Hâkim gence sorar, “Ne iş yapıyorsun?” diye. Genç de
cevaplar, “Devrimciyim, başka da bir işim yok” der.
Bu kısa ve öz cevap, ait olduğu sınıfa, ezilen
halklara bağlılığın, fedakârlığın en samimi en doğal hâlidir.
Lâkin bu günlerde devrimcilik, utanılacak, sıkılacak
içi boş bir aktiviteden ibaret gibi sunuluyor. Zira sınıflar ortadan kalkmış,
Reel Sosyalizm çökmüş, nihayet sosyal kapitalizm tesis edilmiştir. Sosyalizmde
ısrar eden, fazlasını isteyen kişi, şımarıklık değilse bile, yüz yıl öncesine
saplanıp kalmış bir fosil, yeni dünya düzenini, onun yarattığı refahı görmeyen
bir kördür.
Feministlerin, bilcümle ilerici kadının kullandığı
“solcu abi” ve “kadınların kimseye sosyalizm borcu yoktur” söylemi, her ne
kadar devrimci erkeklere, “solcu abiler” kavramı ile taş atma, atıfta bulunma
gibi görünse de bu gerici söylemlerin asıl hedefi, ezilen işçi emekçi kadınlar
ve devrimci siyasi kadınlardır.
İşçi emekçi kadınları “ben bilmem eşim bilir” diyen
kişiler görüp küçümseyen burjuva elitist kadınlar ve kurumları, devrimci
politik kadınlara doğrudan söyleyemeyeceklerini “solcu abiler” üzerinden söylüyorlar.
Devrimci politik kadınları aşağılayan bu tutumda gericiliği “solcu abi” temsil
ediyor. O, soyut düşüncenin somuta, imgenin simge alanına taşınmış hâlidir.
Bu kavramın sahiplerinin gözünde devrimci politik
kadınlar, sanki “solcu abiler”inin sözünden çıkmayan, onlar ne derse onu yapan,
düşünce ve pratikleri ile hiçbir etkileri ve işlevleri bulunmayan, feodal
toplumsal ilişkilerde görüldüğü üzere, devrimci fikirleri başkalarının baskısı
ile benimsemiş, bu kabullenişi de boyun eğip kaderine razı gelerek
gerçekleştiren, “ben bilmem solcu abim bilir” diyen kişilerdir.
Devrimci politik kadın, önce “solcu abi” kavramı,
sonra da savunmuş olduğu politik ideolojik çizgisi üzerinden eleştiriliyor,
böylelikle, esasen sosyalizm kibirli bir yaklaşımla hedefe konuluyor.
Neticede feminist, her şeyi kendisinde başlatıp
kendisinde bitiren tipik bir küçük burjuva olarak, psikolojik bir rahatsızlık
anlamında megalomaninin tuzağına düşmüştür. Lâkin hiçbir hastalık, hiçbir
eylem-pratik, kendiliğinden meydana gelmez. Bu hastalık, bu kibirli kesimin
burjuva ideolojik-teorik çizgisinde dışavuran sosyal pratiğinin ve söyleminin
bir neticesidir.
Cümleye “solcu abiler” diye başlayan ve cümlenin
sonunda asıl amacını ve niyetini hiç gizleme, saklama gereği duymadan, utanma
nedir bilmeden, “kadınların kimseye sosyalizm borcu yoktur” diyen feministler,
her seferinde devrimci kadınları aşağılamanın bir yolunu buluyorlar. Zira
onların gözünde ezilenlerin ezileni olarak kadın, sadece onların
ideolojik-teorik çizgisini kabul etmek, sözüm ona o “ilerici kadın
kurumları”nda mevzilenmesi gereken bir metadan ibarettir. Kadın, onların
sözünden katiyen çıkmamalı, başka bir şey düşünmemelidir. Aksini iddia edenler,
feministlerin gözünde, “solcu abiler”in kandırdıkları, kullandıkları, beyni
yıkanmış kişilerdir. Sermayenin psikolojik savaşına ait argümanlarına sarılan
bu kesim, illaki devrimci politik kadınları “kadın olduklarını unutmuş kişiler”
olarak fişleyecektir.
Öte yandan, eleştiriler karşısında daha yokuşu dahi
çıkmadan yorulmuş taklidi yapan, kaçak dövüşüp her eleştiriyi “devlet dili”, “erkek
egemen dili”, “eril dil” deyip işin içinden sıyrılan feministlerin sermaye ve
ideologlarının psikolojik argümanlarına yaslanıp saldırmaları gerçekten de
manidardır.
“Erkek, deyim yerindeyse, kadının işgücünü, onu ömür
boyu koruma karşılığında sömüren sorumlu aile işvereniydi” diyen Clara Zetkin
yoldaş, sömürünün toplumun en küçük birimi olan ailede başlayıp devam ettiğini
ve toplumsal bir süreç olduğunu söyler. Ne parçadan müstakil bir bütün yaratır
ne de bütünden sadece kendi istediğini alma yanlışına düşer.
Clara Zetkin basitten karmaşığa geçiş yapar, tüm
diyalektiği tarihsel-sınıfsal boyutu ile ele alır, her çelişkide olduğu kadınla
ilgili çelişkiyi de bütün boyutlarıyla ortaya koyar. Devrimci kadın, mevcut
üretim tarzı ve ilişkilerini maddi yaşam koşullarını bu koşulları belirleyen
altyapı ve üstyapı ile aile içinde başlayan sömürüyü ve kadına biçilen rolü
açıklar. Bu sonucu yaratan sebepleri ve sonuçları izah eder, bunu da yeterli
görmez, o sonuçları değiştirip dönüştürmenin gerekliliği üzerinde durur. Çünkü
Marks’ın dediği gibi “anlamak yetmez, değiştirmek lazımdır”.
Diğer yandan, burjuva kadınsa hüküm süren üretim
ilişkileri ve üzerinde tepindiği özel mülkiyet kaynaklı çelişkiler yumağına
bakıp sadece aile içindeki sömürüyü görür. Böylece hem sosyal sorumluluk
projelerini yerine getirmenin mutluluğunu yaşar, hem de üretim araçlarının
mülkiyetinin kimde olduğunu unutturur.
Bu bağlamda, sömürünün her türlüsüne maruz kalan kadın
için devrim/sosyalizm, kişisel bir tercihten ziyade tümüyle bir zorunluluktur.
Bu, sınıf kardeşi olan erkek işçi-emekçi için de geçerlidir. Gelgelelim erkek
işçinin sosyo ekonomik çelişkilerinin ortadan kalkması ve insanca yaşaması için
devrim ve sosyalizm ne kadar lazım ise ezilenin ezileni olarak kadın için iki
kat lazımdır ve o, erkek işçiden daha fazla haklı ve meşru gerekçelere,
sebeplere sahiptir.
Bu sebepleri doğuran, kapitalist üretim ilişkilerini
ve bu ilişkilerin yarattığı yoz kültürü, kadını meta ve obje kılan
sosyo-ekonomik yapıyı parçalayıp atmak, başta işçi-emekçi kadınların, en
nihayetinde de tüm insanlığın bir görevidir. Bu görev, işçi sınıfının yerine
getireceği bir görevdir.
Söz konusu görev, feministlerin kaba ve düz mantıkla
iddia ettikleri gizi, iki veya daha fazla kişinin arasındaki bir alacak-verecek
meselesinden kaynaklanmaz. Bu görev, canlı-cansız ayrımı yapmaksızın, her şeyi
ve herkesi sömüren, daha fazla kâr, daha fazla tüketim ve üretim için
insanların başka insanları sömürdüğü, hayatta kalmak için sömürüye ve zulme
sebep olan sistemden ve sermayenin boyunduruğundan kurtulma ile ilgili bir meseledir.
Tarihsel, sınıfsal ve siyasal haklılığımızla, doğayı,
toplumu ve tarihi anlama, çözme ve değiştirme yöntemimiz olan
diyalektik-tarihsel materyalizmle, emperyalist-kapitalist sistemin altyapısı ve
üstyapısının şekil verdiği gerici politikaların hangi üretim tarzına ve hangi
ideolojiye dayandığını somut bilgi, belge ve tecrübelerle, bilimsel düzlemde
ortaya koymalıyız. Özgürlüğün, zorunluluğun kavranması olduğunu, değişimin bu
zorunluluğun bilinciyle gerçekleştirilebileceğini bilmeliyiz. Tüm bu bilgi birikiminin
ışığında, herkese özgürlük, eşitlik, adalet, refah vaat edip duranların aksine,
yaşadığımız toplumun proletarya ve burjuvazi, mülksüzleşenler ve
mülksüzleştirenler, ezenler ve ezilenlerden meydana geldiğini görmeliyiz.
Biz, işçi sınıfının, ezilen halkların içindeki
cinsiyet, kimlik, millet, inanç ve kültür gibi hususlarla ilgili
farklılıklarını bulanıklaştırmadan, kimi vakit öğrenen, kimi vakit öğreten,
halkın ve sınıfını öznesi olan, devrimci abileri, devrimci ablaları, devrimci
kardeşleri ile haklı ve meşru bir davanın yolunda kararlılıkla ve emin
adımlarla yürüyen, ülkesini kalbinde yaşayan, ufkunda ise dünya olan
devrimcileriz.
Bugün herkes, artısı-eksisi ile günahı-sevabı ile
insanca yaşanabilecek bir dünya düzeni için, kendi imkân ve özellikleri
dâhilinde, sosyalizm kurulana dek sosyalizme ve insanlığa bir şekilde
borçludur.
İnsanın insanı sömürdüğü, her gün daha fazla çürüyen,
yıkılmaya yüz tutmuş olan bu çürümüş emperyalist/kapitalist sistemi ve onun
yerli işbirlikçilerine ait devlet aygıtını yıkmayı insanlık açısından bir borcu
biliriz. Ve biz, bu borcu ve diyeti ödemeye hazırız. Peki siz, “kadınların
kimseye sosyalizm borcu yoktur” diyenler, siz hazır mısınız?
Serkan Yıldırım
17 Aralık 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder