Özgürleştirme
amacı güden sınıf mücadelesinde genel eğilim, o mücadeleye giren ezilen ve
sömürülenin çıkarlarını aşma yönündedir. Buradan bakıldığında, “komünizmin
çöküşüne dek uzanan yüz elli yıl boyunca gelirin yeniden dağıtılması fikrinin
hâkim paradigmayı teşkil ettiğini” söyleyen tezin indirgemeci olduğu
görülecektir.[1] Peki Komünist Manifesto’nun ortaya çıkarttığı hareket,
bu gelirin yeniden dağıtılması fikrinin bayraktarlığını yaptı mı?
Esasında
ta başından beri özgürleştirme amacı güden sınıf mücadelesinin üç cephesi,
ekonomik talepleri de içeren, ama onların ötesine uzanan bir zemin sundu.
Uluslararası
İşçi Derneği kurulduğu vakit “ezilen milletlerin kurtuluşundan yana” olduğunu
söyledi. Kadınların politik ve toplumsal kurtuluşu, politik haklara
kavuşturulması, mesleklerini özgürce seçmeleri, ev içi köleliğin son bulması
gibi başlıklarda birçok mücadele yürüttü.
Kadın
ve Sosyalizm isimli kitabının önsözünde Engels’in arkadaşı ve
Alman sosyal demokrasisinin lideri August Bebel, otuz yıl önce yayımlanmış,
elli baskı görmüş, 15 dile çevrilmiş olan kitabının giriş bölümünde
çalışmasının, Bismarck’ın yasadışı ilân ettiği sosyalist partinin üyelerince
gizli gizli dağıtılması sayesinde başarı elde ettiğini söylüyordu.[2] O dönemde
kadın hareketi, birkaç ayrı bağla, doğrudan emek hareketine bağlıydı.
Emek
hareketinin ayrımcılık karşıtı mücadelesini salt gelirin yeniden dağıtılması
paradigmasına atıfta bulunarak anlayamayız. Bu paradigma, Birinci
Enternasyonal’in Afrikalı-Amerikalı kölelerin ve özgürleşmesini kendisine dava
belleyişini veya Lincoln’ın köle sahibi Güney’e karşı yürüttüğü savaşla ilgili
değerlendirmesini analiz etmemize pek katkıda bulunmuyor.
Kuzey,
elindeki donanma ile ayrılıkçı Güney’i abluka altına aldı ve onun Britanya’ya
pamuk ihraç etmesine mani oldu. Bu da Britanya’daki tekstil endüstrisinin krize
girmesine, işten çıkartmalara, çalışma saatlerinin düşmesine ve düşük ücretlere
yol açtı. Bu gelişmeye karşın Marx, işçilerin sanayicilerin aldıkları tedbirler
karşısında gösterdikleri kararlılığa işaret etti, bilhassa Amerika’daki
Birlikçilerin köle sahiplerinin isyanını sona erdirmek için verdikleri
mücadeleye sundukları desteğin ve İngiliz hükümetinin askerî, hatta diplomatik
düzeyde destek sunmasına mani olmak için işçilerin gerçekleştirdikleri kitlesel
gösterilerin sınıf bilincinin olgunluğunun bir delili olduğunu söyledi ve bu
gelişkinliği övdü.
Yakından
incelendiğinde, “gelirin yeniden dağıtılması” denilen paradigmanın, işçi
sınıfının üretim düzleminde verdiği mücadeleleri bile yeterince izah
edemediğini görüyoruz. Düşük ücretler veya açlık gibi hususların yanında Komünist
Manifesto, patronların uygulamaya koydukları “despotizmi” de mahkûm
ediyor.[3] Metnin sonunda işçilerin kırmak için bir araya geldikleri
zincirlerin burjuva toplumunun dayattığı “köleliğin” zincirleri olduğu
söyleniyor.[4]
Burada
karşımızda, fabrika içinde ve dışında özgürlük talep eden bir mücadele duruyor.
Bu noktada akla, refah devletini ilk kuran kişi olmasına karşın hedefe konan
Bismarck’ın çıkarttığı sosyalizmle mücadele kanununun yürürlükten kaldırılması
için gizli gizli yürütülen ajitasyon faaliyetleri getirilmeli.
Gelirin
yeniden dağıtılması paradigmasından pek hoşnut olmayan biri olarak ben, Marx’ın
Komünist Manifesto için bir tür taslak olarak istifade ettiği, genç
Engels’e ait metin üzerinde duruyorum.
Burada
bahsini ettiğim eser, Komünizmin İlkeleri. Bu metin, alternatif bir
paradigma öneriyor:
“Köle tek seferde
satılırken, proleter her gün ve her saat satılmak zorundadır. Bir sahibin mülkü
olan bireysel köle, ne kadar sefil durumda olursa olsun, bu efendinin çıkarına
olduğu sürece güvence altında olan bir geçim kaynağıdır; bireysel proleter ise
tabiri caizse emeği sadece ona ihtiyaç olduğunda kendisinden satın alınan ve
varolmak konusunda hiçbir güvencesi bulunmayan, tüm burjuva sınıfına ait bir
mülktür. […] Köle, sivil toplumun bir üyesi değil, üzerinde hesap yapılan bir
şeydir; proleter ise sivil toplumun üyesidir ve bir kişi olarak kabul edilir [anerkannt].
Bu anlamda köle, proletere kıyasla daha iyi yaşama imkânına sahip olabilse de
proleter, toplumun daha üst bir aşamasına aittir, o köleye göre daha üst bir
aşamada durur.”[5]
Proleter
için kullanılan “kişi olarak kabul görür” ifadesi önemli bir ifadedir. Kölenin
tecrübe etmediği, hayatta kalmayı zorlaştıran güvencesizliğin çilesini çekse de
proleter, geri kalan herkes gibi bir mal muamelesi gören, bu şekilde görülen
insanın her yönüyle şeyleşmesi denilen sürece tahammül etmek zorunda kalmaz.
Proleterin kabul edilmek için verdiği mücadeleyle elde edilen ilk (mütevazı)
sonuçla kıyaslandığında, köle, pek fazla ekonomik avantaja kavuşmaz.
Liberal
gelenek, sınıfı mücadelesini indirgemeci bir biçimde, kaba ekonomist olarak
yorumluyor. Özgürlük/Eşitlik denilen kavram çiftine sırtını yaslayan liberal
gelenek mensupları, kendilerini özgürlüğü kıskançlıkla savunan, onu başka
şeylere dönük ilgisini kesmişçesine seven kişiler mertebesinde görüyor,
muarrızlarını ise ekonomik eşitlik peşinde koşan, sadece maddi çıkar üzerinden
harekete geçebilen, kaba ve haset ruhlar olarak etiketliyor. Bu düşünce
geleneği kendisini, Marx’ı “zorunluluğun emrettikleri karşısında özgürlükten
vazgeçmenin teorisyeni ve devrimin amacı özgürlük değil, maddi bolluktur
görüşünün savunucusu” olarak gören Hannah Arendt’te ortaya koyuyor.[6]
Liberaller,
kadınların ve ezilen milletlerin özgürleşmesi davasına yönelik somut
bağlılıklarını; Amerikan iç savaşı esnasında Afrikalı-Amerikalılara dayatılan
zincirlerin kırılmasına katkıda bulunmak adına en ağır maddi fedakârlıkların
altına imza atılmış olmasını; kölelik yanında “modern ücretli köleliğin”
ortadan kaldırılması konusunda gösterilen kararlılığı; patronların fabrikalarda
sergilediği ‘despotizm’e karşı günbegün verilen mücadeleleri ve Bismarck’ın
özgürlükleri ezen kanunlarına karşı verilen mücadeleleri, felsefi ve filolojik
bir dikkatten çok Soğuk Savaş yıllarında sergilenen politik ve ideolojik
tutkuya uygun düşen bir yorum dâhilinde, nisyana gömüyorlar.
Domenico Losurdo
[Kaynak:
Class Struggle: A Political and Philosophical History, Palgrave
Macmillan, 2016, s. 73-75.]
Dipnotlar:
[1] Nancy Fraser, “Social Justice in the Age of Identity Politics:
Redistribution, Recognition, and Participation”, Redistribution or
Recognition? A Political-Philosophical Exchange içinde, Yayına Hz.: Fraser
ve Axel Honneth, Londra ve New York: Verso, 2003, s. 7–8.
[2]
August Bebel, Die Frau und der Sozialismus, Berlin: Dietz, 1964, s.
21–2.
[3]
Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, Londra: Lawrence &
Wishart, 1975–2004, Cilt. 6, s. 491.
[4]
A.g.e., Cilt. 6, s. 519, 495.
[5]
A.g.e., Cilt. 6, s. 343–4.
[6]
Hannah Arendt, On Revolution, Londra: Penguin, 2009, s. 51, 54.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder