Giriş
İçinde
olduğumuz dönemde benim en çok nefret ettiğim hususlardan biri de insanların
bilgisayarlarla kurdukları tuhaf ilişkidir. Bu makineler, hayatımız içerisinde
öyle yaygınlaştı ki onları giderek insanileştirdik ve bu insanileştirme çabası,
gerçekten endişe verici bir düzeye ulaştı, çünkü bu çaba, kendimize dair
algımızı bir biçimde büküp aşındırıyor.
Kendisine
ait tuhaf teolojisi ve eskatolojisiyle tamama eren yeni bir sahte dini akım
gibi görünmeye başlanan “yapay zekâ”nın yaygınlaşmasıyla bu sözünü ettiğim
eğilim, daha da tehlikeli ve sıradan bir olgu hâline geldi. İnsanlar, bugün
bilgisayarlarının İsa Mesih’in ikinci zuhurunu bekleyenler gibi
bilgisayarlarının “bilinçleneceği” günü bekliyorlar.
İlgili
konu başlığına ciddiyetle yaklaşmanın vaktidir. Bilgisayara yönelik tavırlara
artık itiraz etmek gerekiyor. Benim bu yazıyı yazmamın amacı da bu. Bilgisayar
fetişizmi, günümüzde ortaya çıkmış, bilgisayarlara ruhani ya da dini anlama
sahip nesnelermiş gibi muamele edilmesiyle ilgili bir eğilim. Burada yapay
zekânın teknik ayrıntılarını ele almak yerine, bilgisayarlara yönelik olarak
ateistlerin geliştirdikleri dini yaklaşımı eleştireceğim. Burada amacım, söz
konusu yaklaşımların nihayetinde yanlış olduklarını ve materyalizmin, her şeyi
madde yığınına indirgeyen görüşün anlam arayışını ortadan kaldırma çabasının
bir sonucu olduğunu ortaya koymak.
Bu
meselelere felsefi açıdan yaklaşılacağını söylememe bile gerek yok. Felsefeden
bahsetmemin sebebi, bu bilgisayar tapınıcılarının felsefeyi hor görmeleri.
Nihayetinde zihnin niteliği ve gerçeklikle nasıl ilişki kurduğu, özünde felsefi
meselelerdir. Burada ne bilimsel ne de mühendislik temelli bir yaklaşım
benimsenecek. Burada daha çok Platonizm ve Vedanta ile tanımlı bir bakış açısı
üzerinden hareket edilecek, zira bu felsefe okulları, bahsini ettiğimiz
meselelerle kapsamlı bir biçimde ilgilenmişler.
Böylesi
bir girişin ardından başlayalım.
Beyin
Bilgisayar Değildir
Bilgisayarlar
artık hayatımızın her noktasında varlığını güçlü bir biçimde hissettiriyorlar,
öyle ki bugün hepimiz kendimize dair düşünce geliştirirken ne yazık ki
bilgisayar terimlerine başvurma ihtiyacı duyuyoruz. Bana göre bu olgu, önemli
ölçüde zihni bilgisayarın işleyişine dair bir mecaz olarak kullanmaktan
kaynaklanıyor.
Enformasyon
(malumat) çağından evvel, konudan bihaber olanlar, bilgisayarların gerçekte ne
yaptıklarını bilmezler, dolayısıyla, zihni bilgisayarı tarif etmek için bir tür
mecaz olarak kullanırlardı. Neticede bilgisayarlar, “hafıza”sına bilgileri
depoluyor, bilgileri işlediği vakit “düşünmüş” oluyor, buna benzer mecazi
ifadelere başvuruluyordu.
Ama
zamanla bir noktadan sonra kültürümüz, dijital yazılım ile birlikte daha da
konforlu bir hâl aldı, insani psikolojinin önemi kalmadı, böylelikle, insan
zihnini açıklarken bir mecaz olarak bilgisayara atıfta bulunulmaya başlandı.
Buna neyin sebep olduğunu ben de tam olarak bilmiyorum ama görünüşe göre
hegemonik bir fikriyat olarak materyalizm, psikoloji alanının terk edilip
insani etoloji (davranış bilimleri) alanına çekilmemize neden oldu. Buna ek
olarak, insanlarla vakit geçirmemeye, bilgisayarlarla insanlardan daha fazla
birlikte olmaya alıştık. Bir noktada bilgisayarları kendimizden daha iyi
anladığımızı düşünmeye başladık.
Böylelikle
beyin, “biyolojik bilgisayar” olarak tahayyül edilmeye başlandı. Oysa bu, beyni
tümüyle yanlış ve insanı hataya sürükleyecek bir şekilde anlamanın somut bir
örneğiydi. Beyinle bilgisayar arasındaki farklılıkları üstünkörü incelesek bile
ikisinin birbiriyle alakasının olmadığını, kıyaslama bile kabul etmeyecek iki
farklı olgu olduğunu görürüz. Bilgisayarı beyinle kıyaslayanların yaklaşımının
alabildiğine yüzeysel ve mecazi olduğunu, kapsamlı ve derinlikli bir fikre
ulaşmamızı sağlayamayacağını görmemiz gerekiyor.
Beyinle
bilgisayar arasındaki en net farklılık şu: bilgisayar, silikon tabanlı
transistörler kullanırken, beyin nöronlardan oluşuyor. Bu, hiç de ufak bir
farklılık değil. Transistörler ve nöronlar, niteliksel açıdan çok farklı
işleyiş tarzlarına sahipler. Transistörler, statik ve değişmez. Nöronlarsa kendisini
yeni koşullara uyarlayıp farklılaşabilen olgular. Kendilerini yeniden düzene
sokabiliyorlar, yeni bağlantılar kurabiliyorlar, yeni yollar açabiliyorlar,
hatta kendilerini yeniden üretebiliyorlar. Nöronlar, kendileri arasındaki
ilişkiyi değiştiren kimyasal aktarıcılar kullanıyorlar. Oysa transistörler,
böylesi bir işleve sahip değil. Ayrıca, bilgisayarları motive eden bir unsur da
yok, bu anlamda bilgisayarlar, döpamin ödüllendirme sistemine de sahip
değiller! Farklılık konusunda bu türden örnekler aktarılabilir.
Pratikte
bu farklılık ne anlama geliyor? Transistör tabanlı sistemin yaptığı işlem türü,
nöron tabanlı sistemin yaptığı işlemden tümüyle farklı. Bilgisayar ikili kodla
çalışırken, beyinde böyle bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla, bir bilgisayar
aritmetik işlemler yaparken sayıları ikili sisteme çeviriyor, işlemleri bu
rakamlar üzerinden yapıyor. Bizse aritmetik işlemlerde ikili sayı sistemini
kullanmıyoruz. Bu bize tuhaf gelen işlem yerine sembollere (2’ye 4’ten farklı
bir anlam yüklüyoruz), parmaklarımızı saymak gibi görselleştirme işlemlerine
başvuruyoruz ve söze döküyoruz, yani “bir, iki, üç…” diye sesli sayıyoruz.
Burada temsili esas alan yaklaşıma başvuruluyor.
Bilgisayar
fetişistlerinde yaygın olarak görülen kanaate göre bilgisayarlar, daha hızlı
veya daha güçlü olsalar insan beynine benzeyecekler. Oysa böyle bir durum söz
konusu değil. Beyinle bilgisayar arasındaki farklılıklar niceliksel değil
niteliksel.
Beyin,
oyun bilgisayarının kullandığı gücün-enerjinin küçük bir kısmını kullanıyor
olsa da resimlendirme becerisi daha üstün, zekâsı çok yönlü ve ortama kolay
uyum sağlıyor. Buradaki sorun işlem yapma becerisiyle değil, işlemin yöntemiyle
ilgili. Beyniniz işleri bilgisayarınızdan daha hızlı yapmıyor, o işleri farklı
yapıyor.
Tam
da bu sebeple bilgisayarınız ezbere matematik işlemleri sizden daha iyi
yapabiliyor ama bir matematik sorusunu analiz ederek çözüme kavuşturamıyor. Bir
bilgisayar, mantık kapılarını hızla geçebiliyor ama yan sorunlara çözüm
bulamıyor. Bu sebeple, beyni bilgisayarmış gibi ele alan yaklaşım tümüyle
hatalı.
İnsan,
“malumatları işleme tabi tutmuyor.” İnsan düşünüyor. İnsan bilgileri bir yerden
çekmiyor. İnsan hatırlıyor. İnsan simüle etmiyor. O hayal kuruyor. İnsan,
“güncellemeleri indirmiyor”. İnsan öğreniyor. İnsanın hafızası, kafanın
içindeki veri noktalarından ibaret değil, onlar edindiğiniz, sizi siz yapan
deneyimler. İnsan bir şey öğrendiğinde, o öğrendiği şey veri değil bilgidir.
Peki bilginin veriden farkı ne? Burada Latince bir paragrafı ezberlemekle
oradaki anlamı bilmek arasındaki farka benzer bir fark söz konusu.
Zihnin
Doğası
Buraya
kadar mesele, materyalist çerçeveden ele alındı. Ama burada amaç, mesele
materyalist çerçeveden ele alınsa da bir bilgisayarla beynin kıyaslanması için
gerekli zeminin hiçbir şekilde mevcut olmadığını göstermekti. Asıl önemli
sorunlarsa zihni ele aldığımızda, zihni değerlendirmeye çalıştığımızda açığa
çıkıyor. İşte bu noktada materyalizmin sınırlarının ötesine geçmemiz gerekiyor.
Zihnin
ne olduğuyla ilgili tanım konusunda şu söylenebilir: Zihin, deneyimlerin
meydana geldiği içsel alan veya mekândır. Bunu söylememin sebebi, zihni öznel
olarak nasıl deneyimlediğimizi ortaya koymak istememdir.
Zihin
akla indirgenemez, çünkü akıllı olmayan insanların da bir zihni vardır. Ayrıca
zihin düşüncelere ve duygulara da indirgenemez. Zihin, bu tür şeylerin meydana
geldiği yerdir. Düşünceler ve duygular zihinde oluşur, duyu organlarımız orada
algılar. Bu anlayışın önemli kimi çıkarımları mevcut.
1.
Zihin, maddi bir nesne değil. Zihin, maddi bir şeylerden oluşmaz, ayrıca onun
muhtevası da maddi değil. Kırmızı bir top gördüğümde topun kırmızılığına ve
yuvarlaklığına dair öznel deneyimimi maddi ifadelerle tarif edemem. Bu tür
özellikler, şahsi algılanan özellik ve nitelik anlamında “qualia” olarak
nitelendirilmiş. Ama bu yaklaşım, topu taca atmaktan başka bir şeyi ifade
etmiyor.
Qualia,
bilimsel kanıttan yoksun, bunlar öznel olgular. Onların nasıl veya neyden
ortaya çıktığı, nelerden meydana geldiği konusunda kimsenin bir fikri yok.
Ayrıca qualia’nın varlığını net olarak da bilmiyoruz. Çünkü biz onları
doğrudan deneyimliyoruz. Zihinle meşgul olduğunda materyalizm, açıklama modeli
olma vasfını yitiriyor ve çuvallıyor.
Demek
ki bizim zihne tersten, bize uygun olarak inşa edilecek bir şeymiş gibi
yaklaşmamız gerekiyor. Buradan ikinci çıkarıma ulaşıyoruz.
2.
Zihin, muhtevasının veya yaptığı işlemlerin toplamı değil. Zihin, farklı ve çok
sayıda deneyimi içeriyor. Mebzul miktarda eylem ve işlemi gerçekleştiriyor, ama
böyle diye, tek tek veya bütün olarak bu eylemler ve işlemler zihne denk
düşmüyor. Öyle olsaydı, zor sorulara çözüm bularak zihnimizin büyüklüğünü
artırabilir, oldukça gürültülü bir ortamda güçlü duygulara kapılabilirdik.
Gelgelelim
biz, zihni bu şekilde deneyimlemiyoruz. Bilâkis, gürültülü bir ortam bizi
tümüyle ele geçiriyor. Bize hâkim oluyor.
Bu
anlamda zihin, içine ne kadar çok şey koyarsanız o kadar çok genişleyen bir
çuval değil. O, daha çok içine daha çok şey attıkça daha fazla dalgalanan bir
göl yüzeyi gibi. Zihin, akılla alakalı içeriklerin ortaya çıktığı, akli
işlemlerin yapıldığı “yer”, o içeriklerin ve işlemin kendisi değil. Buradan
üçüncü çıkarıma geçebiliriz.
3.
Zihin, daha fazla işlem yapmak suretiyle oluşturulabilecek bir şey değil. “Genel
yapay zekâ”daki yanılgı tümüyle bununla ilgili. Burada içine yüklediğiniz her
sorunu çözmek için kendi kavramlarını, fikirlerini, zihin modellerini vs.
oluşturabilecek bir bilgisayar yaratmak isteniyor. Bunun için bir zihne ihtiyaç
var, zira zihin, bu kavramların, fikirlerin ve modellerin ortaya çıktığı,
varlık imkânı bulduğu yer. Gelgelelim, bilgisayarınızın yaptığı türden
işlemlerin sayısını artırmak suretiyle bir zihin yaratamazsınız. Yaratsanız
bile bu, onlarca işlemi yapan karmaşık bir yapay zekâ olacaktır ve bu da bir
zihin değil, çok amaçlı bir İsviçre çakısı olacaktır.
Bazıları,
zihni işletim sistemine benzetiyor ama bu, bence hatalı bir fikir. İşletim
sistemleri, yazılımı ve donanımı yönetir, arka planda gerekli işlemleri yapmak
suretiyle programların çalışmasını sağlar, ama zihin böyle çalışmaz. Zihin,
bedeninizi yönetmez. Sindirim sisteminizi veya kalbinizi zihninizle doğrudan
kontrol edemezsiniz. Beden, kendi kendine çalışır. O bir canlı olarak, hayatı
idame ettirebilmek için gerekli tüm fizyolojik işlemleri kendi içinde yapar.
Zihin bu işlemleri kontrol etmez, sadece onların olmasına imkân sağlar.
Deneyim
edinmekle birlikte zihnin düşüncelerimiz gibi kontrol ettiği işlemler
karşısında bilinçli tercihe kavuşuruz. Zihin, akli işlemlerin ve muhtevanın
oluşmasını sağlar. Bu muhteva, dışsal, bedensel, bilince ve bilinçaltına dair
muhteva da dâhildir. Zihin, ayrıca bu muhtevayı kendi içinde tüketir. Bu
hareketiyle zihin, tüm bilinçli deneyimimizi meydana getirir.
Zihin
Bilgisayar Programı Değil
Zihnin
doğası konusunda buraya kadar belirttiğimiz hususlar çok soyut gelebilir, fakat
zihinle yazılım arasındaki ana farklılığı belirlemek için bu hususların
aktarılması gerekiyordu. Daha önce belirttiğimiz üzere, beyin dinamik ve canlı
bir varlık olarak bilgisayardan farklı, bilgisayar statik ve ölü bir şey. Aynı
farklılık, zihinle yazılım arasında da söz konusu.
Zihin,
dış dünya ile içimizdeki bilinçli özne arasındaki deneyimsel köprüyü kuruyor.
Bedenin ve hislerimizin dışındaki dünyayı iç mekânda deneyimliyoruz. Bu köprü
sayesinde bilinçli özne, beden aracılığıyla dış dünyada faaliyet yürütüyor.
Zihin, anestezi gibi durumlarda aktif değilken biz dış dünyanın da iç dünyanın
da farkında olmayız, ayrıca bedenimizi bilinçli olarak kontrol de edemeyiz.
Oysa
bir bilgisayar programı kendi içinde deneyimsel bir bileşene sahip değil. Zihin
eylemdeki özneye içeriden yönelirken, bilgisayar kullanıcısına dışarıdan
yöneliyor. Bilgisayar iç dünyaya sahip değil, bu nedenle yaptığı her şey
dışsallaştırmadan ibaret.
Bilinçle
ilgili bir tarafı var bu söylediklerimizin. Ayrıca işlev meselesiyle de
alakalı. İnsanlar bilgisayar yapıyor, bilgisayar programları yazıyorlar.
Bilgisayar, tümüyle kendi işlemlerinin bazılarını dışa ait kılmaya çalışan
insan zihninin bir ürünü. Başka bir ifadeyle, bir bilgisayar programı insandaki
zihinsel süreçler gibi işlemiyor, bu zihinsel işlemleri kavramsallaştıran insan
zihninin ta kendisi. Bilgisayarlar zihinsel işlemler yapamıyorlar, insan
zihnine anlamlı gelecek yollardan bu zihinsel işlemleri taklit ediyorlar,
böylece zihnin yaptığı bazı işlemleri dış bir unsura yaptırmasına imkân
sağlıyor.
Dolayısıyla,
zihin bilgisayardaki yazılımdan farklı olduğu gibi beyin de bilgisayardaki
donanımdan farklı. Bunlar, tümüyle farklı yollardan, farklı gerekçelere bağlı
olarak çalışan tümüyle farklı varlıklar.
Bu
farklılığın önemli bir sonucu olarak bilgisayar, insan zihninin
kavramsallaştırmadığı bir şeyi hiçbir şekilde yapamıyor. Zihnin içerisinde
gerçekleşen ve zihnin kendisine kapalı olan her türden işlem bilgisayar
kullanılarak simüle edilemez. Bu da bizi diğer bir önemli meseleye getiriyor.
Bilinçlilik
Meselesi
Bir
bilgisayar bilinçli olabilir mi? Bilinç, madem ki zihne kapalı, o vakit bilinç,
bir bilgisayar kullanılarak simüle edilemez. Bir şey kavramsallaştırılamıyor,
nesneleştirilemiyor ve dışsallaştırılamıyorsa o vakit o şeyi yapacak bir
bilgisayar programı oluşturamayız, çünkü bilgisayar programları, insan zihninin
dışsallaştırılması, dışa dökülmesi pratiğidir. Peki bilinç nesneleştirilebilir
mi? Asıl mesele de bu galiba.
Bu
soruya cevap verebilmek için bizim önce bilinci anlamamız gerekiyor. Bu iş öyle
göründüğü kadar kolay değil. Bilinçli olmanın nasıl bir şey olduğunu hepimiz
biliyoruz ama bilincin şeylerin neye benzediklerini bilmek olduğunu kaç kişi
biliyor? Farklı bir ifadeyle, bilinç, eşyanın öznel olarak farkında olunmasıyla
ilgili faaliyetin ta kendisidir. Zihin, deneyim alanıysa bilinç de
deneyimleyendir. Nesneler dünyasında bilinç, öznedir. O, gerçek Ben’dir.
Bu
sebeple bilinci bir bilgisayar simüle edemez, çünkü hâlen daha özne kaldığı
sürece bir özneyi nesneleştirmek imkânsızdır. Burada neyi kastediyorum? Size
kim olduğunuzu sorduğumu varsayalım. Bu soruya cevap verebilmeniz için sizin
kendinize dair bir anlayış oluşturmanız, ardından da benimle iletişim kurmanız
gerek. Bu durumda aramızda şöylesi bir sohbet gerçekleşir:
-
Siz kimsiniz?
-
“Ben John.”
-
Hayır, o sizin isminiz. Siz kimsiniz?
-
“Şey, ben Amerikalı bir adamım.”
-
Hayır, o sizin cinsiyetiniz ve milliyetiniz. Siz kimsiniz?
-
“Doktorluk yapıyorum…”
-
O da sizin mesleğiniz. Siz kimsiniz?
“Valla
ben…”
Verdiğim
örnekte siz, bir nesneye işaret edip “işte bu benim” diyorsunuz. Oysa bu
nesnelerin hiçbirisi gerçekte siz değilsiniz. Soruma bu şekilde cevap vererek
işaret edebileceğiniz başka nesnenin kalmadığı bir yere ulaşıyorsunuz.
Kelimeler tükeniyor, artık bir şeye işaret edemediğiniz bir eşiğe gelip
dayanıyorsunuz. İşte bu sizin öznelliğiniz, bilinciniz, kendinizle ilişkili
gördüğünüz tüm bu şeyleri ilk elden deneyimleyen deneyimleyicisiniz.
Bu
özne, deneyimle sınırlı. Bir adım geri çekilip o özneyi bir nesne gibi
deneyimleyemezsiniz. Bunu ne vakit yapsanız bir şeyi kaçırırsınız, çünkü özne,
deneyimlenen değil deneyimleyen bir şey. Bu özneyi dışarıdan izlemek imkânsız
olduğu için bir bilgisayar da onu kavrayamayacağı için simüle edemez.
Bir
bilgisayar bu sebeple asla bilinçli kılınamaz.
Bu
kimilerine soyut bir tartışmaymış gibi gelebilir, ama aslında burada
söylediklerim yapay zekâ ile ilgili temel sorunlardan birinin, yani bilinç
meselesinin merkezinde duran bir husustur. Bu mesele, temelde şu soruyla
ilgilidir: Madde, öznel deneyime nasıl yol açıyor? Bu soruya verilecek cevap
kimseyi şaşırtmamalı: yol açmıyor.
Autistocrates
18 Şubat 2024
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder