“Ortalığı kan yerine çeviriyorlar, adına barış diyorlar.
Acı çekmek ile tarihin potansiyelinin kendisini gerçekleştireceği an arasındaki
eşikteyiz.”
[Antonio Negri]
20. yüzyıl, en azından nicel olarak,
insanlığın bildiği en kanlı dönemlerden biriydi. 1900 ile 1993 arasında 154
savaş olduğu ve bu savaşların, %80'i sivil olmak üzere yüz milyondan fazla cana
mal olduğu söyleniyor. 20. yüzyılın kötülendiğini duymaktan nefret ettiğini
söyleyen İtalyan romancı Erri De Luca, Osip Mandelştam’ın seküler çağın ruhunu
iyi yakalayan bir şiirini sık sık alıntılıyor:
“Asrım benim, canavarım,
Kimin elinden gelir
Bakmak ta içine gözlerinin
Ve kim kanıyla kaynaştırabilir
Omurlarını iki asrın?”[1]
1980’lerin sonuna doğru, politik
bağlılıklarından çok ironisiyle tanınan postmodern yazar Martin Amis, günümüz
bağlamında, anlamsızca görmezden geldiğimiz bir soruna, nükleer savaş tehdidine
korku dolu, endişeli yaklaşımıyla dikkat çeken bir derleme olan Einstein's
Monsters'ı [“Einstein'ın Canavarları”] yazdı.
Keza, politik muhalefet de bu tarihsel
momente ayrılmaz bir şekilde bağlı, kolektif bir deneyim. Radikal sol, 20.
yüzyılın büyük kısmında kendini hem tamamen öngörülebilir hem de kaçınılmaz
olan bir pratik ikileme adadı. Felsefeci Gerald Cohen açıklayıcı bir anekdot
anlatıyor:
“Ağustos
1964'te, halam Jennie Freed ve kocası Norman'ın o sıralarda yaşadığı
Çekoslovakya'nın Prag kentinde iki hafta geçirdim. Orada yaşamalarının nedeni o
sıralar Norman'ın World Marxist Review dergisinin editörlerinden biri
olmasıydı...
Bir
akşam, adalet, daha doğrusu daha genel olarak ahlâki ilkelerle komünist politik-pratik
arasındaki ilişki hakkında bir soru sordum. Norman Enişte soruya müstehzi bir
yanıt verdi.:
‘Bana
ahlaktan söz etme-küçümseyerek- ben ahlakla ilgilenmiyorum.’
‘Ahlâk
ideolojik bir saçmalıktır: Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki mücadeleyle
hiçbir ilgisi yoktur.’
Norman
‘Bana ahlâktan söz etme’ dediğinde, ben şöyIe cevap verdim: ‘Ama Norman Enişte,
sen kendini bildin bileli komünistsin. Kuşkusuz politik faaliyetlerin güçlü bir
ahlâki bağlılığı yansıtıyor?’
‘Ahlâkla
hiçbir ilgisi yok’, diye yanıtladı, şimdi daha yüksek sesle: ‘Ben sınıfım için
savaşıyorum!’ […]”[2]
Eric Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı'nda,
Norman Enişte’den daha da adanmış iki kişiden söz ediyor. Biri, başarılı bir
Münihli avukatın 1923’te on beş yaşındayken Almanya Genç Komünistler Birliği’ne
katılan kızı Olga Benario. Olga, yoldaşı Otto Braun’la birlikte tutuklanana
kadar, sokaklarda Nazi milisleriyle girdiği çatışmalarla tanınıyordu. Benario
serbest bırakıldıktan sonra Braun’u kurtarmak için Moabit Hapishanesi baskınına
katıldı. Sonradan Sovyetler Birliği’ne kaçmayı başardılar.
Benario, daha sonra Brezilya'ya gitti ve
ülkenin en ücra bölgelerine kadar yayılan bir isyanın lideri olan Luis Carlos
Prestes’le tanıştı. İsyan bastırıldıktan sonra Brezilya hükümetinin Nazi
Almanyası’na teslim ettiği Benario, bir toplama kampında öldü. Otto Braun ise
Çin'e gitti ve Mao’nun Uzun Yurüyüş'üne katılan tek Batılı oldu.
1970’lerde, aynı Erri De Luca, İtalyan militan-solcu
örgüt Lotta Continua'nın [“Sürekli Mücadele”] “güvenlik güçleri” sorumlusuydu.
İtalya’nın “Kurşun Yıllar”ndaki devrimci şiddeti - tuhaf bir mesafelilikle- nesnel
bir gerçeklik olarak anlatıyor:
“Devrim bir zorunluluk; şiirsel bir esin, romantik-geçici
bir heves değil. Mizaçla ya da yaradılışla ilgisi yok, kahrolası bir
zorunluluk.”
Yusuf K.
13
Mayıs 2024
Dipnotlar:
[1] Giorgio Agamben, Çıplaklar, çev. Suna Kılıç, Alef Yayınevi,
İstanbul, 2017, s. 19-21.
[2] G. Cohen’den aktaran: Cesar Rendueles, Sosyofobi, çev. Alev Türker Ok, İletişim Yayınları, 2024.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder