“Mülksüzleştirenler
mülksüzleştirilir”: Bu, Marx’ın en ünlü cümlelerinden birisidir. Cümle,
Kapital’in birinci cildinin yedinci kısmında yer alan 24. Bölüm’ün sonunda
karşımıza çıkar. Cümle, aynı zamanda en gizemli ifadelerden birisidir.
Burada
ben, Abolition Democracy dergisinin 5. yılında çıkan 13. sayısında Proudhon
ve Marx’ın özel mülkiyet temelli toplumsal çelişkilere dair metinlerine atıfta
bulunmamız üzerinden başlayan tartışmaya bir katkı sunmak amacıyla, bu cümleye
dair yorumlarımı aktaracağım.
Bahsi
edilen formül, “kapitalist birikim denilen tarihsel eğilim” adı verilen
gelişmenin aktarıldığı bölümün sonunda, bir önerme olarak aktarılıyor. Burada sadece
paragrafın son cümlesini alıntılayacağım:
“Sermaye üzerindeki tekel,
o tekelin hüküm sürdüğü koşullarda, onunla birlikte gelişip serpilen üretim
tarzının önünde bir köstek hâline gelir. Üretim araçlarının merkezileştiği,
emeğin toplumsallaştığı süreç, en nihayetinde kapitalizm denilen kabukla
uyumsuzlaşacağı bir noktaya ulaşır. Bir süre sonra bu kabuk, içteki patlama
neticesinde paramparça olur. Böylelikle kapitalist özel mülkiyetin cenaze
çanının sesi işitilir. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.”
Orijinalinde
“Die Expropriateurs werden expropriiert” ifadesine yer verilir. Alman
okur, cümledeki Fransızca kökenli yabancı sözcüğü hemen fark edecektir. Burada Marx,
yadsımanın yadsınması denilen diyalektik anlayışını ekonomik, tarihsel ve
hukuki muhteva ile ilişkilendirir. Sıklıkla Marx’ın bu tespitinin kapitalizme
yönelik eleştirel analizine ait “devrimci bir çıkarım” olduğu söylenir. Peki gerçekten
de öyle mi?
Mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi denilen “diyalektik” fikir, Marx’ın şiddet yüklü dönüşüm
sürecinin sonuna işaret eder. Bu süreç, özel ellere ait ekonominin
toplumsallaşmasıyla sonuçlanacaktır. Komünizm, bu sonucun üzerinden inşa
edilir. Ama öncelikle özel mülkiyet ilga edilmeli, emek üzerinde tesis edilmiş
olan iktidar yıkılmalıdır.
Marx,
Komünist Manifesto’dan alınan, komünist devrimden bahseden bölümün
aktarıldığı kısma bir dipnot düşer ve burada proletaryanın tarihsel
başarısından bahseder. Burada aslında Marx, 1848 devrimlerinin kanla
bastırıldığı sürecin geri döndürülemez bir biçimde son verdiği kehanetin
esasında alabildiğine gerçekçi bir beklenti olduğunu söyler. “Kapitalist
birikim denilen tarihsel eğilim”e dair bilimsel analiz üzerinden bu beklenti,
artık çürütülmesi imkânsız olan bir temele kavuşmaktadır.
Aynen
öyle. Ama gene de insan, bu “devrimci çıkarım”ın kitabın sonuna neden alınmadığını
merak etmeden duramıyor! Marx, bu çıkarımı, sanayi devrimini önceleyen birkaç
yüzyıllık dönem içerisinde küçük üreticilerin mülklerine zorla el konulduğu
sürecin kapitalizmi doğurduğunu izah ettiği “İlkel Birikim Denilen Olgu”
başlıklı kısmın sondan bir önceki bölümünün son paragrafında dillendirmektedir.
Bu bölümü, “Sömürgeleştirme Sürecinin Modern Tarihi” başlıklı, az sayıda okurun
dikkate aldığı başka bir bölüm takip eder. Bu sonda dillendirilmesi gereken
çıkarımın neden kitabın sonunda aktarılmadığı sorusuna nasıl cevap vermek
gerekir?
Uzun
zaman en ikna edici hipotezin sansür olduğunu düşündüm. Kapital’in
birinci cildi 1867 yılında Almanya’da yayımlandığında ilkin sansür kurulunun onayından
geçmek zorundaydı. Muhtemelen Marx, pek de zeki olmayan sansür kurulu
yetkililerinin içindekiler bölümüne, başlangıç bölümüne ve son bölüme bakmakla
yetineceklerini, sıradan insanların kavrayamayacağı bu bilimsel çalışmaya
itiraz etmeyeceklerini düşündü. Ama bir yandan da Marx, gerçek eylemcilerin “Mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi” ifadesini görüp bu hedefi kendi umutları ve politik
hedefleriyle kaynaştıracaklarını umut etti.
Artık
bu türden bir açıklamanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Kapital’da
yürütülen tartışmada dile getirilen çıkarımlarda salt yadsınmasının yadsıması
olarak özetlenen diyalektik yaklaşımın bile çözüme kavuşturamadığı kimi güçlükler
mevcut.
Burada
Althusser’in kullandığı ifadeyle, “semptomatik okuma” lazım. Bu noktada ifadenin
geçtiği yerdeki paragraflarda Almancaya içerilmiş Fransızca sözcüklerin
varlığındaki tuhaflığa işaret ediyorum. Burada Fransız Devrimi’nde açığa çıkmış
Baböfçülüğün ve Öfkeliler Hareketi’nin o eşitlikçi ve ön komünist yönelimlerinin
ısrarla ve kesintisiz bir biçimde karşımıza çıktığına tanıklık ediyoruz. Bilindiği
üzere, Öfkeliler Hareketi de sömürücülere, mülksüzleştirenlere, gasıplara ve istifçilere
saldırıyordu. Fransız Devrimi sonrası tesis edilen Ulusal Meclis’in tarihini
yazmak isteyen Marx, bahsi edilen geleneği onunla dolaylı ve dolaysız ilişki içerisinde
olan akımlardan edinmişti.
Bu
noktada Manifesto’daki alıntının anlamı daha da netleşiyor: adını anmasa
da hasımlarına şiddet uygulamış olan Kamu Güvenliği Komitesi’nin politikası
olan “devrimci diktatörlük” fikrini gündeme getiriyor. Bu yaklaşım bize, aynı
zamanda bize geleceğin proleter devrimiyle geçmişin burjuva devrimlerindeki
radikal eğilimler arasında bir tür süreklilik olduğunu söylüyor. İlgili yaklaşıma
göre proleter devrim, bir ilerlemeyi gerçekleştirmek zorunda. Bu anlamda,
kapitalist gelişme ütopik bir hedefi tarihsel zorunluluğa dönüştürüyor,
sermayenin dayattığı üretim araçlarındaki merkezileşme zorunlu bir gelişme
olarak yaşanıyor.
Kanaatimce
ilgili yorumun ilk katmanına kimse itiraz edemez. Ancak ne var ki burada bir de
Yahudi ve Hristiyan mesihçilik geleneğini yeniden edinen hareketlerin dönem
dönem tekrar harekete geçirdikleri, kurtuluşa dair eskatolojik umutlara ait dini
bir unsur da iş başında. İlgili formül, esasında İşaya’nın Kitabı’nı
anımsatıyor:
“İnsanlar, onları alıp
kendi mekânlarına getirecekler. İsrail’in evi, hizmetçiler ve yardımcılar adına
Tanrı’nın toprağında onları mülk edinecek. Onları esir alacaklar. Esir alanlar
zalimlere hükmedecek.”
Mesihçilik,
Marx’ta sık görülen bir eğilim. Bu eğilim, bilhassa proletaryanın, isyan
ettiğinde sadece kapitalizme değil, sınıfsal hâkimiyetin her türden tarihsel
biçimine son verecek olan, alabildiğine mülksüzleştirilmiş sınıfın devrimci misyonundan
bahsederken dil buluyor.
Bu
tür bir okuma, “tarihsel eğilim” ifadesine kehanetvari bir anlam kazandırıyor. Evrimci
ve reformist bir anlama da sahip. Burada kapitalist mülksüzleştirme süreci hem
olumsuz bir hazırlık süreci olarak görülüyor ama aynı zamanda iştirakin,
birliğin, ortaklaşmanın bir aracı olarak değerlendiriliyor. Özel mülkiyetin
diyalektik dönüşümünü farklı şekilde kullanan süreçte mülksüzleştirenler
mülksüzleştiriliyor.
Kapital’in
üçüncü cildinin 27. bölümünde “Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü” ele alınıyor.
Bu bölüm, sermayenin finansallaşmasını analiz etmesi sebebiyle, son günlerde özel
bir ilgi görüyor. Buradan konuyla alakalı bir kısmı alıntılayalım:
“Burada kapitalist üretim
tarzı dâhilinde kapitalist üretim tarzı ortadan kaldırılır. Yani bir çelişki,
kendi kendisini yok eder. Burada yeni bir üretim biçimine geçilir. […]
Mülksüzleştirme süreci, artık doğrudan üretim yapanlar yanında küçük ve orta
ölçekli kapitalistleri de kapsar. Mülksüzleştirme, kapitalist üretim tarzının
başlangıç noktasıdır. Onun amacı, tüm bireyleri üretim araçlarından mahrum
kılmak ve süreci tamama erdirmektir. […] Kapitalist anonim şirketler gibi
kooperatife ait fabrikalar da kapitalist üretim tarzından bu tarzın olumlu ve
olumsuz şekillerde ilga edildikleri birleşik ve ortakçı tarza doğru yaşanan
geçiş biçimleri olarak görülmelidir.”
Birinci
cildin az bilinen pasajı olması sebebiyle alıntıyı biraz uzun tuttum. Bu alıntı,
bir çıkarım değil de bir kenar notu olarak görülüyordu.
Marx,
“mülksüzleştirme” kelimesinin hem Fransızcasına hem de Almancasına başvuruyor. Buna
“iştirak” kelimesini de ekliyor. Marx “iştirak”i, komünizmin klasik
adlandırmalarından biri olarak kullanıyor. Bu tabiri ütopik sosyalizmden miras
alan Marx, onu kapitalizmin kendi içsel çelişkileri neticesinde aşılmasına dair
bir ifade olarak ele alıyor. Kapitalizmin diyalektik manada tersyüz edilmesi
olarak görüyor.
Mülksüzleştirme
sürecinin, bireylerin kendilerinden kopartılmış olan varoluşu idame ettirmek ve
üretici kapasiteyi sürdürmek için gerekli araçları mülk edindiği süreç,
devrimci değişimin özünü teşkil ediyor. Ama burada iki fark var:
1.
Bankacılık ve kredi işlemleri gibi finansal mekanizmalardan bahseden Marx,
kapitalizme ait kurumları kapitalist üretim tarzı içerisinde oluşan, komünizme
ait ön modeller olarak görüyor.
2.
Burada komünizm stratejisi, özel mülkiyetin aşılması olarak görülebilecek iki
heterojen tarihsel icadın birleşimi veya uzlaştırılması olarak çıkıyor karşımıza.
Gelgelelim, bu icatlar birbiriyle çelişen iki sebebi temel alıyor: para yoluyla
toplumsallaşma, emek yoluyla toplumsallaşma.
Kapitalizmin
aşılması, iki karşıt şeyi, sınıfsız toplumdan en uzak olan finans kurumlarıyla
işçi kooperatifleri denilen, bugünde canlı olana en yakın duranı birleştirecek
bir gücün açığa çıkmasına bağlı.
Bugün
“mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” ibaresi önemli, çünkü o, sadece
mesihçi söyleme alternatif teşkil etmekle kalmıyor aynı zamanda bugün varolan
sosyalist projelerde de yankı buluyor.
Marx’ın
birleştirmek istediği “karşıt biçimler”in önemli bir süre ayrı kalacağını
söylemek gerekiyor. Yeni müşterekler denilen fikir veya kooperatifleri esas
alan fikir, bugün alabildiğine canlı. Ama bir yandan da kapitalizme ait
finansal yapıları devrimci bir yoldan kullanma fikri de epey popüler.
Büyük
emeklilik fonları, koruma fonlarının gelişiminde önemli bir rol oynadığında bazı
sosyalist teorisyenler, bizzat işçilere veya sendikalarına ait olacak olan
emeklilik fonları üzerinden kapitalizmi “kullanma”yı önerdiler. Kısa süre önce likidite
meselesini analiz eden bazı postmarksistler, yurttaşlar için finans alanına
yönelik spekülatif operasyonlar dâhilinde “iktidarı alacak” stratejiler
geliştirdiler. Burada o büyük devrimci geleneğe saygı duyan ama ufak adımlar
atmayı öngören, ama gene de Marx’ın icat ettiği diyalektik dönüşüm şemasını
yorumlayan bir yaklaşıma vurgu yapılıyor.
Ortadaki
açmazların bir şekilde çözüme kavuşturulmasını uman okurların Marx’ın Kapital’deki
çıkarımlarının tatmin edici olmadıkları sonucuna ulaştıklarının farkındayım.
Peki buradan ne tür bir sonuca ulaşmak gerekiyor?
Kanaatimce
tüm bu tartışmalar, Kapital’in bitmemiş, ucu açık bir çalışma olduğunun
kanıtı. Kitap, farklı teorik ve pratik meseleleri sorunsallaştırıyor.
Marx,
kapitalizmdeki eğilimleri ve oluşacak politik sonuçları iki açıdan yorumluyor.
Bu yorumlanan eğilimler sonrasında gerçeğe dökülüyor. Tarihsel dönüşümlerin
parçası oluyor.
Bugün
kapitalizm, bitmek bilmeyen birikim sürecinin genel mantığına daha fazla tabi. Bu
birikim sürecine dair anlayışı Marx’ın politik ekonomi eleştirisinden
ediniyoruz.
Kapitalizme
ait kurumlar, kapitalizmin küreselleşmesi ve finansallaşmasıyla birlikte epey
değişti, krizlerin mekanizması da köklü bir biçimde başkalaştı. Kapitalizm modernize
edildikçe sosyalist deneyimlerden elde edilecek fayda da arttı.
Tarihin
müdahalesinden ariymiş gibi ele alınan kapitalizm yenilmezmiş, aşılmazmış gibi
görünüyor, çünkü kapitalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi gibi konu
başlıklarının zeminini teşkil eden, devrimci bir toplumsal dönüşümü tahayyül
etmemizi sağlayan sınıf mücadelesine ait biçimler ve klasik temsilleri yok
etti. Ama bu demek değil ki kapitalizm artık istikrara ve huzura kavuştu.
Bilâkis,
bugün kapitalizm, şiddetle daha fazla tanımlı. Her yanı saran savaşlara sebep oluyor.
İnsanları eğitimliler-eğitimsizler, göçmenler-yerleşikler, verimliler-uyum
sağlayamayanlar, faydalılar-âtıl insanlar diye ikiye bölüyor. Hobsçu rekabet
bireyleri ve halkları yutuyor.
Bugün
bizim açımızdan asıl soru şu: kapitalizm bünyesinde yaşanacak olası çatallanmaları,
ortaya çıkacak seçenekleri nasıl tanımlayacağız, nasıl yapılandıracağız? Bu
soruya, her devrimci söylemin eskatolojik yönünü pekiştiren, çevre ve insan
sağlığıyla alakalı felâketlerin yaşandığı, Marx’ın herhangi bir fikrinin
olmadığı veya önemsiz görüp kenara attığı koşullarda bir cevap bulmak
zorundayız.
Étienne Balibar
27
Kasım 2020
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder