Pages

30 Eylül 2025

Rusya ve Çin Neden Emperyalist Değil?


Günümüzde Troçkistlerden Batılı “Marksistlere” ve dogmatik Marksist-Leninistlere kadar Batı solunun birçok kesimi, Rusya ve Çin’i, Lenin’in 1917 tarihli ünlü eseri Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ndan soyutladıkları belirli ölçütler üzerinden emperyalist olarak sınıflandırmaktadır. Bu yaklaşım, yalnızca hatalı olmakla kalmaz; tersine çevrilmiş bir tarih ve kavrayış çarpıklığını da içerir. Lenin’in emperyalizm hakkındaki tespitlerinin dogmatik bir anlayışla yorumlanması, bu hatanın temelini oluşturur; bunu aşağıda ayrıntılarıyla göstereceğim.

Kitabın başlığı bile yanlış tercüme edilmektedir, zira böylesi bir ifade, Lenin’in kapitalizmin bir aşamasını, yaşam biçiminin alacağı nihai biçim olarak tasvir ettiği teleolojik bir çağrışımı akla getirmektedir. Oysa orijinal Rusça terim Новейший, “son aşama” ya da “nihai aşama” anlamına gelmez; kapitalizmin bugüne kadar ulaştığı en gelişmiş, en ileri evresini ifade eder.

Lenin, emperyalizmi can çekişen kapitalizm olarak tanımlamış, onun sömürgecilik karşıtı işçi sınıfı devrimlerinin dönemine denk düştüğünü söylemiş olsa da, eserinde emperyalizmin değişime kapalı veya evrim geçiremeyecek bir olgu olduğunu hiçbir yerde ima etmemiştir.

Lenin’in yaşadığı dönemde emperyalizm, finans sermayesinin hâkimiyetinin belirginleştiği, emtianın değil sermayenin ihracının öncelikli hâle geldiği ve dünyanın, etki alanlarını genişletmek için kıyasıya mücadele eden büyük güçler arasında bölündüğü tekelci kapitalizm biçiminde tanımlanıyordu. Bu durum, büyük güçler arasındaki emperyal ganimetlerin -yani küresel güneyin kolonileştirilmesinin- nasıl paylaşılacağı konusundaki çatışmalar için uygun bir zemin yaratıyordu.

Lenin, Emperyalizm’i kaleme alırken, kurşunların hâlâ havada uçuştuğu, Birinci Dünya Savaşı’nın acı bilançosunun gözler önünde olduğu bir zaman diliminde bu analizleri yapıyordu.

Lenin, kendi dönemi için daha doğru bir tespit yapamazdı. Emperyalizm, Kautsky taraftarlarının ileri sürdüğü gibi yalnızca bir politika değil, kapitalist yaşam biçiminin ayrılmaz ve zorunlu bir parçasıdır.

Emperyalizm, tüm dünyayı kendi egemenlik ve yağma düzeni altında tutan büyük güçler arasındaki uluslararası kartelin barışına yol açmaz; ganimetler hâlâ kapışılmaya açıktır. Kapitalizm tekel aşamasına ulaşmış olsa da en rüşeym hâliyle hâlâ rekabetin kalıntılarını taşır; büyük güçler, dünya paylaşımındaki üstünlüğü sağlamak için birbirleriyle çarpışmaya devam etmektedir.

Bu nedenle savaş, sadece olasılık değil, kaçınılmaz bir çıkmazın zorunlu sonucu olarak ortaya çıkar. Savaş iki biçimde tezahür etmiştir:

1. Sömürgeleştirilmiş halkların emperyalizme karşı yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadeleleri; aynı zamanda Bolşevik Devrimi sonrası sosyalist ve kapitalist bloklar arasındaki çatışmalar.

2. Sömürgeleştirilmiş dünyanın küresel paylaşımında henüz “kazananın” belirlenmemesi dolayısıyla, büyük emperyalist güçler arasındaki savaşlardır.

Lenin, emperyalistler arası çatışmalardan ve işçilerin bu çatışmalara karşı alması gereken tutumdan söz ederken, her zaman belirli bir tarihsel ve toplumsal bağlam içinde konuşmaktadır.

Marksizmde olduğu gibi, emperyalizmin Marksist çözümlemesi de yalnızca Lenin’in belirli bir bağlamda vardığı sonuçlara indirgenirse anlamını yitirir. Marksizmin özü ve ruhu, bu sonuçlar değil; tüm olguları ve ilişkileri kavramamızı sağlayan yöntem ve dünya görüşüdür.

Marksizm için dünya, sürekli içsel çelişkilerle değişim hâlindedir; o dünyada her şey birbirine bağlıdır, başka şeylere bağımlıdır. Hiçbir olgu, bağlamından ve onu şekillendiren dinamik ortamdan, süreç içindeki varlıklar ve bu varlıkları belirleyen çelişkilerin etkileşimiyle nasıl dönüştürüldüğünü göz önüne almadan doğru bir şekilde anlaşılamaz.

Başka bir deyişle, dogmatizm, Marksizmin özüne aykırıdır. Marx, Engels veya Lenin’in belirli bir bağlama ait ifadelerini kutsal kabul etmek ve bunları, günümüzün daha karmaşık ve rafine çelişkileriyle şekillenen bağlamlara doğrudan dayatmak, Marksist düşüncenin ruhuna en uzak düşünce biçimidir. Bu, sürecin içindeki varlıkların ve onları çevreleyen ortamın, çelişkilerin etkileşimiyle nasıl değişip dönüştüğünü kavrayamamaktır. Ben, buna gerçekliğin kendisinden koparılan ve bağlamından soyutlanan bir idealin, kendiliğinden üstün ve mutlak bir biçimde idealize edilmesi anlamında “saflık fetişi” diyorum.

Bugün Batı’daki “solcular” tam olarak bunu yapıyorlar: Günümüz Rusya’sını veya Çin’i emperyalist olarak sınıflandırıyorlar. Bu bakış açısıyla, gerçekte tamamen anti-emperyalist olan bir özel askeri operasyon bile, “emperyalistler arası” bir çatışma olarak yorumlanıyor. Peki dünyayı tersyüz eden bu yorum nasıl yapılabiliyor?

Buna mevcut dogmatizm sebep oluyor. Bu dogmatizm temelinde Batılı “solcular,” Lenin’in kendi zamanındaki emperyalizmi tanımlarken ortaya koyduğu beş temel özelliği soyutlayıp, bunları günümüz Rusya’sı veya Çin’i üzerinde birer ölçüt gibi uyguluyorlar. Bu, fetişist bir düşüncedir; çünkü özellikler, onları besleyen ilişkilerden ve bu ilişkileri sürdüren daha geniş sistemden koparılmış, kendi başına nitelikler kazanmış gibi ele alınır.

Oysa Lenin, emperyalizmi bu beş özellikle “tanımlamıyordu”; aksine, gözlemlediği kapitalizmin son aşamasını oluşturan emperyalist sistemi, soyuttan somuta yükselen bir analizle çözümlemişti. Bu özellikler, sistemin bir bütün olarak yeniden üretimi için işlev kazanan unsurlardı; onları birbirinden kopuk nitelikler olarak görmek, sistemin kendisini anlamaktan uzaklaşmaktır.

Batılı “solcular”, Rusya veya Çin’in uluslararası ilişkilerindeki somut özellikleri Lenin’in beş kriteriyle kontrol listesine dönüştürdüklerinde, Lenin’in sistem anlayışı tersine çevrilir. Sistem, kendini yeniden üretmek için kullandığı belirli özelliklere dayanırken, bu yaklaşımda özellikler birincil olarak, yani sistemin ne olduğunu belirleyen temel unsurlarmış gibi görülür.

Bu, kapitalist piyasaları, onları besleyen somut toplumsal ilişkilerden bağımsız evrensel formlar gibi görmekle aynı hatadır; somut sistemi soyutlayıp, onu sofistike bir şekilde başka bir biçime dönüştürmekle eşdeğerdir. Manastırın müziğini gece kulübüne çevirmekten farkı yoktur.

Batı “sol”unun dogmatistlerinin asla sormadığı temel soru şudur: Dünya nasıl evrimleşti ve bu evrim karşısında teorik aparatımızı nasıl geliştirmeliyiz? Her gerçek Marksist-Leninist’in sürekli kendine sorması gereken soru budur.

Bana göre, Lenin’in 1917’de doğru bir biçimde tespit ettiği emperyalist aşama, Bretton Woods sisteminin kurulmasıyla birlikte savaş sonrası dönemde kısmen niteliksel bir dönüşüm geçirmiştir. Bu durum Lenin’i “yanlış” kılmaz; sadece, onun gözlemlediği dönemdeki emperyalizm nesnesinin, aynı Marksist dünya görüşünü benimseyen herkes için, gelişen koşullara uygun olarak yeniden anlaşılması gerektiğini gösterir.

Bretton Woods, emperyalizmi yalnızca uluslararası bir olgu olmaktan çıkarıp, küresel bir olgu hâline dönüştürmüştür; artık emperyalizm, büyük güçler aracılığıyla değil, ABD’nin kontrolündeki ve dolar hegemonyasını merkezine alan küresel finans kurumları -IMF ve Dünya Bankası- üzerinden somutlaşmaktadır.

Bretton Woods’un ardından, Nixon’un 1971’de altın standardını terk etmesiyle birlikte emperyalizm, ABD’nin tek kutuplu hâkimiyeti ve hegemonik gücüyle eşanlamlı hâle gelmiştir. Bu, Lenin’in tanımladığı finans hâkimiyetinin, ABD merkezli küresel bir finansal sisteme evrildiği anlamına gelir. Bu evrimi, Michael Hudson’ın “süper emperyalizm” olarak adlandırması ya da başka bir isim vermesi, esasen önemsizdir.

Önemli olan, kapitalizmin daha yüksek bir aşamaya ulaşmış olmasıdır: Lenin’in tanımladığı emperyalizm artık kapitalizmin “son” aşaması değildir; finans sermayesinin karakteristik yapısının derinleşmesiyle yeni bir form kazanmıştır. Böylece Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde öngördüğü kapitalist emperyalizm dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu dönemde egemen birikim mantığı, M-C-M’den (Para ve Metadan) M-M’ye (Paradan Paraya), yani üretken sermayeden faiz getiren asalak finans sermayesine dönüşmüştür.

Bugün emperyalist sistemin elde ettiği kârın büyük çoğunluğu borç ve faiz üzerinden birikmektedir. ABD, diğer ülkelerin karşılaştığı normal kısıtlamalara tabi olmadan sürekli bütçe açığı verebilir ve böylece dünyanın geri kalanını, askeri harcamalarını ve yurtdışı yatırımlarını finanse etmeye zorlayabilir. Bütçe açığı ABD’yi zayıflatmak yerine, diğer ülkelerin finansal sistemlerini dolara bağlamak suretiyle onun jeopolitik ve ekonomik hâkimiyetini pekiştirir.

ABD, herhangi bir ülkenin yıllar içinde üretebileceğinden çok daha fazlasını, sadece saniyeler içinde basabilir. İşte emperyalizm bugün budur. Onun omurgasını IMF ve Dünya Bankası gibi küresel finans kurumları oluşturur; bu kurumlar nihayetinde yalnızca ABD’nin denetimindedir.

Ne Çin ne de Rusya, sözde “emperyal” çıkarlarını bu küresel finans aygıtları üzerinden uygulayabilir; aksine, bu kurumlar, çoğu zaman ABD tarafından, onlara ve müttefiklerine karşı bir silah olarak kullanılır.

Kapitalizmin daha yüksek bir aşama olan süper emperyalizme evrildiğini ve emperyalizmin bugün gerçekte nasıl bir biçim aldığını kavradıktan sonra, ABD emperyalizmi (elbette Avrupa’daki uşakları ve Siyonist varlık da dâhil) dışında Rusya, Çin veya başka bir emperyalizm türünden söz etmek tamamen anlamsızdır.

Günümüzde emperyalizm, ABD’nin hegemonik tek kutupluluğundan başka bir şey değildir. Artık “emperyalistler arası” çatışma olasılığı yoktur. Bugünün savaşı, ABD imparatorluğu ve onun uşakları ile ideolojik, politik ve ekonomik olarak heterojen anti-emperyalist blok arasında sürmektedir.

ABD’nin hâkim olduğu kapitalist-emperyalist küresel sistem, Rusya ve Çin’i emperyalist güçler değil, (Hugo Chavez’in uzun yıllar önce geliştirdiği kategori anlamında) “anti-emperyalist büyük güçler” olarak konumlandırır. Rusya’nın Ukrayna harekâtı, Çin’in ABD’nin emperyalist baskısı altında boyun eğmemesi, Batı Asya’daki Direniş Ekseni ve daha fazlası, ABD emperyalist bloğu ile küresel güneyin heterojen anti-emperyalist devletleri arasındaki çelişkilerin kendini gösterdiği kilit koordinat noktalarıdır. Bugün gezegenin tamamı, ABD emperyalizmi ile küresel anti-emperyalizm arasındaki mücadelede ortaya çıkan çelişkilerin evrimi üzerinden şekillenmektedir.

Bu nedenle, Rusya ve Çin emperyalist olmaktan uzaktır; aksine, anti-emperyalist mücadelelerin öncüleridir. Tıpkı ulusal düzeyde kapitalistler ve işçiler arasındaki sınıf mücadelesinde tarafsız kalamayacağımız gibi -yani Florence Reece’in (Pete Seeger tarafından popülerleştirilen) “Hangi taraftasın?” sorusunu her zaman dikkate almamız gerektiği gibi, küresel düzeyde de aynı soruyla karşı karşıyayız: “Hangi taraftasın… ABD emperyalizminin mi, yoksa ona karşı mücadele eden heterojen ve saf olmayan devletler topluluğunun mu?”

Üçüncü bir alternatif yoktur; işçiler ve kapitalistler arasındaki sınıf mücadelesini reddeden küçük burjuva pozisyonu, bu çelişkinin temel unsurunu, yani kapitalistleri dolaylı olarak desteklemenin bir yoludur.

Bugün Batı’nın Rus ve Çin emperyalizmi hakkındaki “solcu” söylemi, bu gezegendeki en büyük kötülük olan egemen dünya sistemini, yani ABD’nin hegemonik emperyalizmini nesnel olarak desteklemenin başka bir biçimidir.

Carlos L. Garrido
4 Eylül 2025
Kaynak

Çeviri: Medya Şafak

29 Eylül 2025

Saflık Fetişi ve Batı Marksizminin Krizi

Batı Marksizmi, F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby romanının ana karakteri Jay Gatsby’nin yaşadığı soruna benzer bir sorunun çilesini çekiyor. Her ikisi de sahip olduklarını iddia ettikleri arzuların sürekli tatmin edilmemesine neden olan mükemmellik ve saflık konusunda belirgin bir takıntıya sahip.

Jay Gatsby, saplantılı aşkı Daisy ile ilk karşılaştığı anın saflığına geri dönmeye çalışıyor. Oysa o saflığa dönmesi imkânsız. Böylelikle, aralarında ilişki kurulması ihtimali yitip gidiyor.

Batı Marksistleri de saf bir sosyalizm, saf proletarya ve saf bir ulusal-tarihsel geçmiş peşinde ama bu türden bir saflığın oluşması imkânsız olduğu için Batı Marksistleri, her türden sosyalist devrimi savunma veya gerçekleştirme imkânını kaybediyorlar. Jay Gatsby ve Batı Marksistleri, gerçekliğin her daim reddiyeleri, kusurları ve katışkıları içerdiği, hiçbir zaman saf olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyorlar.

Daisy, Jay Gatsby ile temas kurmazdan önce, bir süre kocası Tom Buchanan’ı sevmiş olduğu gerçeğini kabul etmemesi sebebiyle Jay, onunla ilişkisini resmiyete bir türlü kavuşturamıyor. Bu kusur, bu saflığın reddedilişi kabul edilemez bulunuyor. Daisy’nin eski kocası Tom’a kendisini hiç sevmediğini söylemesi gerektiği düşünülüyor, çünkü o ilk karşılaşmadaki saflığın yeniden tesis edilmesine ihtiyaç duyuluyor. Jay, “saflık yoksa ilişki de olamaz” kanaatinde.

Aynı şekilde, Batı Marksistleri de yirminci ve yirmi birinci yüzyılda muzaffer olmuş sosyalist deneylerin yaptıkları yanlışlarla ve sahip oldukları “totalitarizmler”iyle sosyalizm anlayışlarındaki kutsiyette mevcut olan saflığı ayaklar altına aldığını düşünüyorlar. Batı Marksistleri, bu saflık anlayışı üzerinden SSCB’nin reddedilmesi gerektiğini düşünüyorlar, “İspanya İç Savaşı hiç yapılmamalıydı” diyorlar, Küba sosyalizmini ağır bir dille eleştiriyorlar, ama bir yandan da 1959 devrimine övgüler diziyorlar. Allende ve Sankara’yı “put”, Fidel ve Kim İl Sung’u “müstebit” belliyorlar.

Batı Marksistleri, saf haliyle ölüp gitmiş olanları desteklenebilir bulurlarken, kapitalizmin emperyalist aşamasında sosyalizm inşa etme gayretindeki çetrefilli yönleri ve çelişkileri doğuran yanlışlar ve baskılarla baş etmek zorunda kalanları illaki mahkûm ediliyorlar.

Brezilyalı komünist Jones Manoel’in “Batı Marksizmi Gerçek Devrimi Değil, Kendi Saflığını ve Ölülerini Sever” başlıklı yazısında dile getirdiği üzere, Batı Marksizminin saflığı, yanlışları ve direnişi kendi içinde birer amaç olarak fetişleştirme gayreti, “yenilgi ve saflıkla alakalı bir tür narsistik orgazm”a yol açıyor.[2]

Manoel, “Batı Marksizmi, yeryüzünün hiçbir yerinde devrim yapmamış olması sayesinde teorinin saflığını korumayı bildi” derken haklı.[3] Batı Marksistleri, devrimci bir hareketin ortaya çıkışını kutluyorlar ama bu devrimci hareket iktidarı alınca, dolayısıyla, emperyalizmin, ulusal burjuvazinin, ekonomik geriliğin vs. somut gerçekliği karşısında zor kararlar almak zorunda kalınca aynı Batı Marksistleri, “ihanet!” diye bağırarak kaçıyorlar. Onlar, belirledikleri saflık halinden uzaklaşmayı devrime ihanet olarak görüyorlar. “Devlet kapitalizmi” ve “otoritarizm” çığlıkları tam da bu noktada atılıyor.

Manoel, müteveffa Domenico Losurdo’nun Batı Marksizmi adlı eserini ele alarak, Losurdo’nun metninde ortaya koyduğu tezi özetleyici ifadelerle mükemmel bir şekilde açıklıyor. Bununla birlikte Manoel, (tıpkı Losurdo gibi) bu saflık meraklısı teorik sapmanın “Hristiyanlığa ait bir tür kaçak mal olarak Marksizme sokulduğu” tespitini yapıyor. O halde, Batı Marksizminin ideolojik temelleri, Losurdo’nun iddia ettiği gibi, “Yahudi-Hristiyan geleneğine dayanıyor”.[5]

Ben bu çalışmada söze, Hristiyan mistisizminin Batı Marksizminde mevcut olabileceğini, ancak asıl çürümenin sebebinin, Hristiyanlığın içeri kaçak yollardan soktuğu fikriyat değil, (Hristiyan mistisizmini önceleyen) Batı metafiziği olduğunu savunarak başlıyorum. Özünde asıl sebebi, Batı felsefesine nüfuz etmiş sabit kategorilerde, Gerçeğin değişmez, kalıcı ve özde olduğuna dair genel anlayışta aramak gerekiyor. Bu anlayış, Hristiyan geleneği dâhilinde çeşitli biçimler alan mistisizme dolaylı olarak eklenmiştir.

Engels’in 1890’da indirgemeci Marksistlere koyduğu teşhis, bugünün Batı Marksistlerine de uygulanabilir: “Bu beylerin hepsinde eksik olan şey, diyalektiktir.”[6]

Ben, aynı zamanda Losurdo’nun analizini başka yönlerden de genişletmek niyetindeyim. Öncelikle, saflık fetişi denilen bütünleştirici kavramı, bu saflık takıntısının Batılı Marksistlerde (ve özellikle ABD'li Marksistlerde) kendini gösterdiği çeşitli biçimleri diyalektik olarak ele alan bir kavram olarak geliştiriyorum. Saflık fetişi, Batı metafizik bakış açısının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu bakış açısı, tarih boyunca çeşitli şekillerde somutlaşmıştır, ancak çok az istisna dışında, Parmenides metafiziğine dayanan temel felsefi varsayımları sürdürmektedir.

ABD solunda bu, üç ana alanda görülebilir ve bunların tümü hem gerçeğin elde edilmesini hem de sosyalist hareketin gelişmesini engellemektedir:

1. Max Scheler’in (Nietzsche’den alıp geliştirdiği) hınç olarak adlandırdığı olgunun mevcut olduğu yurtdışındaki sosyalist (ve sosyalist olmayan ama anti-emperyalist) mücadelelere dair değerlendirmeler;

2. Yurt içindeki işçi sınıfının çeşitli karakterine dair değerlendirmeler;

3. ABD tarihine dair, ulusal nihilizmi esas alan değerlendirmeler.

Bu alanların her birinde, saflık fetişi, en iyi ihtimalle tek taraflı yargılarda bulunur ve işçi kitlelerinde öznel faktörü geliştirmek için ortaya konulan pratik çabaları engeller.[7]

Bu saflık fetişini temel alan dünya görüşünün Marksist türevinin, boşlukta, kendiliğinden ortaya çıkmadığını söylemek lazım. Bu görüş, Gabriel Rockhill’in “küresel teori endüstrisi” olarak adlandırdığı şeyi harekete geçiren “bilginin politik ekonomisi” gibi nesnel güçlere dayanmaktadır.[8]

Barbara ve John Ehrenreach, Catherine Liu, Gus Hall, Noah Khrachvik gibi teorisyenlerin de belirttiği gibi, bu dünya görüşü, işçi sınıfı dışı sınıfsal konumları, ayrıca küçük burjuva ve/veya profesyonel-yönetici sınıf (PMC) konumlarını esas almaktadır.

Daha geniş bir terim olan “orta sınıf” altında sınıflandırabileceğimiz bu sınıf konumları, “Akademi, Medya ve STK Üçgeni” olarak adlandırılan kültür alanıyla ve kurumlarla iç içe geçmiştir.[9] Bu kültür, aynı zamanda, Hans Georg Moeller ve Paul D’Ambrosio’nun özgeçmişçilik olarak adlandırdığı koşullarda, sosyalist olmayı, siyasi iktidarı elde etmekten çok, onun korunmasına daha fazla önem veren bir karşı kültür kimliğine veya özgeçmişe indirgeyen, kendine özgü bir sosyalist kimlik biçimi de doğurmuştur.

Bu nesnel ve öznel koşulları göz önünde bulundurduğumuzda, Losurdo’nun savunduğu gibi, Marx’ın komünizm anlayışında bulunan “farklı zamansallıklar arasında köprü kurmayı öğrenmek”, yani, “toplumun bayraklarına ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!’ yazdığı o ütopik uzak gelecek ile komünizmin “mevcut durumu ortadan kaldıran gerçek hareket” olarak tanımlandığı fiili gelecek arasında bir köprü kurmayı öğrenmek, Batı Marksizminin saflık fetişini aşmaya yardımcı olmayacaktır.[10] Bu köprü, her ne kadar önemli olsa da ben, daha kapsamlı bir değişime ihtiyaç olduğu düşüncesindeyim.

Bu çalışmanın sonunda ben, Batı Marksizmi için en uygun ve en doğru “çare”yi sunuyorum: Batı Marksizmi, saflık fetişine kendisini iten nesnel koşulları tefekkür etmeli, bu koşulların bilincine vardıktan sonra ilgili nesnel koşulları değiştirmeye yönelmelidir. Bu anlamda Batı Marksizmi, profesyonel-yönetici sınıfın hükmettiği soldan uzaklaşmalı, işçi sınıfını merkeze alan, profesyonel-yönetici sınıfın hâkim olduğu, kültürel alanın ve kurumların esaretinden kurtulmuş sola yönelmeli, saflık fetişi anlayışından sıyrılmalı, bunun için de muğlaklıkla malul ideolojik unsurları diyalektik materyalist dünya görüşünün suyuna yatırmalıdır.

Carlos L. Garrido

[Kaynak: The Purity Fetish and the Crisis of Western Marxism, Midwestern Marx Publishing Press, Bahar 2023]

Dipnotlar:
[1] “Batı Marksizmi” derken ben, geçen yüzyılda Marksizm-Leninizmi ve Sovyetler Birliği’ni reddederek belirli bir alan elde etmiş olan, Marksizm içi akımı kastediyorum. Batı Marksizmi, bugün Batı akademiyasında “Marksizm”in hâkim biçimidir. Bu akım, Frankfurt Okulu’na, altmışların ve yetmişlerin Fransız Marksistlerine ait fikirlerin yanında onlarla birlikte türemiş olan Marksist hümanizm biçimlerini içerir. Çoğu zaman, projelerini “Hegelci köklerine geri dönen” bir Marksizm olarak ifade ederler, 1844 tarihli Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları’ndaki Marx’ı merkeze alırlar ve olgun Marx’ı yalnızca genç Marx’ın projeleri ışığında okurlar. Günümüzün başlıca teorisyenleri arasında Jürgen Habermas, Slavoj Žižek, Alain Badiou, Kevin Anderson vb. sayılabilir. Bu grup genelde “Marksist-Leninist olmayan Marksistler” olarak adlandırılıyor. Bu yaklaşım cazip gelse de ben, bunu yapmamanızı öneriyorum, zira Küresel Güney’de Marksizm-Leninizmden beslenen, ancak kendilerini açıkça Marksist-Leninist olarak görmeyen ve Batılı Marksistlerin sahip olduğu “saflık fetişi” bakış açısına sahip olmayan birçok Marksist akım mevcuttur.

[2] Jones Manoel, “Western Marxism Loves Purity and Martyrdom, But Not Real Revolution,” Black Agenda Report (10 Haziran 2020): BAR. Türkçesi: İştiraki.

[3] Jones Manoel, a.g.m.

[4] Jones Manoel, a.g.m.

[5] Domenico Losurdo, Western Marxism (Madrid: Trotta, 2019), s. 178.

[6] Karl Marx ve Friedrich Engels, Marx-Engels Collected Works (MECW) Cilt. 49 (New York: International Publishers, 2001), 87.

[7] bu kitabın dördüncü bölümünün başında nesnel/öznel faktör ayrımına dair kapsamlı bir değerlendirmeye yer verilmektedir.

[8] Gabriel Rockhill, “The CIA and the Frankfurt School’s Anti-Communism,” The Philosophical Salon (June 27, 2022): Salon. Türkçesi: İştiraki.

[9] Class Unity, “The Left’s Middle-Class Problem,” Class Unity (03 Ocak 2022): CU.

[10] Losurdo, Western Marxism, s. 179; Marx ve Engels, MECW Cilt. 24 (Moskova: Progress Publishers, 1989), s. 63; Marx ve Engels, MECW Cilt. 5 (Moskova: Progress Publishers, 1976), s. 49.

28 Eylül 2025

Halkın Umudu, Davanın Neferi

Hasan Nasrallah, 31 Ağustos 1960’ta, Beyrut’un Burc Hamud bölgesinde, göçmen bir ailenin dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası, Sur şehrinden gelmiş, yoksulluğun gölgesinde bir hayat sürüyordu. Bu mütevazı evde, direniş ruhunun tohumlarını taşıyarak büyüdü. Onun hikâyesi, bir halkın özgürlük mücadelesinin simgesi olacaktı.

Henüz çocuk yaşta, ilmi çalışmalara ilgi duydu. Özel bir okulda eğitim aldı, ancak onun gerçek okulu, Lübnan’ın acıları ve halkının çektiği zulümlerdi. 1975’te iç savaş patlak verdiğinde, henüz 15 yaşındaydı. Ailesiyle birlikte memleketi Sur’a döndü. Bu dönüş, onun kaderini değiştirecek bir yolculuğun başlangıcıydı.

Sur’a döndükten sonra Emel Hareketi’ne katıldı. Bu, onun siyasi ve askeri mücadeleyle tanışmasının ilk adımıydı. Genç yaşta, haksızlığa karşı durmanın ne demek olduğunu öğrendi. Ancak bu, sadece bir başlangıçtı. Onun asıl mücadelesi, daha büyük bir sahne üzerinde şekillenecekti.

1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali, Nasrallah’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Bu işgal, Hizbullah’ın kuruluş sürecini hızlandırdı. Nasrallah, örgüte katıldı ve direniş saflarında yerini aldı. Artık o, bir halkın umudu, bir davasının neferiydi.

1992’de Hizbullah’ın genel sekreteri Abbas Musevi, İsrail tarafından şehit edildi. Bu acı kaybın ardından Nasrallah, örgütün liderliğine seçildi. Henüz 32 yaşındaydı, ancak yüreği bin yıllık bir mücadelenin ateşiyle yanıyordu. Onun liderliği, Hizbullah’ı yeni bir çağa taşıyacaktı.

1997’de en büyük oğlu Hadi, İsrail ile çatışmada şehit düştü. Nasrallah, bu acıyı büyük bir metanetle karşıladı. Oğlunun şehadetini öğrendiğinde, “Hep beraber savaşıyor, hep beraber şehit düşüyor, hep beraber kurban veriyoruz” dedi. Bu sözler, onun liderlik vasfını ve direniş ruhunu ortaya koyuyordu.

Oğlunun şehadeti sonrası Nasrallah, diğer şehit ailelerine şöyle seslendi:

 “Şu anda Allah bana şehit babası olmayı nasip etti. Dün sizin karşınızda başımı dik tutmaktan utanıyordum; ama şimdi izin verin ben de sizlerden biri olayım. Bizler Hizbullah’ın liderliğini yaparken oğullarımızı gelecek için saklamıyoruz. Aksine, onların yüce şehitlik mertebesine nail olmasından onur duyuyoruz.”

1998’de İsrail ile yapılan esir takasında, oğlu Hadi’nin cenazesine kavuştu. Ancak Nasrallah, İsrail’in şantajlarına boyun eğmedi ve şöyle dedi:

“Oğlumun cenazesinin en temiz ve en kutsal topraklarda tutulması benim için bir onurdur. Oğlumun cenazesini, şehit esirlerin naaşları ile birlikte canlı esirleri de geri almadan kabul etmeyeceğim. Canlı esirler benim için oğlumun cenazesinden çok daha değerlidir.”

2000 yılında Hizbullah, Güney Lübnan’ı 22 yıllık İsrail işgalinden kurtardı. Bu zafer, Nasrallah’ı Arap ve İslam dünyasında bir kahraman haline getirdi. İsrail, ilk kez bir Arap direniş örgütü karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu, bir halkın özgürlük mücadelesinin zaferiydi.

2006’da İsrail ile yaşanan 33 günlük savaş, Nasrallah’ın liderliğindeki Hizbullah’ın büyük bir zaferiyle sonuçlandı. İsrail, Hizbullah’ın gücü karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Nasrallah, bu savaşta İsrail’in hedef aldığı bir saldırıdan sağ kurtuldu ve halk nezdindeki karizmasını daha da artırdı. Bu zafer, bir direniş destanıydı.

Etkili Konuşmaları ve Liderlik Vasfı

Nasrallah, etkili konuşmalarıyla Arap ve İslam dünyasında büyük bir popülerlik kazandı. Her konuşması geniş yankı uyandırdı. Özellikle Filistin davasına olan bağlılığını her fırsatta vurguladı:

“Kudüs davası uğruna her şeyi feda etmeye hazırız.”

“Haber duyduklarınızda değil, gördüklerinizdedir... Ve aramızda günler, geceler var sözü 7 Ekim Aksa Tufanı savaşı boyunca sahanın gerçekçiliğini ortaya koyan söz olmuştu.

Filistin Davasına Destek

Nasrallah, Filistin davasını her zaman savundu. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına karşı durdu ve Filistin direnişine destek verdi. 2023’te başlayan Aksa Tufanı operasyonunda HAMAS’ın yanında yer aldı ve İsrail’in kuzeyinde yeni bir cephe açtı. Bu, onun Kudüs davasına olan bağlılığının bir göstergesiydi.

27 Eylül 2024: Şehadet

27 Eylül 2024’te İsrail, Beyrut’ta düzenlediği bir hava saldırısıyla Hasan Nasrallah’ı şehit etti. Bu saldırı, Lübnan ve İslam dünyasında büyük bir şok etkisi yarattı. Nasrallah’ın şehadeti, Hizbullah’ın mücadelesinde yeni bir dönemi başlattı. Onun mirası, direniş hareketinin bayrağını taşıyanlar tarafından yaşatılıyor.

Direniş Ruhunun Özeti

Nasrallah, “Bizler oğullarımızı gelecek için saklamıyoruz. Onların şehit olmasından onur duyuyoruz” diyerek direniş ruhunu özetledi. Onun mücadelesi, bugün mazlumların umudu olmaya devam ediyor.

İsrail’in Şantajlarına Boyun Eğmeyişi

Nasrallah, İsrail’in şantajlarına asla boyun eğmedi. Oğlunun cenazesi için bile pazarlık yapmayarak direnişin onurunu korudu. Bu, onun karakterinin en güçlü yanlarından biriydi.

Şehit Seyyid Hasan Nasrallah’ın oğluna el yazısıyla yazdığı mesaj:

“Sevgili oğlum, seni çok seviyorum ve senden ayrı kalmaya dayanamıyorum. Senden beni asla terk etmemeni ve her zaman yanımda kalmanı istiyorum. Seni tüm kalbimle seviyorum, sen benim her şeyimsin.

Baban Hasan

Hizbullah’ın Siyasi ve Sosyal Dönüşümü

Nasrallah’ın liderliği, Hizbullah’ı sadece bir askeri örgüt olmaktan çıkarıp siyasi ve sosyal bir güce dönüştürdü. Örgüt, Lübnan’da halkın yanında yer alarak büyük bir destek kazandı.

Kudüs Davasına Olan Bağlılık

Nasrallah, “Kudüs davası uğruna her şeyi feda etmeye hazırız” diyerek Filistin direnişine olan bağlılığını her fırsatta vurguladı. Onun için Kudüs, sadece bir toprak parçası değil, bir inanç ve özgürlük sembolüydü.

Şehadetinin Yarattığı Boşluk

Nasrallah’ın şehadeti, direniş cephesinde büyük bir boşluk yarattı. Ancak onun mirası, direniş hareketinin bayrağını taşıyanlar tarafından yaşatılıyor. Bu, onun mücadelesinin ölümsüzlüğünün bir göstergesiydi.

Mazlumların Umudu

Nasrallah, “Hep beraber savaşıyor, hep beraber şehit düşüyor, hep beraber kurban veriyoruz” diyerek halkına her zaman umut oldu. Onun sözleri, direnişin ateşini canlı tuttu.

Nasrallah’ın mücadelesi, bugün mazlumların umudu olmaya devam ediyor. Onun mirası, İslami direnişin bayrağını taşıyanlar tarafından yaşatılıyor. Bu, onun ölümsüz bir lider olduğunun kanıtıydı.

İsrail’e Karşı Duruşu ve Bıraktığı Miras

Nasrallah, İsrail’e karşı duruşuyla tüm dünyada bir sembol haline geldi. Onun liderliği ölümle yok edilemez, şehadetle zirveye ulaşan ve küreselleşen bir sevgi seline dönüşürken. O, Hizbullah’ı doğan bir güneşe çevirdi.

@aforizmrus
23 Şubat 2025
Kaynak

27 Eylül 2025

Zillet Bizden Uzaktır


Geçen sene 19 Eylül 2024’te Dünya, Seyyid Hasan Nasrallah’ın sesini son kez duydu.

O gün halkının karşısına çıkan Hizbullah lideri, çok üzgündü. Kalbinin kederle ve acılarla dolu olduğu belliydi.

17 ve 18 Eylül tarihlerinde telsiz ve çağrı cihazı saldırıları olmuş ve en seçkin savaşçılar ya şehid olmuş ya da ellerini, gözlerini kaybetmişti.

Hasan Nasrallah, Salı ve Çarşamba günü yaşananların “ağır” olduğunu ama Gazze’yi savunmaktan vazgeçmeyeceklerini söyledi:

“Gazze’yi savunmaktan vazgeçmeyeceğiz, bedeli ne olursa olsun!”

Bu konuşmadan dört gün sonra Lübnan, savaş tarihinin hiç yazmadığı şekilde ağır bir bombardımana uğradı. İsrail savaş uçakları 23 Eylül günü, bir gün içinde Lübnan’a 1.100’den fazla kez saldırı düzenledi. On binlerce kişi evsiz, yurtsuz kaldı. Lübnan’ın güneyi, Gazze’den farksızdı.

27 Eylül günü ise, İsrail savaş uçakları Hizbullah liderini hedef aldı. Sığınak delici 85 ton bomba ile onu şehid ettiler.

Kim ne derse desin, Hizbullah ve mazlum Lübnan halkının Gazze için ödediği bedel, insanlık tarihine bırakılmış destansı bir öğretidir.

Hasan Nasrallah’ın son konuşması, bu öğretinin manifestosu olarak insanlığa miras kalmıştır. Bu mirasın adı direniş ahlakıdır. "Heyhat minnezzille" ahlakıdır. Bu miras, kurtuluşumuzun, zaferimizin ve çocuklarımızı bekleyen aydınlık günlerin kurucusu olacaktır.

O gün seni son kez dinledik. Fitnenin, fesadın, ateşin ve bombaların altında yaşadın. Kederli, yaralı, hüzün dolu ve ama mutmain bir kalple aramızdan ayrıldın. Bize zaferler vaat ettin ve zaferler bıraktın. Kalplerdeki sevgin büyüyecek ve başka kalplere taşacak. Allah’ın selamı üzerine olsun.

Mücahit Gültekin
19 Eylül 2025
Kaynak

26 Eylül 2025

Bitmiş Bir Yol



Bugün komünist parti olmanın içini TKP, devrimin içini Dev-Yol boşaltıyor. İkisinin de üstünü örttüğü gerçek, devrim ve mücadele.

Parti olduğunu iddia edenler basit bir TKP kopyası, devrimci olduğunu iddia eden hareketler Dev-Yol takipçisi. Son yüzyılın günahının üstünü TKP, onun işaret ettiği hedefe kitleleri DY taşıyor. DY’cilik, CHP’nin çizdiği sınırların dışına çıkmayı günah, TKP’cilik, parti olmamanın pratiğini sevap sayıyor.

DY’nin en açık uzantısı sendika.org sitesi, neredeyse bütün solu dosya/tartışma adı altında kamera önüne çekiyor, kamera önüne geçmeye hevesli yapılar/çevreler ve şefleri, ancak DY’nin açtığı yolda söz söyleyebiliyor. Şefler ve şeflik iddiası olanlar, DY’nin açtığı dosya bağlamında tartışmakla kalmayıp bu sitede köşe kapıp yazı yayınlamayı etik-politik utanç kabul etmiyor, etmediği gibi de kitlelerle ilişki kurmanın koşulunu DY kürsüsüne bağlıyor, onun belirlediği çerçeveye mahkûm kılıyor. O kürsüden ve ekrandan propaganda yapmayıp kitlelere ders vermeye çalışıyor.

Egemenlerle ilişkiyi HDP, belediyelerle ilişkiyi CHP üzerinden kuran sol, hiçbir zaman devrimci mücadelenin gereklerini yerine getiremeyecek, belediyelerin önemli mevkilerinde kaç DY’ci olduğunu gizlemenin Yol’u CHP listesinden seçime girmek.

Halka yalan söylüyorlar. Politikada faşizmin kitleleri aldatma ve kitlelere yalan söyleme taktiğini sol benimsiyor. Sendika sitesi üzerinden bu yalan ve aldatmacayı esas alan yoz pratiği mütemadiyen üretiyor.

Sitede açılan ilgili dosyalar, “sosyalist solun stratejisi ne olmalı” vb. başlıkları taşıyor. Buraya yazı yollayan şefler, DY üzerinden yapılarını deşifre etmeyi utanç saymadığı gibi 12 Eylül’de nasıl diren(me)diklerini ve sır vermediklerini anlatan düzmece anı kitapları yazıyor.

12 Eylül'e gelen süreçte ülkedeki en kitlesel çevre olma vasfını taşıyan DY, mahallecilik ve sol içi şiddetin mimarıyken bugün yine sendika üzerinden aynı mahalleciliği sürdürüyor. Şeflerinin 12 Eylül mahkemelerinde dillendirdiği “gazete-dergi çevresi” oldukları iddiasını bugün sendika sitesi üzerinden pratiğe döküp “Biz alan açarsak sol var olur, yoksa yok!” hükmünü sola kabul ettiriyor. Hiçbir sol çevre de 12 Eylül öncesi ve sonrası faşistler tarafından katledilen DY’liler basın “şehidi” miydi diye sormuyor!

Aynı basın-yayın faaliyetini BirGün sürdürüyor. 2006-2009 sürecinde batacak olan gazete için Osman Kavala’dan para desteği almalarına rağmen ÖDP-Sol Parti’nin sosyalist kabul edilmeyeceğini dile getiremiyor. Dile getiremezler çünkü AB ülkeleri, fonları ve el kapıları sola da şeflerine kapatılır.

12 Eylül geldiğinde Avrupa’ya çıkarılamadan yakalandığı için üzülen DY şefi, bu rezilliği arsızca Bit(mey)en Yolculuk kitabında anlatıyor, darbeci generalin sorguda kitleleri darbeye direnmesi için sokağa dökmediğinden dolayı kendisine üstü kapalı teşekkür ettiğini söyleyebiliyor.

DY’nin tarihsel zaferi Eylül darbesinden önce mahallere solu sokmayarak, Eylül darbesinden bugüne gazetesi, sendikası, sendika.org’uyla sola kürsü açarak solu bitirmesidir. Tüm yönleriyle tartışılsa da 15 Temmuz’da sokağa inenlerle “dalga” geçen sol, 12 Eylül’deki korkaklığını bu şekilde gizliyor.

Şili’de Allende’nin darbecilere teslim olup mahkemede “Biz dergi gazete çevresiyiz” dediğini düşünelim, tarih başka şekilde evrilirdi; ne ilke ne ideoloji kalırdı. Yine Arjantin’de Plaza de Mayo annelerine sol partilerin bürolarını 19 Aralık sürecindeki gibi kapattığını düşünelim.

“Kentsel dönüşüm” adı altında barınma krizinin zirve yaptığı aşamada DY’nin açık ara farkla yönetimlerini elinde tuttuğu TMMOB’un yoksulların sokağa ve kentlerin en ücra köşelerine atılmasına karşı koyduğu bir direniş yoktur. Sendika sitesinin açtığı dosyalar ve köşelerden medet uman solun pastada almak istediği payın ne olduğu Kavala-TMMOB rotasında görülebilir. Kavala’nın ayakta tuttuğu gazetenin tirajı TMMOB’a ve çeşitli sendikalara ayrılan dağıtım sayısıyla var olmaya mecburdur.

“Sosyalist solun stratejisi ne olmalı?” sorusunun yanıtı DY gibi olmak, DY’ye yandaş ve paydaş olmaktır. Mülk sahibinin solu taşıyacağı yer, burjuvazinin kapısıdır. Bu yüzdendir ki sendika sitesi aracılığıyla taktik-strateji tartışması üzerinden deşifrasyon sürecine gönüllü katılım söz konusudur, devrim telaffuz edilmeyendir.

Sol, DY’ye yandaş ve paydaş olup kentsel dönüşümden mülk kapma peşine düşerken Küçükarmutlu’da panzer altında ezilen Sevcan Yavuz’ların mahallesine talip olmaktadır.

Otuz yıldır partiyi inşa edemeyen KÖZ, her ne kadar karikatürize edilse de solun genelinin durumu KÖZ’den ileri değildir. Daha bir devrim stratejisi bile olmadığı için “gelin tartışalım, ittifaklar kuralım” diyen şeflerin yapıları da parti değildir. Parti olduğunu iddia edenlerin inşa ettiğiyse parti olmamak için dar grup çevresini parti diye pazarlamaktır.

TKP ve DY’nin olduğu yerde onunla ilişkiyi kesmeyen hiçbir yapı, partinin idrakine varamaz. Her ikisi de solun CHP ile bağının birer aparatıdır; CHP’ye askeri TKP, bürokratı DY yetiştirir. Her ikisinin de asli görevi, ancak BM’den ses çıktıktan sonra Filistin mitingi düzenleyen CHP’yi ideal parti diye kitlelere yutturmaktır.

Dersim’in, Maraş’ın, 12 Mart darbesinin, Sivas’ın, Maraş’ın, Çorum’un, 19 Aralık’ın, topraksız köylülerin mimarını tanımayanların/tanıtmayanların korktuğu köz, devrimin ateşinden kendilerine sıçrayacak korlardır. O ateş, sadece sermayeyi değil, sermayeye ve egemenlere kitleleri bağlamaya çalışan solu da yakacak. Sınıflar mücadelesinin safları bu kadar netken sömürgenin ateşine odun taşıyan solu devrimin ateşi yakacak.

Sinan Akdeniz
26 Eylül 2025

25 Eylül 2025

Yapay Zekâ, Sanat ve Emek: Sermaye Birikiminin Dijital Evresi Üzerine



Kapitalist üretim biçiminin tarihinde, teknolojik gelişmeler, neredeyse her vakit sermayenin kâr oranlarını koruma ve büyütme amacına hizmet etmiştir. Artı-değer teorisine göre teknolojik yeniliklerin en temel işlevi, emeğin üretkenliğini artırarak meta başına düşen iş gücü miktarını azaltmak, böylece nispi artı-değer oranını yükseltmek olmuştur. Ancak bu süreç, teknik düzeyde tarafsız görünse de, asıl olarak toplumsal düzlemde sınıf mücadelesinin bir konusuna dönüşmüştür. Günümüzde yapay zekâ (AI) teknolojileri, bu tarihsel eğilimin dijital çağdaki en güncel ve sofistike tezahürünü bize sunarlar.

AI teknolojileri, yalnızca işçileri üretimden koparmakla kalmaz, aynı zamanda kültürel üretim alanını da metalaştırır; sanatçıyı, düşünürü ve akademisyeni piyasa kurallarına tâbi kılar. Böylece sermaye, yalnızca fiziksel emeği değil; zihinsel ve yaratıcı emeği de kendi döngüsüne bağlayarak, Marx’ın ifadesiyle, “genişletilmiş yeniden üretim” sürecini derinleştirir.

Luddculardan Planlı Ekonomiye

On dokuzuncu yüzyılın başında İngiltere’de ortaya çıkan Luddcu hareket, makine kırıcı işçilerin, yeni teknolojilerin yarattığı yıkıcı etkilere karşı kolektif tepkisini temsil ediyordu. Luddcular, makinelerin yalnızca işçilerin yerine geçmekle kalmadığını, aynı zamanda işçilerin üretim süreci üzerindeki denetimini ortadan kaldırarak, onları sermayeye bağımlı hale getirdiğini fark etmişlerdi. Bugün yapay zekânın “beyaz yakalı” işçileri ve yaratıcı emekçileri hedef alması, benzer bir mülksüzleştirme mantığının tarihsel devamı sayılabilir. Bu örneğin yanı sıra yirminci yüzyılda Sovyetler Birliği’nin planlı ekonomik yapılanması bu varsayımı tersyüz etmeyi başarmıştı. Sovyetler, teknolojinin kolektif denetim altına alınması durumunda ne gibi sonuçlar doğurabileceğini tüm açıklığıyla gözler önüne seriyordu. Planlı üretim ve merkezi kontrol, teknolojik yeniliklerin yalnızca sermaye birikimi için değil, toplumsal refahın yükseltilmesi için kullanılabileceğinin en somut örneği olmuştu. Konuyla ilgili, J. Stalin dönemi ağır sanayileşmedeki yükseliş, bunun getirdiği başarı ve atılım kampanyaları, teknolojiyi işçilerin lehine kullanmaya yönelik radikal bir müdahale örneği olarak incelenebilir. Bununla birlikte, bu süreçte yaşanan bürokratik deformasyonlar, işçi sınıfının öz yönetim kapasitesinin nasıl aşındırılabileceğini de göstermesi bakımından öğreticidir.

Benzer şekilde, Çin’de Mao Zedong liderliğinde yürütülen Kültür Devrimi, yalnızca kapitalist unsurlara değil, aynı zamanda üretim sürecinde “aydın elitlerin” tahakkümüne de karşı çıkmayı hedeflemiştir. Burada, bilgi üretiminin toplumsallaştırılması ve kültürel üretimin kitlelerin kontrolüne devredilmesi fikri öne çıkmıştır. Ancak Kültür Devrimi de karmaşık ve çelişkili sonuçlar üretmiş, kimi zaman entelektüel üretkenliği baltalamış, kimi zaman da kolektif üretim süreçlerine bir dinamizm kazandırmıştır.

Yapay Zekânın Sanat ve Beşerî Üretim Alanına Etkisi

Günümüzde yapay zekânın sanat alanına müdahalesi, kapitalizmin kültürel üretimi metalaştırma sürecinin yeni bir safhasıdır. Dijital algoritmalar aracılığıyla “şiir”, “resim” veya “müzik” üretilmesi, yaratıcı emeği “veri”ye dönüştürerek özgünlüğünü ve insan merkezliliğini sistemli biçimde aşındırıyor. Yaratıcı üretim, tarihsel olarak toplumsal bilinçle, kolektif hafızayla ve emekçi sınıfların yaşam pratiğiyle iç içe gelişmiştir. Oysa yapay zekâ destekli kültürel üretim, insanın yaşamsal deneyimini dışlayarak, kâr amacıyla sürekli dolaşıma sokulabilecek, sonsuzca kopyalanabilir ürünler yaratıyor.

Bu süreçte sanatçı, tıpkı bir fabrikadaki işçi gibi, algoritmalar tarafından yedeklenebilir hale geliyor. Çoğu koşulda olduğu gibi kapitalist piyasa mantığı, özgün üretimi değil; seri üretimi, derinliği değil; anlık tüketime uygun yüzeyselliği teşvik ediyor. Dolayısıyla AI, yalnızca emek süreçlerini dönüştürmekle kalmıyor, aynı zamanda kültürel üretimin içeriğini de sermayenin talep ve ihtiyaçlarına göre şekillendirip yeni biçimlerde tekrar üretiyor.

Emeğin Dijitalleşmesi ve Proleterleşme

Yaratıcı emek süreçleri, muazzam hızda büyüyen teknolojiyle ciddi dönüşümler geçirirken, AI teknolojileri, “beyaz yakalı” işçilerin daha önce “güvenceli” görülen mesleklerini de kitlesel proleterleşmeye doğru sürüklüyor. Daha önceleri satılan “ayrıcalık” masalı, yerini toplumsal gerçekçi yaşam öykülerine bırakmış durumda. Örneğin veri analistleri, hukukçular, muhasebeciler ve hatta öğretmenler, algoritmalar yoluyla işlevsiz hale getirilmenin eşiğindedirler. Marx’ın “yedek sanayi ordusu” kavramı, bu yeni dijital proleterleşme dalgasında, kapitalist üretimin bütün tarihsel süreçlerinde çokça olduğu gibi bir kez daha üstünde durulacak ve tartışılacak bir konu gibi duruyor. Çünkü aynı makineleşme ve teknolojik ilerlemenin kapitalist üretim tarzına etkileri gibi benzer bir evreye girmiş bulunuyoruz. Kısaca baktığımızda AI, sermayenin işgücü maliyetlerini düşürmesini sağlarken, ücretler aşağı yönde bir eğilim içerisine giriyor, “yedek emek gücü” nüfusu ise hızlı bir artış gösteriyor.

Ücretlerin üretildiği süre gitgide kısalıyor ve emek gücünün değeri kaçınılmaz olarak düşüyor; fakat tersine, kapitalistler sınıfının zenginliği büyük bir artış gösteriyor. Çünkü emek gücünün üretim süresinin gitgide kısalıyor oluşu, rekabetten gelen bir zorlamayla daha az işçiyle daha çok iş çıkarma eğilimi, kapitalizmin genel bir eğilimidir; dahası bu şey, aynı zamanda işçiler arasındaki rekabeti de kamçılayacağından, ücretler üzerinde aşağı yönde bir basınç uygulandığı kolayca gözlemlenebilir.

Bu durum, yani dijital dönüşümün kendisi, işçileri kendi arasında rekabete girişmiş izole bireyler haline getirir; kolektifliği, dayanışmayı zayıflatır, var olan iç güdüsel sınıf bilincini de erozyona uğratır. İnsan emeğinin yerini gelişen teknoloji alırken, bunların insan üzerinde kurduğu tahakküm doğallaştırılır ve “kaçınılmaz bir ilerleme” olarak bizlere sunulur. Nihayetinde ilerleme diye sunulan şeyler, işçi sınıfının mücadele kapasitesini atomize edeceği gibi onu parçalanmış/bölünmüş dağınık bir hale de getirir.

Yapay Zekâ, Sanat ve Yeni Birikim Rejimi

Yapay zekânın kültürel alana sızması, Marksist bağlamda “ilkel birikimin” güncellenmiş hali olarak da değerlendirilebilir. “İlkel birikim” kavramı, köylülerin topraklarından sürülmesi ve ortak alanların çitlenmesiyle açıklanmıştı. Bugün ise “ortak bilgi havuzları”, kolektif kültürel üretim süreçleri ve beşerî bilimler birikimi, dijital sermaye birikiminin tam hizmetine sunuluyor.

Bugün baktığımızda silikon vadisi şirketlerinin; akademisyenleri, sanatçıları ve beşerî bilimler uzmanlarını, AI eğitimi için “danışman” olarak işe aldığını ya da böyle ilanlar açtığını görüyoruz. Bu işlere koşulan insanlar, yapay zekâ uygulamalarının danışmanı olmaktan çok, onların yarışmanı olarak kullanılıyor. Bilgileriyle yapay zekâyı alt etmeleri, birikimlerini ona aktarmaları, dolayısıyla eğitmeleri beklenmiş oluyor. Üstelik bu süreçte, insan bilgi-birikimi ve emeğinin değeri, vahşi piyasada “gönderi başına 100 dolar” gibi utanç verici ölçütlere kadar indirgenir oluyor. Şimdi sizce de tüm bunlar, yeni ilkel birikimin örnekleri değil de nedir?

Yeniden Kamulaştırma Perspektifi

Sanıyorum şunu rahatça ifade edebiliriz; AI teknolojileri, sermayenin kendisini yeniden üretme kapasitesini artırırken, emekçileri daha da bağımlı ve güvencesiz hale getiriyor/getirecek. Bu bağlamda teknolojiye karşı tutumu, üretim araçlarının mülkiyet biçimi sorunu üzerinden ele almak zorundayız. Şunun da bir kere daha altını çizmek gerektiği düşüncesindeyim. Teknik ilerlemenin içeriği, hangi sınıfın denetiminde olduğuyla belirlenir; bir başka deyişle, teknoloji, sınıfsal bir araçtır.

Bir açıdan da rahat olmalıyız, çünkü bulanık bir geçmişimiz yok. Tarih, teknolojinin kolektif denetim altında nasıl bir toplumsal refah aracı haline gelebileceğini Sovyetler Birliği’nde bizlere gösterdi. Sovyet planlı ekonomisi, üretimin insan ihtiyaçlarına göre yönlendirildiğinde yaratabileceği potansiyeli somutlaştırırken, Kültür Devrimi de kültürel üretimin toplumsallaşmasının ne denli radikal ve çelişkili süreçler doğurabileceğini açığa çıkarmıştır. Yani tarihimiz, iyi-kötü deneyimler ve onlardan çıkaracağımız derslerle doludur.

Bugün ise AI teknolojileri, sermaye sınıfının elinde, yalnızca işçileri değil; yaratıcı üreticileri de sömürgeleştirmeye yönelik bir silah halini almış durumda. Yapılması gereken, teknolojiye indirgenmiş “tarafsızlık” mitinin karşısına, üretim araçlarının kamusal ve kolektif mülkiyetini koymaktır. Çünkü işçi-emekçilerin, sanatçıların ve yaratıcı üreticilerin özgürleşmesi, ancak üretim ve bilgi araçlarının toplumsal denetimiyle mümkün olabilir.

C. Boran
18 Temmuz 2025
Kaynak

24 Eylül 2025

Boş Klasör

Sendika.org’un ülke solu için faydası, tartışılmaz şekilde rezilliği görünür kılmasıdır.

Yılda en az bir defa açtığı dosyalara şefler dâhil katılıp yenilginin ve çürümüşlüğün tezini yazıyorlar. Son dosya konusundan hareketle, Selim Açan’ın “Esas Halkayı Ne Zaman Yakalayacağız?” başlıklı yazısı, Sendika sitesinin işlediği “hayrı” kanıtlayan niteliğiyle önem arz ediyor.

Yazının manşeti “[…] ‘Sol’un mevcut durumdan çıkış stratejisi ne olmalı?’ ekseninde yürüyen tartışmada işin hâlâ tespit, tanım, slogan ya da teorik-siyasal tahlil yönünün bu kadar öne çıkarılmasını anlayabilmiş değilim” ifadelerini içeriyor.

Devrimci teori olmadan devrimci pratiğin olmayacağını bilmeyecek birinin sözleri bu yönde olsa kişi için “sosyalist bilinç yoksunu” denilebilir. 12 Eylül öncesi duvara yazılan sloganlara sahip çıkamayan şefler, sloganın halkla kurulan ilişkideki önemini idrak edemezler. 

Sloganın dinamizme yaslanması, tarihsel bir eşiği arz ediyor oluşu, kitle bağındaki önemi, birleştirici ve harekete geçirici gücü ideolojinin söylem ve eylem alanını oluşturur.

Selim Açan, yazının devamında, dosya için gelen yazıları okuyunca hayal kırıklığı yaşadığını ifade ediyor. Bu da yetmiyor, eldeki bir avuç insanla her yere yetiştirmek durumunda kaldıklarını, hem de müdahale edilmesi gereken böyle kritik dönemde âtıl kaldıklarını söylüyor. Şef, yine ittifak arayışları içinde.

Selim Açan, yazdığı anı kitabında 12 Eylül öncesi tüm hataları yapılan ittifaklara ve bu ittifakları yaparak kendilerini peşinden sürükleyen Aktan İnce’ye yüklüyor. Aktan İnce’nin rolünü bugün Selim Açan üstleniyor.

İttifakın adı konusundaki önerilere açık olduklarını “ben” diliyle karşılıyor. Demek ki şeflik yaptığı yapı “ben” kadar, bundan ileri gitmiyor. Kolektivizmi devre dışı bırakıp gazetede köşe yazarlığı yapan isimler gibi “biz” demekten kaçınıyor.

Oğuzhan Müftüoğlu ve şürekasının 12 Eylül mahkemelerinde dillendirdiği “dergi çevresi” ve gazeteci olma iddiasını bugün Selim Açan sahipleniyor. Açan, yapısı değil, kendisi adına konuşuyor; benmerkezci bir noktadan şeflik yapıyor. Kaldı ki ortada bir yapı kaldığı bile şüpheli.

O yapı ve kolektivizmi lağvetmek için anı kitabında yeraltı matbaasının yerini, kaldığı evleri, gördüğü işkencenin ayrıntılarını, buluşma noktalarını ve yöntemleri açık ediyor. Bu bağlamda, ne Selim Açan ne de Sendika sitesinin başlattığı tartışma dosyasından emekçi kitlelere hayır gelir.

İlgili yazıda mahalle forumları, halk buluşmaları ve platformlar küçümsenerek kendilerinin bu güçte bile olmadığı gibi çelişik ifadeler yer alıyor. Bir dönem geliştirdikleri “küçük ama çelikten Bolşevik müfreze” kavramsallaştırmasından bir an önce kurtulmak için bu ifadeler yazılıyor. Eldeki az sayıda insanla bile bir mahallede kapı kapı gezmenin yükünü omuzlayamadığı için Avrupa’dan buraya eşiyle birlikte dönmüyor. Buna rağmen solun konformizm alanından çıkamadığını söylemekten utanç duymuyor.

Yazının sonunda yer alan pratik öneriler ise sendikalizm ve sivil toplumculuk tezlerinden öteye geçmiyor. Farklılıklara rağmen yan yana gelip yoldaşlığı ve güveni güçlendirmek gerektiğini ifade ediyor fakat bu da safsata ve içi boş bir söylemdir.

Bu dosyalardan ve yazılardan hiçbir umut çıkmayacağını anlayan Selim Açan, yaşadığı hayal kırıklığını kendisi söylüyor. Hareketini getirdiği yer, Ethem Sarısülük’ün kemiklerini sızlatıyordur.

Ülke solunun yansıması olan Sendika sitesinin dosya yazıları okunduğunda, halktan ve proleterleşmeden kaçışın tezlerinin işçicilik ve sivil toplumculuk olduğu rahatlıkla görülebilir. On iki bin insanla Kışlık Saray’ı kuşatan Lenin örneği tarihe geçmişken, solun şefleri kavgamızda çırak bile olamazlar.

Sinan Akdeniz
24 Eylül 2025

23 Eylül 2025

Yapay Zekâ ve Toplumsal İlişki


Gece geç saatte, güzel bir uyku öncesi sevgilime mesaj atmak istedim. Bir iki kadeh içkinin ardından atacağım mesajların eğlenceli olacağını düşündüm. Nedense Whatsapp’ın yapay zekâ botunu kullandım. Sonrasında kendimi bu rehber robotla bilim felsefesi, politik ekonomi ve yapay zekâ tartışırken buldum. Bu, bir saatimi alan tartışmanın yaşandığı gecenin sabahında sevgilimden “Senin derdin ne?” yazılı bir mesaj aldım.

Bu Whatsapp’taki rehber robot gibi sosyal medya şirketleri de kendi platformlarında tüketiciler üzerindeki kontrollerini iyice artırıyorlar. Pençelerini geçirdikleri ilişki dâhilinde bu şirketler, yeni numaralara başvuruyorlar. Neticede şirketler, kapitalizm koşullarında toplumsal hayatın yeni alanlarını kâr elde etmek için kullanıyorlar. Yapay zekâ, bu noktada devreye sokuluyor.

Esasında toplumsal ilişkinin kendisi metalaştırılıyor. Yapay zekâ sayesinde sosyal medya şirketleri, sermaye biriktirme mücadelesinde yeni bir cephe açıyor. Bu yeni başlamış sürecin toplumsal, politik ve ekonomik sonuçları değerlendirilmeyi bekliyor.

Sevgilime mesaj yazarken rehber robot, cana yakın, uzlaşmacı ve meraklı haliyle benim daha uzun cevaplar vermemi sağladı. Böylece oluşan karmakarışık ruh durumu dâhilinde yapay zekâ, cevap vermeyi sürdürmem konusunda beni tahrik etti, bir yandan da benim sohbeti sonlandırmadığım için rahatsız olmamamı sağladı.

Whatsapp’ın yapay zekâyı devreye sokmaktaki amacı, sadece arkadaşlarla mesajlaşmayı kolay kılmak veya platformda kalmamı sağlamak adına bana faydalı bilgiler sunmak değil. Bu robotla ilişki, bir yandan da benim aplikasyonda istediğimden daha uzun süre kalmamı sağlıyor. Bu imkân, toplumsal ilişkinin kendi içinde bir metaya dönüşmesinin ardındaki itici güç.

Şeyleşen Toplumsal İlişkiler Metalaştırılıyor

Toplumsal ilişkilerin metalaşması, günümüz kapitalizminin her yanı kuşatan dinamiklerinin, yani dijital veya gözetim kapitalizminin neticesi. Şeyleşme, zaten kapitalizmin doğasına içkin bir süreç. Bu süreç, pratikleri veya şeyleri, kapitalist üretim süreci için uygun kılmak adına, soyutlama işlemi üzerinden toplumsal veya organik niteliklerinden arındırıyor.

Shoshana Zuboff’un ifadesiyle, “kapitalizmin en son aşamasında gerçeklik, kurgusal dönüşümden geçiyor.” (Zuboff 2015, s. 85) Aynı şekilde, toplumsal dünyanın veriye indirgenmesi süreci de davranışların şeyleşmesine neden oluyor.

Simon Lindgren’in tespitiyle, yapay zekâ bağlamında şeyleşme süreci, aldatıcı bir biçimde insan kaynaklıymış gibi görünen metinleri, görüntüleri ve videoları oluşturan devasa büyüklükteki istatistiki modelleri meydana getirmek için gerekli verileri üretiyor.

“Bize takdim edildiği biçimiyle yapay zekâ, kendisini üreten, kullanımıyla etkilediği toplumsal ilişkileri gizliyor, saklıyor.” (Lindgren 2024, s. 87) Yapay zekâ, toplumsal ilişkilerin birer hizmet gibi satılmasını, bunun neticesinde birer veriye indirgenmiş toplumsal ilişkilerin metalaşmasını sağlıyor.

Gelgelelim bu rehber robotlar, çok daha fazla şeye yol açıyor. Mesaj atmak veya resim yollamak gibi hizmetler sunmak yerine bu yapay zekâ temelli uygulama, toplumsal ilişkiyi metalaştırıyor. Bu metalaşma süreci, kullanıcıları yapay zekâ modeline, dolayısıyla, modelin veya verilerin sahibi olan platforma karşı körleştiriyor. Burada Zuboff ve Lindgren’in tarif ettiği, toplumsal ilişkilere dair bilgilerin metalaştırılmasından da toplumsal ilişkiyi işlerinin merkezine koymuş diğer türden hizmetlerden farklı bir işleyiş söz konusu. Barlar, lokantalar, kulüpler, festivaller, dans sınıfları, hızlı flört siteleri, hatta Facebook ve Twitter gibi sitelerde insanlar, fiziki veya dijital, toplumsal ilişkinin gerçekleştiği bir mekâna sahipler. Sürecin kendisi ilişkinin taraflarının kontrolünde. Ama yapay zekâ tabanlı rehber robotlar üzerinden toplumsal ilişki, şirketin mülkü haline geliyor.

Bu sahip olma becerisi, yeni çitleme süreci için çok önemli. Marx, on sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde, Çitleme Kanunu’nun tapularda değişiklik yaptığını, böylece eskiden köylüye ait toprakların elitlerin mülkiyetine geçtiğini söylüyordu. Bugün de bu rehber robotların toplumsal ilişkileri şirketlerin mülkiyetine geçirdiğini, dolayısıyla, bu ilişkilerin şirketlerce kontrol edildiğini söylememiz gerekiyor.

Tıpkı kent merkezlerindeki arazi spekülasyonları ve yoksul ülkelerdeki toprak gasplarında olduğu gibi toplumsal ilişkilerin mülk edinilmesi süreci de yeni bir mevzi. Bu, kapitalizmdeki yayılmacılık eğiliminin, yani Luxemburg ve Lenin’in emperyalizm olarak teorize ettiği, kâr için eskiden kapitalizm dışı olan uzamların araştırılmasını zorunlu kılan sürecin bir uzantısı (Krätke 2021).

Youtube yıldızı Bo Burnham, bu süreci daha yalın bir ifadeyle anlatıyor:

“Sosyal medya şirketleri hayatınızın her bir saniyesine el koymak için geliyorlar. Biz (yani zengin ülkelerin insanları) eskiden toprakları sömürgeleştirirdik […] bu şirketler, bugün hayatımızın her bir dakikasını sömürgeleştirmeye çalışıyorlar” (YouTube 2025).

Şirketlerin Toplumsal İlişkiyi Metalaştırma Stratejileri ve Toplumsal Yankıları

Peki bu süreç nasıl işliyor? Esasında sürece anbean tanıklık ediyoruz. İlk adım olarak rehber robotlar, sosyal medya platformlarına ekleniyor. Örneğin Whatsapp, kişilerle yürüyen sohbetlerde ve uygulamanın kendisinde bir tür asistan olarak işleyecek rehber robotu devreye sokuyor. Böylelikle robot, kullanıcının gündelik ilişkilerine yediriliyor. Hepimiz, yapay zekâ desteğine alıştırılıyoruz.

Aynı model, randevu aplikasyonlarında da devreye sokuluyor. Yapay zekâ destekli rehber robot üzerinden kullanıcılar, romantik ilişkiler kuruyorlar. Algoritmanın belirlediği ideale göre gönül ilişkilerimiz cilâlanıyor. Böylelikle insanlar, kendi şahsiyetleri ve kırılganlıkları üzerinden insanlarla bağ kurmak için gerekli özgüveni geliştirme ihtiyacından kurtuluyorlar.

İnsanların kendilerini giderek yalnız, kaygılı ve depresif hissettikleri bir toplumda yapay zekâ çözüm olarak görülüyor. Bugünlerde insanlar, meslektaşlarıyla, arkadaşlarıyla ve sevgilileriyle sorunlarını çözmek için yapay zekâya başvuruyorlar. Bu, aslında iki ucu boklu bir değnek: sosyal medya platformlarının geliştirdiği işletme modeli, bir yandan yalnızlığı ve kaygıyı derinleştiriyor (Andrew P. Smith ve Hasah Alheneidi 2023) bir yandan da meslektaşlar yerine işyerlerinde yapay zekâdan yardım alma hali, insanları daha da yalnız, kaygılı ve bezgin kılıyor (Roulet 2025). Sosyal medya platformları, önce salgın halini almış yalnızlık için gerekli koşulları yaratıyor, ardından da kullanıcılarını diğer insanlarla yeniden bağ kurmanın yollarını bulma çabası dâhilinde yapay zekâ temelli modellerine bağımlı yapıyor.

Sosyal medya şirketleri, yeni mevziler elde ediyorlar. Ayrıksı bir şahsiyete sahip rehber robotlar programlıyorlar. Eğlence için kullanılan bu robotların platform üzerinden insanların dikkatini arkadaşlarından daha iyi çekeceğine inanılıyor. İnsanlar arasında kurulan toplumsal ilişkiler, giderek azalıyor. Dikkat ve empati azalıyor. Bunların yerini şirketlerin sahibi olduğu rehber robotlarla sanal âlemde kurulan toplumsal ilişkiler alıyor. (Wiehn 2023)

Tam da bu sebeple, bir yapay zekâ girişimcisi, bu türden rehber robotları kullanmayı reddediyor. Financial Times, bu noktada gayet distopik bir örnek sunuyor:

“Çin’de kullanılan Xiaoice isimli dişi rehber robotun 500 milyon erkek arkadaşı var. Erkekler, kızlarla buluşmak istemiyorlar çünkü erkekler, bugün kendilerine tam da duymak istediklerini söyleyen sanal kız arkadaşlara sahipler.”

Tam da bu sebeple Meta, bugün bu türden dijital arkadaşlar geliştirme, böylelikle finans kapitalin dindirilmesi imkânsız açlığını giderme konusunda öncü olmak istiyor. Wall Street Journal gazetesinin haberine göre Zuckerberg, çalışanlarından her türden güvenlik tedbirini asgari düzeye çekmelerini istemiş (Horwitz 2025). Aynı haberde Meta’nın hep küçük yaşta kalacak, okula giden ve kullanıcısıyla seks yapmak isteyecek bir rehber robot geliştirdiğinden bahsediliyor.

Toplumsal İlişkilerin Metalaştırılması Sürecinin Politik Ekonomisi

Rehber robotun yaşı, kolayca çözülecek bir mesele. Bu modeller alabildiğine baskıcı olan politik ekonomi bağlamında varoluyorlar. İlk günden beri bu yapay zekâ modelleri her daim tarafgir olageldi. Çünkü verilerle ve eksik olan korkuluklar, bunun yanında, ilgili programlama kararları hep belirli değerlerle yüklüydü. Ayrıca verilerin işlenmesinde kadın düşmanı ve ırkçı kapitalizm söz sahibiydi (Zajko 2023, s. 362–363).

Yapay zekâ modelleri birilerinin mülkü. Dolayısıyla bu modeller, teknoloji ve finans kapitali elinde bulunduran gerici sınıfın parçası olan sahiplerinin kullandıkları birer araç (Heikkilä 2025): Elon Musk, pratikte saldırgan içerikler üreten bir rehber robotun imal edilmesi talimatı verdi. Ama aynı Musk, Silikon Vadisi’nde politik açıdan ilerici yapay zekâ modellerinin üretilmesine mani olunması gerektiğini söyledi (Murphy ve Criddle 2025).

Verilere erişim ve fiziki hesaplama yeteneği yanında teknoloji şirketlerinin halihazırda ellerinde tuttukları piyasa hâkimiyeti açısından yapay zekâ modellerinin ihtiyaç duydukları ölçek etkileri dikkate alındığında, bu kapitalistlerin yaratıcı yıkım sürecini tek başına piyasa mekanizmaları üzerinden işletemeyecekleri görülmeli.

Bu kasvetli dönemde yapay zekâ tabanlı rehber robotların sosyal medya uygulamalarına dâhil edilmesiyle birlikte tanık olduğumuz niteliksel sıçramayı idrak etmemiz gerekiyor. Toplumsal ilişkiler metalaştırılıyor. Bu gelişme, yapay zekâya bağımlı olmamıza, bu bağımlılığın derinleşmesine ve kapsamının genişlemesine sebep olacak bir tehdit.

Kapitalistlerin kontrolüne giren toplumsal ilişkilerin metalaştığını ve birilerine tabi kılındığını görmezsek, bu gerçekle mücadele edemeyiz. Bu mücadele, toplumsal ilişkilerin herkese ait olgular olarak kalmasını talep ediyor. Öncelikle bizi yapay zekâya tabi kılacak kaygıyı ve toplumsal izolasyonu meydana getiren politik ve ekonomik sistem olarak kapitalizme karşı konulmalı.

Kaynakça:
Andrew P. Smith; Hasah Alheneidi (2023): “The Internet and Loneliness”, AMA Journal of Ethics 25 (11), Ethics.

Heikkilä, Melissa (2025): “What do AI chatbots say about their own bosses — and their rivals?” Financial Times, 18 Mayıs 2025, FT.

Horwitz, Jeff (2025): “Meta’s ‘Digital Companions’ Will Talk Sex With Users—Even Children”, The Wall Street Journal, 27 Nisan 2025, WSJ.

Krätke, Michael (2021): “Rosa Luxemburg’s Heterodox View of the Global South”, Rosalux, 5 Haziran 2025.

Lindgren, Simon (2024): Critical Theory of AI. Cambridge, Hoboken, NJ: Polity Press.

Murphy, Hannah; Criddle, Cristina (2025): “Meta accelerates voice-powered AI push”, Financial Times, 3 Temmuz 2025, FT.

Roulet, Thomas (2025): “Overreliance on AI tools at work risks harming mental health”, Financial Times, 16 Mart 2025, FT.

Wiehn, Tanja (2023): “Algorithms and emerging forms of intimacy”, Simon Lindgren (Yayına Hz.), Handbook of Critical Studies of Artificial Intelligence içinde, Northampton: Edward Elgar Publishing.

YouTube (2025): Bo Burnham, 2019 yılında büyük teknoloji şirketlerinin her şeye el koyacağı öngörüsünde bulunmuştu. Youtube, 5 Haziran 2025.

Zajko, Mike (2023): “AI as Automated Inequality: Statistics, Surveillance and Discrimination”, Simon Lindgren (Yayına Hz.), Handbook of Critical Studies of Artificial Intelligence içinde, Northampton: Edward Elgar Publishing.

Zuboff, Shoshana (2015): “Big Other: Surveillance Capitalism and the Prospects of an Information Civilization”, Journal of Information Technology 30 (1), s. 75–89. Sage.