Pages

05 Şubat 2009

Sosyalizm İçin Devrim Ocakları

I

SSCB ve Berlin Duvarı sonrası solun genel yönelimi, tarihsel birikimin analizine bağlı olarak biçimlendi. Burada aslî vurgu, sosyalizmin kökenine ilişkin tespitlerdi. Dünyada ve Türkiye’de sosyalist sol, sosyalizmin temel dayanak noktalarını ya yeniden gözden geçirdi ya da hâlihazırda var olan yerlere hücum etti. Her iki yönelim de sorunluydu: yeniden gözden geçirme, reformist ve revizyonist eskilerini sahhâflardan bulup çıkarttı; verili olana hücum, devrimciliği eskitti.

Sovyet yanlısı ya da karşıtı her akım, bu dönemsel sarsıntıyı bir biçimde yaşadı. Sosyalizm bağlamında belli bir kesişim kanalı bulan fikirler ve pratik tarzları ayrıştı. “Toplumculuk” anlamında sosyalizm, topluma küsülmesi ile birlikte, anlam kaymasına uğradı. Birey meselesi ön plana alındı. Kapitalizmin “sosyalizmin bireye saygısı yok” lafını çürütmek için bireycileşildi, kapitalizme yaranılmaya çalışıldı.

Marx’ın yoğun bir teorik ve pratik mücadele ile belli bir kavşakta buluşturduğu devrimcilik, sosyalizm ve komünizm, düşüncede ve eylemde farklı kanallara yöneldi. Birçoğu kendisine ait eski yatağa koştu, bir kısmı da gerçekçi olmak adına, verili gerçeğin yanılsamalı edinimine kendisini bırakarak ona uyum sağladı.

Her akım, doğal olarak marksizmle bir biçimde hesaplaşmak zorundaydı. SSCB’nin olmasa da marksizmin hâlâ bir ağırlığı vardı. Bu açıdan farklı işlemlere ihtiyaç duyuldu ve sosyalizm, “yeni”yi anlamak adına, güncel olanın etkisine açık hâle getirildi.

Kapitalizme endeksli fikrî yönelimler, onu “ideoloji”, “bilim”, “felsefe” ve “siyaset” olarak görenlerin kendince açtığı kompartımanlara ayrıştı.

İdeolojistler için kapitalizm, bir avuç burjuvanın ya da tekelin fikrî pratiğiydi; bunun karşısına daha büyük, kapsamlı ve etkin bir ideoloji üretildiği takdirde bu mel’un ideoloji alt edilebilirdi. Bilimcilerse kitleleri kendi ürettikleri “kapitalizm bilimi”ne inandırmak için uğraştılar. Herkes bu bilime vakıf olursa sosyalizm çok yakındı. “Daha büyük, kapsamlı ve etkin ideoloji” arayışı, kapitalizme biat etti.

Felsefecilerse Marx’ın Proudhon ve diğer isimlerle yaptığı hesaplaşmalardan bir şey öğrenmeden, felsefî terennümlerde bulundular ve aşkın bir felsefî görüyle sosyalizme doğru yükselmenin mümkün olduğunu vazettiler. Kapitalizmin insanı ancak “üstinsan”la ya da “insan olmayan insan”la aşılabilirdi. Çevre, bireyin kimliği, cinsiyet gibi meseleler, varolan insan kitlelerinin üzerine çıkmak için kullanıldı, buna “sosyalizm” denildi. İktidarı almaya gerek yoktu, çünkü herkes artık kendi ölçeğinde muktedirdi veya öyleymiş gibi yapabiliyordu.

Siyasetçiler, burjuvaların toplam siyasî pratiği olarak gördükleri kapitalizmin benzer bir örgütlenmeyle aşılabileceğine inandılar. Bu çevre, ipin ucunu kaçırdı: burjuvaların gücünü paralelize etmek için benzer örgütlenmelere yöneldi.

Tüm bu keşmekeş içinde, geçmişin inkârına bağlı olarak, tarih bilimi unutuldu. Tarih bilgisi, belli tarihsel olayların kronolojik dökümüne indirgendi, kapitalizmin tarihi, kimi dalgaların bu dünyadaki etkilerine ait verilerin bilinmesi olarak görüldü.

II

Sensimoncular, bir insanın bir başkasına muhtaç olduğunu ifade etmek için sırttan düğmeli gömlekler giyiyorlar, onun karşısında ise “insan insanın kurdudur” diyen anlayış duruyordu. Esas olarak, Fransız Devrimi’nin düşünce ikliminde yaşanan gelişmelerin sonucu olarak biçimlenen sosyalizm, toplumla düşünmenin ve eylemenin genel adı olarak kullanılıyordu. Ancak buradaki toplumcu düşünce ve pratik, esas olarak “Fransız Devrimi’nin bir daha olmaması için ne yapılmalı?” sorusu üzerine kuruluydu. Bu anlamda, aslında toplumu bir aydın topluluğunun ya da öncü-Jakoben bir grubun düzelteceği fikri, Fransız Devrimi’nin bir daha olmaması için geliştirilmiş üsluplardı.

Burjuva devrimleri esnasında kapitalizmin politik merkezi Paris, iktisadî merkezi Londra yakıldı; ardından bu iki şehir, yaşanacak olası bir ayaklanmanın daha kolay bastırılabilmesi için yeniden inşa edildi. Küçüklü büyüklü tüm burjuvalar yeni bir huzursuzluk istemiyorlardı.

Buralardan gelen kimi düşünürler, kapitalizmin pazar arayışı ve meta-para dolaşımı bağlamında gerekli gördüğü ulus-devletleri toplum merkezli olarak organize etmenin yollarını aradılar. Sosyalizmin ilk nüvelerini üreten bu arayış, devlete iltihak etti. Toplumun aklî bir merkezden düzenleneceği yer, devletin ta kendisiydi. Sırttan düğmeli gömlekler giyen aydınların ham ve nahif eylemleri tarihsel dönüşüme eklemlendi.

Marx ve Engels, fikirlerini Fransız Devrimi’nin sağdan ve soldan eleştirildiği bir süreçte biçimlendirdi. Bu dönemde eleştirinin esas noktası, devrimin bileşenlerine ayrılması ve bu bileşenlerin hareket tarzlarının belirlenmesiydi. Marx’ın kendisini önceleyen sosyalizm formlarına ilişkin eleştirisi şu şekildeydi:

“Sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hattâ en iyi durumda olanların bile, koşullarını düzeltmek istiyorlar. Böylece bunlar, sınıf ayrımı yapmaksızın toplumun tamamına, hattâ tercihen egemen sınıfa seslenip duruyorlar. Çünkü bunların sistemini bir kez anladıktan sonra, insanlar nasıl olur da mümkün olan en iyi toplum için mümkün olan en iyi planın bu olduğunu görmezler? Böylece bunlar, her türlü siyasal ve özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler, amaçlarına barışçıl yollarla ulaşmayı arzularlar ve zorunlu olarak başarısız kalmaya mahkûm küçük deneyler ve örnek gösterme ile yeni toplumsal İncil-i Şerif yolunu açmaya çalışırlar.”

Fransız Devrimi sınıfsal analize tabi tutularak eski sosyalist akımlardan kopuldu, ama Lenin’in sonradan ifade ettiği biçimiyle, marksizm-öncesi sosyalizm, “revizyonizm” formunda yeniden hortladı. Lenin’e göre, topluma yeni bir biçim ya da vizyon vermek marksizmin işi olamazdı. Sınıfsal-politik ve tarihsel-politik açıdan her şeyden münezzeh bir “toplum” olgusunun var olmadığını düşünen marksizm için esas olan toplumun bütünü değil, ona ait devrimci parçaydı. Bir daha devrim istemeyenlerin karşısında yegâne güvence böylesi bir parçalama pratiğiydi. Toplumsal yapı kendi içinde devrimci bir öğe çıkartmak zorundaydı. Topluma yeni vizyon vermek için çırpınanların bu tip öğeleri tespit etmesi mümkün değildi; tespit etseler bile, bulunan öğelerin varlık gerekçesi, büyük ölçüde yeni vizyon için kurulan dekorun küçük bir parçası olmaktı.

III

SSCB ve Berlin Duvarı sonrası süreçte ABD’li düşünce kuruluşları, Sovyetler Birliği’ni yıkmak için 200 milyar dolar civarında para harcadıklarını ve bu paranın büyük bir bölümünün ideolojik ve istihbarî harcamalara gittiğini söylediler. Oysa Sovyet çizgisine dışsal, hattâ karşı olan kimi sol yönelimler, Sovyetler’in ekonomik zafiyet yüzünden öldüğüne ikna oldular. Sağcı liberaller, eski troçkistleri devşirerek neo-muhafazakârlığı güçlendirdiler ve bu süreçte ekonominin “ilk ya da son tahlilde” belirleyici olduğuna ilişkin tartışmalar alevlendi.

Sağ, durmadan, “marksizm ekonominin belirleyici olduğunu söylüyor ama bakın Sovyetler’e, ekonomiyi temel alan sistem çöktü, demek ki bunlar ekonomiden anlamıyor” dedi. Kimi marksistler aslında iyi birer marksist olduklarını ispatlamak için ekonomi hıfzettiler. Bir grup aydının zorla ya da sevimli yollardan toplumu değiştireceğine inanan gruplaşmalar görüldü. Saint-Simon, Fourier ve Proudhon yeniden hortladı.

Madem sorun ekonomiydi, marksistler, kapitalist ekonomik gelişmenin anlaşılması konusunda bir yerlerde hata yapmış olmalılardı. Sosyalizm antikapitalizme indirgendi ya da toplumu çürüten emperyalizme ilişkin kuramlarla tanımlandı. Ama toplumsal-tarihsel planda cereyan eden sınıflar mücadelesinin sonuçları es geçildi ya da en fazla, masa başı çalışmaların konusu yapıldı.

Reformizm, revizyonizm ve ekonomizm, karşılıklı olarak birbirini besleyerek gelişti. Yeni biçim, ekonomik alanda yaşanan “yeni” gelişmelere göre ayarlanmalıydı, yeni vizyonun iktisadî bir temeli olmalıydı, marksist ekonomi ABD’ye göre biçimlenmeli, ABD karşıtlığı her türlü ideolojik ve politik çalışmanın merkezinde olmalıydı, vs.

On dokuzuncu yüzyılda yeni toplumsal alanı düzenleyici güç olarak öne sürülen devletin yerini birey aldı; devletin pazarla ilişkisi dâhilinde biçimlendirdiği yeni sosyolojik alan olarak ulus, bireysel serbestiyet mahallerine dönüştü. Bu anlamda kemalizmin soldan kadro devşirmesi gibi, liberalizm solun belirli bir bölümünü saflarına çekti. Bugünün “devlet”i olan bireye ve ona ilişkin politik yönelimlere benzer bir cevap üretilemedi. Millet ve sınıf gibi tarihsel olgular, biçimsel sosyolojik kavramlara dönüştürülerek birey merkezli düşüncenin nesnesi hâline geldiler.

Toplumsal alana doğru yayıldığı dönemde kapitalizme yönelik tepki biçimleri bugüne hâkim oldular ve bu ölçüde de sistemden nemalanmaya başladılar. Ancak kimse kapitalizmin, farklı bir içerik ve biçimle, tarihsel plana doğru yayılmakta olduğunu görmek istemedi. Herkes, yerleştiği yuvadan memnun ve huzurluydu. Genel olarak herkes, elini taşın altına koymak yerine, yeni biçim ve vizyon kılıfı altında üretilen malumat yığınının altına saklandı.

IV

Marksizmin kapitalizm analizinde vazgeçilmez olgular olarak tespit ettiği meta ve para akışı, yeni dönemin karşılandığı momentte yeniden ele alındı. Aslında buradaki yenilik, tepki biçimlerinin özsel değil, yüzeysel olarak ele alınması ile ilgiliydi. “O hâlde, meta ya da para gibi düşünülürse Sovyetlerin hatasına düşülmez ve sosyalizm somut bir gerçeklik hâline gelir” zannedildi. Marx’ın bu tip konularda kendi sınıfsal sınırlarını aşamayanlara yönelik eleştirisi şu şekildeydi:

“Onları küçük burjuvazinin temsilcisi yapan şey, bakkalların yaşamda aşamadıkları sınırları onların kafalarında aşamamaları, dolayısıyla da nesnel çıkarları ve toplumsal konumun bakkalları pratikte sürüklediği sorunlara ve çözümlere onların teoride sürüklenmeleridir. Bir sınıfın siyasal ve yazınsal temsilcileriyle temsil ettikleri sınıf arasındaki ilişki, genellikle budur.”

Esas olarak “bakkal sahibi nihayetinde bakkal sahibi gibi düşünür” diyen Marx’ın eleştirisinde olduğu gibi, kapitalizm eleştirisinde saf tutanlar, kendi sınıfsal reflekslerini teorilerine yansıttılar ve sonuçta ya metacı ya da paracı oldular. Bu iki eleştiri kulvarı, Sovyet eleştirisi ve dünyanın yeni hâli ile ilgili tespitlerde kimi noktalarda ortaklaştı. Özde bu iki kesim şu sonuca ulaşmaktaydı: sosyalizm, esas olarak kapitalizm içi düşünsel ve eylemsel yükseliş biçimi olmalıdır.

Meta ve para akışını birlikte analiz eden ve artı-değer bağlamında sınıfı gören marksizm unutuldu, onun yerine, metanın ve paranın özsel ve biçimsel sorunları gündeme taşındı. Sonuçta bakkal sahibi bakkal sahibi gibi düşünüyordu ve metacılar tefecilere, paracılar tüccarlara cephe aldılar.

Mecazî anlamda kullanılan bu ifadenin somut karşılıkları da görüldü. Küçük üreticiyi sahiplenen ve buradan kapitalistlere akıl verenler ya da serbest piyasa ve sermaye akışı üzerinden ekonominin canlanmasını düşleyip AB’ci olanlar görüldü. Tarihe de bu anlayış üzerinden bakıldı. Meta üretiminin belirleyici olduğu dönemler göğe çıkartıldı. “Ne güzel kapitalizm fabrika kuruyordu, ama şu lânet olası malî sermaye geldi, mertlik bozuldu” denildi. Tersten, meta üretiminin talileştiğini, aslolanın insanların cebindeki para olduğunu söyleyen “marksist” sosyalist ekonomistler görüldü.

V

Yıllar sonra ABD’li düşünce kuruluşlarının itiraf ettikleri ideolojik saldırıyı göğüsleyecek herhangi bir adım atılmadı. Bu kadar ekonomi ve ekonomizm içinde siyaset ekonomiyle ilgili düşüncelerden oluşan ideolojik tepkilere indirgendi. İdeolojik zafiyetlerin üzerine gidilmesi için gerekli olan teori, hep karşı tarafın düşünsel taktik ve stratejilerine kurban edildi.

Burjuva devlet iktidarı ile şu veya bu şekilde mücadele eden unsurlar, bu isim tamlamasının neresine vurgu yaptığına göre ayrıştılar. Burjuva karşıtları devleti; devlet karşıtları sistem eleştirisini; sistem eleştirisi yapanlar, iktidarın gerekliliğini görmediler.

Her kilidi açan, her durumu karşılayan ya da tüm gerçekliği kucaklayan devrimci işçi iktidarı formülasyonları üretenlerle, kendi kısmî mücadele biçimlerini bu formüle ikame edenler, burjuva devlet iktidarını teoride ve pratikte somutlayacak hiçbir adım atmadılar.

Nihaî bir hedef olan devrimci işçi iktidarı, ya unutuldu ya da ânın belirsizliği içine gömüldü. Sonuçta burjuvalara, devletlere ya da tüm iktidar ilişkilerine karşı formüle edilen “sosyalizm”ler türetildi. Bu tartışmaları belli bir kavşakta buluşturma yönünde, marksizm bağlamında teorik ve pratik faaliyet söz konusu olmayınca herkes kendi krallığını ilân etti. Lenin’in sınıf mücadelelerine dair bilgiyle devrimci işçi iktidarını ilişkilendiren tarihsel varlığı ise çoktan unutulmuştu. Bu anlamda sosyalizm, kimi zaman liberallerin kimi zaman da faşist/şovenist unsurların oyuncağı oldu.

Burjuva devlet iktidarına karşı üretilen kısmî tepki biçimlerini ortaklaştıracak belli bir ahlâk ve hukuk tarzı da üretilemedi. İçe ve dışa dönük varoluş kavgası adına bu tepki biçimleri, sosyalizm edebiyatını kendi çeperinde güncelleştirmekten başka bir şey yapmadılar. “Yaşasın sosyalizm” demek hoş, nahif ve güzeldi, ama asıl önemli olan, onu mücadele içindeki kolektif dinamiklerin silâhı hâline getirebilmekti.

Bu süreçte tüccar ve tefeci solcular her yanı sardılar. Kapitalizm karşıtı tepkilerini somutta tanımlayamadıkları ve bu anlamda sınıf mücadelelerinin ateşi içine girip kendi sınıfsal çeperlerini aşamadıkları için bu iki çevre, ideolojik anlamda piyasaya hâkim oldu. Her güncel durum verili pozisyona göre değerlendirildi.

Hızlı giden bir şoförü esasen arabanın kullandığı düşünülürse, meta ve para piyasalarındaki her türlü hareketlilik, ilgili kişileri farklı mecralara sürükledi. Sonuçta, IMF’i eleştirirken daha iyi “IMF”, AB’yi eleştirirken daha iyi “AB” isteyenler türedi. Kara ya da ak, her türlü para akışının kontrolünü öngörenler IMF’i bir biçimde savundular. Metaların nitel gelişkinliğini ve kalitesini arzulayanlar AB görüşmelerini alkışladılar.

Tefeciler Avrupa çizgisini; tüccarlar ABD’yi eleştirdiler. Her iki emperyalist gücün ortak bir maziye sahip olduğunu, sınıfsal ilişkilerde yan yana durduğunu, faşizmin ve ardıllarının askerî ve istihbarî bağlamda aradaki bağı teşkil ettiğini kimse görmedi. Her iki coğrafyadaki sınıflar mücadelesi unutuldu. Para ve meta ilişkileri bağlamında geliştirilen artı-değer analizleri moda olmaktan çıkınca, sınıfın sömürüsü ve sosyalist siyaset de anlamsızlaştı.

Para, meta ve artı-değer bağlamında geliştirilen kapitalizm eleştirisinin teorik planda marksizm kavşağına ihtiyacı vardı; marksizm unutuldukça ya da farklı liberal tezlere doğru evriltildikçe kapitalizm eleştirisi de onu içeriden dönüştürmek isteyenlerin dümen suyunda biçimlendi.

VI

Solcuların nicel ve nitel açıdan tefeci ya da tüccar olduğu bu dönemde ne tefeci ne tüccar olabilenler farklı bir çizgiyi benimsediler. Onlar özellikle Batı’daki “Eleştirel Marksizm” geleneğinden beslenip, kendi bireysel konumlarını toplumun karşısına çıkarttılar. Esasında marksizme dönük eleştirellikten beslenen bu çevreler, toplumu sınıfsal değil, bireysel konumuna göre parçaladılar. Eziliyorlarsa, ezilmeyi bu bireysel konumun bayrağı yaptılar. “Ne malım var ne pulum” diyenler kendilerine döndüler. Kendi varoluşlarını sisteme entegre etmenin gizli ya da açık yollarını aradılar.

Bu noktada ya ruhlarına paranın akışkanlığını kazandırıp âlemlere aktılar ya da bedenlerine meta muamelesi yapıp yeni pazarlarda yer aldılar. Her iki tarzın da kendince bir sosyalizm anlayışı vardı. Her iki yönelime mensup birey de toplumun kendisi gibi olmasını istiyordu. O, toplum adına konuşana “faşist”; arkadaşın sırttan düğmeli gömleğini ilikleyene “zavallı” dedi, ama kendisi de “herkes benim gibi serbest olsun” diyebildi.

Bugün metaı paranın akışkanlığı ile yeniden formüle eden ve serbest piyasanın nimetlerinden faydalanmaya meyleden Çin Marksizmi geleneğinden beslenenlerse, “karma felsefesi” uyarınca, iyi ile kötünün diyalektiği adına, farklı bir yola girdiler. Onlar, Doğu masallarından esinlenen teorik yönelimleriyle, nesnel analiz geliştirmeksizin, ara yolların yararlı olduğunu düşündüler. “Hem ateşim, hem su” diyen bu eşhas, kendilerini sosyalizmin (hatta komünizmin) bugünde fiilîleşmiş hâli olarak gördüklerinden, her şeye üstten bakabilme yetisi kazandıklarını zannettiler.

Tüm karşıtlıklarla oynama hakkıyla birlikte kapitalizmin bir biçimde aşılabileceğine inandılar. Kendi bedensel varoluşlarıyla sosyalizmi yaşattıklarını düşünenler, devrimci siyasete katkı sunmadılar, aksine, onun somut varlık alanı bulması yönündeki tüm fırsatları tükettiler.

VII

Sosyalizmi ilkel hâliyle kucaklayıp sahiplenmenin ya da arkadaşının gömleğini iliklemenin romantik bir yanı var, ama devrimci politik mücadele buna indirgenmemeli. Toplum, saf bir bütünlük olarak ele alındığı sürece toplumcu düşünce düşmana kan vermeye devam edecektir. Düşman, sınıfsal-politik açıdan netleşmek zorunda. Bu netleşme, tümüyle, sınıfsal-politik olanla devrimci-politik olanın örgütlü kolektif mücadele aracılığıyla eşgüdümlü hâle getirilmesiyle mümkün. Sosyalizm fikri ve pratiği tarihsel çatışma momentleri ile beslenmiyorsa devrimci olamaz; toplumsal çelişki hâlleri ile beslenmiyorsa sınıfsal anlamını yitirir.

Sosyalizm, sınıfsal yığınların elinde bir bayrağa değil, silâha dönüşmelidir. Bunun için kavgacı bir aydın grubuna değil, savaşan bir sınıfa ihtiyaç vardır.

Toplumsal alanda politikleşen unsurlar devrimci sınıf perspektifine kavuşmazsa egemenlerin gücüne güç katarlar. Eğer atılan yumruk düşmana zarar vermiyorsa yumruğun sahibine zarar verir. Topluma hâkim olan düşünceler egemenlere aitse o vakit somut olarak politikleşen fikirler ve teorize edilen politik pratikler sınıfsal ayraca tabi tutulmalıdırlar.

Teori ve pratik olarak sosyalizm eski güzel günlerinin çok gerisindedir. Kimileri geçmişin inkârı adına ondan çoktan vazgeçmişler, bu anlamda toplumu görmenin anlamsızlığına kani olmuşlardır. Oysa toplumsalı görmekle soyut bir kurgu olarak toplumu görmek farklı şeylerdir ve komünistler için ilki hâlâ önemlidir. Toplumsal olan görülmeden sınıfsal ve devrimle ilişkili olan, görülemez.

VIII

Marx, geçmiş devrimlerin devrimci eleştirisi ile ilerlemiştir. Bugünkü marksistlerin de benzer bir devrimci tavırla geçmişteki devrimleri devrimci eleştirinin konusu yapmaları gerekmektedir. Marx, Fransız Devrimi dâhil tüm devrimlerin küçük bir azınlığın devrildiği ve yerine gene küçük bir azınlığın geldiği tarihsel olaylar olarak değerlendirmiştir. Buradaki kritik nokta, devrimlerin toplumsal niteliğinde bir değişikliğin yaşanmamış olmasıdır.

Paris Komünü ve Ekim Devrimi, bu anlamda toplumsal dönüşüm momentleridir. Her ikisi de siyasî iktidarın toplumsal alandaki değişimine muazzam katkılar yapmıştır. Ancak gene de eksik olan, tarihsel dinamiklerin yol açtığı değişimlerin kurumsallık kazanamamış olmasıdır. Bu sebeple, geçmiş devrimlerin biçimsel bir hatası, devrimcilerin yıktıkları saraylara yerleşmesidir.

Verili durum ve dönem dâhilinde eski iktidar kurumlarına olan ihtiyaç, o kurumları yıkıp farklı bir bağlamda yeniden kuracak olan dinamiklerin pratik katkıları ile yeterince beslenememeyi dayatmıştır. Geleceğin devrimi için yola koyulanlar, geçmişteki bu zaafa düşmeksizin, fiilî olarak şimdiden tüm sermaye, devlet ve iktidar karşıtı dinamikleri görecek bir yerde durarak, devrimin karakterine ait oluşumu bu dinamiklerin kolektif pratiği ile tanımlamalıdırlar.

Bizim devrimimiz, iktidar alanlarını fabrikalara, işliklere, tarlalara ve kampüslere taşımalıdır. Yeni Kremlin’ler yerine, önceden oluşan devrim ocakları devrimci ocaklara dönüşmeli ve buralar yeni iktidar alanları hâline gelmelidir.

“Söz yetki ve karar emekçi halkın olmalı” cümlesi lafta kalmamalıdır. Küçük burjuva aydınların egemenliğindeki solun bunu düşünmesi mümkün değildir. O, ya tefeci ve tüccar olup sistemle çelişkilerini “politika” ve “ideoloji” diye yutturur ya kendince devlet taklidi alanlar yaratır ya da kendi yaşamsal pratiğini içi boş iktidar hesaplarına kurban eder.

Saraylar yenileri yapılsın diye yıkılmaz; toplumsal-tarihsel dönüşüm, kendi öznesini kapalı kapılar ardında toplanıp masa başı hesaplar yapan insanlar arasından bulmaz.

Derviş Okan
2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder