Luxemburg’u Gramsci ve Benjamin Üzerinden
Yeniden Okumak
Sorun
Kendiliğindenliğin bilinçli kontrolle ilişkisi,
uluslararası işçi hareketinin ortaya çıktığı ilk günlerden beri politik örgüt
meselesinin merkezinde durur. Anarşistlerle marksistler arasında ve
marksistlerin kendi içlerinde hüküm süren eski tartışmaların önemli bir kısmını
sözkonusu ilişkinin en iyi nasıl formüle edileceği tartışması teşkil
etmektedir.
Geleneksel partiden ve devlet odaklı yaklaşımlardan
uzaklaşıp, kapitalizme dönük merkezsiz direniş yöntemlerine doğru kayıldığı
momentte bahsi geçen tartışmalar yeniden önem kazandılar.[1] Sosyal
demokrasinin iflasının ve merkezîleşmiş kontrole dönük genel şüphenin teşvik
ettiği bu kaymaya, insanların kendiliğindenliğinin kutsanması eşlik ediyor.
Bugün, cevap olarak, devletin devam eden merkezîliğini ve aynı zamanda
kendiliğinden direnişin sınırlarını yeniden öne çıkaran kimi yorumculara
rastlanıyor.[2]
Peki ama kendiliğindenlik ne demek? Kendiliğindenliği
kutsayıp merkezî koordinasyona yönelik şüpheci yaklaşımı benimsediğimizde,
bizler esasta neyi kutsamış oluyoruz? Tersten, kendiliğindenliğin
yetersizliğine işaret ettiğimizde, esasta tam da neye atıfta bulunmuş oluyoruz?
Bu yaklaşımların arasındaki muazzam farklılıklara karşın, kendiliğindenlik
oldukça benzer yollardan anlaşılmaya meyyaldir: bir şeyi olduğu gibi,
kendiliğindenci bir üslupla, plan yapmadan ele almak. Kendiliğinden faaliyet,
zaman zaman kutsanması cesaretlendirilmesi, kanalize edilmesi, yönetilmesi,
dizginlenmesi, korkulması veya bastırılması vs. gereken bir güç olarak,
alabildiğine mistik bir biçimde çıkıyor karşımıza. Görünüşe göre
kendiliğindenliği bilinçli kontrole nispetle daha önemli ve öncelikli görenler
de görmeyip bu yaklaşımı eleştirenler de kendiliğinden ne olduğu konusunda bir
miktar gizemli hâle sokulmuş, benzer türde bir anlayışa başvurma eğiliminde.
Luxemburg’un İç Çelişkileri ve “Hatalar”ı
Kendiliğindenliğin önemini savunan en ilginç
isimlerden biri de Rosa Luxemburg’dur. Görünüşte Luxemburg’un bir ayağı
kendiliğindenlikte, diğer ayağı bilinçli kontroldedir. Merkezîleştirilmiş parti
aygıtının acil bir ihtiyaç olduğunun farkında ise de Luxemburg, Alman Sosyal
Demokrat Partisi’nin içinde yıllarca çalışmış, Almanya Komünist Partisi’ni
kurmuş ve uzun seneler sürekli olarak işçi hareketi içinde kendiliğindenliğin
merkezîliği meselesini tartışmıştır.
Bu alenen çift anlamlı olan tutum, Luxemburg’un birçok
öğrencisinin kafasını yıllarca karıştırmıştır. Bir taraftan Rosa, kapitalizmin
çelişkilerinin onun ölümüyle sonuçlanacağı, bu sürecin en gelişkin olduğu
dönemeçte işçilerin eyleme geçeceği üzerinde durur. Bu bakış açısının, sözkonusu
amaç için inşa edilmiş örgütü konu dışı kılma ihtimali vardır. Diğer yandan
Rosa, ilgili sürece müdahale edecek bir örgütün gerekli olduğuna da inanır.
Kimi yorumcular, bu açık paradoksu onun politik ekonomisi ile eyleme dönük
yazıları arasına ayrım koymak suretiyle çözerler. Başka yorumcular ise Rosa’nın
politik gelişimindeki birbirinden ayrı momentlerle ilgili olduğunu
söylerler.[3] Ancak genelde o, eleştirel bir üslup dâhilinde de olsa, devrimci
sosyalist hareket tarafından kabul görmüş bir isimdir.[4] Zira onunla ilgili
tüm bilgi, ne kadar takdire şayan olursa olsun, devrimci sosyalist perspektif
açısından Rosa’nın “hata”larına dair belli bir kısmı ihtiva eder.
Bu “hatalar” kaderci bir tarih anlayışından
türemektedirler. Yoldaşça yapılan dikkate değer sayıda eleştiri, onun partinin
rolünü küçümsediği ve sosyalizm mücadelesinde işçilerin kendiliğinden
faaliyetine aşırı önem atfettiği üzerinde durur.[5] Luxemburg’daki kadercilik,
işçilerin kendiliğindenliğinin “ekonomik gelişmeye ait temel güçler”e dönük
cevabı içinde ortaya çıkmaktadır. Sonuçta Rosa, sıklıkla ekonomist olmak ya da
bugün genelde kullanıldığı biçimiyle, ekonomik indirgemecilik üzerinden
eleştirilmiştir.
Ancak gene de Rosa daha cömert bir okumayı hak eder.
Bu okuma, onun işçilerin kendiliğindenliğine ve kendiliğindenliğin yeniden
düşünülmesine neden önem atfettiğine ilişkin bir görüşe ihtiyaç duyar. Rosa
kendiliğindenliği, içinde yaşadığı nesnel koşullara yönelik cevabı içinde işçi
sınıfının ortaya koyduğu bir inisiyatif olarak anlar.[6] Rosa’nın
kendiliğindenliğe değer vermesinin nedeni, SPD liderliğinin verdiği değerden
farklıdır. SPD liderliği, parlamenter güzergâhı giderek daha fazla önemserken,
Rosa, işçilerin kendi inisiyatifini temel toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek
yegâne araç olarak görmektedir.
Marx’ın yaklaşımını hatırlatan Rosa, işçilerin
temsilcileri, müdafileri ve liderlerinin aksine, burjuva toplumunu kökten
dönüştürecek gerekli failler olarak bizzat işçilere odaklanır. 1866’da Marx’ın
kaleme aldığı Birinci Enternasyonal’in Geçici Kuralları aynı yönde
ifadelere başvurmaktadır: “İşçi sınıfı kurtuluşa gene kendi elleriyle
ulaşacaktır.”[7]
Marx’a göre işçilerin öz kurtuluşu ilkesi, sosyalist
topluma giden yegâne gerçekçi rotadır. Sosyalist muhayyileden türeyen bir
tasarından ziyade, sosyalist toplumun özgül biçimi ezilenlerin uzun soluklu
mücadelesi üzerinden kurulacaktır. Marx, bu mücadele sürecine bağlı olarak
sadece toplumun değil, ayrıca ezilenlerin de temel yollar dâhilinde
dönüşeceğine inanır. Sonuç olarak Marx’a göre öz kurtuluş, kesinlikle sosyalizm
anlayışının merkezini teşkil eder.
Kendiliğindenlik ve Bilinçli Kontrol
Bu bakış açısı, Rosa’nın işçilerin kendiliğindenliğine
neden daha fazla değer atfettiğini açık biçimde izah etmektedir. İşçi sınıfının
kendi kendine kurtulacağına ve hiçbir örgütün onun adına bu işi
gerçekleştiremeyeceğine inanmak, işçilerin öz eylemliliğine değer yüklemek
demektir. Peki o vakit sosyalist örgütün rolü nedir? Böylesi bir örgüt neye
benzeyecektir? Luxemburg ve Lenin arasındaki tartışmaların merkezinde duran
sorular bu türden sorulardır.
Luxemburg’un sosyal demokrasi eleştirilerinin önemli
bir bölümüne iştirak eden Lenin de aynı şekilde işçi sınıfını kendi kurtarıcısı
olarak görür. Lenin, işçilerin öz örgütlenmesine değer atfeder ve ilkin 1905’de
St. Petersburg’da ortaya çıkan işçi konseylerinin (sovyetlerin) önemini kavrar.
Lenin’in görüşleri zamanla değişir, Luxemburg’un teorileriyle temas kurdukça
farklılık arz eder;[8] ancak her ikisi de kendiliğindenlik ve bilinçli kontrol
arasındaki ilişki hususunda sıklıkla anlaşmazlığa düşer. Devlet baskısı altında
Lenin, işçilerin öz kurtuluşu sürecini kolaylaştırma görevini üstlenen, sınıfın
en sınıf bilinçli katmanından müteşekkil örgütü üzerinde durur.[9] Luxemburg
ise böylesi bir örgütün kendiliğindenliği boğmak suretiyle fiiliyatta işçilerin
öz kurtuluşuna bariyer teşkil edeceği noktasında uyarıda bulunur.[10]
Kimi teorisyenler, Lenin karşısında Luxemburg’un
“kendiliğindenci” yaklaşımından yana saf tutarlarken, bazıları ise Luxemburg’un
kaderciliğinden uzak durarak Lenin’in yöntemini desteklerler. Lukacs, kararlı
bir tutumla, daha çok Lenin’in safındadır.[11] Lukacs, kapitalizmin kendisini
demistifiye ettiğine ve işçi sınıfı bilincinin oluşumunu körüklediğine inanır.
Ancak o, aynı zamanda kapitalizmin yeni mistifikasyon biçimleri ürettiği
kanaatindedir; bu nedenle kendisi şeyleşme anlayışını geliştirmiştir.
Lenin’in partisinin rolü, ona göre, sözkonusu bariyerleri aşma konusunda sınıfa
yardımcı olmak ve bilincin oluşumuna katkı sunmaktır.[12] Bilinci düşüncelerin
değil, eylemin ürünü olarak anlayan Lukacs, Lenin’in üyelerinin doğrudan
faaliyetlerini talep eden eylemci parti yaklaşımını II. Enternasyonal
partilerini ve Luxemburg’u aşan bir gelişme olarak kaydeder.[13] Lukacs’a göre
Lenin’in partisi, tarih yapmak için tarihe müdahale etmenin bir yoluyken,
Luxemburg’un işçilerin kendiliğinden eylemliliğine dönük inancı, sınıfın kendi
öz gelişimini kaderci bir üslupla beklemeye götürür.
Peki ama asıl meselemiz bu mu? SPD ve KPD’deki
kadercilikle Rosa’daki kaderciliği nasıl uzlaştırabiliriz? Görünüşe göre
Lukacs’ın Luxemburg’u ekonomist olarak okuyuşunu asıl kısıtlayan şey, ondaki
ekonomist kendiliğindenlik anlayışıdır.
Kendiliğindenliği Demistifiye Etmek - I:
Gramsci ve Hegemonya
Antonio Gramsci’nin çalışması, bu kendiliğindenlik
anlayışının demistifiye edilmesine katkı sunacak bir çalışmadır. Hapishane
Defterleri’nde Gramsci, “saf” kendiliğindenliğin tarihte mevcut olmadığını
yazar: “saf” kendiliğindenlik, esasta “saf” mekaniklik demektir. “En
kendiliğinden” harekette “bilinçli liderlik”e ilişkin unsurların kontrol
edilmesi kolay değildir ve bunlar hiçbir vakit güvenilir belgeler bırakmazlar
geriye. Bu sebeple kendiliğindenlik, “alt sınıfların tarihi”ne ait bir
özelliktir.[14] Gramsci’ye göre, “alt” sınıflar tali sınıflardır ve bunlar
marjinal konumları lehine, kendi bilinçli faaliyetlerine dair geride az sayıda
iz bırakırlar. Bu bakış açısından bakıldığında kendiliğindenmiş gibi görünen
olaylar, esasta onay almış resmî muhalefetten ziyade, tali toplumsal gruplarca
örgütlenmiştir ve dolayısıyla bilinçli planlamanın yokluğuna dair bir izlenime
yol açarlar. Ancak Gramsci bu eylemliliği romantize etmez, zira sözkonusu
eylemlilik alt sınıflar içinden doğmuştur.[15] Alt sınıfların öz eylemlilik
içine girme becerisine sahip olduklarını kabul eden Gramsci, bu eylemliliğin
otomatik olarak devrimci ya da hatta ilerici olmadığını söylemiştir.
Bilinçli öz eylemlilik ve mücadelenin
geliştirilmesiyle ilgilenen lider grubun bilinçli eylemliliği olarak yeniden
formüle etse de bu anlayış, bizi gerisin geri kendiliğindenlik ile bilinçli
kontrol arasındaki ilişki meselesine götürür. Gramsci dikkatini “eğiten”,
“yönlendiren” ve kendilerine bilinçli liderlik bahşeden” kendiliğinden
hareketler ve onlara yönelik dikkatli bir yükümlülük meselesine yöneltir.[16]
Ne var ki sorun, düşünceler savaşından daha karmaşık
bir sorundur. David McNally’nin de yazdığı üzere, “Esasta politik mesele, basit
manada hâkim sınıfa ait fikirlerin hegemonyasını söküp atmak değil, metanın
kendi biçimi ile tanımlanmış bilinçaltı unsurlarını
istikrarsızlaştırmaktır.”[17] Gramsci’nin analizi, ekonomik koşullar ardına
saklanan otomatik reaksiyonları ifşa etme noktasında epey güçlüdür ve bu analiz
kendiliğindenliğin kısmî bir muhasebesini bize sunar. Gramsci’nin tespitiyle,
kendiliğinden eylemliliğin sıklıkla bilinçaltına dair bir sonuç olarak ortaya
çıkmasının sebebi, bu eylemliliği örgütleyen grupların ikincil konumudur fakat
Gramsci de kendiliğindenliğin gizemi ortadan kaldırılmamış olan, bilinçaltı ile
ilgili yönüne hiç değinmez.
Kendiliğindenliği Demistifiye Etmek - II:
Benjamin ve Kolektif Bilinçaltı
Luxemburg’u Walter Benjamin üzerinden okumak,
kendiliğindenliğin bilinçaltıyla ilgili yönünü demistifiye etmemizi
sağlayacaktır. Gramsci’den istifade ederek, Luxemburg’un kendiliğindenlik
anlayışı, ekonomist bir yola düşmeksizin, bilinçli öz eylemlilik anlamında,
nesnel koşullara dönük işçi sınıfının cevabı içinde onun ortaya koyduğu bir
teşebbüs olarak kavranabilir. Ancak Luxemburg’un kendiliğindenliği öz
eylemliliği ihtiva ederken, bu öz eylemliliğe bütünüyle bilinçli planlama
rehberlik etmez. Luxemburg, kendiliğinden ayaklanmada açık biçimde içerilen
bilinçli gayreti kabul ederken, onun bu tarz olaylara dönük izahatı açık
biçimde başka bir olguyu devreye sokar.
Onun 1905’te Rusya’yı sallayan genel grev dalgasına
ilişkin değerlendirmesi örnek verilebilir. Konuyla ilgili olarak Luxemburg
şunları yazmaktadır:
“Ocak’ta
proletaryanın aniden ortaya çıkan ve St. Petersburg olaylarının güçlü itkisiyle
gerçekleşen isyanı, dışa dönük olarak mutlakiyet rejimine karşı devrimci bir
savaş ilân eden politik bir eylemdir. Ancak bu ilk genel doğrudan eylem, içe
doğru olarak ilk kez sınıfsal duyguları ve sınıf bilincini milyonların içinde
eletro-şok misali uyandırmıştır. […] milyonları bulan proleter kitle,
kapitalizmin zincirleri altında boğuldukları onlarca yıl süresince sabırla
tahammül gösterdikleri toplumsal ve ekonomik varoluşun hoş görülemez nitelikte
olduğunu aniden ve keskin biçimde fark etmiştir. Bunun sonucunda sözkonusu
zincirlerde kendiliğinden genel bir sarsıntı ve mücadele baş göstermiştir.
Modern proletaryanın çektiği, haddi hesabı belirsiz olan tüm o ıstırap ona eski
kanayan yaralarını hatırlatmıştır.”[18]
1905 genel grevine ilişkin bu oldukça zengin izah,
kendiliğindenliğin ya da öz eylemliliğin ilgili olaylarda nasıl oluştuğunu ve
Rosa'nın salt bilinçli planlamanın rehberliği ile yetinmediğini gösterir. “Eski
kanayan yaralar”a ve “elektro-şok misali”, genel grevin yıldırımı ile uyanan
sınıf bilincine ilişkin tahayyülü diğer süreçlere atıfta bulunmaktadır.
Luxemburg’un katlinden yıllar sonra Walter Benjamin,
bu süreçlere ışık tutan bir bilinçaltı anlayışı geliştirir. Freud’un
bilinç/bilinçaltı anlayışı ile Proust’un hafızayla alakalı fikirlerine başvuran
Benjamin “kolektif bilinçaltı” kavramını üretir.
Benjamin’in 1939’da kaleme aldığı Baudelaire’deki
Kimi Motifler Üzerine başlıklı makalesi Freud’un bilinç anlayışını
incelemektedir. Freud’u takiben Benjamin, bilincin yalnızca uyarıcı almadığını,
ayrıca kendisini potansiyel şok edici uyarıcılardan korumak amacıyla onları
sözkonusu şoklara dair hafızayı bastıran anlatılar içinde absorbe ettiğini
söyler. McNally meseleyi şu şekilde izah eder: “Başka bir deyişle bilinç,
tehlikeli ve korkutucu dünyada kendisine bir güvenlik ve istikrar masalı
uydurur”[19] Bilincin dünyayı kavramasına yardım eden anlatılar, bilinci bizi
travmatik şoklardan koruyacak biçimde örgütler. Bu türden şoklar ilgili
anlatılarca, en iyi hâliyle, görece başarılı bir biçimde savuşturulurlar ya da
en kötü hâliyle, bilinçli olarak deneyimlenirler; ya da bunlar hafıza izleri
olarak bilinçaltında iz bırakırlar.
Benjamin, bu hafıza izlerini Proust’un gönülsüz hafıza
anlayışını kullanarak anlar. “Terimi takdim eden düşünce hususunda Proust, bize
uzun yıllar fakirlik içindeki çocukluğunu geçirdiği Combray kasabasını
hatırlatır. Bir öğleden sonra (ileride belirttiğine göre, sıkça) tattığı
şekerli çöreğin tadının kendisini geçmişe götürdüğünü söyler.”[20] Benjamin,
hafızada ani ışımalara yol açan bu türden deneyimleri bugünde bir şeylerce
tetiklenmiş, bilinçaltına ait hafıza izleri olarak anlar. Bilinç, duyusal şoklara
ilişkin hatıraları bastıran bir tür zırh olarak iş görürken, bilinçaltı, bu
bastırılmış hatıraların iz ambarı olarak kullanılır.
Benjamin, burjuva toplum bağlamı içine oturtmak
suretiyle, Freud’un bilinç/bilinçaltı anlayışını şeyleşmeden kurtarır. Ona
göre, kapitalizm koşullarında hayat, şokların ivmelenmesiyle bilincin giderek
daha fazla korumacı oluşuna tanıklık etmektedir. “Özel kimi izlenimlerde şok
etmenin payının artışı ile daha fazla sabit olan bilinç, uyarıcılara karşı iş
gören bir tür sahne olarak daha fazla tetikte durmalıdır; ne kadar etkin
olursa, sözkonusu izlenimler deneyime o kadar az duhul eder.”[21] Kapitalizm koşullarında
hayat giderek daha fazla şoka maruz kalır, bu da bilincin zırh olma niteliğini
geliştirir. Susan Buck-Morss’a göre “Estetik sistem, diyalektik bir terse
dönüşe maruz kalır. İnsanî duyu merkezi gerçekle “temas” hâlinden gerçeği bloke
eden bir tür araca dönüşür. Estetik -duyusal algı- estetik olmayandır, hislerin
hissizleşmesidir artık.”[22]
Sonrasında Benjamin, bilinç/bilinçaltı anlayışını
toplumsal bir olgu etrafında ele alarak Freud’dan uzaklaşır.[23] Uyarıcıları
alan ve şok hatıralarını bastıran anlatılar paylaşılmaktadır; onlar, bireylerin
içinde ikamet ettiği toplumsal dünyanın birer parçasıdırlar. Kolektif
bilinçaltı, bu sebeple uyarıcılar için bir hazne olduğu kadar, potansiyel
olarak zarar verici uyarıcılara karşı bir tür zırhtır da. Bu zırh bu türden
deneyimlere ait hatıraları bastırır. Aynı zamanda kolektif bilinçaltı, bu
bastırılmış hatıralara ait izleri ihtiva eder. Böylesi görüşler deneyimin tüm
yönlerini aydınlatarak bizlere kendiliğindenliğin bilinçaltına ilişkin yönünü
demistifiye etme noktasında katkıda bulunurlar. Böylelikle nesnel koşullara
dönük açık refleks tepkilerin kökeninde tarihsel deneyimin yattığı görülmeye
başlar. Benjamin, Luxemburg’un Spartakist Birliği’ne (SPD içindeki sol gruba)
övgüler düzmüştür. Örgüt, sonrasında SPD’den ayrışıp komünist partiyi meydana
getirmiştir. Benjamin’e göre, kendi dönemindeki sosyal demokratların aksine
birlik, geçmişin adaletsizliklerini unutmak yerine, geçmişin korkuları ile
yüzleşmeyi bilmiş ve geleceğe ilişkin vaatlere odaklanmıştır.[24] Parlak
fikirlerle yüklü Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’de Benjamin şunları
yazar:
“Tarihsel
bilginin emanetçisi, insan ya da mücadele eden insanlar değil, mazlum sınıfın
bizatihi kendisidir. Marx’ta mazlum sınıf, haksızlığa uğramış nesiller adına
kurtuluş görevini ifa edecek intikamcı ve en son köleleştirilmiş sınıf olarak
ortaya çıkar. En özlü yeniden dirilişini Spartakist grupta gerçekleştirmiş olan
bu inanç, Sosyal Demokratlara daima sakıncalı görünmüştür. […] Sosyal
Demokrasi, işçi sınıfına gelecek nesillere kurtarıcı Mesih rolünü bahşetmeyi
düşünmüş, bu yolla sınıfı en büyük güç kılan sinirleri bir bir kesmiştir. Bu
çalışma, işçi sınıfına kurtulmuş torunların hayâlinden ziyade, köleleştirilmiş
atalarının hayâlince beslenen nefretini ve feda ruhunu unutturmuştur.”[25]
Geçmişe yönelmek bilinç oluşumunda tarihin rolüne ışık
tutar. Luxemburg’a benzer yollardan kimi vurgularda bulunan Benjamin, katı
biçimde aklî olmayan motive edici etmenlere odaklanır. Luxemburg’da bu olguyu
kavrayacak dil yoksa da o, işçilerin mücadele süreci içinde ani bir uyanış
deneyimlediğini söyler. Benjamin’in tarihin kolektif bir travma olduğu
anlayışının ışığında, bu uyanışın ardındaki mantık anlaşılmaya başlanabilir.
Kendiliğindenliği Tarih Düzleminde Anlamak
Gramsci ve Benjamin’e başvurmak suretiyle
kendiliğindenliğin demistifiye edilmesine dönük bu gayretin ışığında ekonomik
indirgemecilik dâhil, kendiliğindenliğe ilişkin çeşitli mistik anlayışların
ötesine geçilebilir.
Kendiliğindenlik, bir yandan kapitalizmin
çelişkilerinin gelişim sürecine dönük az çok otomatik bir cevap, ayrıca daha
çok bilinçli bir öz eylemlilik ama öte yandan da kolektif mücadele ânında
bastırılmış kolektif travmanın dönüşü olarak ortaya çıkar.
Bırakalım kaderciliği, esasen Luxemburg, bilinç
oluşumuna dair net bir tarihsel fikir sunmaktadır. Marx, insanların kendi
seçmedikleri koşullar altında tarih yaptıkları hususunu ısrarla dile getirir.
Ona göre, salt basit anlamda ekonomik olmayan bu koşullar, “yaşayanların
beynine bir kâbus gibi çöken tüm ölü nesillerin geleneği” tarafından
biçimlendirilir.”[26] Benjamin’se bu kâbusun kolektif travmanın bastırılmış
hatıralarınca biçimlendirildiğini düşünmektedir.
Ekonomik bir boyuta sahip ancak öte yandan salt
ekonomiye de indirgenemeyecek olan bu kâbus, mücadelenin işlediği araziyi
biçimlendirir. Bu bastırılmış hatıralar, düzenli olarak burjuva toplumunu
koruma yönünde harekete geçirilirler; ancak Benjamin, sözkonusu enerjinin
burjuva toplumunun dönüştürülmesi noktasında da devreye sokulabileceğine
inanır; esasında o, bu enerjiyi dönüşümün gerçek kaynağı olarak görmektedir.
Kolektif bilinçaltına dönük bu anlayış, Luxemburg’un 1905 grevlerindeki
kendiliğindenliğe dair değerlendirmesiyle kıyaslanabilir.
Sonuçlar
Bu bakış açısı üzerinden kendiliğindenlik artık yeni
bir önem kazanmaktadır. Sınıf bilincine ilişkin önceden kavranılmış bir
anlayışa doğru yönlendirilecek, eğitilecek, kanalize edilecek vb. bir güçten
ziyade[27], o artık uyandırılması gereken sınıf bilincinin gerçek kaynağı
olarak görülür.[28] Sonuçta kendiliğindenliğe dönük sosyalist bir yönelim, bu
uyanışa odaklanmış bir yaklaşıma ihtiyaç duyar.
Pratikte bu uyanışın neleri içerdiği kısa sürede idrak
edilemez. Ama gene de şurası açıktır: sınıf bilinci “dışarıdan” getirilir,
gelgelelim bu bilinç, ezilenlerin kolektif bilinçaltından neşet eder. Devrim
süreci ile eşanlamlı olan bu uyanış mücadele süreci içinde gerçekleşir. Fakat
bu süreç otomatik olarak meydana gelmez. Bu kaçınılmaz gerçek, Luxemburg’un
kendiliğindenliğe odaklanmasına karşın neden örgüte ihtiyaç duyduğunu izah
etmektedir.
Sosyalistlerin ve sosyalist örgütün rolüne geri
dönersek; ileride yapılacak ayrıntılı incelemelere muhtaç olan şu genel
sonuçlara ulaşmak mümkündür. Kapitalizmin kendisini demistifiye ettiğini ve
Lenin’in aşılması için partiyi gerekli gördüğü yeni mistifikasyon biçimleri
ürettiğini söylerken Lukacs, kesinlikle haklıdır. Ancak bu mistifikasyon
biçimlerine ek olarak kapitalizm, uyanışın karşısına, Lukacs ve Lenin’in
dikkate almadığı, kimi bariyerler diken çok yönlü bir ehliyetsizleştirme[29]
sürecini de ihtiva eder. Sonuç olarak sosyalist örgütün rolü, bir yandan
Lenin’in inancına nazaran (ve Luxemburg’un da tartıştığı ölçüde[30]) daha
sınırlıdır, ama öte yandan da o, (kendiliğindenliği fetişize eden)
“kendiliğindenciler”in inancına kıyasla, daha fazla zaruridir. Sosyalist örgüt,
sadece şeyleşme sorununun üstesinden gelmeye değil, ayrıca uyanışı bloke eden
tüm süreçleri alt etmeye de mecburdur. Bu, sözkonusu süreçlerin analizine ve
Lenin’in pratik düzeyde ilgili analizin tanımladığı bariyerleri alt etmek için
gerekli gördüğü örgüt yaklaşımına yönelik dikkatli bir yeniden düşünme
pratiğine ihtiyaç duyan oldukça zor bir iştir.
Alex Levant
Mayıs 2006
Kaynak
Dipnotlar
[1] Örneğin bkz.: Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Globalization
from Below: The Power of Solidarity.
[2] Bkz.: Panitch ve Kagarlitsky: “Ulus-devletler,
küreselleşmenin kurbanları değil, küreselleşmenin yazarlarıdır. Devletler,
küreselleşmiş olan sermaye tarafından yerlerinden sökülmedi, onlar, esasta tüm
mali sermayenin üzerinde, küreselleşmiş sermayeyi temsil ediyorlar. Bu,
küreselleşmeye meydan okumak için elverişli her türlü stratejinin yurttan
başlaması gerektiği anlamına geliyor, çünkü kesin olan şu ki ulus-devletler
küreselleşmenin fiilîleşmesinde kilit rol oynuyorlar.” (Panitch 2001: s. 375)
Aynı şekilde Boris Kagarlitsky de şunları yazıyor: “Tüm uluslararası kurumlar
ulusal devletlerin devamlılığını temsil ederler, onlara yaslanırlar ve onlarsız
asla muktedir değildirler.” (Kagarlitsky 2000: s. 16)
[3] Bkz.: Norman Geras, The Legacy of Rosa
Luxemburg.
[4] Örneğin bkz.: Lukacs, Molyneux ve Waters.
[5] Örneğin Lukacs şunları söyler: “Hakikî
yönlendirici güçlerin yanlış değerlendirmesi, Luxemburg’un yanlış yorumundaki
en önemli noktadır: o, ekonomik gelişmenin aslî güçleri yanında sürüklenmeye
karşı durmak adına devrimde partiye ve bilinçli politik eyleme gerekli önemi
vermez.” (Lukacs, “Critical Observations on Rosa Luxemburg’s ‘Critique of the
Russian Revolution,’” History and Class Consciousness içinde, s. 275).
[6] Bu formül üzerinden Luxemburg kaderci olarak
görülebilir; ancak aşağıda izah etmeye çalıştığım üzere, mesele bu olmamalıdır.
[7] Karl Marx, The First International and After,
s. 82.
[8] Bkz.: Marcel Liebman, Leninism Under Lenin.
[9] Lenin, What is to be done?
[10] Luxemburg, “Organizational Question of Social
Democracy”, Rosa Luxemburg Speaks içinde, s. 169.
[11] Bkz.: Lukacs, History and Class Consciousness.
[12] “Komünist Parti’nin mücadelesi proletaryanın
sınıf bilincine odaklanır. Onun sınıftan örgütsel anlamda ayrışması, bu açıdan,
onun sınıf adına ve sınıfın yerine savaşmayı arzuladığı anlamına gelmez. […]
Devrim süreci -tarihsel ölçekte- proleter sınıf bilincinin gelişim süreci ile
eşanlamlıdır.” (Lukacs, History and Class Consciousness, s. 315).
[13] 1903’te RSDİP’in II. Kongre’sinde Lenin ve Martov
arasında hüküm süren ve sonrasında Bolşeviklerle Menşevikler arasında kopuşmaya
yol açacak olan tartışmanın merkezinde parti saflarındaki üyelerin rolü
meselesi yatmaktadır. Lenin üyelerin kişisel faal katılımını öngörür. Bu, salt
parti programının desteklenmesi biçiminde cereyan eden pasif bir üyelik
ilişkisinin geçerli olduğu II. Enternasyonal partilerinin geleneksel
yaklaşımından kopuşu ifade eder. Pasif ilişki modeli Martov’un önerisidir.
Lenin’in yaklaşımı, II. Enternasyonal’in yukarıdan
sosyalizm yaklaşımına uygun olarak, işçiler adına iktidarı almak amacıyla parti
örgütünü yapılandırma gayreti değil, Marx’ın da tespit ettiği üzere, işçilerin
kendilerini yönetme becerisini edinme sürecine katkıda bulunma amacına dönük
bir adımdır. Lukacs konuyla ilgili şunları yazar: “Her Komünist Parti her
burjuva partiye ya da oportünist işçi partisine (Menşevik) göre daha yüksek bir
örgütlenme tarzını temsil eder ve bu, tekil üyelere parti tarafından getirilmiş
görece daha büyük talepler şahsında kendisini gösterir. Sözkonusu anlayış
kendisini açık biçimde ta Rus Sosyal Demokrasisi içindeki ilk kopuşta ele
verir. Menşeviklere (ve aslen her türlü burjuva partisine göre parti
programının basit anlamda kabulü üyeliğin vasfı açısından kâfidir, ancak
Bolşevikler için parti üyeliği devrim çalışması içinde aktif kişisel katılım
ile eşanlamlıdır.”(Lukacs, History and Class Consciousness, s. 316).
[14] Gramsci, Prison Notebooks, s. 196.
[15] Esasında Gramsci, bu türden bir faaliyete
sıklıkla onu verili toplumsal ilişkileri muhafaza edecek yönde maniple etmek
isteyen hâkim sınıfların gerici hareketlerinin eşlik edeceği hususunda uyarıda
bulunur.
[16] A.g.e., s. 199.
[17] McNally, Bodies of Meaning, s. 232.
[18] Luxemburg, “The Mass Strike, Political Party, and
Trade Unions”, Rosa Luxemburg Speaks içinde, s. 171-2.
[19] McNally, Bodies of Meaning, s. 214.
[20] Benjamin, “On Some Motifs in Baudelaire,” Illuminations,
s. 158.
[21] Benjamin, “On Some Motifs in Baudelaire,” Illuminations,
s. 163.
[22] Buck-Morss, Dreamworld and Catastrophe, s.
104.
[23] Bu yaklaşım “bilinç […] ta başlangıcından beri
toplumsal bir üründür” noktasında ısrarcı olan marksist gelenek ile tutarlıdır.
(Marx ve Engels, The German Ideology, s. 51).
[24] “Bugün ebedî bir şimdinin içine gömülmüş olan
sosyal demokratlar, sadece geçmişi değil, geleceğe ilişkin vaatleri de
unutmuşlardır.”
[25] Benjamin, “Theses on the Philosophy of History,” Illuminations,
s. 260.
[26] Marx, The 18th Brumaire of Louis Bonaparte,
s. 15.
[27] Lukacs’ta önceden kavranmış olan bu sınıf bilinci
anlayışı “atfedilmiş” bir sınıf bilinci olarak ortaya çıkar. Bkz.: “Class
Consciousness”, History and Class Consciousness içinde, s. 46-82.
[28] Buck-Morss, Benjamin’in kolektif bilinci, “bir
hayâl dünyası ve devrimci sınıf bilinci ile eşanlamda, bu hayâl dünyasından bir
tür kolektif ‘uyanış’ olarak” gördüğünü söyler. (Buck-Morss, Dialectics of
Seeing, s. 253).
[29] Burada sadece üretim sürecinin parçalanması
sonucu oluşan ehliyetsizleşmeden değil, ayrıca burjuva toplumda ortaya
koyduğumuz deneyimlerin kolektif öz eylemlilik kapasitelerimize zarar verdiği
noktada açığa çıkan politik ehliyetsizleşmeden de söz ediyorum. Bkz.: Kuhling
ve Levant, “Political Deskilling/ Reskilling: Flying Squads and the Crisis of
Working Class Consciousness/Self-Organization” (Clarice Kuhling ile birlikte), Yayına
Hz.: Caelie Frampton, Gary Kinsman, Andrew Thompson, Kate Tilleczek, Sociology
for Changing the World: Social Movements/Social Research içinde (Fernwood
Yayımcılık, 2006).
[30] Hatta burada asıl sınırlayan şey, mücadele
alanıyla ilgili ekonomist anlayıştır; Lenin söz konusu sınırlılığı, parti
çalışmalarına katılımı yerine getirilmesi gereken bir talep hâline sokmak
suretiyle telafi etmeye çalışmıştır. Luxemburg ise Lenin’in bu yaklaşımını
öznelci ve iradeci olmakla eleştirmiş, Lenin’in “devrimle bir okul müdürü gibi”
oynamakta olduğunu iddia etmiştir. Buna karşılık kendisinin geliştirdiği
yaklaşımsa öncüye nispeten daha az müdahale yetkisi bahşetmekte, mücadele
alanının sınırlarını salt ekonomik değil tarihsel olgular olarak ortaya
koymaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder