I
SSCB ve Berlin Duvarı sonrası solun genel yönelimi,
tarihsel birikimin analizine bağlı olarak biçimlendi. Burada aslî vurgu,
sosyalizmin kökenine ilişkin tespitlerdi. Dünyada ve Türkiye’de sosyalist sol,
sosyalizmin temel dayanak noktalarını ya yeniden gözden geçirdi ya da
hâlihazırda var olan yerlere hücum etti. Her iki yönelim de sorunluydu: yeniden
gözden geçirme, reformist ve revizyonist eskilerini sahhâflardan bulup
çıkarttı; verili olana hücum, devrimciliği eskitti.
Sovyet yanlısı ya da karşıtı her akım, bu dönemsel
sarsıntıyı bir biçimde yaşadı. Sosyalizm bağlamında belli bir kesişim kanalı
bulan fikirler ve pratik tarzları ayrıştı. “Toplumculuk” anlamında sosyalizm,
topluma küsülmesi ile birlikte, anlam kaymasına uğradı. Birey meselesi ön plana
alındı. Kapitalizmin “sosyalizmin bireye saygısı yok” lafını çürütmek için
bireycileşildi, kapitalizme yaranılmaya çalışıldı.
Marx’ın yoğun bir teorik ve pratik mücadele ile belli
bir kavşakta buluşturduğu devrimcilik, sosyalizm ve komünizm, düşüncede ve
eylemde farklı kanallara yöneldi. Birçoğu kendisine ait eski yatağa koştu, bir
kısmı da gerçekçi olmak adına, verili gerçeğin yanılsamalı edinimine kendisini
bırakarak ona uyum sağladı.
Her akım, doğal olarak marksizmle bir biçimde
hesaplaşmak zorundaydı. SSCB’nin olmasa da marksizmin hâlâ bir ağırlığı vardı.
Bu açıdan farklı işlemlere ihtiyaç duyuldu ve sosyalizm, “yeni”yi anlamak
adına, güncel olanın etkisine açık hâle getirildi.
Kapitalizme endeksli fikrî yönelimler, onu “ideoloji”,
“bilim”, “felsefe” ve “siyaset” olarak görenlerin kendince açtığı
kompartımanlara ayrıştı.
İdeolojistler için kapitalizm, bir avuç burjuvanın ya
da tekelin fikrî pratiğiydi; bunun karşısına daha büyük, kapsamlı ve etkin bir
ideoloji üretildiği takdirde bu mel’un ideoloji alt edilebilirdi. Bilimcilerse
kitleleri kendi ürettikleri “kapitalizm bilimi”ne inandırmak için uğraştılar.
Herkes bu bilime vakıf olursa sosyalizm çok yakındı. “Daha büyük, kapsamlı ve
etkin ideoloji” arayışı, kapitalizme biat etti.
Felsefecilerse Marx’ın Proudhon ve diğer isimlerle
yaptığı hesaplaşmalardan bir şey öğrenmeden, felsefî terennümlerde bulundular
ve aşkın bir felsefî görüyle sosyalizme doğru yükselmenin mümkün olduğunu
vazettiler. Kapitalizmin insanı ancak “üstinsan”la ya da “insan olmayan
insan”la aşılabilirdi. Çevre, bireyin kimliği, cinsiyet gibi meseleler, varolan
insan kitlelerinin üzerine çıkmak için kullanıldı, buna “sosyalizm” denildi.
İktidarı almaya gerek yoktu, çünkü herkes artık kendi ölçeğinde muktedirdi veya
öyleymiş gibi yapabiliyordu.
Siyasetçiler, burjuvaların toplam siyasî pratiği
olarak gördükleri kapitalizmin benzer bir örgütlenmeyle aşılabileceğine
inandılar. Bu çevre, ipin ucunu kaçırdı: burjuvaların gücünü paralelize etmek
için benzer örgütlenmelere yöneldi.
Tüm bu keşmekeş içinde, geçmişin inkârına bağlı
olarak, tarih bilimi unutuldu. Tarih bilgisi, belli tarihsel olayların
kronolojik dökümüne indirgendi, kapitalizmin tarihi, kimi dalgaların bu
dünyadaki etkilerine ait verilerin bilinmesi olarak görüldü.
II
Sensimoncular, bir insanın bir başkasına muhtaç
olduğunu ifade etmek için sırttan düğmeli gömlekler giyiyorlar, onun karşısında
ise “insan insanın kurdudur” diyen anlayış duruyordu. Esas olarak, Fransız
Devrimi’nin düşünce ikliminde yaşanan gelişmelerin sonucu olarak biçimlenen
sosyalizm, toplumla düşünmenin ve eylemenin genel adı olarak kullanılıyordu.
Ancak buradaki toplumcu düşünce ve pratik, esas olarak “Fransız Devrimi’nin bir
daha olmaması için ne yapılmalı?” sorusu üzerine kuruluydu. Bu anlamda, aslında
toplumu bir aydın topluluğunun ya da öncü-Jakoben bir grubun düzelteceği fikri,
Fransız Devrimi’nin bir daha olmaması için geliştirilmiş üsluplardı.
Burjuva devrimleri esnasında kapitalizmin politik
merkezi Paris, iktisadî merkezi Londra yakıldı; ardından bu iki şehir,
yaşanacak olası bir ayaklanmanın daha kolay bastırılabilmesi için yeniden inşa
edildi. Küçüklü büyüklü tüm burjuvalar yeni bir huzursuzluk istemiyorlardı.
Buralardan gelen kimi düşünürler, kapitalizmin pazar
arayışı ve meta-para dolaşımı bağlamında gerekli gördüğü ulus-devletleri toplum
merkezli olarak organize etmenin yollarını aradılar. Sosyalizmin ilk nüvelerini
üreten bu arayış, devlete iltihak etti. Toplumun aklî bir merkezden
düzenleneceği yer, devletin ta kendisiydi. Sırttan düğmeli gömlekler giyen
aydınların ham ve nahif eylemleri tarihsel dönüşüme eklemlendi.
Marx ve Engels, fikirlerini Fransız Devrimi’nin sağdan
ve soldan eleştirildiği bir süreçte biçimlendirdi. Bu dönemde eleştirinin esas
noktası, devrimin bileşenlerine ayrılması ve bu bileşenlerin hareket
tarzlarının belirlenmesiydi. Marx’ın kendisini önceleyen sosyalizm formlarına
ilişkin eleştirisi şu şekildeydi:
“Sınıf
savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu
türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde
görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hattâ en iyi durumda
olanların bile, koşullarını düzeltmek istiyorlar. Böylece bunlar, sınıf ayrımı
yapmaksızın toplumun tamamına, hattâ tercihen egemen sınıfa seslenip
duruyorlar. Çünkü bunların sistemini bir kez anladıktan sonra, insanlar nasıl
olur da mümkün olan en iyi toplum için mümkün olan en iyi planın bu olduğunu
görmezler? Böylece bunlar, her türlü siyasal ve özellikle de her türlü devrimci
eylemi reddederler, amaçlarına barışçıl yollarla ulaşmayı arzularlar ve zorunlu
olarak başarısız kalmaya mahkûm küçük deneyler ve örnek gösterme ile yeni
toplumsal İncil-i Şerif yolunu açmaya çalışırlar.”
Fransız Devrimi sınıfsal analize tabi tutularak eski
sosyalist akımlardan kopuldu, ama Lenin’in sonradan ifade ettiği biçimiyle,
marksizm-öncesi sosyalizm, “revizyonizm” formunda yeniden hortladı. Lenin’e
göre, topluma yeni bir biçim ya da vizyon vermek marksizmin işi olamazdı.
Sınıfsal-politik ve tarihsel-politik açıdan her şeyden münezzeh bir “toplum”
olgusunun var olmadığını düşünen marksizm için esas olan toplumun bütünü değil,
ona ait devrimci parçaydı. Bir daha devrim istemeyenlerin karşısında yegâne güvence
böylesi bir parçalama pratiğiydi. Toplumsal yapı kendi içinde devrimci bir öğe
çıkartmak zorundaydı. Topluma yeni vizyon vermek için çırpınanların bu tip
öğeleri tespit etmesi mümkün değildi; tespit etseler bile, bulunan öğelerin
varlık gerekçesi, büyük ölçüde yeni vizyon için kurulan dekorun küçük bir
parçası olmaktı.
III
SSCB ve Berlin Duvarı sonrası süreçte ABD’li düşünce
kuruluşları, Sovyetler Birliği’ni yıkmak için 200 milyar dolar civarında para
harcadıklarını ve bu paranın büyük bir bölümünün ideolojik ve istihbarî
harcamalara gittiğini söylediler. Oysa Sovyet çizgisine dışsal, hattâ karşı
olan kimi sol yönelimler, Sovyetler’in ekonomik zafiyet yüzünden öldüğüne ikna
oldular. Sağcı liberaller, eski troçkistleri devşirerek neo-muhafazakârlığı
güçlendirdiler ve bu süreçte ekonominin “ilk ya da son tahlilde” belirleyici
olduğuna ilişkin tartışmalar alevlendi.
Sağ, durmadan, “marksizm ekonominin belirleyici
olduğunu söylüyor ama bakın Sovyetler’e, ekonomiyi temel alan sistem çöktü,
demek ki bunlar ekonomiden anlamıyor” dedi. Kimi marksistler aslında iyi birer
marksist olduklarını ispatlamak için ekonomi hıfzettiler. Bir grup aydının
zorla ya da sevimli yollardan toplumu değiştireceğine inanan gruplaşmalar
görüldü. Saint-Simon, Fourier ve Proudhon yeniden hortladı.
Madem sorun ekonomiydi, marksistler, kapitalist
ekonomik gelişmenin anlaşılması konusunda bir yerlerde hata yapmış olmalılardı.
Sosyalizm antikapitalizme indirgendi ya da toplumu çürüten emperyalizme ilişkin
kuramlarla tanımlandı. Ama toplumsal-tarihsel planda cereyan eden sınıflar
mücadelesinin sonuçları es geçildi ya da en fazla, masa başı çalışmaların
konusu yapıldı.
Reformizm, revizyonizm ve ekonomizm, karşılıklı olarak
birbirini besleyerek gelişti. Yeni biçim, ekonomik alanda yaşanan “yeni”
gelişmelere göre ayarlanmalıydı, yeni vizyonun iktisadî bir temeli olmalıydı,
marksist ekonomi ABD’ye göre biçimlenmeli, ABD karşıtlığı her türlü ideolojik
ve politik çalışmanın merkezinde olmalıydı, vs.
On dokuzuncu yüzyılda yeni toplumsal alanı düzenleyici
güç olarak öne sürülen devletin yerini birey aldı; devletin pazarla ilişkisi
dâhilinde biçimlendirdiği yeni sosyolojik alan olarak ulus, bireysel
serbestiyet mahallerine dönüştü. Bu anlamda kemalizmin soldan kadro devşirmesi
gibi, liberalizm solun belirli bir bölümünü saflarına çekti. Bugünün “devlet”i
olan bireye ve ona ilişkin politik yönelimlere benzer bir cevap üretilemedi.
Millet ve sınıf gibi tarihsel olgular, biçimsel sosyolojik kavramlara
dönüştürülerek birey merkezli düşüncenin nesnesi hâline geldiler.
Toplumsal alana doğru yayıldığı dönemde kapitalizme
yönelik tepki biçimleri bugüne hâkim oldular ve bu ölçüde de sistemden
nemalanmaya başladılar. Ancak kimse kapitalizmin, farklı bir içerik ve biçimle,
tarihsel plana doğru yayılmakta olduğunu görmek istemedi. Herkes, yerleştiği
yuvadan memnun ve huzurluydu. Genel olarak herkes, elini taşın altına koymak
yerine, yeni biçim ve vizyon kılıfı altında üretilen malumat yığınının altına
saklandı.
IV
Marksizmin kapitalizm analizinde vazgeçilmez olgular
olarak tespit ettiği meta ve para akışı, yeni dönemin karşılandığı momentte
yeniden ele alındı. Aslında buradaki yenilik, tepki biçimlerinin özsel değil,
yüzeysel olarak ele alınması ile ilgiliydi. “O hâlde, meta ya da para gibi
düşünülürse Sovyetlerin hatasına düşülmez ve sosyalizm somut bir gerçeklik
hâline gelir” zannedildi. Marx’ın bu tip konularda kendi sınıfsal sınırlarını
aşamayanlara yönelik eleştirisi şu şekildeydi:
“Onları
küçük burjuvazinin temsilcisi yapan şey, bakkalların yaşamda aşamadıkları
sınırları onların kafalarında aşamamaları, dolayısıyla da nesnel çıkarları ve
toplumsal konumun bakkalları pratikte sürüklediği sorunlara ve çözümlere
onların teoride sürüklenmeleridir. Bir sınıfın siyasal ve yazınsal
temsilcileriyle temsil ettikleri sınıf arasındaki ilişki, genellikle budur.”
Esas olarak “bakkal sahibi nihayetinde bakkal sahibi
gibi düşünür” diyen Marx’ın eleştirisinde olduğu gibi, kapitalizm eleştirisinde
saf tutanlar, kendi sınıfsal reflekslerini teorilerine yansıttılar ve sonuçta
ya metacı ya da paracı oldular. Bu iki eleştiri kulvarı, Sovyet eleştirisi ve
dünyanın yeni hâli ile ilgili tespitlerde kimi noktalarda ortaklaştı. Özde bu
iki kesim şu sonuca ulaşmaktaydı: sosyalizm, esas olarak kapitalizm içi
düşünsel ve eylemsel yükseliş biçimi olmalıdır.
Meta ve para akışını birlikte analiz eden ve
artı-değer bağlamında sınıfı gören marksizm unutuldu, onun yerine, metanın ve
paranın özsel ve biçimsel sorunları gündeme taşındı. Sonuçta bakkal sahibi
bakkal sahibi gibi düşünüyordu ve metacılar tefecilere, paracılar tüccarlara
cephe aldılar.
Mecazî anlamda kullanılan bu ifadenin somut
karşılıkları da görüldü. Küçük üreticiyi sahiplenen ve buradan kapitalistlere
akıl verenler ya da serbest piyasa ve sermaye akışı üzerinden ekonominin
canlanmasını düşleyip AB’ci olanlar görüldü. Tarihe de bu anlayış üzerinden
bakıldı. Meta üretiminin belirleyici olduğu dönemler göğe çıkartıldı. “Ne güzel
kapitalizm fabrika kuruyordu, ama şu lânet olası malî sermaye geldi, mertlik
bozuldu” denildi. Tersten, meta üretiminin talileştiğini, aslolanın insanların
cebindeki para olduğunu söyleyen “marksist” sosyalist ekonomistler görüldü.
V
Yıllar sonra ABD’li düşünce kuruluşlarının itiraf ettikleri
ideolojik saldırıyı göğüsleyecek herhangi bir adım atılmadı. Bu kadar ekonomi
ve ekonomizm içinde siyaset ekonomiyle ilgili düşüncelerden oluşan ideolojik
tepkilere indirgendi. İdeolojik zafiyetlerin üzerine gidilmesi için gerekli
olan teori, hep karşı tarafın düşünsel taktik ve stratejilerine kurban edildi.
Burjuva devlet iktidarı ile şu veya bu şekilde
mücadele eden unsurlar, bu isim tamlamasının neresine vurgu yaptığına göre
ayrıştılar. Burjuva karşıtları devleti; devlet karşıtları sistem eleştirisini;
sistem eleştirisi yapanlar, iktidarın gerekliliğini görmediler.
Her kilidi açan, her durumu karşılayan ya da tüm
gerçekliği kucaklayan devrimci işçi iktidarı formülasyonları üretenlerle, kendi
kısmî mücadele biçimlerini bu formüle ikame edenler, burjuva devlet iktidarını
teoride ve pratikte somutlayacak hiçbir adım atmadılar.
Nihaî bir hedef olan devrimci işçi iktidarı, ya
unutuldu ya da ânın belirsizliği içine gömüldü. Sonuçta burjuvalara, devletlere
ya da tüm iktidar ilişkilerine karşı formüle edilen “sosyalizm”ler türetildi.
Bu tartışmaları belli bir kavşakta buluşturma yönünde, marksizm bağlamında
teorik ve pratik faaliyet söz konusu olmayınca herkes kendi krallığını ilân
etti. Lenin’in sınıf mücadelelerine dair bilgiyle devrimci işçi iktidarını
ilişkilendiren tarihsel varlığı ise çoktan unutulmuştu. Bu anlamda sosyalizm,
kimi zaman liberallerin kimi zaman da faşist/şovenist unsurların oyuncağı oldu.
Burjuva devlet iktidarına karşı üretilen kısmî tepki
biçimlerini ortaklaştıracak belli bir ahlâk ve hukuk tarzı da üretilemedi. İçe
ve dışa dönük varoluş kavgası adına bu tepki biçimleri, sosyalizm edebiyatını
kendi çeperinde güncelleştirmekten başka bir şey yapmadılar. “Yaşasın
sosyalizm” demek hoş, nahif ve güzeldi, ama asıl önemli olan, onu mücadele
içindeki kolektif dinamiklerin silâhı hâline getirebilmekti.
Bu süreçte tüccar ve tefeci solcular her yanı
sardılar. Kapitalizm karşıtı tepkilerini somutta tanımlayamadıkları ve bu
anlamda sınıf mücadelelerinin ateşi içine girip kendi sınıfsal çeperlerini
aşamadıkları için bu iki çevre, ideolojik anlamda piyasaya hâkim oldu. Her
güncel durum verili pozisyona göre değerlendirildi.
Hızlı giden bir şoförü esasen arabanın kullandığı
düşünülürse, meta ve para piyasalarındaki her türlü hareketlilik, ilgili
kişileri farklı mecralara sürükledi. Sonuçta, IMF’i eleştirirken daha iyi
“IMF”, AB’yi eleştirirken daha iyi “AB” isteyenler türedi. Kara ya da ak, her
türlü para akışının kontrolünü öngörenler IMF’i bir biçimde savundular.
Metaların nitel gelişkinliğini ve kalitesini arzulayanlar AB görüşmelerini
alkışladılar.
Tefeciler Avrupa çizgisini; tüccarlar ABD’yi
eleştirdiler. Her iki emperyalist gücün ortak bir maziye sahip olduğunu,
sınıfsal ilişkilerde yan yana durduğunu, faşizmin ve ardıllarının askerî ve
istihbarî bağlamda aradaki bağı teşkil ettiğini kimse görmedi. Her iki
coğrafyadaki sınıflar mücadelesi unutuldu. Para ve meta ilişkileri bağlamında
geliştirilen artı-değer analizleri moda olmaktan çıkınca, sınıfın sömürüsü ve
sosyalist siyaset de anlamsızlaştı.
Para, meta ve artı-değer bağlamında geliştirilen
kapitalizm eleştirisinin teorik planda marksizm kavşağına ihtiyacı vardı;
marksizm unutuldukça ya da farklı liberal tezlere doğru evriltildikçe
kapitalizm eleştirisi de onu içeriden dönüştürmek isteyenlerin dümen suyunda
biçimlendi.
VI
Solcuların nicel ve nitel açıdan tefeci ya da tüccar
olduğu bu dönemde ne tefeci ne tüccar olabilenler farklı bir çizgiyi
benimsediler. Onlar özellikle Batı’daki “Eleştirel Marksizm” geleneğinden
beslenip, kendi bireysel konumlarını toplumun karşısına çıkarttılar. Esasında
marksizme dönük eleştirellikten beslenen bu çevreler, toplumu sınıfsal değil,
bireysel konumuna göre parçaladılar. Eziliyorlarsa, ezilmeyi bu bireysel
konumun bayrağı yaptılar. “Ne malım var ne pulum” diyenler kendilerine
döndüler. Kendi varoluşlarını sisteme entegre etmenin gizli ya da açık
yollarını aradılar.
Bu noktada ya ruhlarına paranın akışkanlığını
kazandırıp âlemlere aktılar ya da bedenlerine meta muamelesi yapıp yeni
pazarlarda yer aldılar. Her iki tarzın da kendince bir sosyalizm anlayışı
vardı. Her iki yönelime mensup birey de toplumun kendisi gibi olmasını
istiyordu. O, toplum adına konuşana “faşist”; arkadaşın sırttan düğmeli
gömleğini ilikleyene “zavallı” dedi, ama kendisi de “herkes benim gibi serbest
olsun” diyebildi.
Bugün metaı paranın akışkanlığı ile yeniden formüle
eden ve serbest piyasanın nimetlerinden faydalanmaya meyleden Çin Marksizmi
geleneğinden beslenenlerse, “karma felsefesi” uyarınca, iyi ile kötünün
diyalektiği adına, farklı bir yola girdiler. Onlar, Doğu masallarından
esinlenen teorik yönelimleriyle, nesnel analiz geliştirmeksizin, ara yolların
yararlı olduğunu düşündüler. “Hem ateşim, hem su” diyen bu eşhas, kendilerini
sosyalizmin (hatta komünizmin) bugünde fiilîleşmiş hâli olarak gördüklerinden,
her şeye üstten bakabilme yetisi kazandıklarını zannettiler.
Tüm karşıtlıklarla oynama hakkıyla birlikte
kapitalizmin bir biçimde aşılabileceğine inandılar. Kendi bedensel
varoluşlarıyla sosyalizmi yaşattıklarını düşünenler, devrimci siyasete katkı
sunmadılar, aksine, onun somut varlık alanı bulması yönündeki tüm fırsatları
tükettiler.
VII
Sosyalizmi ilkel hâliyle kucaklayıp sahiplenmenin ya
da arkadaşının gömleğini iliklemenin romantik bir yanı var, ama devrimci
politik mücadele buna indirgenmemeli. Toplum, saf bir bütünlük olarak ele
alındığı sürece toplumcu düşünce düşmana kan vermeye devam edecektir. Düşman,
sınıfsal-politik açıdan netleşmek zorunda. Bu netleşme, tümüyle,
sınıfsal-politik olanla devrimci-politik olanın örgütlü kolektif mücadele
aracılığıyla eşgüdümlü hâle getirilmesiyle mümkün. Sosyalizm fikri ve pratiği
tarihsel çatışma momentleri ile beslenmiyorsa devrimci olamaz; toplumsal
çelişki hâlleri ile beslenmiyorsa sınıfsal anlamını yitirir.
Sosyalizm, sınıfsal yığınların elinde bir bayrağa
değil, silâha dönüşmelidir. Bunun için kavgacı bir aydın grubuna değil, savaşan
bir sınıfa ihtiyaç vardır.
Toplumsal alanda politikleşen unsurlar devrimci sınıf
perspektifine kavuşmazsa egemenlerin gücüne güç katarlar. Eğer atılan yumruk
düşmana zarar vermiyorsa yumruğun sahibine zarar verir. Topluma hâkim olan
düşünceler egemenlere aitse o vakit somut olarak politikleşen fikirler ve
teorize edilen politik pratikler sınıfsal ayraca tabi tutulmalıdırlar.
Teori ve pratik olarak sosyalizm eski güzel günlerinin
çok gerisindedir. Kimileri geçmişin inkârı adına ondan çoktan vazgeçmişler, bu
anlamda toplumu görmenin anlamsızlığına kani olmuşlardır. Oysa toplumsalı
görmekle soyut bir kurgu olarak toplumu görmek farklı şeylerdir ve komünistler
için ilki hâlâ önemlidir. Toplumsal olan görülmeden sınıfsal ve devrimle
ilişkili olan, görülemez.
VIII
Marx, geçmiş devrimlerin devrimci eleştirisi ile
ilerlemiştir. Bugünkü marksistlerin de benzer bir devrimci tavırla geçmişteki
devrimleri devrimci eleştirinin konusu yapmaları gerekmektedir. Marx, Fransız
Devrimi dâhil tüm devrimlerin küçük bir azınlığın devrildiği ve yerine gene
küçük bir azınlığın geldiği tarihsel olaylar olarak değerlendirmiştir. Buradaki
kritik nokta, devrimlerin toplumsal niteliğinde bir değişikliğin yaşanmamış
olmasıdır.
Paris Komünü ve Ekim Devrimi, bu anlamda toplumsal
dönüşüm momentleridir. Her ikisi de siyasî iktidarın toplumsal alandaki
değişimine muazzam katkılar yapmıştır. Ancak gene de eksik olan, tarihsel
dinamiklerin yol açtığı değişimlerin kurumsallık kazanamamış olmasıdır. Bu
sebeple, geçmiş devrimlerin biçimsel bir hatası, devrimcilerin yıktıkları
saraylara yerleşmesidir.
Verili durum ve dönem dâhilinde eski iktidar
kurumlarına olan ihtiyaç, o kurumları yıkıp farklı bir bağlamda yeniden kuracak
olan dinamiklerin pratik katkıları ile yeterince beslenememeyi dayatmıştır.
Geleceğin devrimi için yola koyulanlar, geçmişteki bu zaafa düşmeksizin, fiilî
olarak şimdiden tüm sermaye, devlet ve iktidar karşıtı dinamikleri görecek bir
yerde durarak, devrimin karakterine ait oluşumu bu dinamiklerin kolektif
pratiği ile tanımlamalıdırlar.
Bizim devrimimiz, iktidar alanlarını fabrikalara,
işliklere, tarlalara ve kampüslere taşımalıdır. Yeni Kremlin’ler yerine,
önceden oluşan devrim ocakları devrimci ocaklara dönüşmeli ve buralar yeni
iktidar alanları hâline gelmelidir.
“Söz yetki ve karar emekçi halkın olmalı” cümlesi
lafta kalmamalıdır. Küçük burjuva aydınların egemenliğindeki solun bunu
düşünmesi mümkün değildir. O, ya tefeci ve tüccar olup sistemle çelişkilerini
“politika” ve “ideoloji” diye yutturur ya kendince devlet taklidi alanlar
yaratır ya da kendi yaşamsal pratiğini içi boş iktidar hesaplarına kurban eder.
Saraylar yenileri yapılsın diye yıkılmaz;
toplumsal-tarihsel dönüşüm, kendi öznesini kapalı kapılar ardında toplanıp masa
başı hesaplar yapan insanlar arasından bulmaz.
Derviş Okan
2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder