Özcesi sol kendi kendini yiyor. Her fiilî durumda
ve dönemde solun esasta hiçbir şeye hâkim olamadığı açığa çıkıyor. Örgütçülük
yapıp, birim zamanda yapılan işi (yani fizikî tanım itibarıyla) gücü, örgütün
bekasını muhafaza ve idame ettirmek olan yapılar tel tel dökülüyorlar.
Mahalleye, sendikaya, ülkeye, hattâ oradan dünyaya hâkim olduğu hissini, fikrini
verenler kendi dükkânlarına sahip çıkamıyorlar. Her rüzgârın kanadına tutunup
bir yerlere gelmek isteyenler ise politika yaptıkları iddiası ile ortalıkta
dolaşırken rüzgârın gücüne, şiddetine kul oluyorlar. Rüzgârın politikası ile
politik rüzgâr ise farklı şeyler oluyor.
Sol öznelerin güç imkânlarını nerede ve nasıl
bulduklarını incelemeleri zorunlu. Kimi akıl oyunları ile kâğıt üstünde yapılan
güç gösterileri sadece SEKA’ya yarıyor. Burjuva-kapitalist dünyanın içinde
işleyen rekabet ve mülkiyet ilişkileri solun belli bölmelerini ileri itiyor,
diğerlerini ise geri çekiyor. İleri itilen geri düşenin sırtına, kimi zaman
cesedinin üzerine basarak öne fırlıyor. Başkalarının ölümünden hayatta kalma
imkânı buluyor. Katilin adı unutuluyor. İleri fırlayan, günü geldiğinde aynı
katil tarafından öldürüleceğini bilmeden ilerliyor.
Özgürlükçüler eşitlikçilere küfrediyorlar,
eşitlikçiler özgürlükçülere. Küfürleşme esnasında özgürlüğün paranın, eşitliğin
metanın hükmünde olduğu görülmüyor. Belli bir meta tasarımıyla piyasada kabul
göreceğini gören özneler, özgürlük kavgasına tutuşup para peşinde koşuyorlar.
Aynı para ise metaları kendinde eşitliyor, metaların tanrısı oluyor,
metalaşanlar paranın önünde diz çöküp eşitlenmek istiyorlar. Meta ve paranın
maddî ilişkisine vurmayanlar eşitleyici dinamikleri kendi çıkarları adına,
eşitlikçilik başlığı altında sömürüyorlar; özgürlükçüler ise özgürleştirici
dinamikleri kibrit kutularına hapsedip aralarındaki kolektif gücü lime lime
ederek sözkonusu dinamikleri eziyorlar. Zulme karşı olanlar gizli bir zulmü;
sömürüye karşı olanlar gizli bir sömürüyü alttan alta işletiyorlar.
Rekabet için asgarî düzeyde bir mülkiyet gerekli,
mülkiyetin genişleme istidadı ise zaten rekabeti koşulluyor. Sınıflar
mücadelesinden azade olduklarını zanneden sol örgütler bu zan ile sadece kendi
mülkiyetçiliklerini ve rekabetçiliklerini örtbas edecek teorik kılıflar
örebiliyorlar. Kiminki daha kalınsa küçük burjuvalar oraya koşuyor. Küçük
burjuvalar kendi varlıklarına en yüksek değeri biçen piyasaya koşan metaa
benziyorlar kimi zaman. Bazen de gerçeğe en yoğun ve en yaygın biçimde hüküm
koyacağı para piyasalarına balıklama atlıyorlar. Küçük burjuvazinin güttüğü sol
örgütlerin yuvalandığı yer, ya rekabet/para ya da mülkiyet/meta dünyası oluyor.
Birinciler liberalizme, ikinciler faşizme yelken açıyorlar.
Bu ayrım bu hâliyle kolaycı: liberalizmin içten
içe işlettiği gizli faşizmi, faşizmin içten içe işlettiği gizli liberalizmi
örtbas ediyor. Saf liberal karşıtı olmak, karşıtlığın içindeki liberalizmi
saklıyor. Belki de tersten, bu nedenle açıktan liberalizm karşıtlığı yapılıyor:
istihbarat örgütlerinin açığa çıkmış ajanlarını temizlemesi türünden bir işlem
bu.
Meta ve para birbirlerini karşılıklı olarak mecbur
kılıyor. Bu yönüyle mülkiyet rekabeti, rekabet mülkiyeti koşulluyor.
Marx öncesi sosyalizmin bölündüğü bir ana kol,
esas düşmanı rekabet, diğeri ise mülkiyet olarak görüyor. Marx, üretim esaslı
teorik işlemi ile bu iki ideolojik anti-kapitalist tepki biçimini nesnel, nötr
bir düzlemde ele alıyor. Marx, kendisini önceleyen ekonomi-politikçilerin sonuç
olarak belirlediklerini neden, nedenleri sonuç olarak tespit ediyor,
perspektifi terse çeviriyor.
Bugün de teorik ve politik anlamda marksist olmak
benzer biçimde perspektifi terse çevirmeyi gerektiriyor. Politik olmayı ve gücü
rekabet/mülkiyet gerçeğinden öğrenenlerin burjuvazi-devlet düzleminden öteye
gideceği bir yer bulunmuyor. İyi çocuklar en fazla kötü sahneyi değiştirmek
isterken dekor ya da figüran oluveriyorlar. Sahneyi yıkmak isteyene artık pek
fazla rastlanmıyor.
Lacan’ın 68 Olayları için yorumu, perspektifi
terse çevirici nitelikte. Özgürlük için kaldırım taşlarını söken gençler için
Lacan, “esasında onlar başka bir Tanrı arıyorlardı” diyor. Farklı bir ifade ile
şu söylenebilir: o başka Tanrı, gerçekte, zihinlerde bulunan tanrıya karşı
savaşıyor. Aynı şekilde kimi sıkışma durumlarında meta paraya isyan ediyor,
kendi özgüllüğünü talep ediyor; ya da para daha fazla metaı tanımlamak istiyor.
Siyaset âleminde bunun doğal tercümanları kolaylıkla bulunuyor.
BBC’nin hazırladığı rak belgeselinde ilk rakçılar
blues’u İngiliz dünyasına tercüme ettiklerini söylüyorlar. Eric Clapton, blues
şarkıcısında “birey, yalnızlık ve öfke” görüyor, bunu kendi dünyasına bağlıyor.
Fukara siyah müziği blues, küçük burjuvaların dünyasına satılan bir mamul
hâline getiriliyor. Kitlesel, kolektif, tarihsel niteliğinden sıyrılıyor,
pub’lara meze yapılıyor. Saf öfke ve hüzün gidiyor, yerine pazarlık amaçlı yeni
bir karşıtlık türü geliyor. Özgürlüğün mavisi daima burjuvazinin bayrağına renk
veriyor.
Sinemacılar, komedyenler, yazarlar tekil, bireysel
hikâyelerini satıyorlar pazarda. Parasal güç pekiştikçe başkalarının hayat hikâyeleri
karikatürleştirilip, içi boşaltılarak pazara sunuluyor. Sınıfı, halkı, milleti,
vatanı ve dini için ölümü göze alanların ideolojisi ve siyaseti bu pazarda
birilerinin güç hesaplarına kurban ediliyor. Hesap yapanlar, her şeyi
tükettikten sonra, Kurt Cobain gibi 27’sinde, (ideolojik ve politik açıdan)
intihar ediyorlar. Ölüm bile pazara düşüyor. Nirvana ve sessizlik, egemenlerin
pürüzsüz, hülyalı dünyalarına hizmet ediyor.
Küçük burjuva şefler, kendi bedensel, bireysel,
zihinsel hikâyelerini örgütleştiriyorlar ve pazarda bu örgütü satılığa
çıkartıyorlar. Sınıfıyla, halkıyla, milletiyle nefes alıp vermesi gereken, onun
öfkesi ile öne fırlayıp hareketi örgütlemesi zorunlu militanlar, maalesef, bu
şeflerin pazarlamacıları olarak iş görüyorlar. Küçük burjuva bedene bürünen ruh
soysuzlaşıyor, öfkesini ve hüznünü unutuyor, güçlü olmak adına sınıfsız,
sınırsız ve muktedir bedenin tekil hikâyesine tutunuyor.
TKP, TİP, Dev-Genç, THKO, THKP-C, TKP-ML vs…
Bunların başına gelen blues’un başına gelenden farksız. Hüzünlü, öfkesini vakur
bir eda ile bu hüznün arkasına saklayan dört mavi nota müzik endüstrisinin
çarklarına yağ oluyor. Böylesi bir hüzün ve öfke ile yoğrulu olan sol da burjuva
siyasasının içinde rolünü alıyor. Örgütlediği insanları güç olma yalanları ve
politika yapma niyetleri ile kandırıp rolünü yerine getiriyor.
Son dönemde sol içinde yapılan tartışmaları,
böylesi bir role sahip olan solculuktan çıkıp, oyunu bozan devrimci bir özneye
dönüşmeye dönük bir niyet olarak okumak mümkün görünmüyor. Sol, kendi içinde
yükselen devrim çığlıklarını bastıracak silâhlarını yeni döneme uygun olarak
nasıl değiştireceğini tartışıyor, o kadar! Silâhlar gene efendilerden ödünç
alınıyor.
Sol, sürekli kadrolarına kendisine güç olmayı
öğreten başöğretmeni işaret ediyor: rekabet ve mülkiyet. “Burası x örgütünün
alanı, bu eylem y örgütünün eylemi”… Sözler böyle başlıyor, “bizim kortejimiz z
örgütünün kortejinden daha kalabalıktı” diye devam ediyor. Kimse devrimin,
sosyalizmin ve komünizmin ortak davasında, en azından belli bir durum ve dönem
dâhilinde, yoldaş olabilmeyi göze alamıyor.
Güçlü olmayı rekabet piyasasından öğrenen ve
politika alanını rekabetin açtığı coğrafyada tanımlayan özneler ömrünün önemli
bir kısmını, güçlü olmayı mülkiyet piyasasından öğrenen ve politika alanını
mülkiyetin açtığı coğrafyada tanımlayan öznelere küfretmekle geçiriyor.
Rekabetçilerin politika alanını belirleyen devlet
karşıtlığı, mülkiyetçilerin politika alanını belirleyen ise demokrasi
karşıtlığı. “Devlete silâh sıkmayan politik değildir” rekabetçinin; “bu kadar
örgüt fazla, hepsi bende birleşsin” mülkiyetçinin mottosu oluyor.
Oysa gerçek, maddî, doğal anlamda özgürleştirici
ve eşitleyici dinamikler mücadelelerini gizli ya da açık biçimde sürdürüyorlar.
Şiddetli bir dalga, rüzgâr, deprem gibi işliyor öfke ve hüzün. Kitleler adsız
ve sözsüz hareket ediyorlar, birileri çıkıyor, yani edebî bir ifade ile
kitlesel hareket dile geliyor, “ben bu kitlenin adı ve sözüyüm” diyor. Hareketin
durağanlaştığı momentlerde bu kişiler, özneler boşlukta kalıyorlar, boşluğu ise
rekabet ve mülkiyet piyasasının maddî imkânları dolduruyor. Özneler kitleye
ihanet ederek, adı, sözü kitlenin yerine geçiriyor. Madde ile maddenin bilgisi
kişi-özne şahsında, ya kişinin maddîliği ya da madde bilgisi lehine
birleştiriliyor. Örneğin sendika liderleri kapalı kapılar ardında patronlarla o
ad ve söz adına anlaşıyorlar. Gençlik liderleri üniversitelerin satılabilir bir
obje olmasını isteyen burjuvaziye dolaylı olarak hizmet ediyorlar. “Özerk
demokratik üniversite” sloganı, batının burjuva üniversitelerinden alınıyor.
Devlet üniversiteleri piyasaya, gerekli ambalajı ile birlikte, sunulmuş oluyor.
Salt karşı olmanın dönüştürücü-devrimci
faaliyetten kaçmaya imkân sunan bir yanı var. Karşı olduğunu söyleyen, bir
konumdan bahsediyorsa, karşı olduğu şeyin dönüşüm sürecine el sürmeyeceğini de
baştan belirtmiş oluyor.
Anarşistlerin devlet karşıtlığı ile dalga geçen
Marx, “anarşistler devleti, emek-değer teorisini vs. görmezden gelirsek yok
olur, gider derler” diyor. Anarşistler, aynı körlükle, kapitalizmden komünizme
geçiş için zorunlu olan sosyalizm denilen dönüşüm momentini küçümsüyorlar.
Evet, devlete karşı olmak, ama Lenin’in belirttiği biçimiyle, “bir devlet biçimi
olan demokrasi”ye de karşı olmak, karşıtlığı içsel dönüşümde güç olarak var
olmak üzerinden tanımlamak; bu yönüyle rekabetin güdümündeki demokrasi ile
mülkiyetin güdümündeki devletle eşgüdümlü bir kavgaya tutuşmak, bu amaçla
devlet ve demokrasi arası ilişkilerin, gerilimlerin mevcut olduğu genel siyaset
alanına girmek ve her iki mücadelede buluşulacak dinamikleri ortaklaştırmak
gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde politik faaliyet kolaylıkla ideolojize
ediliyor ve ideoloji hâkim sınıfın dili, söylemi ve eylemi oluyor. Bu da
rekabetin ve mülkiyetin ağzı ile konuşmayı getiriyor.
Güç, dönüşüm süreci içinde geriye dönüşsüz bir
çentik atmaktır. Geriye dönüp bakıldığında sol-sosyalist hareketin tarihî
dönüşüm süreci içinde Deniz-Mahir-İbrahim çentiği böylesi bir gücü işaretliyor,
Mustafa Suphi TKP’si de bir başkasını. Parlamentarizm ve orduculuk arası
tartışmada kilitlenen dönüşüm momenti, adıyla sözüyle, bu üç devrimci önderin
çentiği ile kesilip atılıyor. Bugün meclise giren Uras Çayan’ı ağzına
dolayabiliyor, orducu solcular Deniz resimlerini bayrak ediniyorlar.
Beğenilsin beğenilmesin, devrimci güç bir çentik
olarak tarihte tüm canlılığı ile varlığını koruyor. Sırtı onlara yaslama
kolaycılığından çok, güç olmayı onlardan, onların pratiğinden öğrenmek
gerekiyor.
Güç olunacaksa böyle olunmalı, efendilerin açtığı
yollardan değil. Güçlü görünme derdiyle “dostlar alışverişte görsün” türünden
eylemliliklerle bir yere varılmıyor. Bu açıdan “politika güç meselesidir” lafı,
gücü, yani birim zamanda yapılan işi biçimsel olarak yüceltmekle hata ediyor.
Politik eylemlilik zaman algısının değişmesini, birimlerin niceliğinin başka
bir hâl almasını ve işin niteliğinin dönüşmesini gerektiriyor.
Bugün genç militanlar esasında afiş, bildiri gibi
angarya gördükleri işleri yeni gelenlerin sırtına yüklemek için insan
örgütlüyorlar. İnsan örgütlemenin politik ve devrimci bir anlamı bulunmuyor.
Etli butlu görünmek için TV ekranlarında kullanılan filtrelerden
yararlanılıyor, yalanlar söyleniyor, zevahiri (görüntüyü) kurtarmak için gereksiz,
yersiz işler yapılıyor vs. Güçlü görünmek adına hâkimiyetçi, hükmedici, total
projeler, niyetler reyonları dolduruyor. “Ezilenler, dünya, Türkiye, solun
birliği, işçilerin birliği vs.” diyerek güçlü olunduğu izlenimi verilmeye
çalışılıyor. Basit, ufak, sıradan, göreceli, kısmî ve parçalı işler bu zaman
algısında anlamsızlaşıyor. “Ben yaparsam Musa gibi asamla (örgütümle) denizi
ikiye bölerim” deniliyor, ama bir okey masasındaki dört kişi bile politik
anlamda ikiye bölünemiyor. Tam tersine, “aman bölücü demesinler, huzursuzluk
çıkmasın” diye garip bir hoşgörücülük hâkim olmaya başlıyor. Güç
biçimselleşiyor, politika bu biçimselliğe tâbi oluyor ve özsel dönüşümlerin
yaşandığı momentlerde anlamını yitiriyor. Elde var bir, doğal, maddî ve organik
olması gereken güç, başkalarının tasarımlarına öykünerek yeniden üretilen fason
elbiselere benziyor. Belli bir dönüşüm içinde gerçekleşmeyen güç biçimsel
kalıyor. Esamisi okunmayarak yalnızca bir süre bazı insanların gözünü boyuyor.
Güç medyatikleşiyor, görselliğin saltanatına kul
oluyor, gözdeki perdede yaşanan her titreşim güçle ilişkilendiriliyor. Mahir’in
de dediği gibi, ya düşman güçlü, dostlar güçsüz (sağ oportünizm); ya da düşman
güçsüz, dostlar güçlü (sol oportünizm) zannediliyor. Dost-düşman ayrımı, güç
olunması gereken politika alanında değil, güçlü olduğu zannedilen,
düşünsel-teorik masa başlarında yapılıyor. O masayı, masaya yaslanmış kafayı
kim huzurlu kılmışsa, güç o oluyor ve o masadan, kafadan türeyen siyaset
kendilerini huzurlu ve mutlu kılan güce zamanla biat ediyor.
Solun bu biçimsel güç tasarımı ve politik faaliyet
için yoğunlaştığı üç ayrı toplumsal kesimden söz edilebilir:
gençlik-işçi-aydın. Üçünü farklı durum ve dönemlerde uygun/yerinde müdahaleler
ve mücadelelerle örgütlemesi gereken hareket, bu kesimlerden sadece kendi
kurgusunu bozmayacak bazı unsurları örgütlüyor. Esas olan, bu kesimlerin
tarihsel-toplumsal çerçeveye tâbi olan politik işleyişlerini örgütlemek iken,
sol sadece bu kesimlerin politika dışında, giderek politika karşısında konumlanan
bireylerini kendine bağlıyor. Sol, özde kendi bindiği dalı kesiyor. Üç
toplumsal kesim gerçek, maddî politik eylemden, meselenin özünden kaçıp biçime
sığınanlara kucak açıyor.
Bugün TV dizi yapımcıları ille solcu bir figürü,
lafı ve konuyu dizilerine yerleştiriyorlar. Bunun nedeni, kültür ve sanat
alanında solun hâlâ temel ölçüt olarak görülmesi. Politik alanda ise böylesi
bir ölçüt oluştan söz etmek mümkün değil. Sol, genel siyaset alanında ucuz bir
sanatsal figür misali muhafaza ediliyor. Bugün bu solun tüm gerçek, organik,
canlı, maddî birikimine koşulsuz dâhil olmak, ama bir yandan da onu biçimsel
kurgulardan, orta sınıf ürünlerinden ayrıştırmak gerekiyor. Gelenin adı sol
olur olmaz, ama mücadelenin özgürleştirilmesi için bu gerekli. Kendi
sınırlarından, varlığından, hâlinden, biçiminden ve eyleminden memnun olan sola
karşı marksist devrimcilerin rahatsızlıklarını eylemli olarak dile getirmesi
gerekiyor. Gerçeğin, kitlenin, mücadelenin dili konuşsun, bunlar özgürleşsin
diye, politik alanın hava yastığı, tamponu, brandası olan sol parçalanmalı,
dönüştürülmeli.
İlk olarak yukarıda bahsedilen üç toplumsal
kesimle ilişkiye bakılmalı: ilerleme tanrısının kulu olan sol, bu kesimler
arasında kronolojik, hiyerarşik ilişki kuruyor. Öncesinde herkes genç,
sonrasında şu veya bu şekilde işçileşiliyor, ardından da örgüt bu işçileri
aydınlatıyor. Sıra bu. Örneğin son dönemde sayısı giderek artan internet
tabanlı sol örgütlerden biri olan Devrimci
Bülten şunları yazıyor:
“Tarihsel
bir kategori olarak işçi, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir
tarihsel döneme âittir. İşçi kavramı tarihsel olarak komünizme denk düşmez.
Komünizme denk düşen ‘emekçi’ kavramı, Aydın ya da komünist insandır. Aydın
komünist toplumun temsilcisidir. Tarihsel olarak daha yüksek bir toplumsal
formasyonun temsilcisi olduğu için, toplumsal dönüşüme ya da bu dönüşümde işçi
sınıfının mücadelesine bir bütün olarak önderlik eder.”
Akıl ve düşünce temelli yürütülen komünist
mücadele nihaî, olgun biçimini aydında buluyor. Yani işçiler komünizmde yokken,
bu düzen aydınların düzeni oluyor. Geleceğin düzeni komünizm, komünizmin esası
aydın olduğundan bugündeki mücadeleye aydınlar öncülük etmeli. İlerleme
tanrısının peygamberleri her dönemde uç veriyorlar. Nasıl olsa o yere
varılacak, bugünde kafayı gözü patlatmanın anlamı yok. (İlerleme kitabının
önünde diz çök yeter!) Özcesi küçük burjuvalar başlangıcı söyleyerek sonu da
ipotek altına almaya, sürekli sondan bahsederek her şeyin başının kendisi
olduğunu kitleye yutturmaya çalışıyorlar. Olan bugüne, şimdiye, devrimci
politikanın yegâne gerçeğine oluyor. Politik faaliyet maddiyattan uzaklaşıp,
maneviyata, metafiziğe ve öznel masallar âlemine doğru kapanıyor (Hamaset
edebiyatı).
“İşçi-aydınlar”, “aydın işçiler”, “yarı aydınlar
(gençlik)” türünden başlıklar nedense hep “aydın” denilen özneye atfen
üretiliyor. Bazı komünistler bu ilerlemecilikle, geçmişte burjuvazi ile
köylülük arasındaki ilişkiye paralel olarak işçi sınıfına burjuvazi ile
ortaklık önerebiliyor (Laiklik, başörtüsü, milliyetçilik vb.).
Aydın ise bu yüceltme işlemi ile kendisini sınıf
dışı bir konuma taşıyor. Kendisini o şekilde yutturuyor. İşçi sınıfına âit
olmanın sancılarından kurtulmak isteyen bir işçiye böylesi bir aydının
söyledikleri hoş bir seda olarak geliyor. Ancak bu aydın belirlenimli, aydın
kafalı sol, bu aydınlar kümesinin salahiyeti, bekası ve muhafazası için
somutlanan kimi ideolojik ve teorik ayrımları ve birlikleri kendi varlık alanı
hâline getiriyor. Oysa aydının bıyığı altından kimi zaman burjuvazi, kimi zaman
devlet gülümsüyor.
Madde ile maddenin bilgisini kişi-öznede, o kişide
saklı maddenin bilgisi lehine ilişkilendirmek, böylesi marazlara yol açıyor.
Marx’ın marifeti, mücadeleyi kafaların içinde hapis olmaktan kurtarmaksa da
bugün kimi Marksistler, devrimin, sosyalizmin ve komünizmin ortak mücadelesini
kafanın içinde başlayıp biten bir orta sınıf yalanına dönüştürüyorlar.
Genel ideolojik âlem içinde rekabetin suyuna
kapılmış olan bir sol özne, mülkiyet suyuna kapılmış olanı eleştirmekle ömrünü
geçiriyor. Tek önemli mülkü kafasının içindekiler olan aydın şefler, rekabet
piyasasına girmekte beis görmüyorlar. Yaptıkları mülkiyet eleştirisi ise esasta
burjuvazinin sınıfsal hareketine eklemleniyor. Bilgiyi banknot, döviz misali
biriktirenler ise mülkiyet dünyasına hükümdar olmak adına giriş yapıyorlar. Bu
malumatfuruşlar, maddenin tüm kıvrımlarını kendilerince düzleyip rahatlıyorlar
ve kıvrıma, çıkıntıya, ayrıntıya sebep olduklarından rekabetçilere
saldırıyorlar. Mülkiyetçi kesimin karşı tarafa yönelik eleştirisi dipten
derinden devlete bağlanıyor. Devletin burjuvaziden uzaklaştığı noktalarda,
arada boşalan alana bu sol örgütler doluyor. Devletin ulaşamadığı yerlere
mafyatik örgütleri yollaması gibi, sol örgütler de bu boşluğa akmayı araç,
taktik değil, esas amaç olarak görüyor. Su akıyor, yatağını buluyor.
Devletin ağır bir darbesinde solun belli bir
kesimi hemen soluğu burjuvazinin yanında alıyor. Burjuvazinin ağır darbesinde
ise koşulan yer devletin yanı. Devleti tam boy karşıya alanlar ise devleti
küçültmek isteyen burjuvazinin belli bir kesimine hizmet ediyorlar. Öyle ki
devlet ülkenin her karış toprağında güç değilse bile solun ideolojik, teorik ve
politik terennümleri bunun aksinin geçerli olduğunu söylüyor.
“Politik güç nasıl olunur?” sorusu mülkiyet ve
rekabet ilişkilerinin dolayımı ile cevaplanıyor. Devletle savaşan devlete,
burjuvazi ile savaşan ise burjuvaziye benziyor. Türk devletinin gücünü
abartanlar, onun gücünden beslenerek güç olmanın yoluna gidiyorlar.
Burjuvazinin gücünü abartanlar onun gücüyle güçlenmek derdine düşüyorlar. Zaman
da, birim de, iş de düşmandan öğreniliyor. “Kitle/silâh” ayrımı ile meseleye
bakanlar, burjuvazinin kitlesine ya da devletin silâhına bakıyorlar. Bunun
sonucunda ise kitle bir silâh hâline gelmiyor, silâh ise kitleselleşmiyor.
Sol-sosyalist hareket içinde güç tasarımı paralel
iki yoldan yapılıyor: ilki geçmiş bir devrimin fiilî iktidarı, devrimci bir
iktidar üzerinden; ikincisi, geçmişte ve bugünde var olan fiilî bir devrimci
güce göre. Geçmişin devrimci iktidarı ya da bugünkü devrimci güç ile ilgili
tartışmalar, geliştirilen teorik ve ideolojik kurgular ise verili gerçekte
hüküm süren devlet ve burjuvazi dolayımı ile oluşturuluyor. Sol, Ekim’i bugünkü
devletle, PKK’yi tekeller veya burjuvazi ile okuyor.
Solun önemli bir bölümü, bugün Ortadoğu’dan fazla
Latin Amerika’ya bakıyor. Burada gizlediği Kemalizmi oradaki Bolivarcılık'ta
buluyor. Bolivar Kemal’i örtüyor. Ortadoğu’da güç olma ve politika yapma derdi
olmayanlar Latin Amerika sokaklarında geziniyorlar. Orada FARC’a, burada PKK’ye
“silâh bırak” deniliyor, efendiler adına. Ama yetmişlerden seksenlere uzanan
süreçte 12 Eylül benzeri darbelere tanık olmuş bu kıtanın devrimcilerinin
sözkonusu darbelere karşı yiğitçe savaştığı görülmüyor. Sol, kendi
savaşmamışlığını Latin Amerika edebiyatı ile gizliyor. Bu gizleme devrimci
politikayı körleştiriyor. Güç olma imkânlarını Latin Amerika’da arayanlar,
solun güçsüzlüğünün esas müsebbiplerinden biri oluyor, diğeri ise Avrupa
solcuları.
Güç ve iktidarın teorik-ideolojik düzeyde
ayrıştırılması gerekiyor. Güce yıkıcı bir anlam enjekte edilmeli. İktidarın
bugünde verdiği o soğuk kurucu anlam bu güçle dönüştürülmeli. Geçmişe âit fiilî
bir devrimci iktidarın bugünde takipçiliğini yapmak güç olma imkânı vermiyor,
zira bu imkân söz konusu devrimin tarihsel-toplumsal sınırlarına tâbi.
Bugündeki bir devrimci gücün yandaşlığı ise iktidar mücadelesi için bir şey
sunmuyor. Rekabet ve mülkiyet ilişkileri içinde güç olmayı öğrenen aydın kesim,
örgütleri kendi dar ufuklarına boğuyor. Şefler örgütleri kendi sınıfsal, coğrafî
ve bedensel hikâyelerine kapatıyorlar. (Bir şefin uçkuru çözüldü diye koca
örgüt bölünüyor meselâ.) Geçmişin iktidarı ile bugünün gücü arasında yürütülen
tartışmalar eni sonu bu burjuva ilişkilere eklemleniyor. Her ikisine sırtını
yaslayan pratik, nasıl güç olunacağına dair hiçbir şey söylemiyor.
Potansiyel örgüt üyesi, mahalle, dernek, örgüt,
sendika için verilen rekabetçi kavgalar. Bunlara sahip olanların mülkiyetçi
muhafaza siyaseti. Güç olmanın niteliği ve niceliği dönüştürülmek zorunda.
Efendilerin dev aynasına bakarak kendimizi kandıramayız. Dere kenarında gördüğü
ineğe özenip şişen kurbağa olmaktan çıkmalıyız. Tekil şahıslara boca ettiğimiz
teori ve ideoloji ile düşünüp güç olmanın imkânı yok. Sol güçlü olduğunu
düşündüğü yerlerde zayıftır, düşkündür, çaresizdir ve düşmanın esiridir. Güçlü göründüğümüzü
varsaydığımız yerden hemen uzaklaşmalıyız. Zira bu hâlimizle bize güç verenleri
dönüştürmekten de aciziz. Örgütlediğimiz işçi lideri kapalı kapılar ardında
patronlarla viski yudumluyor. Öncü kıldığımız genç üniversiteli bar köşelerinde
kendi bedenini pazarlıyor. Aklına güvendiğimiz aydın TV köşelerinde burjuvaziye
akıl veriyor vs.
Sol, güç olmayı gene ve hâlâ düşman arazisinde
tartışıyor. Bu tartışma eninde sonunda düşmanın iç hesaplaşması olarak
somutlanıyor. Düşman arazisini dağıtmadan, bölmeden güç olmaya çalışmak
günbegün kendisini yanlışlıyor. Salt güç olmaya kilitlenmiş bir siyaset,
siyaset sahnesinde sadece güç odakları gören bir özne, devrimci politikanın
alanını da daraltıyor. Bu sefer elde edilen gücün kimin avucunda sıkışıp
kaldığını görenler ayrılıp eskinin yenisi bir örgüt daha kuruyorlar. Oysa
örgütlenen, yalanın bizatihi kendisi oluyor.
İşçi sınıfı-ekonomi; halk/millet-coğrafya;
mazlumlar-biyoloji arasındaki kadir-i mutlak, kadim ilişkiyi siyasetinin
merkezine yerleştirmek suretiyle, istismarcı bir üslupla yol alıp güç olmak
isteyenler, kendi ekonomisi, coğrafyası ve biyolojisi içinde ya yitip
gidiyorlar ya da ölmemek için düşmanın eteklerine yapışıyorlar; onun
ekonomisine, coğrafyasına ve biyolojisine kul oluyorlar.
“Allah en büyük güç” deyip onun verili, önsel
gücüne tapanlar apolitizm üretip iktidara eklemleniyorsa, “ekonomi, coğrafya ya
da biyoloji her şeyin başı, mutlak güç” deyip onların gücüne sırtını
yaslayanlar da apolitizme kapaklanıyorlar. “İyilik dışarıdan, kötülük içeriden”
deyip, sonrasında güç olma alanını dışarısı olarak belirleyen bir kişi AB’ci de
oluyor, liberal de. Eski maniheist “iyilik/kötülük” hikâyesi ile düşünerek güç
kaynağını (sınıf, ülke ya da beden dışı anlamında) dışarısı olarak kodluyor.
Bugün sol içi kavga bu kodlar arası kavga. Gücü bizle başlayan, bizle biten
değil, bizim âit olduğumuz bir gerçeklikte aramak gerekiyor. Müslüman, Allah’ı
kendi mülkünde bir güç kaynağı olarak değil, kendisinin âit olduğu bir güç
mücadelesi olarak anladığında devrimcileşiyor.
Ekonomik anlamda Allah’ın yerine sınıf, coğrafî
anlamda halk/millet ya da biyolojik anlamda beden/irade konulabilir. Bu yönüyle
Allah’ın O’na atfedilmiş gücüne biat edenler, doğası gereği, sınıf üzerinden
burjuvaziye, millet üzerinden verili devlete, beden üzerinden verili iktidara
biat ediyorlar. Bu sürecin kırıldığı momentlerde iş devrimcilere düşüyor ve
kitlelerin düşünsel ve eylemsel dönüşümlerini devrimin önsel adımları olarak
örgütlemeleri gerekiyor. Kendisini bu dönüşümün içinde değil, dışında, onun
yaratıcı-tanrısı olarak gören sol ise tersten her türlü aidiyet ilişkisini
ortadan kaldırmak niyetiyle hareket ediyor. Bunu da efendilerin ideolojik ve
politik kurgusunu bozmak için yapıyor. Ama görmediği şu: kendi bindiği dalı da
kesiyor. Sol özcesi intihar ediyor, bir tür intihar ideolojisine dönüşüyor.
“Yolumuz işçi sınıfının yoludur” sloganı, bir tür
küçük burjuvalığın yansıması oluyor, “yolumuz devrim yoludur” gibi. İşçi
sınıfını politik alana taşımaktan, politik alanı bu fiiliyatla parçalamaktan, bu
parçalanma esnasında sınıfı bölmekten ve farklı bir içerikle bütünlemekten söz
edene rastlanmıyor. “Hazır güç olmuşu var, ne gerek güç olmak için çırpınmaya!”
İnsan denilen canlı türünden mürekkep kitleyi, kitlesel hareketi kesmeyen,
onlara değmeyen bir dönüşüm sürecine devrimi bağlayanlar, pratik alanda
reformizmi vazediyorlar. Pratik, maddî güç yerine teorik güç odaklarını
koyanlar, ilgili teorik-bilimsel-felsefî-ideolojik seyre, gidişata herkesin
biat etmesini istiyorlar ve buna da politika diyorlar. Oysa güç bu anlamda
hâlihazırda mevcut, olmuş bir şey değil, oluşan, oluşturulan, oluşum içinde
olunan bir gerçek. Önsel, a priori, kendinden menkul, akmaz kokmaz, yüce,
ideal harekete biat etmek kimseyi güçlü kılmıyor, hareketi, hayatı, canlılığı
ya da ölümü, mekanizmi, ruhu, soyut maddeyi yücelten edebiyattan başka.
Örneğin sınıfa isnat edilen güç olma durumu, kimi
aydınların akıllarında az çok işler durumda olan ekonomi biliminin teorik
gücünden geliyor. Gerçekte işçi asla salt ekonomik bir güç olarak hareket
etmiyor. Bir süre aydınımız, bu ekonomi dışı güçlenme momentlerini tekrar
ekonomiye bir şekilde bağlıyor, bağlama işlemi başarısız olursa sınıfı geri
plana atıyor. Sırada istismar edilecek coğrafya ve biyoloji gibi iki alan var
nasılsa!
Bu noktada sınıfa, devrime ve iktidara ilişkin tüm
gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları bir biçimde örtbas edecek çekomastik
bulunuyor: ezilencilik. Ezilencilerin bir kısmı ezilenciliğini eski
sınıfçılığı, bir kısmı eski devrim’ciliği, bir kısmı da eski iktidar’cılığı ile
ikame ediyor.
Birinciler için ekonomi, ikinciler için coğrafya,
üçüncüler için biyoloji kadir-i mutlak olan bir dil olarak öne çıkıyor. Eski
metinlerde işçi, halk, devrimciler ve iktidara ilişkin olan unsurlar yerine
“ezilenler” konuluyor. Ezilenler salt savunmaya, sınırlara kilitlenmiş, yatay
genişlemede doğrudan, ânlık sonuç alma sevdalısı küçük burjuvaların “yeni”
bayrağı oluyor. Geçmişin hesabını vermemiş özneler bu rengârenk bayrağın
altında toplanıp renksizleşiyorlar. İşçicilik, hiç işçilik durumu içinde
olmayacağı hususunda kararlı olanların; ezilencilik, hiç ezilme durumu içinde
olmayacağı hususunda kararlı olanların sığınağı olarak örgütleniyor, işçilere
zulmederek, mazlumları istismar ederek.
"Kitlelerin adsız ve sözsüz hareketi"
(Marx) zamanla iç-dış ayrımına gidiyor. Adı ve sözü kendisi olduğunu iddia
eden, kimi unsurları öne çıkartıyor. Bu sol aydınlar daha çok bu ada ve söze
bakıyorlar. Kafalar böyle işliyor. Teoriye gelmeyen kısımlar budanıyor ve
hareket makulleştiriliyor. Güç denilen şeyi ölçme kabiliyeti olanlar, bu
kabiliyetleri ile kitlesel hareketin adı ve sözü olmayı becerenler gücün sadece
kendileri ile var olabileceğini ima ediyorlar, hattâ bunu doğrudan söylüyorlar.
Fizikî anlamda, birim zamanda yapılan iş olan gücün ölçümünü yapanlar sayesinde
güçlü olmak mümkün hâle geldiğinden, birim zamanın tespiti, o birim zamanda
yapılacak işin niteliği de doğrudan o gücü ölçümleyenlerin eline teslim
ediliyor.
Kunduracılar, kendileri
olmaksızın kimsenin yürümeyeceğini düşündüğünden böbürleniyorlar. Bu
böbürlenme, çıplak ayaklı kitlesel yürüyüşün öfkesine ve hüznüne karşı
körleşiyor.
Eren Balkır
29 Aralık 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder