Devletle
aynı düzlemde durup onun safında olan da ona karşı konumlanan da aynı sözleri
sarf ediyor. Devrim ayıracı, alttaki, rüşeym hâlindeki “ezilenlerin
devleti-iktidarı” ile alakalıdır. Gördüklerine iman edenler, görünmeyeni
değersiz kılmak zorundadırlar. Biçim mutlaklaşmaya, burjuva siyaset zorunlu
hâle gelmeye mecburdur.
Yerin
bir karış altına işaret eden Marx’ın yüzeye çıkartılması, pazar tezgâhlarında
sergilenmesi, afişe edilmesi, mevcut iktidar ilişkileri içerisinde, doğal bir
sonuçtur. Bu pratik, görünene yüce anlamlar yükler. Bağlamı burjuvaziden yana
kurar. Değeri onun pazarına göre belirler. Artık görünmeyen alttakiler
değersizleşirler, bağlar kopar, anlamını yitirir.
Siyaset,
ideoloji ve teori, akademiden gazete bürolarına, oradan da örgüt koridorlarına
akar. O koridorların mazlum-sömürülen hayatın çilesiyle, derdiyle, öfkesiyle bir bağı
kalmaz. Burjuvazi ve devlet, kendisini o koridorlarda örgütler. Direncini,
mevziini oralarda teşkil eder.
Devrimin
ve sınıfın girmediği o koridorlarda bireyi yaldızlayan oyunlar sergilenir.
Vicdan geçmişi temizler, kudretli geleceğe yelken açılır. Bugün yaşananda
devrime ve sınıfa artık yer yoktur. Bu ikisi, en fazla, burjuvazi ölçüsünde
dile dolanır.
Bu
açıdan, 15 Temmuz darbe teşebbüsü, öncesi ve sonrası ile, devrimsiz veya
karşı-devrimci bir yerden değerlendiriliyor. Bir kesim, Fethullah rüzgârına
örgütleniyor; bir kesimse Tayyip’in çekildiği Türkiye sınırlarına kapanıyor.
Kenan
Alpay gibi isimlerin Kemalizm eleştirileri, Misak-ı Milli analizleri, büyüme
arzusundaki Türkiye, burjuvazinin niyetleriyle uyumludur. Özünde kemalizmle
birlikte ve ona öykünerek, aynı ülke geleceğe taşınıyor. “Araplarla ilişkimizi
kesiyorlar”dan başka bir şey söylemiyorlar. Araplardan kastı İslam değil,
prenslerin, kralların petrodolarlarıdır.
Darbe
teşebbüsü, Talat Aydemir darbesine benzetiliyor. Demek
ki bir 27 Mayıs zaten gerçekleşmiştir. Bu, muhtemelen Tayyip Erdoğan’ın
cumhurbaşkanı olduğu gündür. 15 Temmuz akşamı yaşananlar karşısında “27 Mayıs
darbesi gerçekleşiyor” diye sevinenler, karşı-devrimci bir yerde duruyorlar.
Sol, 27 Mayıs’a uzanan dönemde Menderes ve arkadaşlarıyla dergi çıkartan
ecdadını unutmuş görünüyor. O ecdada 27 Mayıs’la açılan nefes borusu kutsanıyor,
bugüne bir ölçü olarak dayatılıyor.
Hepimizi
bir 27 Mayıs beklentisi içerisine sokanların devrim gibi bir şeye imanları
kalmamıştır veya zaten böyle bir iman, hiç söz konusu olmamıştır. Bu kişiler, o
gece “AKP kitlesi, sürüdür, korkaktır, Tayyip’in çağrısına kulak vermez”
yorumunu bu yerde durdukları için yaptılar. Teorileri de politikaları da
kemalizme ve devlete endekslidir, onun sınırlarına tabidir. Onun kuludur.
Rahimlerinin duvarlarını çatlatacak hiçbir şeye tahammülleri yoktur.
Sovyetler’le
kurulan devletlerarası ilişkilerde adam yurduna koyulanlar, siyaset yapma
imkânı bulanlar, bu imkâna Sovyetler’in devrimini burada silmek karşılığında
kavuşabilmişlerdir. İlerlemeyen devrim, burjuvazinin ilerlemesine bağlanmıştır.
Darbe
teşebbüsünde halkın direncini alaya alanlar, bu ilerleme adına düşünüyorlar.
Sahada sadece gerici, IŞİD’ci, İBDA’cı kara bir güruh görebilmişlerdir.
Saldıkları korku ile sosyalistleri, Alevileri ve Kürdleri devletin ve
burjuvazinin koltuğunun altına sığınmaya çağırmışlardır. Kendinden menkul bir
varlığa indirgenmek suretiyle, sosyalistler, Aleviler ve Kürdler, burjuvazinin
ve devletin az ve özel siyasetinden medet umacak kıvama getirilmişlerdir.
Kendinden menkul, az ve özel bir sosyalizm de, Alevilik de, Kürdlük de
devletsiz ve burjuvazisiz yapamayacağına kani olmuştur.
Sol
Alevilikten söz etmekte, AKP’nin Diyanet-MİT işbirliği ile camileri seferber
etmesine kızmakta, bu durumu mülk edindiğini düşündüğü Alevilere bir sopa
olarak sallamakta, ama nedense tarihsel-politik bir hareket olarak Aleviliğe
asla örgütlenmeyi düşünmemektedir.
Sol,
ancak ABD’nin Ortadoğu’suna, CHP’nin “Müslüman”ına ve kemalizmin “Alevi”sine
meyledebilmektedir. ABD’ye düşman Ortadoğu, CHP’ye düşman Müslüman ve kemalizme
düşman Alevi, zira onun da düşmanıdır.
Alevi
cemleri, o tarihsel-politik örgütlenmenin bir tezahürüdür. Soyut, tarihdışı
atıflar, benzeştirmeler, o mücadelenin ve örgütlenmenin bağlamsızlaştırılması
amacını güder. Yani Aleviliğin dişlerinin sökülmesi, solun da işine
gelmektedir. O cemde bekçi vardır, ama sol oraya örgütlenmediği için o
bekçideki politik anlamı görmez, oradaki 12 hizmetin solda hiçbir karşılığı
yoktur. Devlete ve demokrasiye yakınlaşanların o 12 hizmeti tasfiye etmesi
zorunludur.
Bu
devlet ve demokrasi, özünde bir savaş çağrısı olarak yeniden örgütlenebilen
ezana ve camiye düşmandır. Olmak zorundadır. Devrim ve ona bağlı bir teolojik
unsur olarak “cennet kavgası” alay konusu edilmektedir. Biraz geri çekilip
bakıldığında, Tayyip Erdoğan’a verilen rol tam da budur: o bir imge, simge ve
bilgi olarak, kendisini dayatmaktadır. Böylelikle ezilenlerin uçsuz bucaksız
ummanından kaçmak, tek çözümmüş gibi gelmektedir.
Genel
kabule göre, buradan çıkışımız Tayyip’in ölmesi ise eğer, kendinden menkul tüm
kurguların da ölmesi gerekir. Bizimki yaşasın diye Tayyip’e kızmanın manası
yoktur. Tayyip öfkesi, kolektifleşmeyle değil, bireyselleşmeyle alakalıdır.
Dolayısıyla, devrimin ihtiyaç duyduğu kolektif dinamikler, onun elinde lime
lime olmaktadırlar.
Bu
aşamada Tayyip’in kontrol ettiğini düşündüğü kitledeki sınıfsal-politik ve
devrimci-politik gerilimlere de örgütlenmek gerekir. Bizim için aslolan,
burjuva siyasetindeki yüzde ellilik dilimlenme değil, burjuvazinin hâkim olduğu
koşullarda, komünist siyaset için gerekli çatlakları bulup oralardan güç
biriktirerek ilerlemektir.
Bu
açıdan, kime ait olduğunun gayet iyi bilindiği derneklere atılan Molotof’un
politik açıdan sorgulanması zorunludur. Önce “o istihbarat nereden ve niye
geliyor?” diye sorulmalıdır. Müslüman’ın bir, kolektif ve diri olma araçları
yok edilince, kendinden menkul sosyalistlere alan açılacak zannı, beyhudedir. O
Molotof’lar, ne olursa olsun, ne tür bir anlam yüklenirse yüklensin, bir’e,
kolektif’e ve dirime fırlatılmaktadır. Bunlar kendinden değil, hakikatten
menkul komünist siyaset için de zaruridir.
Devrimsiz
olmak, bu zarureti görmemek demektir. Devrimsiz olanlar, son üç yıldır
Fethullah’ın düdüğünü öttürmüş, darbe çığırtkanlığı yapmış, darbe teşebbüsünün
başarısız olacağını görünce “işçi sınıfı”nı anımsamıştır. İşçi sınıfı, bir
sığınak olarak yeniden istismar edilmektedir. Sadece araziye sürülecek mayın
eşeği olarak görülen işçiler, duruma göre, kiri pası örten bir halıya
dönüştürülmektedirler.
“Sınıf
devrimcileri” sınıflı ve sınıfî olamazlar; sadece mevcut karışıklığı
sadeleştirmek, kendilerine işaret etmek, kafa bulanığını gizlemek, öznelliğini
şişirmek, azı çokmuş gibi göstermek için sınıfı kullanırlar. Sınıftan umudunu
kesenlerle sınıfçılık yapanları çok ince bir çizgi ayırır.
Biri
diğerinin arazisinde ajanlık yapar. Ya işçilik burjuvazinin eğretilemesidir ya
da burjuvalık işçi sınıfının en yüce biçimidir. Bir kesim, bugün sokağa çıkan
AKP kitlesi ile temas kurmanın gerekli olduğundan bahsetmektedir. Bu, bazı
solcuların 2003 sonrasında Ortadoğu’yu keşfetmeleri ve Ortadoğululaşmaktan dem
vurmalarına benzemektedir. Onların “Ortadoğu” dediği, esasen Amerika’nın
Ortadoğu’sudur. Amerika buraya gelmese, bunlar ağızlarına “Ortadoğu” kelimesini
almaları mümkün değildir. Bugün keşfedilen Müslüman da burjuvanındır, burjuvalaşmıştır. Onunla o yüzden ilişki kurulmaktadır.
Geçmişte
Bekaa’ya giden devrimciler de anı kitaplarına hapsedilmiştir. Filistin’le
Türkiye dolayımı ile ilişki kurulmuş ya da öznel iradenin en yüce biçimi olması
sebebiyle o coğrafyaya anlam yüklenmiştir. Bu iki yaklaşım da kesişmektedir.
Filistin’de olduğunu düşünen kimi isimler, bugün Türkiye devletine ve
burjuvazisine hizmetkâr olan Ortadoğu uzmanlarıdır. Ateşten kaçmak için onun
yanına sığınılmış, Filistin’in tedrisatına alan açılmamış, Filistinleşen ülke
içi dinamikler, Sabra-Şatilla sonrası, tekrar Avrupa’ya bağlanmıştır. Bazı
örgütlerin Kaddafi’nin paralı askeri olarak Afrika’ya gittiğinden bile söz
edilmektedir. Filistin pratiği, Batı düzlemine yaklaştığı ölçüde anlam
kazanmıştır. Bu pratik o düzlemden, filikadan uzaklaştıkça, Avrupa’nın gemisine
binilmiştir.
Bugün
“ilişki kurmak gerek” dedikleri kitle ise CHP’yle hizalanmış bir kitledir,
CHP’nin ve kemalizmin kurgusudur. Onlarla ilişki kurulması gerektiğinden bu
sebeple söz edilmektedir. Sözlerinin, eylemlerinin akacağı bir eşdüzlem
oluştuğunu görmektedirler. Buradan da sözü ve eylemi ayarlamanın yollarına
bakılmaktadır.
Benzer
bir durum, 6 Ekim 1993’te bir grup TDKP gerillasını öldüren PKK için de söz
konusudur. 3 Kasım 1993 günü “Kürdistan’a Türk sosyalistlerinin girişi
yasaklanmıştır” diyen PKK, aradan yirmi yıl sonra o örgütlere kucak açmıştır.
Demek ki yirmi yılda köprünün altından çok su akmıştır. Uygun düzlem gereken
seviyeye ulaşınca, akış gerçekleşmiştir. Burada “PKK Ortadoğululaştığı
momentten uzaklaşıyor mu?” sorusu gündeme gelmektedir. Zira hâlâ o Türk
sosyalistleri için PKK, “geri, milliyetçi, küçük burjuva ve ‘bölücü’ bir
örgüttür.”
Ezilenlerin
iktidarı, yukarıya çıkmış, oradan bakan, öznelliğini devlet ve burjuvazi ile
kurmuş öznelerin eseri olamaz. Ezilenlerin içinden kimi bölüklerin belirli bir
seviye atlaması suretiyle yaşanan yakınlaşmalara aldanmamak gerekir.
Eren Balkır
İştirakî Dergisi Sayı 10
s. 75-78.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder