklük taslamak, ona ırkçılığa karşı kavgasının onurlu
olduğunu söylemek, destekleneceğini vaat etmek ama öte yandan da
milliyetçiliğin yanlış olduğunu söylemekmiş. Umarım Avustralya’daki
sosyalistler, kapitalist devlet iktidarına karşı gelen Aborjin milliyetçiliğine
karşı polemiğe girişmezler.
Kısa zaman önce Kanada’da yerli halklara mensup küçük
bir grup, kendilerinin olan özerk bir bölge kazanmayı başardılar. Bu, Quebec’li
mazlum milletin diğer yerli halklar adına dillendirdikleri bir talep aslında.
Kanadalı sosyalistler, Quebec yerlilerine, yalnızca harita Quebec’in
Quebec’lilerin olduğunu söylediği takdirde yerli halkın millet olma hakkı elde
edebileceğini mi söylüyorlar? Hayır, gerekirse harita yeniden çizilir ve yerli
halklar kendi kaderlerini tayin haklarını elde ederler.
Lenin ve Milletlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı
Daha önce de izah ettiğim üzere, Lenin, millet
meselesini Dixon gibi ele almıyor. Lenin, Stalin’in 1913 tarihli makalesindeki
dört ölçü, hangi halkların millet olduklarını belirleyen bir kontrol listesi
olarak kullanmıyor. Sınıf mücadelesi yapar bu işi.
Lenin, hangi halkların komünistlerin desteğini hak
ettiği ve hangilerinin kendi kaderini tayin hakkına sahip olması gerektiği
sorusu üzerinden, Marx ve Engels’in emperyalist döneme uyguladıkları yöntemi
kullanır. 28 Temmuz 1920 tarihinde Komintern’in İkinci Kongresi’ne sunduğu Millet
ve Sömürge Meselesi Üzerine Başlangıç Taslak Tezleri’nde Lenin
“Amerika’daki Siyahlar”dan bahseder. Onlara dokuzuncu maddede özel olarak
değinir:
“Tüm
komünist partiler, bağımlı ve imtiyazsız milletlerdeki (örneğin İrlanda,
Amerikalı Siyahlar vb.) ve sömürgelerdeki devrimci hareketlere yardım
etmelidirler.”[2]
Başka bir deyişle, 1920’de ABD’li Siyahlar, Lenin
tarafından mazlum bir millet kabul edilmektedirler. 1920’de tüm Amerika
genelinde yaşayan Siyahlar, önemli bir bölümü güneyde olmasına karşın, ABD
ekonomisi ile bütünleşmiş, ırkçılığa karşı özel bir psikolojik yapı üretmiş ve
ortak dil olan İngilizceyi konuşan bir millettir. Ancak eğer Dixon’ın Lenin’in
millet meselesi teorisine ilişkin yorumu kullanılacak olursa, Lenin raporuna
Siyahları katmakla yanlış yapmıştır, zira onlar, özel bir toprak parçasına ya
da ülkeden ayrı bir ekonomiye sahip değildirler.
Ben, Lenin’in hata yaptığına inanmıyorum. O, mazlum
bir millet için nihaî ölçüt olarak halkın kendisini, onun ekonomik ve politik
gerçekliğini belirlemiş olan Rus Devrimi derslerini uygulamıştır.
1930’larda ABD Sosyalist İşçi Partisi liderliği ile
yaptığı tartışmada Troçki, hazırladığı raporda Lenin ile aynı yöntemi uygular.
Troçki, “sosyalistlerin kendi kaderini tayin hakkının ilerletmemeleri için
hiçbir sebep görmediğini” söyler ve Siyahların kendi kaderini tayin hakkı
yönünde bir talepte bulunmadığına ilişkin tartışmada şu cevabı verir:
“(…)
bunun doğal nedeni, beyaz işçilerin proleter diktatörlük sloganına doğru hamle
yapamamış olmaları ile aynıdır. Siyahlar, o siyah kafalarına kendileri için
büyük ve güçlü devlet parçası oluşturma cesaretini henüz sokamıyorlar.”[3]
Troçki, Siyah’ın bu fikri edineceği gerçeğini beyaz
işçinin devrimci olacağı gerçeği kadar açık bir biçimde kabul eder.
Kendi Kaderini Tayin Hakkı Nedir?
Dixon şöyle söylüyor:
“Milletlerin
kendi kaderlerini tayin hakkı, yalnızca mazlum milletlere tatbik edilebilir.
Bu, mazlum bir milletin, ayrılma ve ayrı bir millî devlet oluşturma hakkı
dâhil, zalim milletle politik ilişkisini belirleme hakkına sahip olduğu
anlamına geldiğini söyleyen politik bir taleptir.”
Ancak Dixon’ın şeması, kimin millet olup kimin
olmadığını keyfî olarak ilân eden dört ölçütlü kontrol listesine denk düşmeyen
tüm mazlum gruplardan bu hakkı mahrum bırakıyor. Dixon, doğaları gereği henüz
teşkil olmamış, ancak bir millet olabilecek mazlum hakları dışarıda tutuyor.
Dixon, akıl almaz bir biçimde, kendi kaderini tayin
hakkını almazdan önce bir mazlum halkın kendisine (Dixon’a) millet olduğunu
ispatlama yükümlülüğünü gene o mazlum halkın sırtına atıyor.
Gerçekte Dixon, bir halkın millî niteliği üzerinden
zulüm görmesini ve kendi hakları için mücadele etmesini yeterli bulmuyor. Bu
halklara mensup olup kendilerini milliyetçi olarak nitelendirenleri ise
idealist ve ütopyacı olarak niteliyor.
Troçki’nin 1933’te ABD’li sosyalistlerle meselenin
değişim sürecini hızlandırıcı yönü ve mazlum Siyahların rolüne ilişkin
yürüttüğü tartışma izah edici bir örnek teşkil ediyor:
“İnanıyorum
ki eşi görülmemiş politik ve teorik gerilik, eşi görülmemiş ekonomik gelişme
işçi sınıfının uyanma süreci oldukça hızlı bir biçimde ilerleyecektir. Eski
ideolojik kılıf yırtılacak, tüm sorular bir anda ortaya çıkacak ve ülkenin
ekonomik açıdan olgunlaşmasına bağlı olarak politik ve teorik olanın ekonomik
düzeye uyarlanması oldukça büyük bir hızla gerçekleşecektir. O zaman Siyahların
en gelişkin kesim olmaları muhtemeldir. Rusya’da buna benzer bir örnek mevcut.
Ruslar Avrupa’nın Siyahlarıydı. Oldukça muhtemeldir ki Siyahlar da kendi
kaderini tayin hakkı üzerinden iki devasa adımla proleter diktatörlüğe doğru
ilerleyecek ve o büyük beyaz işçiler bloğunun daha da ilerisine geçeceklerdir. O
vakit öncünün de oluşmasını sağlayacaklardır. Kesinlikle eminim ki onlar her
durumda beyaz işçilerden daha iyi dövüşeceklerdir. Ancak bu, sadece komünist
partinin Siyahların var olduğu düşünülen önyargılarına değil, beyaz işçilerin
epey bir yekûn tutan peşin hükümlerine karşı uzlaşmaz ve acımasız bir mücadele
verip, asla tavizde bulunmaması suretiyle mümkün olabilir.[4] (Vurgu bana ait -M.
M.)
Marksistler kontrol listeleri ile hareket etmezler.
Bizim materyalist yöntemimiz gerçekleri temel alır. Tüm emperyalist ülkelerde
mazlum halklar (milletler, ırkî, etnik azınlıklar) mevcuttur. Millet olma
düzleminde zulme uğrayan bu halklar, tam da bu zulümden ötürü, kendi
kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Zulme son vermek için yürüttükleri
mücadele aracılığıyla onlar, bağımsız millî devletler kurup kurmayacaklarına,
bir federasyona veya özerk bölgeye katılıp katılmayacaklarına ya da tümüyle
entegre olup olmayacaklarına kendileri karar vereceklerdir. Sosyalistlerin
siyaseti, bizim gibiler mazlum millet dâhilinde sosyalist bir çözüm geliştirsek
bile, sözkonusu hakkı koşulsuz korumaktır.
Mazlumların Milliyetçiliği
Bugün Marksistlerin mazlumların milliyetçiliğini
desteklemelerinin nedeni budur. Mazlumların milliyetçiliği sınıflar
mücadelesinin bir biçimidir. Dixon gibi tüm milliyetçiliklerin basit anlamda
kapitalist ideolojinin bir biçimi olduğunu söylemek yanlıştır. Dixon,
mazlumların milliyetçilikleri ile zalim milletlerin milliyetçilikleri arasında
ayrım koymuyor. Aynı hata, kapitalist devleti reforme etmeyi amaçlayan
feminizmin ve sendikalizmin karmaşık yapılarını tanıma noktasında da yapılıyor.
Tüm bu izm’lerin ideolojilerine “burjuva” demek,
fiiliyatta sürmekte olan feminizm, militan sendikalar ve haklar için mücadele
eden mazlum milletlere yönelik nasıl bir tavır alacağımızı söylemez. Yalnızca
saf anlamda sekter olan bir kişi, zulmün ve sömürünün kaynağı olarak kapitalist
sistemi görmedikleri için kimi küçük burjuva hareketleri görmezden gelebilir.
Bizler, sözkonusu hareketlere ait dinamikleri tanıyor,
onları kucaklıyoruz. Sosyalistler olarak bizler, mazlumların milliyetçiliğini,
feminizmi ve militan sendikacılığı kitlesel mücadele dâhilinde emekçi halkın
politik bilincini yükseltecek ve ona kapitalist sistemin sorun, yalnızca
sosyalist devrimin çözüm olduğunu anlamalarını sağlayacak yolu açacak unsurlar
olarak görüyoruz.
Emperyalizmin can damarlarında hüküm süren millî
mücadeleleri asla küçümsememeliyiz. Bu, bizi mazlum hareketlerini eleştirmeye,
bu hareketleri "ütopyacı ve idealist" olarak nitelemeye götürür. Bu
hareketlerin inatçı savunucuları olmaktan alıkoyar ve ABD, Kanada, Avustralya
gibi ülkelerdeki beyaz işçilere verecekleri liderlik rolünden mahrum bırakır
bizleri. Daha da kötüsü sonumuz, altmışlarda Siyah milliyetçiliğine saldıran,
onun büyük lideri Malcolm X’i “hükümet ajanı” olarak suçlayan ABD Komünist
Partisi liderliği gibi olur.
Sonuçta Dixon, Siyahların ve Aborjinlerin mazlum birer
millet olmadığının kanıtının, onların bugün eşitlik için dile getirdikleri ana
politik talepler olduğunu söylüyor. Bu, ona göre, ABD ve Avustralya milletleri
içindeki ırkî açıdan mazlum birer azınlık olduklarını gösteriyor. Ancak
otuzlarda Troçki’nin de belirttiği gibi, bu tip sözler gelecekte neler
olacağına ilişkin hiçbir şey söylemiyor. Siyahların ve Aborjinlerin eksiksiz
yurttaşlık haklarına odaklanmalarının sebebi, bunların kazanılmalarının muhtemel
olması gibi görünüyor. Milliyetçi duygular bu tip toplumlarda tüm gücü ile
muhafaza ediliyorlar. (Örneğin bağımsızlık için uğraşan Kosovalılar, Miloseviç
yönetimi altındaki küçük bir azınlık iken bu durumlarına 1989’da son verdiler.
Milliyetçi duygular bu eylemden önce de çok güçlüydü ve sonrasında daha da
güçlendi.)
Ayrıca altmışlarda, ABD’deki Siyah mücadelesinin
zirvede olduğu dönemde, ana sloganın “Siyah İktidarı!” olduğunu da unutmayalım.
Militan Siyah milliyetçiliğinin yükselişte olduğu geçmişe kıyasla derin bir
sükûnet ve muhafazakârlığa gömülü olan ABD’nin bugününü idealize etmeyelim.
Demokratik Sosyalist Parti’nin 1994’te aldığı konum,
fikrimce Dixon’ın konumuna nazaran daha doğrudur. Bu konum, Marx ve Lenin’de
yankısını bulan, emperyalist ülkelerde milletler için millet meselesi
teorisinin sahip olduğu dinamizmi, Dixon’un bugün tartıştığı teoriye göre daha
fazla yansıtmaktadır.
Malik Miah
Kaynak
[Malik Miah, Links’in yayın kurulu ve
ABD’li sosyalist örgüt Solidarity üyesidir.]
Dipnotlar:
[1] Andrew Hacker, Two Nations: Black and White, Separate, Hostile, Unequal,
Charles Scribner's Sons, Macmillan Publishing Company, New York, 1962, s.
34.
[2] Lenin, Collected Works, Cilt: 31, s. 148.
[3] Leon Trotsky on Black Nationalism and
Self-Determination, Merit Publishers, New York, 1967, s. 8.
[4] A.g.e., s. 18.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder