Pages

23 Ocak 2024

Proleter Devrimin Askeri Programı

“Yaşasın proletarya diktatörlüğü, sovyet iktidarı, Komünist Parti ve III. Enternasyonal” [1921]


Lenin’in “Silâhsızlanma Üzerine” başlıklı makalesinde “Proleter Devrimin Askeri Programı” olarak andığı metin, İsviçre, İsveç ve Norveç’teki sol sosyal demokratlara ait basın kuruluşlarında yayımlanmak üzere, Almanca olarak kaleme alındı. Fakat metin o dönemde yayımlanmadı. Sonrasında Lenin, makaleyi Rusça olarak yayımlanmak üzere yeniden düzenledi. “Silâhsızlanma Sloganı” başlıklı makale, Sbornik Sotsial-Demokrata [Sosyal Demokrat Derleme”] isimli derginin Aralık 1916 tarihli ikinci sayısında yayımlandı (Bkz.: Collected Works, Progress Publishers, Cilt 23, s. 94–104).

Özgün Almanca metin ise Das Militärprogramm der proletarischen Revolution başlığıyla Uluslararası Sosyalist Gençlik Örgütleri Birliği yayın organı Jugend-Internationale [“Enternasyonal Gençlik”] dergisinin 10 Eylül 1917 tarihli 9. sayısında ve Ekim 1917 tarihli 10. sayısında yayımlandı. Makalenin yeni baskısında yayın yönetmeninin şu notuna yer verildi:

“Rus devriminin hakkında en fazla söz söylenen liderlerinden olan Lenin’in kaleme aldığı aşağıdaki makale, eskiden beri mücadelenin içerisinde olan cesur bir devrimcinin kaleminden çıkmıştır. Politik programının büyük bir kısmını aktardığı makaleyi özel olarak okumak gerekmektedir. Makale, Lenin’in Nisan 1917’de Zürih’ten ayrılmasından kısa bir süre önce elimize geçti.”

Anlaşılan o ki yazının başlığı Jugend-Internationale dergisi yayın yönetmenlerince konulmuştu. Dergi, Zimmerwald soluyla bağlantılı Uluslararası Sosyalist Gençlik Örgütleri Birliği’nin yayın organıdır. Yayın faaliyetini Eylül 1915’ten Mayıs 1918’e kadar Zürih’te sürdürdü.

* * *

Proleter Devrimin Askeri Programı


Bugünkü emperyalist savaşta “anavatanın savunulması”ndan dem vuran sosyal şovenistlere ait yalanlarla mücadele eden Hollandalı, İskandinavyalı ve İsviçreli devrimci sosyal demokratlar içinden kimi isimlerin, eski sosyal demokrat asgari programa ait “milisler kurulmasına veya milletin silahlandırılmasına” ilişkin talebin yerine “silâhsızlanma” üzerinde duran yeni talebi dillendirdikleri görülüyor.

Jugend-Internationale [“Enternasyonal Gençlik”] dergisi, meseleye dair bir tartışma başlattı ve derginin üçüncü sayısında silâhsızlanma fikrine destek sunan bir başyazıya yer verildi. R. Grimm’in en son geliştirdiği tezlerde “silâhsızlanma” fikrinin kabul edildiğini, üzülerek görüyoruz.[1] Konuyla ilgili tartışma, sonrasında Neue Leben[2] [“Yeni Hayat”] ve Vorbote [“Haberci”] dergilerinde de baş gösterdi.

Bu silâhsızlanma görüşünü savunanların aldığı konuma yakından bakalım.

I

Bu kişilerin dillendirdikleri ana argüman şu: silâhsızlanma talebi, tüm militarizm biçimlerine ve tüm savaş pratiklerine karşı süren mücadelenin en açık, en kararlı ve en tutarlı ifadesidir.

Ne var ki bu ana argüman silâhsızlanma savunucularının asli hatasını içeriyor. Sosyalistler, ancak sosyalizm mücadelesini terk ettikleri vakit tüm savaşlara karşı olabilirler.

a. Sosyalistler dün devrimci savaşlara karşı çıkmadılar, bugün de çıkamazlar. Emperyalist “büyük” güçlerin burjuvazisi tepeden tırnağa gericileşti. Dolayısıyla, biz bu burjuvazinin bugün yürüttüğü savaşı gerici, köleci ve canice buluyoruz. Peki bu burjuvaziye karşı yürütülecek bir savaşı nasıl değerlendirmeliyiz? Bu burjuvazinin zulmettiği ve kendisine bağlı olan halkların veya sömürge halkların kurtuluş için yürüttükleri savaşa ne diyeceğiz? Enternasyonal grubunun tezlerinin 5. Bölüm’ünde şunları okuyoruz: “Emperyalizmin gemi azıya aldığı bir çağda ulusal savaşlar artık mümkün değildir.” Bu görüşün yanlış olduğu apaçık ortadadır.

Yirminci yüzyıl tarihi, “emperyalizmin gemi azıya aldığı” yüzyıl, sömürge savaşları ile yüklü. Ne var ki biz Avrupalıların, dünya halklarının büyük bir çoğunluğunu ezen biz emperyalistlerin, alışkın olduğumuz o hor görülmesi gereken Avrupa şovenizmimizle, “sömürge savaşları” olarak nitelendirdiğimiz savaşlar, çoğunlukla bu ezilen halkların yürüttüğü ulusal savaşlardır veya ulusal isyanlardır.

Emperyalizmin ana özelliklerinden biri, onun en geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırması, bunun yanında, ulusal zulme karşı verilen mücadeleyi yoğunlaştırması ve yaygınlaştırmasıdır. Bu, aleni bir gerçekliktir. Bu gerçek üzerinden kaçınılmaz olarak şu sonuca ulaşılmalıdır: emperyalizm, çoğunlukla ulusal savaşlara yol açmak durumundadır.

Kendi kaleme aldığı broşüründe dile getirdiği, yukarıda aktardığımız “tezler”inde Junius[3], emperyalizm çağında emperyalist bir büyük güce karşı yürütülen her ulusal savaşın rakip bir emperyalist büyük gücün müdahalesine yol açtığını, her ulusal savaşın emperyalist savaşa evrildiğini söylüyor. Fakat bu argüman da yanlış. Yazarın bu söylediği gerçekleşebilir, ama her zaman değil.

1900-1914 arasında cereyan eden birçok sömürge savaşı bahsi edilen yolu takip etmedi. Şu tarz bir iddia gülünç olmaktan öteye geçmeyecektir: bugünkü savaşın tüm savaşan tarafların tümüyle bitip tükenmesiyle sona ermesi durumunda, bu savaşın ardından, büyük güçlere karşı misal Hindistan, İran, Siyam gibi ülkelerle ittifak kurmuş olan Çin’in yürüteceği savaş ulusal, ilerici ve devrimci olarak adlandırabileceğimiz bir savaş olamaz.

Emperyalizm koşullarında tüm ulusal savaş ihtimallerini redde tabi tutmak, teoride yanlış, tarihsel düzlemde hatalı, pratikte ise Avrupa şovenizmiyle bir tutulması gereken bir yaklaşımdır. Bu tür bir yaklaşımı dillendirenler, Avrupa, Afrika, Asya ve diğer kıtalardaki yüz milyonlarca insanı ezen milletlere mensup kişiler olarak bizi ezilen halklara “bizim” milletlerimizle savaşmalarının “imkânsız” olduğunu söylemeye davet ediliyoruz!

b. İç savaş da diğer türden savaşlar gibi bir savaştır. Sınıf mücadelesini kabul eden herkes, her sınıflı toplumda belli koşullarda, sınıf mücadelesinin uzantısı, gelişimine ait bir mertebe ve yoğunlaşmış hâli olarak, tüm kaçınılmazlığıyla yaşanan iç savaşları da kabul etmek zorundadır. Her büyük devrim bu gerçeği teyit etmiştir. İç savaşı reddetmek veya onu akıldan çıkartmak, uçlara savrulmuş oportünistlerin, sosyalist devrimden vazgeçmişlerin işidir.

c. Sosyalizmin tek ülkede elde edeceği bir zafer, tüm savaşları bir çırpıda ortadan kaldırmaz. Tam tersine, o zafer için söz konusu savaşlar yaşanmalıdır. Kapitalizmin gelişimi birbirinden farklı olan ülkelerde eşitsiz bir seyir izler. Zaten emtia üretimi koşullarında başka türlüsü olamaz. Buradan da kimsenin çürütemeyeceği şu tespiti dillendirmek mümkündür: sosyalizm, tüm ülkelerde aynı anda zafere ulaşamaz. Sosyalizm, önce bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşacak, diğer ülkelerse bu süre zarfında burjuva veya burjuva öncesi niteliğini muhafaza edecektir. Bu durum sadece sürtüşmelere yol açmakla kalmayacak, ayrıca diğer ülkelerin burjuvaları sosyalist devletin başındaki muzaffer proletaryayı ezmek için doğrudan bir çaba içerisine girecektir. Bu tür durumlarda bizim yürüteceğimiz bir savaş, hem meşru hem de haklı bir savaş olacaktır. Bu savaş, sosyalizm için, diğer milletlerin burjuvaziden kurtuluşu için verilecektir. Engels, Kautsky’ye 12 Eylül 1882’de yazdığı mektubunda “hâlihazırda muzaffer olan sosyalizmin savunma savaşları vermesinin mümkün olduğunu” söylerken kesinlikle haklıydı. Engels o satırları yazarken, aklında muzaffer proletaryanın diğer ülkelerin burjuvazisine karşı gerçekleştirdiği savunma vardı.

Savaşlar, ancak biz sadece tek bir ülkede değil, tüm dünyada burjuvazinin iktidarını yıktığımız, onu yendiğimiz, onu mülksüzleştirdiğimiz vakit imkânsız hâle gelecektir. Bilimsel bir bakış açısıyla baktığımızda, bizim en önemli hususları, burjuvazinin direnişini ezmek denilen, sosyalizme geçiş sürecinde kavganın önemli bir kısmını teksif etmemizi bizden talep eden en zor görevden kaçınmanın veya onu bir biçimde önemsememenin tümüyle yanlış, tümüyle gayrı devrimci bir tavır olduğu görülecektir. “Sosyal” vaizler ve oportünistler, gelecekte barışçıl araçlarla kurulacak sosyalizme dair hayallere dalmaya her daim hazırdırlar. Oysa devrimci sosyal demokratlar, bu vaizlerden ve oportünistlerden, o güzel geleceğe ulaşmak için gerekli olan sert sınıf mücadelesini ve sınıf savaşlarını akıldan hiç çıkartmamakla, o mücadele ve savaşları tefekkür etmekle ayrışırlar.

Sözcüklerin bizi sürüklemesine izin vermemeliyiz. Örneğin “Anavatan savunması” tabiri pek çok kişinin nefret ettiği bir tabirdir, çünkü bu tabiri hem oportünistler hem de Kautskiciler bugünkü yağma amaçlı savaşa dair dile döktükleri burjuva yalanlarını gizlemek, örtbas etmek için kullanıyorlar. Bu, itiraz edilmeyecek bir gerçekliktir.

Fakat burada biz, “bundan sonra politik sloganların anlamına vakıf olmaya gerek yok” demiyoruz. Bugünkü savaşta “anavatan savunması” fikrini kabul etmek, şu veya bu şekilde anavatan savunması için yürütülen savaşın “haklı” bir savaş olduğunu, proletaryanın çıkarlarına hizmet ettiğini kabul etmek demek değildir, zira, tekraren, her savaşta işgal durumlarına tanık olunabilir. Ezilen milletlerin büyük emperyalist güçlere karşı yürüttükleri savaşta gerçekleştirdikleri “anavatan savunması”nın veya muzaffer bir proletaryanın burjuva bir devletin Galliffet’ine[4] karşı yürüttüğü savaşın redde tabi tutulması, budalalıktır.

Teorik açıdan her savaşın politikanın başka araçlarla sürdürülmesi olduğu gerçeğini unutmak, kesinlikle yanlıştır. Bugünkü emperyalist savaş, büyük güçlerden oluşan iki grubun yürüttüğü emperyalist politikalarının uzantısıdır. Bu politikalar, emperyalizm çağında tesis edilmiş tüm ilişkiler üzerinden var edilip beslenmiştir. Fakat bu dönem, aynı zamanda ulusların ezilmesine karşı verilen mücadeleyi ve burjuvaziye karşı sürdürülen proleter mücadeleyi esas alan politikaları da ister istemez var edip besleyecektir. Bu dönem, ilk olarak devrimci ulusal isyanların ve savaşların, ikinci olarak burjuvaziye karşı proleter savaşların ve ayaklanmaların, üçüncü olarak da devrimci savaşın her iki türünün oluşturacağı bileşkenin ortaya çıkma ihtimalini artıracak, bu savaşları ve ayaklanmaları kaçınılmaz kılacaktır.

II

Bu tespitlere aşağıda aktarılan genel düşüncelerin de eklenmesi gerekmektedir.

Silâh elde etmeye ve onu nasıl kullanacağını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf, köle muamelesi görmeyi hakeder. Burjuva bir barışçı veya oportünist değilsek, şu gerçeği asla unutmayalım: hiçbir çıkış yolunun bulunmadığı, ama ondan ancak sınıf mücadelesiyle kurtulabileceğimiz bir sınıflı toplumda yaşıyoruz. İster köleliği, ister serfliği isterse bugünkü gibi ücretli emeği temel alıyor olsun sınıflı toplumlarda zalim sınıf her daim silâhlıdır. Sadece günümüzde gördüğümüz daimi ordu değil, bugün İsviçre gibi en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile karşımıza çıkan milisler dahi esasen burjuvazinin proletaryaya karşı silâhlanmış hâlini ifade eder. Bu, öylesine temel bir gerçekliktir ki üzerinde durmanın bile gereği yoktur. Bu noktada tüm kapitalist ülkelerde grevcilere karşı askeri birliklerin kullanılması gereğine değinmek yeterli olacaktır.

Proletaryaya karşı silâhlanmış bir burjuvazi, modern kapitalist toplumun en büyük, temel ve belli başlı gerçeğidir. Böylesi bir gerçeklik karşısında devrimci sosyal demokratları “silâhsızlanma talep etmeye” teşvik etmek, sınıf mücadelesi bakış açısını tümüyle terk etmek, devrime dair tüm fikriyatı reddetmek demektir. Bizim sloganımız, burjuvaziyi yenmek, onları mülksüzleştirmek ve silâhsızlandırmak için proletaryayı silâhlandırmak olmalıdır. Bunlar, kapitalist militarizmin tüm nesnel gelişiminin dayattığı, bu gelişimin mantıksal sonucu olan, bir devrimci sınıfın başvuracağı yegâne taktiklerdir. Ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra, proletarya, kendi dünya ölçüsündeki görevine ihanet etmeden bütün silâhları hurdalığa atar. Hiç şüphe yok ki proletarya, bu işin üstesinden gelecektir, bunu yapacağına hiç şüphe yoktur, ama önce burjuvazinin silâhsızlandırılması koşulu yerine getirilmelidir.

Madem bugün savaş, gerici Hristiyan sosyalistlerde ve korkutan tir tir titreyen küçük burjuvazide korku ve dehşete, silâhların her çeşidinin kullanılmasına, kan dökülmesine, ölüme vs. karşı nefrete yol açıyor, onlara şu söylenmeli: Kapitalist toplum, dün olduğu gibi bugün de ucu bucağı olmayan dehşetten başka bir şey değildir. Tüm savaşların içerisinde en gericisi olan bu savaş, bugün toplumu dehşetin son bulacağı koşullara hazırladığı günümüzde demek ki ümitsizliğe düşmek için ortada hiçbir sebep yoktur. Herkesin görebildiği gibi, burjuvanın, kendi eliyle tek meşru ve devrimci savaş için, yani emperyalist burjuvaya karşı bir iç savaş için yolları hazırladığı bir sırada, silâhsızlanma “isteği” ya da daha doğrusu, silâhsızlanma hayali, aslında, bir umutsuzluğun ifadesinden başka bir şey değildir.

Bu noktada söylediklerimizi hayattan kopuk bir teori olarak görenlere, dünya tarihinde önemli olan iki olguyu hatırlatmak isteriz: Bu iki olgudan biri, tröstlerin oynadığı rol ve sanayide kadınların istihdam edilmesi, diğeri de 1871 Paris Komünü ile Rusya’da gerçekleşen Aralık 1905 ayaklanması.

Burjuvazi tröstleri teşvik edip, kadın ve çocukları fabrikalara doldurarak, onların ahlakını bozup ızdıraba sürükleyerek, bu insanları aşırı yoksulluğa mahkûm ederek gördü işlerini. Biz, böylesi bir gelişmeyi “talep etmiyoruz”, “desteklemiyoruz. Biz, tam da bu gelişmeyle mücadele ediyoruz. Peki nasıl mücadele ediyoruz? Tröstlerin ve kadınların sanayide istihdam edilmesinin ilerici olduğunu tespit ediyoruz. El zanaatları sistemine, tekelci kapitalizm öncesine, kadınların evlere kapatıldığı döneme geri dönülmesini istemiyoruz. Tröst gibi yapılara tanık olunan gerçekliğin içinden geçerek sosyalizme ilerlemek istiyoruz!

Gerekli değişikliklerle bu iddia, halkın bugünkü askerleştirilmesine uygulanabilir. Bugün emperyalist burjuvazi, yetişkinler ile birlikte gençliği de askerleştiriyor, yarın kadınların askerleştirilmesine de başlayabilir. Bizim bu konudaki tavrımız şu olmalıdır: Çok daha fazlası olsun! Tam gaz ileri! Ne kadar hızlı hareket edersek, kapitalizme karşı gerçekleşecek silâhlı ayaklanma aşamasına o kadar yakınlaşırız. Paris Komünü örneğini unutmadılarsa eğer, bu sosyal demokratlar, gençliğin askerleştirilmesi karşısında nasıl korkuya kapılabilirler? Bu, ne “hayattan kopuk bir teori” ne de bir hayaldir. Bu, bir gerçektir. Varolan bütün ekonomik ve politik gerçeklere karşın, eğer sosyal-demokratlar, emperyalizm çağının ve emperyalist savaşların kaçınılmaz olarak bu gibi olayların yinelenmesine yol açacağından kuşku duyuyorlarsa, pek yazık olur doğrusu.

Paris Komünü’nü gözlemleyen bir burjuva, Mayıs 1871’de bir İngiliz gazetesine şu cümleyi yazıyordu: “Eğer Fransız milleti tümüyle kadınlardan oluşuyor olsaydı, ne korkunç bir millet olurdu bu Fransızlar!” Çünkü Paris Komünü’nde reşit olmayan çocuklar ve kadınlar, erkeklerle yan yana savaştılar. Burjuvazinin yıkılması için ileride verilecek savaşlarda da durum bundan farklı olmayacak. Proleter kadınlar, ellerinde derme çatma silâhlar olsun ya da olmasın, işçilerin güçlü silâhları olan burjuva güçlerince kurşuna dizilmelerine seyirci kalmayacaklar. Tıpkı 1871’de olduğu gibi silâha sarılacaklar. Bugünün sindirilmiş milletlerin veya hükümetlerden ziyade oportünistler yüzünden örgütsüz olan bugünkü işçi hareketinin bağrından er ya da geç, ama kat’i surette devrimci proletaryadan oluşan “korkunç milletler”in beynelmilel birliği doğacak.

Toplumsal hayat, bugün bütünüyle askerileşmiştir. Emperyalizm, dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için büyük devletlerin giriştikleri şiddetli bir mücadeledir. Bu sebeple, tüm ülkelerde, tarafsız kalan ve küçük olanlarda bile ileride askerileşme temayülü güçlenmek zorundadır. Peki proleter kadınlar bu gerçeğe nasıl karşı koyacaklar? Sadece tüm savaşlara ve askeri olan her şeye lanet okuyup, silâhsızlanma talebinde bulunmakla mı yetinecek? Ezilen ve gerçek manada devrimci olan sınıfa mensup kadınlar, bu utanç verici rolü asla benimsemeyecekler. Proleter kadınlar oğullarına şunu söyleyecekler: “Yakında delikanlı olacaksın. Eline silâh verilecek. Silâhı al ve askerlik sanatını iyice öğren. Proleterler, bunu, bugünkü savaşta olduğu ve sosyalizmin düşmanlarının sana söyledikleri gibi kardeşlerini, öteki ülkelerin işçilerini vurmak için öğrenmezler. Bunu, kendi ülkelerinin burjuvazisine karşı mücadele vermek, sömürüye, sefalete ve savaşa bir son vermek için öğrenirler.”

Madem bugün mevcut savaşla bağlantılı olarak, bu tür bir propagandadan, evet tam da böylesi bir propagandadan tümden uzak duracağız, o vakit beynelmilel devrimci sosyal demokrasiye, sosyalist devrime ve savaşa karşı savaşa dair o güzel ifadeleri hiç kullanmayalım, daha iyi.

III

Silâhsızlanma fikrini savunanlar, programda yer alan “silâhlı millet” maddesine, oportünizme tavizler verilmesine sebep olacağına dair iddiaları üzerinden, itiraz ediyorlar. Yukarıda da incelediğimiz üzere, sınıf mücadelesi ve toplumsal devrimin silâhsızlanma fikriyle ilişkisi, can alıcı husustur. Şimdi de silâhsızlanma talebiyle oportünizm arasındaki ilişkiyi inceleyeceğiz. Bu talebin kabul edilemez oluşunun en önemli sebeplerinden biri, yarattığı yanılsamaların yanında, ilgili talebin bizim oportünizme karşı verdiğimiz mücadeleyi kaçınılmaz olarak zayıflatıp cansız kılmasıdır.

Oportünizmle mücadelenin bugün Enternasyonal’in içini karıştıran, derhal ele alınması gereken en temel sorun olduğuna hiç şüphe yok. Emperyalizme karşı mücadele, eğer oportünizme karşı mücadeleyle güçlü bir bağ içerisinde değilse, boş bir söz ya da bir aldatmacadan ibarettir. Zimmerwald ve Kienthal konferanslarının[4] başlıca kusurlarından birisi, Üçüncü Enternasyonal’in rüşeym hâlini teşkil etme ihtimali bulunan bu konferansları iflasa sürükleyebilecek ana nedenlerden biri, konferansların oportünistlerden ayrışmanın ihtiyaç olduğuna dair bir kararı almak şöyle dursun, oportünizme karşı mücadele sorununu bile gündeme getirmemiş olmasıdır.

Oportünizm, Avrupa işçi hareketi içerisinde, geçici olarak muzaffer olmuştur. Tüm büyük ülkelerde oportünizmin iki türü açığa çıkmıştır: ilki, Plehanov, Scheidemann, Legien, Albert Thomas gibi beylerin yanında, Sembat, Vandervelde, Hyndman ve Henderson gibi isimlerin aleni, sinik ve nispeten daha az tehlikeli olan sosyal emperyalizmleri; ikincisi de Almanya’da Kautsky-Haase ile Sosyal Demokrat İşçi Grubu’nda[6], Fransa’da Longuet, Pressemane, Mayeras gibi isimlerde, İngiltere’de Ramsay MacDonald gibi Bağımsız İşçi Partisi liderlerinde, Rusya’da Martov ve Çeidze gibi isimlerde, İtalya’da Treves türünden sol reformistlerde gördüğümüz, gizli Kautskici oportünizm.

Aleni oportünizm, devrime ve başlangıç aşamasındaki devrimci hareketlere, kitlesel ayaklanmalara açıktan ve dolaysız bir biçimde karşı çıkıyor. Bu tür oportünizm, bakanlık koltuklarına oturmaktan (Rusya’da olduğu gibi) savaş sanayii komitelerine girmeye kadar[7] farklı biçimler alan ittifaklar dâhilinde hükümetlerle doğrudan birlikte hareket ediyor. Maskeli oportünistler olarak Kautskiciler, hükümetle ittifak kurma fikrine yönelik savunularını akla yatkın görünen, sözde “Marksist” replikler ve barışçı sloganlar kılıfı ardına sakladıklarından, işçi hareketi için nispeten daha tehlikeli ve zararlıdırlar. Hâkim oportünizmin bu iki biçimine karşı sendikalar, grevler, silâhlı kuvvetler gibi proleter politikanın tüm sahalarında mücadele yürütülmelidir. Bu oportünizmin iki biçimi geçmişteki biçimlerden önemli bir noktada ayrışmaktadır. İki oportünizm biçimi de devrimle bugünkü savaş arasında kurulacak bağ denilen somut meseleyi, devrimin diğer somut meselelerini suskunlukla karşılamakta, örtbas etmekte veya polis yasaklarına odaklanarak ele almaktadır. Savaştan önce yaklaşmakta olan savaşla proleter devrim arasındaki bağ, hem Basel Bildirisi’nde resmi düzeyde hem de gayriresmi yollardan sayısız kez vurgulanmış olmasına rağmen bahsi geçen oportünizm bu tür bir konum almıştır.[8] Silâhsızlanma talebinin ana kusuru, devrimin tüm somut meselelerinden kaçınmasıdır. Yoksa silâhsızlanma fikrini savunanlar, silâhsız yeni türde bir devrimden mi yanadırlar?

Devam edelim. Biz, reform mücadelesine karşı değiliz. Yığınlardaki huzursuzluk ve hoşnutsuzluk, birçok kez ve şiddetle ortaya çıktığı hâlde ve bizim çabalarımıza karşın, bugünkü savaş bir devrimle sonuçlanmadığı takdirde, insanlığın en kötü ihtimal olarak ikinci bir emperyalist savaşa sürüklenmesi ihtimalini görmezlikten gelmek istemiyoruz. Biz, oportünizme karşı olmayı da içine alan bir reform programından yanayız. Reformlar için verilecek mücadeleyi onların tekeline bırakır da acı gerçeklerden kaçar ve bir tür “silâhsızlanma” fikriyle bulutların üzerinde kendimize sığınak ararsak, oportünistleri sevindirmiş oluruz. “Silâhsızlanma”, yalnızca can sıkıcı gerçekten kaçmak ve buna karşı mücadele vermemek demektir.

Böylesi bir programda şu türden bir şey söylemek mümkündür: “1914-1916 arası dönemde emperyalist savaşta, anavatanın savunulması sloganı ve bu sloganın benimsenmesi, yalnızca bir burjuva yalanının yardımıyla işçi sınıfı hareketini yozlaştırmak demektir.” Somut bir soruya verilecek bu türden bir somut cevap, teorik bakımdan silâhsızlanma talebine veya “anavatanın savunulması”na yönelik tüm faaliyetlerin reddine kıyasla daha doğru, proletarya için daha fazla faydalıdır. Oportünistler, silâhsızlanma talebine veya “anavatanın savunulması”na dönük her türden çabayı reddeden yaklaşıma değil, işte bu somut cevaba tahammül edemezler.

Program için önerdiğimiz cümleye şu cümleyi de ekleyebiliriz: “Büyük güçler olarak İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın, Avusturya’nın, Rusya’nın, İtalya’nın, Japonya’nın ve Amerika’nın burjuvazisi, öylesine gerici olmuş ve dünyaya egemen olma hırsına kendilerini öylesine kaptırmışlar ki, bu ülkelerin burjuvazisinin yürüteceği her savaş, ancak gerici bir savaş olabilir. Proletarya, sadece tüm bu türden savaşlara karşı çıkmakla kalmamalı, ayrıca bu savaşlarda ‘kendi’ hükümetlerinin yenilmesini arzulamalı ve eğer ayaklanma savaşın başarısız olduğunu kanıtlayacaksa, devrimci ayaklanma adına hükümetinin yaşayacağı yenilgiden istifade etmelidir.”

Milis meselesi konusunda ise şunu söylemek gerekiyor: “Biz burjuva milislerden yana değiliz, biz proleter milislerden yanayız. Bu sebeple, “ABD, İsviçre, Norveç gibi ülkelerde bile bırakalım daimi orduya burjuva milislere bile ‘tek bir kuruş da tek bir adam da vermeyeceğiz’ denilmelidir.” Zira bugün İsviçre gibi en özgür cumhuriyetçi ülkelerde bile kurulan milislerin giderek Prusyalılaştığını, özellikle 1907 ve 1911’de milislerin bu özelliğiyle yüzleşildiğini, milislerin grevci işçilere karşı kullanıldığını görmek gerekmektedir. Subayların halk tarafından seçilmelerini, askeri yasaların kaldırılmasını, yabancı doğumluların yerIi halkla aynı haklara sahip olmalarını (bu nokta İsviçre gibi yabancı işçileri gitgide daha fazIa sömürdüğü hâlde, bunlara herhangi bir hak tanımayı reddeden emperyalist devletler için özellikle önemlidir) isteyebiliriz. Ayrıca belli bir ülkenin sakinlerinden diyelim ki her yüz kişisine gönüllü birlikler kurma ve bu birliklere ücretleri devletçe ödenecek subayları serbestçe seçme hakkının verilmesini de isteyebiliriz. Ancak bu koşullarda proIetarya, köle sahipleri için değil, kendileri için askeri eğitim görmüş olur ve böyle bir eğitim, proletaryanın çıkarları gereğidir de. Rus devrimi, devrimin her başarısının; bir kentin, bir fabrika kasabasının, ordunun bir bölümünün ele geçirilmesi gibi kısmi bir başarının bile muzaffer proletaryayı böyle bir programı uygulamaya mecbur ettiğini ortaya koymuştur.

Son olarak şu söylenmeli: oportünizmle asla tek başına programlarla mücadele edilemez. Oportünizm, ancak eylemlerle mağlup edilebilir. Artık müflis olan İkinci Enternasyonal’in en büyük ve en ölümcül hatası, sözlerinin eylemleriyle örtüşmemesi, (bugün Kautsky ve şürekasının Basel Bildirisi’ne yönelik tavrında görüldüğü üzere) utanmak nedir bilmeyen, ikiyüzlü devrim lafazanlığı denilen alışkanlığı beslemiş olmasıdır.

Silâhsızlanma, toplumsal bir fikirdir, yani bu fikir, belirli bir toplumsal ortamın ürünüdür ve bu ortamı bizatihi etkilemektedir. Silâhsızlanma fikri, bu anlamda, çatlak tiplerin zihninden çıkmış bir icat değil, dünyada savaşın yürüdüğü yoldan, kandan, gözyaşından uzun zamandır uzak duran ve hep bu pozisyonu korumayı uman belirli küçük devletlere hâkim, kendince “sakin” işleyen koşulların bir ürünüdür. Bu tespite ikna olmayanlar, silâhsızlanma fikrini savunan Norveçli isimlerin dile getirdikleri argümanlara bakabilirler. Bunlar, “biz küçük bir ülkeyiz. Ordumuz küçük. Büyük Güçlere karşı elimizden bir şey gelmez (neticede Büyük Güçlerin oluşturduğu şu veya bu grupla kurulacak emperyalist ittifaka katılım sürecine karşı koyamayız). Onlardan uzak memleketimizde barış içerisinde yaşamak, bu memlekete dair geliştirdiğimiz siyaseti sürdürmek, silâhsızlanma talebini dillendirmek, zorunlu tahkim uygulamasını istemek, sürekli tarafsız bir konumda kalmak vs. istiyoruz.” (Burada Belçika gibi sürekli tarafsız kalmaktan söz edildiğine hiç şüphe yok.)

Kimi küçük devletlerde silâhsızlanma fikrinin belli ölçüde başarı ve popülerlik kazanmasını sağlayan nesnel toplumsal ortam, küçük devletlerin tarafsız kalmak için ortaya koyduğu ufak çabalarla, küçük burjuvazinin dünya tarihinin gördüğü o büyük savaşlardan mümkün olabildiği ölçüde uzak kalma ve tutucu bir yaklaşımla pasif kalmak için bir ülkenin tekelci konumundan istifade etme arzusuyla ilişkilidir. Bu türden çabalar tabii ki gericidir ve tümüyle yanılsamaları temel alır, zira emperyalizm, küçük devletleri dünya ekonomisinde ve dünya siyasetinde oluşan girdabın içine bir biçimde çeker.

Örneğin İsviçre’de emperyalist çevre, işçi sınıfı hareketini iki yoldan birini izleme durumunda bırakmaktadır. Burjuvaziyle müttefik olan oportünistler, emperyalist burjuva turistlerden kâr sağlamak ve bu “sakin” tekelci durumu mümkün olduğu kadar kârlı ve daimi kılmak için İsviçre’yi bir cumhuriyetçi-demokrat tekelci federasyon hâline getirmeye çabalamaktadır.

İsviçre’nin gerçek sosyal-demokratları ise zafere ulaşmada Avrupa’daki işçi partilerinin devrimci unsurlarının sıkı bağlarla ördüğü ittifaka yardımcı olmak amacıyla, İsviçre’deki nispi özgürlükten yararlanma çabasındadırlar. Tanrı’ya şükür ki İsviçre’nin “kendine özgü ayrı bir dili yok”; İsviçreliler, komşu hasım ülkelerin konuştukları üç yaygın dili konuşuyorlar.

Eğer İsviçreli yirmi bin parti üyesi, bir tür “ek savaş vergisi” olarak haftada iki kuruşluk bir savaş ödentisi ödeseler, bu, yılda yirmi bin frank gibi bir para eder ve bu miktar, bizim üç dilde belli aralıklarla yayın yapmamıza ve bunları emperyalist ülkelerdeki genelkurmay karargâhlarının yasaklarına karşın, savaşan ülkelerin işçileri ve askerleri arasında dağıtmamıza yeter. Bu yayınlar, işçiler arasında başgösteren ayaklanmalar konusunda gerçek bilgileri, siperlerde kurulan dostlukları, ellerindeki silâhları “kendi” ülkelerinin emperyalist burjuvalarına karşı, devrimci bir amaçla kullanma umutlarını vb. içerebilir.

Bütün bunlar yeni gelişmeler de değil. Ne yazık ki yeterli ölçüde olmamakla birlikte, La Sentinelle [“Gözcü”], Volksrecht [“Halkın Hukuku”[9]] ve Berner Tagwacht [“Bern Muhafızı”] gibi en iyi gazeteler zaten bunu yapmaktalar. Ancak bu gibi çalışmalarla Aarau Parti Kongresi’nin[10] kusursuz kararları, yalnızca kusursuz karar olmaktan öteye bir şeyler olabilir.

Bizi şu anda ilgilendiren soru şudur: Silâhsızlanma talebi, İsviçre sosyal-demokratları arasındaki devrimci eğilimlere tekabül ediyor mu? Belli ki etmiyor. Nesnel olarak “silahsızlanma”, uluslararası devrimci sosyal-demokrasinin uluslararası programıyla değil, küçük devletlerin pek ulusal, ancak bu devletlere özgü tamamen ulusal bir programıyla örtüşen bir taleptir.

V. I. Lenin
Eylül 1916
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Burada Grütlianer gazetesinin Temmuz 1916’da yayımlanan 162. ve 164. sayılarında çıkan, Robert Grimm’e ait teze atıfta bulunuluyor.

[2] Neue Leben (“Yeni Hayat”): İsviçre Sosyal Demokrat Partisi’nin Ocak 1915-Aralık 1917 arası dönemde Bern’de aylık olarak yayımladığı dergi. Zimmerwald Kongresi’nin sağ kanadının görüşlerine yer verilen dergi 1917 başlarında sosyal şovenist bir konum aldı.

[3] Junius. Rosa Luxemburg'un (1917-1919) takma adı.

[4] G. A. A. de Galliffet (1830-1909). Paris Komünü’nü insafsızca bastıran Fransız generali

[5] Lenin, burada Zimmerwald ve Kienthal’da düzenlenen uluslararası sosyalist konferanslarına atıfta bulunuyor.

İlk Zimmerwald Konferansı 5-8 Eylül 1915’te toplandı. Konferansa 11 Avrupa ülkesinden 38 delege katıldı. RSDİP Merkez Komitesi heyetinin başında Lenin bulunuyordu.

Konferansta Lenin ve sol sosyal demokratların ısrarıyla, devrimci Marksizme ait bir dizi temel önerinin yer aldığı “Avrupa Proletaryasına” başlıklı bildiri kabul edildi. Konferansta ayrıca Uluslararası Sosyalist Komitesi üyeleri seçildi ve politik faaliyetlerinden ötürü zulüm gören savaşçılarla ve savaş mağdurlarının yanında olunduğuna dair mesajı içeren, Alman ve Fransız heyetlerinin elinden çıkan ortak deklarasyon da kabul edildi.

Zimmerwald Solu denilen grup bu konferansta oluştu. Grubun içerisinde Lenin’in başkanlık ettiği RSDİP Merkez Komitesi temsilcileri, Polonya Krallığı ve Litvanya Sosyal Demokrat Partisi Bölge İcra Komitesi üyeleri, İsveç Solu (Karl Zeth Hoglund), Norveç Solu (Ture Nerman), İsviçre Solu (Fritz Platten) ve “Almanya Uluslararası Sosyalistleri” grubu (Julius Borchardt) bulunuyordu. Zimmerwald Solu, konferansta orta yolcu çoğunluğa karşı aktif bir mücadele yürüttü. Fakat tümüyle tutarlı olan siyaseti sol içerisinde sadece Bolşevikler savundu.

İkinci Uluslararası Konferans 24-30 Nisan 1916’da Bern şehrinin yakınlarındaki Kienthal köyünde toplandı. Konferansa 10 ülkeden 43 delege katıldı. RSİDP Merkez Komitesi’ni Lenin dışında iki delege temsil etmekteydi.

Konferansta şu meseleler ele alındı.

1) Savaşın sonlandırılması için verilecek mücadele;
2) Proletaryanın barış meselesine yönelik tavrı;
3) Ajitasyon ve propaganda;
4) Parlamenter faaliyetler;
5) Kitle mücadelesi;
6) Uluslararası Sosyalist Büro için toplantı çağrısı.

Başını Lenin’in çektiği Zimmerwald Solu, ilk Zimmerwald Konferansı’na kıyasla Kienthal’da daha güçlüydü. Kienthal’da grup 12 delegeden oluşuyordu ve bu delegelerin sunduğu önerilerin bazıları 20 civarında oy aldılar. Bu sayı toplam sayının yarısını meydana getirmekteydi. Bu gelişme, dünya işçi hareketinde enternasyonalizmin güç kazandığının bir göstergesiydi.

Konferans “Yıkım ve Ölümün Çilesini Çeken Halklara” başlıklı bildiri, barışçı politikayı ve Uluslararası Sosyalist Büro’yu eleştiren bir kararı kabul etti. Lenin konferans kararlarının emperyalist savaşa karşı enternasyonalist güçlerin birleştirilmesinde ileriye doğru atılmış bir adım olduğunu söyledi.

Zimmerwald ve Kienthal konferansları, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat hareket içerisinde yer alan sol unsurların Marksizm-Leninizmin ilkeleri temelinde birleşmelerine katkıda bulundu. Sonrasında bu sol unsurlar, kendi ülkelerinde komünist partilerin kuruluşunda ve Üçüncü Enternasyonal’in, Komintern’in örgütlenmesi sürecinde aktif rol üstlendiler.

[6] Sosyal Demokrat İşçi Grubu: Mart 1916’da meclisteki sosyal demokrat grubundan kopan vekillerin kurduğu, Alman orta yolcularına ait örgüt. Grup, Berlin örgütünün büyük çoğunluğunun desteğini arkasına aldı ve Nisan 1917’de kurulan Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’nin omurgası hâline geldi. Yeni parti, açıktan sosyal şovenist olan isimleri meşru kılmak için uğraştı ve onlarla kurulan birliğin korunması fikrini savundu.

[7] Rusya’da savaş sanayileri komiteleri Mayıs 1915’te emperyalist burjuvazi tarafından kuruldu. Bu komitelerin amacı, savaşın sürdürülmesi konusunda çar hükümetine yardım etmekti. Oktobrist hareketin lideri ve ülkenin en büyük kapitalistlerinden Guçkov Merkezi Savaş Sanayii Komitesi’nin başındaki isimdi. İşçileri etki altına almak ve şovenist duyguları beslemek amacıyla burjuvazi bu komiteler içerisinde “işçi grupları” oluşturmaya karar verdi. bu süreçte burjuvazi ile proletarya arasında “sınıf barışı”nın tesis edildiğine dair bir izlenim yaratılmaya çalışıldı. Bolşevikler komiteleri boykot etme kararı aldılar ve işçilerin büyük çoğunluğunun desteğini arkasına alarak bu boykot çalışmasını başarıyla yürütmeyi bildiler.

Bolşevik propagandasının neticesinde “işçi grupları” için yapılan seçimlere toplam 239 bölge komitesi ve yerel komiteden sadece 70’i katıldı. İşçi temsilcileri içerisinden sadece 36’sı çalışmaya dâhil edilebildi.

[8] Basel Bildirisi: Savaş meselesiyle ilgili bildiri. 24-25 Kasım 1912’de Basel kentinde toplanan olağanüstü Uluslararası Sosyalist Kongresi’nde kabul edildi.

[9] La Sentinelle: 1890-1906 arası dönemde çıkan, 1910’da faaliyetlerine kaldığı yerden devam eden, İsviçre Sosyal Demokrat örgütünce Neuchatel Kantonu’nda çıkan, La Chaux-de-Fonds’ta yayımlanan gazete. Birinci Dünya Savaşı boyunca enternasyonalist politikayı savundu.

Volksrecht (“Halkın Hukuku”): 1898’de İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin günlük olarak çıkartmaya başladığı gazete. Birinci Dünya Savaşı boyunca Sol Zimmerwaldcıların makalelerini yayımladı.

Berner Tagwacht (“Bern Muhafızı”): 1893’te Bern’de çıkan sosyal demokrat gazete. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde Karl Kiebknecht ve Franz Mehring gibi sosyal demokratların makalelerine yer veren gazete, sonrasında sosyal şovenistleri açıktan desteklemeye başladı.

[10] İsviçre Sosyal Demokrat Partisi’nin düzenlediği Aarau Kongresi 20-21 Kasım 1915’te gerçekleştirildi. Kongrenin ana meselesi, partinin Zimmerwald’daki enternasyonalist gruplara karşı tavrı ve şu üç eğilim arasında gelişen mücadeleydi: 1) anti-Zimmerwaldcılar, 2) Zimmerwald Sağı’nı destekleyenler, 3) Zimmerwald Solu’nu destekleyenler. Robert Grimm partinin Zimmerwald grubuyla bağlantı kurması ve Zimmerwald Sağı’nın politik programına onay vermesi yönünde teşvik edilmesini öngören bir karar sundu. Lozan şubesinin önerdiği madde değişikliği dâhilinde sol güçler savaşa karşı kitlesel devrimci mücadele çağrısı yaptılar ve emperyalist savaşa ancak muzaffer bir proleter devrimin son vereceğini söylediler. Grimm’in baskılarıyla bu madde değişikliği önerisi geri çekildi, ama öneriyi Bolşevik bir isim olan M. M. Haritonov, parti şubelerinin birinden aldığı oy kullanma hakkıyla yeniden gündeme getirdi. Taktikle alakalı tartışmaların ardından Grimm ve destekçileri değişikliği onaylamak zorunda kaldı. Madde değişikliği 141 oya karşı alınan 258 oyla yürürlüğe girdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder