Bir
Marksist için tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu bilmek yeterli
değildir. Mesele, tam da bu önbilgiyle birlikte başlar. Her Marksist, kendi
sınırlı politik gerçekliğinde Marx’ın devrimci teorik ve pratik hattını
işletmeli, bu hattı bir mevzi olarak güçlendirmelidir. Bu açıdan Marksistler,
durum, dönem ve süreç üzerinden tespitler yaparken sınıf mücadeleleri ile
ilgili bilgisini mi kullanacağı, yoksa tersten, bu bilgiyi her duruma, döneme
ve sürece göre anlamlandırıp derinleştirmesi mi gerekeceği konusunda karar
vermek zorundadırlar.
Sol
literatürde karikatürize edilmiş bir yığın “Marx”, “Engels” ve “Lenin”
mevcuttur. Kurucu Marksistlerin sözleri ve eylemleri farklı öznel ihtiyaçlar
uyarınca istismar edilmektedir. Oysa aslolan, onların teoride ve pratikte
yaptıklarını yapmaktır. Ama buradaki birincil mesele, metodolojist bir
yaklaşımla yöntemi soyutlamak ya da diğer bilimler ölçüsünde yeni bir bilim
inşa etmek değil, bütünselliği ve sürekliliği içinde yaşanan gerilimlere,
çelişkilere ve çatışmalara teoride ve pratikte alan açmaktır.
Marksistlerin
belli bir durum/dönem/süreç dâhilinde oluşan gerilim/çelişki/çatışmalara dair
söyleyecekleri bir sözü mutlaka olmalıdır. Bu noktada işin kolayına
kaçılmamalı, örneğin başka bir durumda diğer Marksistlerin nasıl bir tavır
sergilediğine bakıp onlar taklit edilmemelidir. “Ekim Devrimi bir savaşa doğdu”
denilip yeni bir savaş beklenmemeli ya da “Küba Devrimi bir diktatörlüğe karşı
halkın ortak isyanıdır” tespitinde bulunulup, verili durumda iktidarda olan her
unsura diktatör muamelesi yapılmamalıdır.
Marksist
bağlamda yürütülecek devrimci teorik ve politik mücadele, durumu döneme, dönemi
de sürece boğmamalı, bunlar arasındaki tarihsel-toplumsal ayrımları tespit
edebilmelidir. Bu anlamda, sürecin döneme, dönemin de (devrimci) duruma doğru
daraldığı koşullarda fiilî olarak var olabilmelidir. Bu daralmanın neden ve
sonuçları, yaşanan gerilim, çelişki ve çatışmalarda aranmalıdır.
Örneğin,
“her şey emek-sermaye çelişkisinden ibarettir” deyip, düşmana karşı millî ya da
dinî mevzilerde örgütlenerek savaşıldığı durumlarda/dönemlerde, süreçte aradığı
“işçi” ve “burjuva”yı aramaya kalkmamalıdır. İşçinin ve burjuvazinin sabit
değil, dinamik, değişken olgular olduğu öntespitiyle, sınıf mücadelelerini
politik alandaki tezahürleriyle birlikte karşılamalıdır. İşçi sınıfıyla özdeş
olmak, onun safında ve yanında hareket etmek ile işçiler dâhil tüm emekçi
kolektif dinamiklere politik öncülük yapmak, birbirinden bütünüyle farklı maddî
pratiklerdir.
Her
durumda ve dönemde “işçi-burjuva” çatışmasını arayan bir özne, soluğu ya rahat
sendika koltuğunda ya da serin parlamento koridorlarında alır. Oysa Marksizmin
varlık zemini rahat koltuklar, serin ve sığ sular ya da düz ovalar değil, fiilî
gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların olduğu alanlardır. Bu, hem teori hem
de pratik için geçerlidir.
Marx
sonrasında Marx’ın fiilî olarak var olduğu böylesi pürüzlü, gerilimli alanları
kendi rahatlığı için düzlemek isteyenlerin huzurunu Lenin ve Ekim Devrimi büyük
ölçüde bozmuştur. Ancak ne yazık ki bu süreç kesintiye uğramış, Marksizm de
kendi memurlarını, tüccarlarını ve kalpazanlarını üretmiştir.
Sömürge
politikaları ile büyük ölçüde uykuya yatan Avrupa’nın karşısına Asya’nın
uyanışını çıkartan Lenin ve partisi, Avrupa’yı işgal edeceği korkusuyla Avrupaî
fikirlerin devrimci etkisine açık hâle gelen Rusya’da iktidara geldiğinde,
Batılı güçlerin oyununu bozarak farklı bir perspektif geliştirmiş ve Doğu’daki
yeni durumu devrimcileştirmenin imkânlarını araştırmıştır.
Moskova-Petrograd
hattına sıkışan devrim, genelde Batı, özelde Avrupaî güçlere karşıtlıkla nefes
almış olmasına rağmen, devrimin öncü güçleri, “Avrupa karşıtı devrim”i “Avrupa
için devrim” olmaktan kurtaramamışlardır. Bunun önemli bir nedeni, devrimin gerçekleştiği
politik dönemin maddî yetersizliğidir. Sözkonusu maddî yetersizlik, manevî
imkânsızlığı da tetiklemiş, komünistler, Batı işçi sınıfından ve
komünistlerinden medet umar hâle gelmişlerdir. Burada tabiî ki, Lenin’in Marksizmde
ısrarı ve bu ısrarın devrimciliğine bağlılığı önemli rol oynamış,
“Almanya-Fransa-İngiltere” bütünlüğünde tanımlanan Marksizmin
Avrupa-merkezcilikle malûl olması sebebiyle Lenin kendi ülkesinde “Batı ajanı”
muamelesi görmüş, Batıda ise “oryantal despotik diktatör” olarak mimlenmiştir.
Bu
gerilimde biçimlenen Leninizmin Batı ayağı Zimmerwald ise, Doğu ayağı Bakû’dür.
Macar Sovyeti, Almanya’daki grevler ve diğer ülkelerdeki sınıf
mücadelelerindeki başarısızlık Rusya komünistlerini Doğu’yla tanıştırmış, ancak
bu tanışma, dönemin verili politik niteliğine ait sınırlara mahkûm olması
sebebiyle akim kalmıştır. Bu sonuç, Doğu’nun komünist mücadeleye ve komünist
inşaya kendi rengini katmasına izin vermemiştir.
Zimmerwald,
Avrupa işçi sınıfını savaşın öncü gücü hâline getirmediği gibi, Bakû de Doğulu
mazlum milletleri anti-emperyalist mücadelenin öncüsü kılmamıştır. Ekim Devrimi
tarihsel-nesnel zemine oturtulduğunda, bu iki devrimci politik adımın ortak
“zaaf”ının devrimin bizatihi kendisi olduğu görülecektir. Darlaştırılmış
politik durum dâhilinde oluşan devrime öncülük etmek, devrim öncesinde
Zimmerwald’ı, devrim sonrasında Bakû’yü içinde bulundukları dönemsellikte
talileştirmiştir.
O
dönem Komintern genel sekreteri olan ve Avrupa’daki sosyalist hareketin bütün
olarak muhafaza edilip kazanılmasını arzulayan, bu anlamda, komünistlerin
“bölücü” faaliyetlerine tahammül edemeyen Angelica Balabanova, Zimmerwald’ı
kısmen onaylamış, sonrasında ise kendi rızası ile kenara çekilmiştir.
Balabanova, kendisini tasfiye etme amacı güttüğünü düşündüğü Türkistan görevini
“Ne o ülkeyi, ne de ilkellikleri şüphesiz olan insanların psikolojisini
biliyorum” diyerek reddetmiştir. Avrupacı Balabanova Doğuyu küçümserken,
Avrupa’nın işçisine bile güvenmeyen Doğucu Sultan Galiyev de Batı düşmanlığını
farklı temeller üzerine kurmuştur. Ekim Devrimi, her iki insanda temsil olunan
siyaset tarzını kendi hattının dışına atmıştır. Geride kalan kişilerarası
tartışmalar ise bu noktada önemsizdir.
Zimmerwald’da
ve Bakû’de simgelenen, birbirinden farklı iki hattın devrimle kesintiye
uğramasına ilişkin gerçek, iki tarihsel-politik olguya bugünden bakarken
devrimin menfaatleri adına düşünüp hareket etmeyi gerektirmez. “Devrim
edebiyatı” adına, bu tip politik olguların bugüne geldiği biçimiyle hâlâ
dışlayıcı bir refleksle karşılanması bilimsel değildir. Ekim, Zimmerwald ile
Avrupa’yı, Bakû ile Doğu’yu parçalayıp kendisinde bütünlemiştir. Bu devrimin
tarihsel varlığıyla sebep olduğu zaaflar geriye dönük olarak bertaraf
edilemeyeceğine göre, her iki durumsal politik müdahalenin, geleceğin devrimi
için farklı bir bağlamda, teorik açıdan ilişkilendirilmesi zorunludur. Bu
ilişkilendirmede, Avrupa’nın ve Doğu’nun toplumsal, politik ve tarihsel
ihtiyaçları belirleyici olmamalıdır. Kimse, politik planda Avrupa’nın ve
Doğu’nun kolektif tarihsel bilinciymiş gibi davranamaz. Bu davranışın kısmî
durum ve dönemler dışında, devrimci politik bir değeri yoktur.
Bu
açıdan Zimmerwald’da Doğu’nun öfkesi, Bakû’de de Batı’nın bilinci eksiktir.
Bolşevikler, ilkinde dönemin fiilî öfkesi, ikincisinde de verili bilinçlilik
hâlinin kendisi olmaya çalışmışlardır. Ancak bu pratik tarz, hâlihazırda mevcut
olan ya da oluşma imkânı barındıran öfke ve bilinç hâllerinin fiilîleşmesini,
politik dönemin ihtiyaçları uyarınca, görmezden gelmiştir. Bu zaaf ve eksiklik,
her kısmî, parçalı ve kesintili politik gerçekliğin doğal olarak yaşayacağı bir
durumdur. Bir makale “kitap” olamadığı için eleştirilemeyeceğine göre, bir
devrim de tarihin bizatihi kendisi olamadığı için eleştirilemez.
Taktik
ve strateji bağlamında Doğu’da açığa çıkan Pan-Türkist ve Pan-İslamist
yönelimlerin içinde fiilî ve maddî planda işleyen sınıf mücadelelerini
tetiklemeksizin yapılan ideolojik çalışma, bu coğrafyanın Batı’ya kan kusmasını
önlemiştir. Bu eksiklik, Rusya komünistlerini 1921’de Britanya ile gizli bir
anlaşma imzalamaya itmiştir. Avrupaî bakış açısına sıkışıp kalan Ruslar,
Batı’daki komünistleri de sosyal-demokrat ve geniş anlamda sosyalist siyasanın
alanına hapsetmişlerdir. Bu açıdan Ekim Devrimi, süreç içinde “Avrupa için
devrim”e dönüşmüştür. Her iki dünya savaşında gücüne güç katan ABD’nin kara
gölgesi Avrupa üzerine düştüğünde, SSCB’nin varlığı bu fasit daire içinde
devrimci anlamını yitirmiş, seksenlerin sonunda ise fiilî olarak işlevini
kaybetmiştir. Buradaki eksikliğin ve zaafın nedeni, bugün Uzak ve Yakındoğu
hattında yaşanan siyasî ve iktisadî gelişmelerin açığa vurduğu biçimiyle,
Doğu’nun devrimcileştirilememesi ve devrimci Doğu’nun teorik/politik ürünleri
ve yankılarının Batı’da dalgalanmalara yol açmamasıdır. Batı, kendi meşruiyeti
ve haklılığı dâhilinde icat ettiği “Doğu” denilen şeytanı taşlamaya devam
etmiş, içindeki sınıf mücadelelerini örtbas etme ve ezme konusunda ustalaşmış,
bu ustalık, büyük ölçüde Doğu’nun politik varlığından kaynaklanmıştır.
Komünistlerin tarihsel zaafı, Batı’nın elindeki bu oyuncağı kırmamak olmuştur.
Dün
olduğu gibi bugün de Doğu, tüm bilinmezliği ve belirsizliği ile emperyalist
kapitalizmin olduğu kadar, dünya komünist hareketinin de yumuşak karnıdır.
Doğu’ya ilişkin bilgi, Batı’dan yansıtılan teorilerin sınırlarına mahkûm olduğu
sürece komünist hareket, kendi dar mecrasında boğulacaktır. Doğu’nun sağ
liberal/faşist siyasetler uyarınca belirsizlikten kurtulması ise komünistlerin
siyaset sahnesindeki yerini etkisizleştirecektir.
Bu
anlamda 1920’de, Doğu’nun Batı’ya bakan eşiğinde, Bakû’de toplanan kurultayın
devrimci edinimi Çin, Kore, Vietnam, BAAS ve hatta İran pratiklerinin toplam
sonucunu dönüştürecek, farklı bir mevzii, farklı bir hat boyunca yeniden
kuracaktır. Sözkonusu devrim pratiklerinin dolaylı ya da doğrudan Bakû’den
beslendiği düşünülürse, kurultayın 1920 yılıyla, Zinovyev ve şürekâsının
kaprisleriyle sınırlı olmadığı görülür. Ancak kurultay salonunu aşan politik
devrimcilik, bizzat devrimci işçi iktidarı için savaşan komünistlerin
önderliğinde somutlanmadığından, kurultayın tüm teorik, ideolojik ve politik
kazanımları, küçük büyük tüm Doğulu burjuvaların hanesine yazılmıştır.
1920’lerle birlikte mazlum halklarla ve milletlerle ilgili geliştirilen
politika, sınıf mücadeleleri ve devrimci işçi iktidarı perspektifinden
uzaklaştığı ölçüde, iflas etmiştir.
Komünist
Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde kurultay için kararlaştırılan çağrı metni,
esas olarak İran, Türk ve Ermeni emekçi halklarına mensup temsilcilere
yöneliktir. Burada asıl amaç, Moskova-Petrograd hattında yanan devrim ateşinin
güneye doğru genişletilmesidir. Ancak hem karşı-devrimci güçlerin varlığı, hem
de Batı’dan gelen kötü haberlere Doğu’daki sınıfî çelişkilerde komünistlerin
zayıf olması eklenince, sözkonusu niyet terk edilir ve ateşin bu coğrafyaya
taşınmasından ziyade, bu üç kart uluslararası ilişkiler ve diplomasi
bağlamında, emperyalist güçlerle oturulan pazarlık masasında koz olarak
kullanılır. İngilizler, Almanlar, hatta Osmanlı artıklarının göz diktikleri bu
bölgede Rusya, devrimci-saldırgan değil, savunmacı-çekilmeci bir siyaset uygular.
1920,
bölge için önemli değişimlerin ve dönüşümlerin yaşandığı bir yıldır. Batı’nın
iktisadî ve siyasî açıdan Doğu’ya muhtaç olması sebebiyle bu yıl, sadece bölge
değil, tüm dünya için muazzam bir önemi haizdir. Kurultaya katılan ABD’li
komünist John Reed’in, kurultayın güneyi ve kuzeyiyle tüm Amerika kıtasına
sirayet edeceğine dair tespitleri, meselenin boyutlarını göstermektedir. Ancak
kurultayda ve sonrasında yaşananlar, Reed’i hayal kırıklığına uğratmış ve o,
yapılan hamlenin birkaç politikacının ayak oyunlarına kurban edildiğini
söylemiştir. Bu ayak oyunları, kurultayın teorik mimarı, Milletler Komiseri
Stalin’in yardımcısı ve KUTV kurucusu Mir Seyit Sultan Galiyev’i dönem
dâhilinde tasfiye etmiştir.
Devrimin
Batı’ya doğru yayılamayacağını gören Rus komünistleri, önce Doğu kartını
oynamışlar, ardından da devrimin muhafaza edilmesi için adımlar atmışlardır.
Sonradan geliştirilen Türkçülük ve İslâmcılık karşıtı edebiyat, büyük ölçüde
mazeretten ibarettir. Zira o dönemde, bugün anladığımız anlamda anti-komünist
bir Türkçülükten ve İslamcılıktan eser yoktur. Devrimin fiilî varlığı, Çar ve
Rusya karşıtı halk dinamiklerine öncülük eden siyasetlerin bilinç ve
eylemlerini dönüştürmüştür. Kurultay salonunda asılan ve üzerinde Kur’an’dan
bir ayetin yazılı olduğu pankart bunun delilidir: “Birbirinizi şûralarla
yönetin.”
Batılı
anlamda devlet olmayan bir şûra devleti, Sovyet Rusya, Mehdî’ci kimi
Müslümanlara cazip gelmiş, Mehdî’nin yeryüzüne indiğini ve O’nun Sovyetler
olduğunu düşünmelerine sebep olmuştur. Gene Batı’da milliyetçi ideolojiyi
biçimlendiren Yahudi-Siyonist teorisyenlerin anladığı anlamda bir millet
kavramsallığını Doğu’nun somutunda arayanlar, ya bu dinî-politik yönelimin
mensuplarıdır ya da onların güdümünde hareket edenlerdir. Doğu’daki millet
anlayışı, büyük ölçüde, politik temelde darlaştırılmış bir ümmet anlayışıdır ki
burada ırkî, kabilevî üstünlük anlayışına yer yoktur.
Brest-Litovsk
ile sarsılan devrim, ölçeğini ve ölçüsünü değiştirmek yerine, kendisini teorik
ve pratik açıdan besleyen Avrupa ile arasındaki tarihsel-toplumsal bağları
nitel anlamda dönüştürecek müdahaleye, Doğu’nun pratik mücadelesine, izin
vermemiştir. Sadece Rus değil, tüm Çarlık Rusyası’na ait coğrafyayla kendisini
tanımlayan devrimin partisi, kendi içinde devrime alan açmak konusunda zayıf
kalmıştır. Barış politikasıyla mevzi kazanan Bolşevikler, iç savaşı ve dış
tehditleri savuşturmak için kimi durumsal ittifak politikaları geliştirmenin
ötesine geçememişler, Doğu’nun hâlihazırda var olan ya da oluşma potansiyeli
taşıyan kolektivist/komünizan geleneklerine güvenememişler, mazlum milletler
içinde oluşan ideolojik geçişmelerin içinde faal hâle gelen çatışmaları ve
gerilimleri devrimcileştirmek için gerekli zamansal-mekânsal imkânları
bulamamışlardır. İmkânsızlık, Doğu’ya Batılı gözlüğüyle bakmaya, Sanayi ve
Fransız Devrimi gibi dönüşüm momentlerini yaşamamış olan Doğu’daki bu çifte
eksikliği Ekim’le gidermeye zorlamıştır. Bu zorunlu girilen yolun İngilizlerle
ve Batı ile yapılan ticaret anlaşmalarıyla da doğrudan bir alakası
bulunmaktadır.
Moskova’nın
talimatıyla, ama esasen Bakû’nün zorlamasıyla toplanan Tüm Türkiye Komünistleri
Kurultayı (10 Eylül Kongresi), devrimin sınırlarını Brest-Litovsk’un ötesine
taşımayı hedefleyen ve farklı kanallardan gelen kadroları ortaklaştıran yeni
bir parti örgütlenmesiyle süreklilik kazanmıştır. İçindeki Türkçü ve İslamcı
öğelerin tespitini bugünün apolitik sosyolojistlerine ve siyaset bilimcilerine
bıraktıktan sonra söylenebilir ki TKP, emekçi halkın gerçek ideolojik-politik
cephesi olması sebebiyle, önce Karadeniz’de, ardından Ankara koridorlarında
boğulmuştur. Bir yıl gibi kısa bir süre içinde Doğu’nun cesur komünistleri, emekçi
halk dinamikleri ile kurduğu ilişkileri devrimcileştiremeden, Kemalistler gibi
sınıf düşmanları tarafından ezilmişlerdir. Bakû Kurultayı’ndan iki gün sonra
aynı şehirde kurulan parti, Onbeşler’in katlini izleyen süreç içinde burjuva
siyasasının figüranı düzeyine düşürülmüştür.
Eski
Doğu toplumlarında kullanılan bir atasözü, partinin ezilmesine dair önemli bir
işaret vermektedir. Geçmişte Doğu’da kurulan hemen hemen bütün devletlerin
bilinçaltında olan bu söze göre; “Evi kuran balta evin içine konmaz.” Tarih
boyunca bu sözü doğrulayacak şekilde, devletleri kuran unsurlar dışlanmış,
zulme uğramış ve tasfiye edilmişlerdir. Kurtuluş Savaşı olarak ifade edilen
dönemde Osmanlı’nın bir biçimde dönüştürülüp yeni bir devlet formülasyonunun
oluşacağı momentte üç kurucu dinamik öne çıkmıştır: Kürtler, Müslümanlar ve
sosyalistler.
M.
Kemal, yeni devletin mutlak kendisi olarak, bu üç kurucu unsuru tasfiye etmek
için elinden geleni yapmış, ordu tümüyle bu zihniyet üzerinden biçimlendirilip
tahkim edilmiştir. Hâlâ tartışılan bu üç meselede komünistler, önemli bir
kolektif mevzi açmış olmakla baştan hedef tahtasına alınmışlardır.
Komünistlerin bu üç dinamik içinde ortak devrimci hat çıkarmasına izin
verilmemiştir. Sonraki kuşaklara bu zaaf, teorik ve pratik bir mecburiyet
olarak öğretilerek, Kemalist siyasanın sınırlarını aşmayı imkânsızlaştırmıştır.
Kürt ayaklanmalarını bastıran orduyu alkışlayan ve mazlum Müslüman halkın
horlanması karşısında ellerini ovuşturan Batı kafalı II. Enternasyonalci
sosyalistler, komünist hareketi sekteye uğratmışlardır. Üç kurucu unsur içinde
işleyen sınıf mücadelelerinde saflaşmayı zorlayıp devrimci bir hat çıkartmayı
düşünmeyen sözde komünistler, burjuva siyaset tiyatrosunda, perde arkasında rol
bekleyen figüranlar gibi, oyunu daima kenardan izlemişlerdir.
Önümüzdeki
süreçte komünistlerin kendi tarihini dönüştürecek adımlar atması zorunludur.
Bakû Kurultayı ve Tüm Türkiye Komünistleri Kurultayı, bu dönüşümün ihtiyaç
duyduğu araçlar için iki önemli örnek modeldir. Batılı fikriyatın ve fiiliyatın
ülkeyi ve bölgeyi dönüştüreceğine hâlâ safça inananlar, bu inançlarından ötürü
dönüşümü gerçekleştirecek fiilî maddî dinamikleri göremeyip onlarla organik
ilişkiler geliştirememektedirler. Hâlâ Batı’nın “gör” dediğini gören, “duy”
dediğini duyan aydınlar ve genelde solcular, Tanzimat’tan M. Kemal’e uzanan
dönemin kırıntılarıyla yaşamayı tek yol olarak görmektedirler.
“Batı’dan
devrim çıkmaz” diyen Sultan Galiyev’in erken çığlığı bugün için gerçek bir
hattı anımsatmaktadır. Soros’un, Masonik vakıfların, NATO ordularının, BM’nin,
ABD ve AB’nin Doğu’yu “dönüştürmesi”ne eyvallah eden solculukla komünistlerin
hiçbir ilişkisi olamaz, olmamalıdır.
Komünistlerin,
bir yıl gibi kısa bir süre içinde kimi tarihsel zorunluluklar uyarınca etkisiz
kalan Bakû Kurultayı ve TKP oluşumunu yeni imkânlarla farklı bir bağlamda
üretmesi gerekmektedir.
Komünistler,
kendilerini tarihe ve topluma ait her türlü hareket biçimine karşı koruyan
sığınaklarından çıkmalı, soyut imgelerden, hayallerden ve ütopyalardan sıyrılıp
somut ilişkiler kurarak, tüm kapı ve pencerelerini Doğu’dan esen rüzgârlara
açmalıdır.
Geçmişte
İngilizlerin saldırı ve yağmasına maruz kalan, bugün ABD’nin yeni stratejik
planlarına kurban edilen Doğulu mazlum ve emekçi halklar için komünistlerin
söyleyeceği bir şeyler olmalıdır.
Derviş Okan
Şubat
2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder