Pages

10 Temmuz 2024

Bilgisayar Fetişizmine Karşı


Giriş

İçinde olduğumuz dönemde benim en çok nefret ettiğim hususlardan biri de insanların bilgisayarlarla kurdukları tuhaf ilişkidir. Bu makineler, hayatımız içerisinde öyle yaygınlaştı ki onları giderek insanileştirdik ve bu insanileştirme çabası, gerçekten endişe verici bir düzeye ulaştı, çünkü bu çaba, kendimize dair algımızı bir biçimde büküp aşındırıyor.

Kendisine ait tuhaf teolojisi ve eskatolojisiyle tamama eren yeni bir sahte dini akım gibi görünmeye başlanan “yapay zekâ”nın yaygınlaşmasıyla bu sözünü ettiğim eğilim, daha da tehlikeli ve sıradan bir olgu hâline geldi. İnsanlar, bugün bilgisayarlarının İsa Mesih’in ikinci zuhurunu bekleyenler gibi bilgisayarlarının “bilinçleneceği” günü bekliyorlar.

İlgili konu başlığına ciddiyetle yaklaşmanın vaktidir. Bilgisayara yönelik tavırlara artık itiraz etmek gerekiyor. Benim bu yazıyı yazmamın amacı da bu. Bilgisayar fetişizmi, günümüzde ortaya çıkmış, bilgisayarlara ruhani ya da dini anlama sahip nesnelermiş gibi muamele edilmesiyle ilgili bir eğilim. Burada yapay zekânın teknik ayrıntılarını ele almak yerine, bilgisayarlara yönelik olarak ateistlerin geliştirdikleri dini yaklaşımı eleştireceğim. Burada amacım, söz konusu yaklaşımların nihayetinde yanlış olduklarını ve materyalizmin, her şeyi madde yığınına indirgeyen görüşün anlam arayışını ortadan kaldırma çabasının bir sonucu olduğunu ortaya koymak.

Bu meselelere felsefi açıdan yaklaşılacağını söylememe bile gerek yok. Felsefeden bahsetmemin sebebi, bu bilgisayar tapınıcılarının felsefeyi hor görmeleri. Nihayetinde zihnin niteliği ve gerçeklikle nasıl ilişki kurduğu, özünde felsefi meselelerdir. Burada ne bilimsel ne de mühendislik temelli bir yaklaşım benimsenecek. Burada daha çok Platonizm ve Vedanta ile tanımlı bir bakış açısı üzerinden hareket edilecek, zira bu felsefe okulları, bahsini ettiğimiz meselelerle kapsamlı bir biçimde ilgilenmişler.

Böylesi bir girişin ardından başlayalım.

Beyin Bilgisayar Değildir

Bilgisayarlar artık hayatımızın her noktasında varlığını güçlü bir biçimde hissettiriyorlar, öyle ki bugün hepimiz kendimize dair düşünce geliştirirken ne yazık ki bilgisayar terimlerine başvurma ihtiyacı duyuyoruz. Bana göre bu olgu, önemli ölçüde zihni bilgisayarın işleyişine dair bir mecaz olarak kullanmaktan kaynaklanıyor.

Enformasyon (malumat) çağından evvel, konudan bihaber olanlar, bilgisayarların gerçekte ne yaptıklarını bilmezler, dolayısıyla, zihni bilgisayarı tarif etmek için bir tür mecaz olarak kullanırlardı. Neticede bilgisayarlar, “hafıza”sına bilgileri depoluyor, bilgileri işlediği vakit “düşünmüş” oluyor, buna benzer mecazi ifadelere başvuruluyordu.

Ama zamanla bir noktadan sonra kültürümüz, dijital yazılım ile birlikte daha da konforlu bir hâl aldı, insani psikolojinin önemi kalmadı, böylelikle, insan zihnini açıklarken bir mecaz olarak bilgisayara atıfta bulunulmaya başlandı. Buna neyin sebep olduğunu ben de tam olarak bilmiyorum ama görünüşe göre hegemonik bir fikriyat olarak materyalizm, psikoloji alanının terk edilip insani etoloji (davranış bilimleri) alanına çekilmemize neden oldu. Buna ek olarak, insanlarla vakit geçirmemeye, bilgisayarlarla insanlardan daha fazla birlikte olmaya alıştık. Bir noktada bilgisayarları kendimizden daha iyi anladığımızı düşünmeye başladık.

Böylelikle beyin, “biyolojik bilgisayar” olarak tahayyül edilmeye başlandı. Oysa bu, beyni tümüyle yanlış ve insanı hataya sürükleyecek bir şekilde anlamanın somut bir örneğiydi. Beyinle bilgisayar arasındaki farklılıkları üstünkörü incelesek bile ikisinin birbiriyle alakasının olmadığını, kıyaslama bile kabul etmeyecek iki farklı olgu olduğunu görürüz. Bilgisayarı beyinle kıyaslayanların yaklaşımının alabildiğine yüzeysel ve mecazi olduğunu, kapsamlı ve derinlikli bir fikre ulaşmamızı sağlayamayacağını görmemiz gerekiyor.

Beyinle bilgisayar arasındaki en net farklılık şu: bilgisayar, silikon tabanlı transistörler kullanırken, beyin nöronlardan oluşuyor. Bu, hiç de ufak bir farklılık değil. Transistörler ve nöronlar, niteliksel açıdan çok farklı işleyiş tarzlarına sahipler. Transistörler, statik ve değişmez. Nöronlarsa kendisini yeni koşullara uyarlayıp farklılaşabilen olgular. Kendilerini yeniden düzene sokabiliyorlar, yeni bağlantılar kurabiliyorlar, yeni yollar açabiliyorlar, hatta kendilerini yeniden üretebiliyorlar. Nöronlar, kendileri arasındaki ilişkiyi değiştiren kimyasal aktarıcılar kullanıyorlar. Oysa transistörler, böylesi bir işleve sahip değil. Ayrıca, bilgisayarları motive eden bir unsur da yok, bu anlamda bilgisayarlar, döpamin ödüllendirme sistemine de sahip değiller! Farklılık konusunda bu türden örnekler aktarılabilir.

Pratikte bu farklılık ne anlama geliyor? Transistör tabanlı sistemin yaptığı işlem türü, nöron tabanlı sistemin yaptığı işlemden tümüyle farklı. Bilgisayar ikili kodla çalışırken, beyinde böyle bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla, bir bilgisayar aritmetik işlemler yaparken sayıları ikili sisteme çeviriyor, işlemleri bu rakamlar üzerinden yapıyor. Bizse aritmetik işlemlerde ikili sayı sistemini kullanmıyoruz. Bu bize tuhaf gelen işlem yerine sembollere (2’ye 4’ten farklı bir anlam yüklüyoruz), parmaklarımızı saymak gibi görselleştirme işlemlerine başvuruyoruz ve söze döküyoruz, yani “bir, iki, üç…” diye sesli sayıyoruz. Burada temsili esas alan yaklaşıma başvuruluyor.

Bilgisayar fetişistlerinde yaygın olarak görülen kanaate göre bilgisayarlar, daha hızlı veya daha güçlü olsalar insan beynine benzeyecekler. Oysa böyle bir durum söz konusu değil. Beyinle bilgisayar arasındaki farklılıklar niceliksel değil niteliksel.

Beyin, oyun bilgisayarının kullandığı gücün-enerjinin küçük bir kısmını kullanıyor olsa da resimlendirme becerisi daha üstün, zekâsı çok yönlü ve ortama kolay uyum sağlıyor. Buradaki sorun işlem yapma becerisiyle değil, işlemin yöntemiyle ilgili. Beyniniz işleri bilgisayarınızdan daha hızlı yapmıyor, o işleri farklı yapıyor.

Tam da bu sebeple bilgisayarınız ezbere matematik işlemleri sizden daha iyi yapabiliyor ama bir matematik sorusunu analiz ederek çözüme kavuşturamıyor. Bir bilgisayar, mantık kapılarını hızla geçebiliyor ama yan sorunlara çözüm bulamıyor. Bu sebeple, beyni bilgisayarmış gibi ele alan yaklaşım tümüyle hatalı.

İnsan, “malumatları işleme tabi tutmuyor.” İnsan düşünüyor. İnsan bilgileri bir yerden çekmiyor. İnsan hatırlıyor. İnsan simüle etmiyor. O hayal kuruyor. İnsan, “güncellemeleri indirmiyor”. İnsan öğreniyor. İnsanın hafızası, kafanın içindeki veri noktalarından ibaret değil, onlar edindiğiniz, sizi siz yapan deneyimler. İnsan bir şey öğrendiğinde, o öğrendiği şey veri değil bilgidir. Peki bilginin veriden farkı ne? Burada Latince bir paragrafı ezberlemekle oradaki anlamı bilmek arasındaki farka benzer bir fark söz konusu.

Zihnin Doğası

Buraya kadar mesele, materyalist çerçeveden ele alındı. Ama burada amaç, mesele materyalist çerçeveden ele alınsa da bir bilgisayarla beynin kıyaslanması için gerekli zeminin hiçbir şekilde mevcut olmadığını göstermekti. Asıl önemli sorunlarsa zihni ele aldığımızda, zihni değerlendirmeye çalıştığımızda açığa çıkıyor. İşte bu noktada materyalizmin sınırlarının ötesine geçmemiz gerekiyor.

Zihnin ne olduğuyla ilgili tanım konusunda şu söylenebilir: Zihin, deneyimlerin meydana geldiği içsel alan veya mekândır. Bunu söylememin sebebi, zihni öznel olarak nasıl deneyimlediğimizi ortaya koymak istememdir.

Zihin akla indirgenemez, çünkü akıllı olmayan insanların da bir zihni vardır. Ayrıca zihin düşüncelere ve duygulara da indirgenemez. Zihin, bu tür şeylerin meydana geldiği yerdir. Düşünceler ve duygular zihinde oluşur, duyu organlarımız orada algılar. Bu anlayışın önemli kimi çıkarımları mevcut.

1. Zihin, maddi bir nesne değil. Zihin, maddi bir şeylerden oluşmaz, ayrıca onun muhtevası da maddi değil. Kırmızı bir top gördüğümde topun kırmızılığına ve yuvarlaklığına dair öznel deneyimimi maddi ifadelerle tarif edemem. Bu tür özellikler, şahsi algılanan özellik ve nitelik anlamında “qualia” olarak nitelendirilmiş. Ama bu yaklaşım, topu taca atmaktan başka bir şeyi ifade etmiyor.

Qualia, bilimsel kanıttan yoksun, bunlar öznel olgular. Onların nasıl veya neyden ortaya çıktığı, nelerden meydana geldiği konusunda kimsenin bir fikri yok. Ayrıca qualia’nın varlığını net olarak da bilmiyoruz. Çünkü biz onları doğrudan deneyimliyoruz. Zihinle meşgul olduğunda materyalizm, açıklama modeli olma vasfını yitiriyor ve çuvallıyor.

Demek ki bizim zihne tersten, bize uygun olarak inşa edilecek bir şeymiş gibi yaklaşmamız gerekiyor. Buradan ikinci çıkarıma ulaşıyoruz.

2. Zihin, muhtevasının veya yaptığı işlemlerin toplamı değil. Zihin, farklı ve çok sayıda deneyimi içeriyor. Mebzul miktarda eylem ve işlemi gerçekleştiriyor, ama böyle diye, tek tek veya bütün olarak bu eylemler ve işlemler zihne denk düşmüyor. Öyle olsaydı, zor sorulara çözüm bularak zihnimizin büyüklüğünü artırabilir, oldukça gürültülü bir ortamda güçlü duygulara kapılabilirdik.

Gelgelelim biz, zihni bu şekilde deneyimlemiyoruz. Bilâkis, gürültülü bir ortam bizi tümüyle ele geçiriyor. Bize hâkim oluyor.

Bu anlamda zihin, içine ne kadar çok şey koyarsanız o kadar çok genişleyen bir çuval değil. O, daha çok içine daha çok şey attıkça daha fazla dalgalanan bir göl yüzeyi gibi. Zihin, akılla alakalı içeriklerin ortaya çıktığı, akli işlemlerin yapıldığı “yer”, o içeriklerin ve işlemin kendisi değil. Buradan üçüncü çıkarıma geçebiliriz.

3. Zihin, daha fazla işlem yapmak suretiyle oluşturulabilecek bir şey değil. “Genel yapay zekâ”daki yanılgı tümüyle bununla ilgili. Burada içine yüklediğiniz her sorunu çözmek için kendi kavramlarını, fikirlerini, zihin modellerini vs. oluşturabilecek bir bilgisayar yaratmak isteniyor. Bunun için bir zihne ihtiyaç var, zira zihin, bu kavramların, fikirlerin ve modellerin ortaya çıktığı, varlık imkânı bulduğu yer. Gelgelelim, bilgisayarınızın yaptığı türden işlemlerin sayısını artırmak suretiyle bir zihin yaratamazsınız. Yaratsanız bile bu, onlarca işlemi yapan karmaşık bir yapay zekâ olacaktır ve bu da bir zihin değil, çok amaçlı bir İsviçre çakısı olacaktır.

Bazıları, zihni işletim sistemine benzetiyor ama bu, bence hatalı bir fikir. İşletim sistemleri, yazılımı ve donanımı yönetir, arka planda gerekli işlemleri yapmak suretiyle programların çalışmasını sağlar, ama zihin böyle çalışmaz. Zihin, bedeninizi yönetmez. Sindirim sisteminizi veya kalbinizi zihninizle doğrudan kontrol edemezsiniz. Beden, kendi kendine çalışır. O bir canlı olarak, hayatı idame ettirebilmek için gerekli tüm fizyolojik işlemleri kendi içinde yapar. Zihin bu işlemleri kontrol etmez, sadece onların olmasına imkân sağlar.

Deneyim edinmekle birlikte zihnin düşüncelerimiz gibi kontrol ettiği işlemler karşısında bilinçli tercihe kavuşuruz. Zihin, akli işlemlerin ve muhtevanın oluşmasını sağlar. Bu muhteva, dışsal, bedensel, bilince ve bilinçaltına dair muhteva da dâhildir. Zihin, ayrıca bu muhtevayı kendi içinde tüketir. Bu hareketiyle zihin, tüm bilinçli deneyimimizi meydana getirir.

Zihin Bilgisayar Programı Değil

Zihnin doğası konusunda buraya kadar belirttiğimiz hususlar çok soyut gelebilir, fakat zihinle yazılım arasındaki ana farklılığı belirlemek için bu hususların aktarılması gerekiyordu. Daha önce belirttiğimiz üzere, beyin dinamik ve canlı bir varlık olarak bilgisayardan farklı, bilgisayar statik ve ölü bir şey. Aynı farklılık, zihinle yazılım arasında da söz konusu.

Zihin, dış dünya ile içimizdeki bilinçli özne arasındaki deneyimsel köprüyü kuruyor. Bedenin ve hislerimizin dışındaki dünyayı iç mekânda deneyimliyoruz. Bu köprü sayesinde bilinçli özne, beden aracılığıyla dış dünyada faaliyet yürütüyor. Zihin, anestezi gibi durumlarda aktif değilken biz dış dünyanın da iç dünyanın da farkında olmayız, ayrıca bedenimizi bilinçli olarak kontrol de edemeyiz.

Oysa bir bilgisayar programı kendi içinde deneyimsel bir bileşene sahip değil. Zihin eylemdeki özneye içeriden yönelirken, bilgisayar kullanıcısına dışarıdan yöneliyor. Bilgisayar iç dünyaya sahip değil, bu nedenle yaptığı her şey dışsallaştırmadan ibaret.

Bilinçle ilgili bir tarafı var bu söylediklerimizin. Ayrıca işlev meselesiyle de alakalı. İnsanlar bilgisayar yapıyor, bilgisayar programları yazıyorlar. Bilgisayar, tümüyle kendi işlemlerinin bazılarını dışa ait kılmaya çalışan insan zihninin bir ürünü. Başka bir ifadeyle, bir bilgisayar programı insandaki zihinsel süreçler gibi işlemiyor, bu zihinsel işlemleri kavramsallaştıran insan zihninin ta kendisi. Bilgisayarlar zihinsel işlemler yapamıyorlar, insan zihnine anlamlı gelecek yollardan bu zihinsel işlemleri taklit ediyorlar, böylece zihnin yaptığı bazı işlemleri dış bir unsura yaptırmasına imkân sağlıyor.

Dolayısıyla, zihin bilgisayardaki yazılımdan farklı olduğu gibi beyin de bilgisayardaki donanımdan farklı. Bunlar, tümüyle farklı yollardan, farklı gerekçelere bağlı olarak çalışan tümüyle farklı varlıklar.

Bu farklılığın önemli bir sonucu olarak bilgisayar, insan zihninin kavramsallaştırmadığı bir şeyi hiçbir şekilde yapamıyor. Zihnin içerisinde gerçekleşen ve zihnin kendisine kapalı olan her türden işlem bilgisayar kullanılarak simüle edilemez. Bu da bizi diğer bir önemli meseleye getiriyor.

Bilinçlilik Meselesi

Bir bilgisayar bilinçli olabilir mi? Bilinç, madem ki zihne kapalı, o vakit bilinç, bir bilgisayar kullanılarak simüle edilemez. Bir şey kavramsallaştırılamıyor, nesneleştirilemiyor ve dışsallaştırılamıyorsa o vakit o şeyi yapacak bir bilgisayar programı oluşturamayız, çünkü bilgisayar programları, insan zihninin dışsallaştırılması, dışa dökülmesi pratiğidir. Peki bilinç nesneleştirilebilir mi? Asıl mesele de bu galiba.

Bu soruya cevap verebilmek için bizim önce bilinci anlamamız gerekiyor. Bu iş öyle göründüğü kadar kolay değil. Bilinçli olmanın nasıl bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz ama bilincin şeylerin neye benzediklerini bilmek olduğunu kaç kişi biliyor? Farklı bir ifadeyle, bilinç, eşyanın öznel olarak farkında olunmasıyla ilgili faaliyetin ta kendisidir. Zihin, deneyim alanıysa bilinç de deneyimleyendir. Nesneler dünyasında bilinç, öznedir. O, gerçek Ben’dir.

Bu sebeple bilinci bir bilgisayar simüle edemez, çünkü hâlen daha özne kaldığı sürece bir özneyi nesneleştirmek imkânsızdır. Burada neyi kastediyorum? Size kim olduğunuzu sorduğumu varsayalım. Bu soruya cevap verebilmeniz için sizin kendinize dair bir anlayış oluşturmanız, ardından da benimle iletişim kurmanız gerek. Bu durumda aramızda şöylesi bir sohbet gerçekleşir:

- Siz kimsiniz?

- “Ben John.”

- Hayır, o sizin isminiz. Siz kimsiniz?

- “Şey, ben Amerikalı bir adamım.”

- Hayır, o sizin cinsiyetiniz ve milliyetiniz. Siz kimsiniz?

- “Doktorluk yapıyorum…”

- O da sizin mesleğiniz. Siz kimsiniz?

“Valla ben…”

Verdiğim örnekte siz, bir nesneye işaret edip “işte bu benim” diyorsunuz. Oysa bu nesnelerin hiçbirisi gerçekte siz değilsiniz. Soruma bu şekilde cevap vererek işaret edebileceğiniz başka nesnenin kalmadığı bir yere ulaşıyorsunuz. Kelimeler tükeniyor, artık bir şeye işaret edemediğiniz bir eşiğe gelip dayanıyorsunuz. İşte bu sizin öznelliğiniz, bilinciniz, kendinizle ilişkili gördüğünüz tüm bu şeyleri ilk elden deneyimleyen deneyimleyicisiniz.

Bu özne, deneyimle sınırlı. Bir adım geri çekilip o özneyi bir nesne gibi deneyimleyemezsiniz. Bunu ne vakit yapsanız bir şeyi kaçırırsınız, çünkü özne, deneyimlenen değil deneyimleyen bir şey. Bu özneyi dışarıdan izlemek imkânsız olduğu için bir bilgisayar da onu kavrayamayacağı için simüle edemez.

Bir bilgisayar bu sebeple asla bilinçli kılınamaz.

Bu kimilerine soyut bir tartışmaymış gibi gelebilir, ama aslında burada söylediklerim yapay zekâ ile ilgili temel sorunlardan birinin, yani bilinç meselesinin merkezinde duran bir husustur. Bu mesele, temelde şu soruyla ilgilidir: Madde, öznel deneyime nasıl yol açıyor? Bu soruya verilecek cevap kimseyi şaşırtmamalı: yol açmıyor.

Autistocrates
18 Şubat 2024
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder