Büyük
Hint şairi Rabindranath Tagore’un şahsiyetinin temel özelliklerinden biri,
herkesi kucaklayan enternasyonalizmidir. Bu, bir siyasetçinin değil, şairin
enternasyonalizmidir.
Tagore’un
şiiri, nefreti ret ve mahkûm eder. Sadece sevgiyi bilir, sadece onu yüceltir.
Onun eserlerinde milli duygular, olumsuz bir niteliğe sahip değildir. Bu duygular
her daim olumlanır.
Tagore,
insana dair olan her şeyin kendisine ait olduğunu düşünür. O, kendi ruhunu
evrensel ruhla bir kılmak için uğraşır. Şimdi şairin düşüncesine ait bu bölgeyi
keşfedelim. Onun Batı, Gandi ve onun öğretisi karşısında aldığı konumu ele
alalım.
Tagore’un
eserleri, politik ve ahlaki felsefesine dair bir dizi belgeyi içerir. Bunların
en ilginci ve en zekice kaleme alınmış olanı ise Ev ve Dünya isimli
çalışmasıdır. İnsanı anlatan bu büyük roman, aynı zamanda Hindu romanının da
önemli bir eseridir. Raja Nikhil, eşi Bimala ve milli-yetçi ajitatör Sandip,
bugün tüm dünya genelinde “Svadeşi” hareketi olarak bilinen milliyetçi
hareketin oluşturduğu atmosfer içerisinde hareket etmektedirler. “Svadeşi”
“kendi ülken” anlamına gelmektedir. Bu hareket, sadece Hint mallarının satın
alınması talebiyle yola koyulmuştur.
Gandi’nin
pasif itaatsizlik ve direniş siyasetinin yaslandığı tutkular, fikirler,
insanlar ve sesler, okuyanı kendisine hayran eden hikâyedeki sahneler üzerinden
geçip gider. O güzel ve tatlı karakteriyle raja Nikhil isimli karakterinin
ağzından Bengalli şairimiz Svadeşi hareketinin yazarları ve destekçileriyle
polemiğe girer. Nikhil, Sandip’e “Tıpkı senin milletin gibi Tanrı’nın tecellisi
olan diğer milletlerden nefret ederken bir yandan da nasıl Tanrı’ya ibadet
edebiliyorsun?” diye sorar. Sandip cevabında, “nefret ibadetimin tamamlayıcı
unsuru” der.
Nikhil’in
eşi Bimala da Sandip gibi düşünmektedir:
“Ülkemi bir kişi gibi
görmek, ona anne, tanrıça, Durga demek istiyorum. Ve ben, bu kişi için feda
ettiğim kanımla yeryüzünü kızıla boyarım. Ben insanım. Kutsal değilim.”
Sandip
sevinçle şunu söyler:
“Gördün mü Nikhil, hakikat
bir kadının kalbinde nasıl da karşılık buluyor! Kadın, nasıl zalim olacağını
biliyor. Onun şiddeti hiçbir şeyi gözü görmeden yıkıp geçen korkunç ama bir o
kadar da güzel bir boran gibi. Erkeğin şiddeti ise çirkin, çünkü erkek,
kucağına topladığı, aklın ve düşüncenin iç kemirici kurtlarıyla besliyor
kendisini. Anavatanımızı kurtaracak olan, kadınlarımızdır. Zerre tereddüt
etmeden, akla başvurmaksızın, acıma-sız olmalıyız.”
Sandip’in
ağzından, gerçek bir Gandicinin edemeyeceği laflar dökülüyor. Şiddetten
bahseder-ken şu dizeleri anımsatıyor:
“Gel, azametli Günah,
kızıl öpücükler, alevini kanımıza akıtsın. O zorba kötülüğün borusu çalsın.
Alnımıza bayram eden adaletsizliğin çelengi takılsın!”
Bu,
Gandi’nin dili değil. Şakirtlerinin cümleleri olabilir. Gandi’nin
öğrencilerinin geliştirdiği Svadeşi doktrinini inceleyen Romain Rolland, şu
şekilde sesleniyor onlara:
“Heybetli ve ürkütücü
şakirtler! Ne kadar saf olurlarsa o kadar korkunç oluyorlar! Tanrı, büyük
insanı, Gandi’yi onun düşüncesinin sadece belirli bir kısmını idrak eden
dostların-dan korusun! O düşünceyi bir sisteme bağlayan şakirtleri ondaki
ahengi yok ediyorlar.”
Romain
Rolland, Gandi ile ilgili kitabında, Rabindranath Tagore ile Mahatma arasında
geçen diyalogu özetliyor. Orada Tagore, kendisindeki enternasyonalizmi şu
şekilde izah ediyor:
“İnsanlığın tüm
güzellikleri benim. Upanişadların da dediği gibi İnsanın Ebedi Şahsiyeti, tüm
insan ırkları arasında kurulacak o görkemli ahenk olmadan gerçekleşemez. Duam
şudur ki Hindistan, dünyadaki tüm halklar arasında kurulacak işbirliğinin somut
bir ifadesi olsun. Birlik Hakikattir. Birlik, herkesi içine alır, dolayısıyla
inkâr yoluyla ulaşılacak bir hedef değildir. Bugün ruhlarımızı Batı’nın
ruhundan ayırmak için ortaya konulan çaba, ruhsal bir intihar girişimidir. Bugünkü
çağ, bütün gücüyle Batı’ya aittir. Bu, ancak Batı’nın insana büyük bir görev
yüklemesiyle mümkün olabilmiştir. Doğu’nun insanları olarak bizim kendimize
öğretmemiz gereken şeyler vardır. Hiç şüphe yok ki kendi kültürümüzle uzun
zamandır temas hâlinde olmamamız, sonuç olarak Batı’nın kültürünün doğru yere
konulamaması, kötü bir şeydir. Fakat, kötü olduğunu söyleyip onunla teması
kopartmamak, fikri fakirlikten başka bir şey üretmemiş olan taşralılığın en
kötü biçimini teşvik edecektir. Bugünün sorunu küresel bir sorundur. Hiçbir
insan, kendisini başkalarından ayırarak sağlığına kavuşamaz. İnsanlar, ya
kendilerini birlikte kurtaracak ya da yok olacaklar.”
Rabindranath
Tagore, Doğu ile Batı arasında kurulacak işbirliğini savunuyor. Bu nedenle,
Batı’nın mallarını boykot etme kararını ve bu yönde ortaya konulan eylemleri onaylamıyor.
Çıkrığa geri dönülünce mucizevi sonuçlar elde edileceğini düşünmüyor. “Madem
büyük makineler Batı’nın ruhu için tehlikeli, o vakit küçük makineler de bizim
için daha az tehlikeli olmalı” diye soruyor.
Bu
türden görüşlerinde Rabindranath Tagore, o el üstünde tuttuğu idealizminden
bağımsız olarak, gerçekte karşımıza Gandi’den daha gerçekçi biri olarak
çıkıyor.
Hindistan,
özgürlüğüne kendisini Batı’nın bilimi ve makinelerinden gizemli âleme çekilip
kopmak suretiyle kavuşamaz. Direniş eylemleri üzerinden elde edilen politik
deneyim, Gandi’nin öngörüleriyle çelişiyor.
Fakat
öte yandan Rabindranath Tagore, Gandi’yi politik lider olarak ortaya koyduğu faaliyetleri
üzerinden kınarken, kendisi de soyutlama alanına çekiliyor. Peki Tagore, Gandi’yi
politik lider değil de dindar bir reformcu olduğu için mi eleştiriyor yoksa
esasında kendisi ahlak ve estetik düzleminde politikayı küçümsediği için mi bu
eleştiriyi dillendiriyor? Dindar reformculuk konusunda Tagore, haklı olabilir.
Daha
önce Gandi ile ilgili kaleme aldığım yazıda aktardığım biçimiyle, Mahatma’nın
çalışmaları politik olmaktan çok ahlaki ve dini. Ayrıca Gandi, gücünü Hindulara
kölelik, açlık gibi meseleler konusunda çözüm sunuyor oluşundan alıyor. Bu anlamda,
Gandi, dini vaazları değil, politik ve ekonomik çıkarları temel alan yaklaşımı
sayesinde öne çıkıyor.
Buna
karşılık, Tagore, ilhamını sadece şair ve felsefeciye ait kanaatlerinden
alıyormuş gibi görünüyor. Tagore, Hindistan’ın politik ve toplumsal
meselelerini Gandi’ye nazaran daha az düşünüyor. Svarac denilen ülke idaresi,
onu pek ilgilendirmiyor. Politik ve toplumsal devrim onu hiç
heyecanlandırmıyor. Tagore, eylem adamı değil. O, bir şair ve ideolog. Gandi, bu
konuda onu hakikate dair o derin sezgisiyle suçluyor: “Bu bir savaş. Bırakalım
şairimiz lirini yere bıraksın! Şarkısını sonra söylesin.”
Tagore’la
yürüttüğü polemiğin bu kısmında Mahatma, peygambervari bir dille konuşuyor:
“Şair dediğin, yarın için
yaşar ama aynısını bizim yapmamızı istemez. […] Biz oturup kumaş dokumalıyız!
Herkes dokusun kumaşını! Tagore da başkaları gibi dokusun! Yabancı kıyafetlerini
ateşe versin! Bugünün görevi bu. Yarınla Tanrı ilgilenir. Gita’nın da dediği
gibi, salih amellerde bulunun!”
Görebildiğimiz
kadarıyla Tagore’un halkın ruhuyla bir alakası bulunmuyor. Onların derdini,
çilesini yüreğinde hissetmiyor. Halkın tutkusunu ve şiddetini zerre
paylaşmıyor. Bu adamdaki düşünsel ve ahlaki duyarlılık had safhada ama o, bir
prensin torunu olarak, yüksek mertebelerin, aristokrasinin hayat anlayışını
miras almış. Hiyerarşi anlayışı, etine, ruhuna işlemiş. Hindu devrimini, Svadeşi
hareketini tümüyle anlayabilmesi, yüreğinde hissedebilmesi için onun halka ve
tarihe biraz yaklaşması gerekiyor.
Tagore’un
Batı medeniyetine yönelik yaklaşımında Mahatma’nın yaklaşımındaki kadar öfke
yok. Mahatma, Batı medeniyetini “şeytani bir olgu” olarak tarif ederken Tagore,
bu tür bir fikre sahip değil. Ama o da Batı medeniyetinin sonunun geldiğini hissediyor,
günahlarını bir bir mahkûm ediyor.
Tagore,
Avrupa’nın içini materyalizmin kemirip tükettiğini düşünüyor. Şehrin insanını
redde tabi tutuyor. Şehrin fazla irileşmesini Batı’daki çürümenin bir alameti
veya bu çürümeye sebep olan unsurlardan biri olarak görüyor. Modern Babil’ler
onu hiçbir şekilde cezbetmiyor, aksine, kendisini kedere boğuyor. O, şehirleri
ruhsuz buluyor. İnsanın hayatın kaynağı olarak doğayla temas hâlinde kalmasını
sağlayan köylü hayatını ise çok seviyor.
Tagore’un
köylü hayatına ait bir insan olduğu açık. Ondaki ahlak ve metafizik anlayışının
şekillendirdiği, kapitalizmin krizine dair izleniminin gene de somut ve
derinlikli olduğunu görmek gerekiyor. Tagore’a göre, Batı’nın elindeki
zenginlik açgözlü bir zenginliktir. Batı’nın zenginleri, zenginliği toplumsal
amaçlarından kopartmıştır. Bu zenginlerdeki açgözlülük, lüks anlayışı, idare
ettikleri malların kullanımına ait ahlaki sınırları ihlal ediyor. Zenginlerin zevkleriyle
ilgili izlenim, bir biçimde sınıfsal nefrete yol açıyor. Para sevgisi Batı’ya
kaybettiriyor. Bu anlamda, Tagore, babahancı ve aristokratik bir zenginlik
anlayışına sahip.
Neticede
düşünür Tagore, şair Tagore’un gerisinde kalıyor. Her şeyden önce Tagore büyük
bir şair, zeki bir sanatçı. Bugün yazılmış hiçbir kitapta Tagore’un Gitanjali
kitabındaki şiirsel rayiha ve derinlik yok. Bu kitaptaki şiirler, bir köylü
kadar pürüzsüz, çapaksız ve basit. Ayrıca, André Gide’in ifade ettiği
biçimiyle, hiçbir mitolojinin ürünü olmamak gibi önemli bir vasfa ve değere sahip.
Yeni Ay ve Bahçıvan’da da aynı saflığı, aynı basitliği, aynı ilahi lütfu bulmak
mümkün. Onda da şiirler alabildiğine derin. Hep insanın sesini duyuyorsunuz. Çokluğun,
kalabalıkların sesini hiçbir şekilde duymuyorsunuz. Ama gene de bu şiirler evrensel
bir duygunun doğurduğu sözler.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder