Pages

07 Ekim 2023

Antisosyal Sosyalizm Kulübü


Günel Filedelfiya’daki Büyük Yeşa Balo Salonu’nun önünde 400’ü aşkın insan toplandı. Birbirlerini itip kakan bu insanlar, önceden planlanmış bir toplantıya katılmak istiyorlardı. Polis, biraz uzakta durmuş, kitleyi izliyordu. İtiş kakışın ardından, küçük çocukların aileleri geri çekildi. Bu şekilde olmaması gereken bu etkinlik, çocuk bakımı ile ilgiliydi ve katılanlara yiyecek dağıtılacaktı.

“Çimenliği kurtarın!” diye bağıran göstericiler güvenliği sıkıştırdı. İçlerinden biri kapıdaki bekçiyi gösterip, “adam saatte 11 dolar kazanıyor” diye bağırdı. “İçeri girmemize mani olamaz!” diye ekledi.

Bu coşkulu kitle, haklı bir dava için orada olduğunu düşünüyordu. Asıl amaçları ise polis zulmünü, kitlelere sıkılan kurşunları, okullara aktarılan paralardaki kesintileri, su faturalarındaki artışı ya da başka toplumsal sorunları protesto etmek değildi.

Kitle, şehirlerindeki parklara futbol ve beysbol sahaları yapılmasına karşı çıkıyordu.

Pandemi döneminde park ve bahçeler müdürlüğü, insanlar kapanmalar dâhilinde biraz soluk alsınlar diye FDR Parkı’nda uzun süre ihmal edilmiş olan golf sahasını halka açtı. Çimler, aşırı derecede uzamış olduğu için orada köpeklerini gezdiren, piknik ve yürüyüş yapan, evden çalışan profesyoneller, burayı “Çimenlik” olarak adlandırmışlardı.

Pandemi döneminde getirilmiş olan kısıtlamalar kaldırılınca, belediye, uzun zamandır beklemede olan yeniden geliştirme planlarını yeniden devreye soktu. Park planında gelişkin oyun sahaları bulunuyordu. Bu sahalar, her hafta maç yapmak için binlerce sporcunun tozlu, çimsiz, taşlı arazide toplandığı bir mahallede inşa edilecekti. Genç sporcuların kurduğu kulüpler, uygun saha bulmak için oyuncularını kırk beş dakikalık bir mesafeye götürmek zorunda kalıyorlardı. Yeni spor kompleksi, bu oyuncuların derdine deva olacaktı. Ne var ki bu yeni sahalar, Çimenlik’in bir kısmına inşa edilmek zorundaydı.

Yeni sahaların inşa edileceği alanı kurtarma talebini bizzat ilerici hareket dillendirdi. Proje konusunda sayısız dedikodu yapıldı. Örneğin, FIFA’nın 2026’daki Dünya Kupası için alanın temizlenmesini istediği söylendi.

Şehirdeki Amerikalı Demokratik Sosyalistler türünden ilerici örgütler, eyaletin solcu senatörü ve gene eyaletin temsilciler meclisindeki ilerici üyesi, yeni yapılacak sahaların çevre, halk sağlığı, hatta fiziki güvenlik için yarattığı büyük tehlikeye işaret etti.

Gezip dolaşmaya dair tercihleriyle ve yalnızlaşma arzularıyla toplumsal davayı birbirine karıştıran eylemciler, kapsamlı bir kampanya yürüttüler. “FDR Parkı’ndan Elinizi Çekin!” yazılı dövizler taşıdılar. Yağmur ormanlarında yol açan buldozerlerin resimlerini kullandılar.

Ortada gayet şaşırtıcı bir manzara vardı. Gerçek plan, parkın yıkılmasını içermiyordu. Yeni spor sahalarına ek olarak, yaklaşık 12 hektarlık bataklığın kurutulması, onlarca yeni doğal patikanın açılması ve parkın ekosisteminin gelecek nesil için muhafaza edilmesi öngörülüyordu. Yeni geliştirilecek parkta sporcular ve doğaseverler için birçok alan oluşturulacaktı.

Ama plana karşı çıkanlar, bu tür gerçeklerle hiç ilgilenmiyorlardı. Onlar, derin, içgüdüsel, hatta metafizik bir sorunla meşgullerdi. Şehirde eylemlere sempatiyle yaklaşan bir kişinin yorumuna göre Çimenlik, aslında bakımsız olduğu, insanlar keyfini çıkartsınlar diye yapılmadığı, toplumsal kullanım için planlanmış olmadığı için cazip geliyordu. Bu kişiye göre, “Çimenlik’in arazisi, kişilerin yönlendirdiği bir yaratım sürecinin parçası”ydı. “O, bir nesne değil, özne”ydi. “Hem de kendinde değil, kendisi için bir özne.”

Birçok ilericinin, hatta kendisini sosyalist olarak niteleyen birçok insanın bu türden toplum karşıtı bir konum alması gerçekten şaşırtıcı. Her şeyden önce kamuya ait parklar, halk keyfini çıkartsın diye var. Amatör spor kadar toplumsal açıdan insanı kuran, inşa eden çok az faaliyet mevcut.

Kamuyu gözeten toplumsallık anlayışıyla çelişen bir tavırla, parkın yeniden geliştirilmesi kararına karşı çıkan göstericilerin, doğaya kaçmayı seven bir tür münzeviliği tercih etmeleri, asla rastlantı değil. Ayrıca bu tavır, beysbol stadyumlarından nefret eden birkaç kaçıkla da sınırlı değil. Söz konusu toplum karşıtı ruh hâli, tüm ülkeyi ele geçirdi ve bilhassa politik solda karşımıza çıkıyor.

Bugüne hâkim olan toplum karşıtı davranış, tehlikeli. Her türden toplumsal marazı ve bozukluğu yeniden üretme, hatta hızlandırma riskini taşıyor. Yalnızlıktan cinsiyetsizliğe, uyuşturucu kullanımından cinayete birçok konuda solcular, kolektif antisosyal davranıştaki artışa kendilerince bahaneler buluyorlar veya bu artışı görmezden geliyorlar.

Bazı ilericilerse pandemi politikalarının uzun süre uygulanmasını savunarak, yalnızlığın kurumsallaşması fikrini savundular. Bazıları ise kamusal hayatta gelişen toplum karşıtı davranışı erdemli bir davranış gibi görüyor. Solcular, kitlesel uyuşturucu kullanımı ve cinayet gibi toplumsal yabancılaşmanın en berbat sonuçlarını hâlen daha görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Toplum meselesini bu şekilde terk edenler, sadece halkın moralsizleştiği süreci besliyor, onun politik yenilenme ihtimallerine karşı körleşmesine neden oluyor.

Kapanmalar, Liberalizm ve Yalnızlık

Toplum karşıtı tavrın kökleri derinlere uzanıyor. Büyük toplumsal dürtülerimiz karşısında kararsızlık içerisinde olan veya onlarla çelişen, topluma ait tüm yapısal özellikler yol açıyor bu tavra. Hayatımızın en mahrem yerlerine bile sızan piyasa mantığı, bir zamanlar kamuya ait olan her şeyin özelleştirilmesine yönelik çabalar ve tabii bir de hayatımızın iş dışında kalan kısmını yiyip tüketen çalışma pratiği, bu türden yapısal özelliklerden bazıları.

En iyi ihtimalle, geçen yüzyılın ortalarından beri biz, takım sporlarına, gönüllü çalışmaların yürütüldüğü derneklere, işçi sendikalarına, sosyal kulüplere, politik örgütlere ve yardımlaşma faaliyetlerine katılım oranlarında önemli bir düşüşe tanıklık ediyoruz. Toplumsal yalnızlaşma denilen uçuruma doğru yürüyüşümüz, uzun zamandır sürüyor.

Ama pandemiyle birlikte toplumsal hayat, kendi içine çöktü ve vahim bir hâl aldı. Bugün Amerikalılar, her zamankinde daha fazla yalnızlar, bir başınalar.

Kısa süre önce yapılmış olan bir çalışmaya göre, her beş Amerikalı erkekten birinin bir tane bile dostu yok. Ülkenin yarısı, pandemi yüzünden arkadaşlarıyla temasının kalmadığını söylüyor. Raporun aktardığına göre, halkın üçte biri sürekli yalnızlık içerisinde yaşıyor. Toplumsal manzara her zamankinden daha fazla kötü.

Tabii bu noktada sosyal mesafeden, okulların kapanmasından ve evden çalışmadan bahsetmek gerekiyor. Hastalığın yayılma hızını düşürebilseydik, tıp bilimi, bunca zarar verilmezden önce derde deva sunabilirdi. Ne var ki tecrit politikasının ilk cevap olarak uygulanması, ne tek yoldu ne de bu yol “eğriyi düzleştirecek” en iyi yoldu. Daha da kötüsü, herkesi bir çuvala atan ve herkese aynı anda dayatılan kapanma politikasının muazzam toplumsal maliyetleri oldu: cinayet sayıları, uyuşturucu kullanımı oranları, depresyon hızla arttı. Ayrıca öğrencilerdeki okuryazarlık, arkadaşlık ilişkileri ve cinsellik azaldı.

Bazı sosyal demokrat hükümetlerin sunduğu yola benzer başka yollar vardı oysa. Avrupa ülkeleri içerisinde toplam aşırı ölüm oranı en düşük düzeyde olan İsveç, “evde kal” talimatından da kalıcı maske takma politikasından da uzak durdu. Bu ülkedeki sağlık uzmanları (yaklaşık yüz yıldır savundukları sosyal demokrat görüşe sırtlarını yaslayarak) pandemiyle mücadelenin bir 100 metre yarışı değil, maraton olduğunu gördüler. Bu noktada aynı sağlık uzmanları, toplumsal hayatı sekteye uğratan değil, onunla uyumlu çözümler bulmaya çalıştılar. Okullar, bu süreçte açık kaldı. İsveç, çocukları pandemi sürecini öğrenme konusunda önemli bir kaybı yaşamadan geçiren az sayıda ülkeden biri.

İngiltere ve ABD’de siyasetçileri, verdikleri ilk tepki konusunda affetmek mümkün. Peki ama bugün toplumsal tecridin, izolasyonun sürmesini isteyenleri ne yapacağız?

ABD’de sol, maskesiz normal hayata dönüş çağrılarını nadiren dillendirdi. Geçen yıl, okula giden çocuğu olan ebeveynlerin yüzde 79’unun yüz yüze okul eğitimini tercih ettiği gerçeği ortada iken birçok Amerikalı ilerici isim, gelişmiş dünyanın geri kalan kısmı okulların yeniden açılması fikrini kabullenmesine rağmen, bu fikre karşı çıkmayı sürdürdü. Burada da toplum karşıtı tavır galebe çaldı ve bu tavır, tehlikeli sonuçlara yol açtı. Okulların uzun süre kapalı kalması, öğrencilerin öğrenme süreçlerinde gerilemesine neden oldu. Bugün çocuklar hocalarına yetişmek zorunda, ayrıca temel toplumsal becerileri yeniden edinmek durumunda.

Aşılama oranları yükselip vaka sayıları azaldıkça somutta ilericilerde insanların kapısını açmayla ilgili bir tereddüt gelişti. Beyaz yaka işçilerin sonsuza dek evden çalışabileceğine, çalışması gerektiğine dair görüş benimsendi. Pandemiden önce ofis işlerinin yaklaşık yüzde 5’i evden yapılıyordu. Bugün bu oran yüzde 30 civarında. Manhattan’da ofis çalışanlarının yarısı ofise gitmekten vazgeçti. Uzaktan çalışma devrimi, profesyonel sınıftaki kapanmacılığın daimi biçimi. Bu çalışanlara göre, ofis hayatının az sayıda kıymetli toplumsal yönleri pratikte ortadan kalktı. Bazı yetişkin insanlar, tıpkı okula giden çocuklar gibi toplumsal açıdan gerilediler. Değişime uyum sağlayan şirketler, pratikte işgücünün yol açtığı genel giderlerden kurtuldular, zira çalışanlar, ev ofislerinin maliyetlerini kendileri yüklendiler. Öte yandan, neticede şehir merkezleri, pandemi öncesi sahip oldukları canlılığa yeniden kavuşmak için mücadele etmek için uğraştılar.

Eğer ofisler açısından küçük bölmeler toplumsal bir kâbus ise Zoom Dünya Düzeni toplumsal bir felâkettir.

Restoranlar ve barlar, pandemiyle oluşan fasıla sonrası yavaş da olsa yeniden açıldıkça tek başına yemek yiyenlerin sayısı arttı, sosyal içicilerin sayısı düştü. Tek başına yemek yiyenler, bugün ABD’de restorana gidenler içerisinde en büyük payı oluşturuyor. Yalnız akşam yemeği yemek, Amerika’da yaşanan koşuşturmanın kendine has distopik özelliği hâline geldi.

1986’da Jean Baudrillard, “Fakirlikten daha üzücü, dilencilikten daha hazin bir şey varsa o da insanın halkın içinde tek başına yemek yemesidir” diye dile getiriyordu şikâyetini. Bugün dışarı çıkıp yemek yemek moda. New York Times okurlarına, “yalnız nasıl yemek yenileceğine, bundan nasıl zevk alınacağına” dair tavsiyeler sunuyor. Liberal Guardian gazetesi ise “yalnız yemek yemenin keyfi”nden bahsedip bu pratiği övüyor. Yalnız yemek yeme talebi sebebiyle bugün restoranlar tek kişilik masa sayısını artırıyorlar ve eski tarz oturma düzenlerini değiştiriyorlar.

Bugün kent nüfusunun üçte biri evden çalışıyor ve düzenli olarak dışarı çıkıp tek başına yemek yiyor. Bu yalnız takılalımcılar, tek başına tefekkür etme fikrine göre hareket eden bir tür züht hareketinin üyesi değiller. Her zaman kendi başlarına olsalar da hiçbir vakit yalnız değiller. Hep internette dolaşıyorlar, ilgilerini çeken linklere tıklıyorlar, tvit atıyorlar, eposta yolluyorlar, mesaj atıyorlar, tiktok videoları yüklüyorlar vs. Sosyal medya sürekli hayatlarında olduğu için toplumsal açıdan yalnızlıklarının erdemli yönü olarak görülebilecek kendi üzerine düşünmek denilen pratik imkânsızlaşıyor.

Kişiler arası etkileşimin inceliklerinin yerini sosyal medyanın o yavan ve sığ ahlaksızlığı aldıkça insanlar da adab-ı muaşerete dair anlayışlarını, hatta benlik bilinçlerini yitiriyorlar.

Bardayken veya biriyle çıktığınızda yediğiniz yemekte yaptığınız kötü ve yersiz şakayla Twitter’da yaptığınız şaka arasındaki farkı ele alalım. Araştırmalara göre, aşırı derecede sosyal medya kullananlar sadece daha yalnız kişiler değiller, aynı zamanda bunlar, daha saldırgan, daha fazla nefret yüklü ve daha kabalar. Başka bir ifadeyle bu insanlar, yalnızlık hastalığının tedavisi için ihtiyaç duyulan tüm özelliklerden mahrumlar.

Bu yalnız ve kaba kalabalık, aynı zamanda politik açıdan ilerici bir topluluk. Pinterest hariç tüm sosyal medya platformlarında ilericilerin sayısı, muhafazakârların sayısının katbekat üzerinde. Ayrıca bu kişiler, sosyal medyayı toplum için olumsuz bir şey olarak görmüyorlar. Yüzde 83’ü sosyal medyanın toplumsal hareketler için olumlu bir araç olduğunu düşünüyor. Çok azı, sosyal medyanın toplumsal hayatları için bir tehlike arz ettiğini düşünüyor.

İnternette tek başına geçirdiğimiz tüm o zaman bizim başkalarına güvenimizi daha da azaltıyor, bizi daha saygısız ve kötümser kılıyor. Kamuoyu anketleri, Amerikalıların bugün gelecek kuşağın yüzleşeceği ihtimaller konusunda, 2008-2012 arası dönemde yaşanan Büyük Resesyon’un gölgesinde olduğumuzdan daha fazla kötümser olduğumuzu ortaya koyuyor. Daha da kötüsü, bugün gençler de başkalarına daha fazla şüpheyle yaklaşıyorlar. Yaşları 18-29 arasında olan insanların yüzde 60’ı “insanların çoğuna güvenilemeyeceğini” düşünürken, aynı grubun yüzde 71’i “fırsat bulduğunda birçok insan sizden istifade etmeye çalışıyor” görüşünü dile getiriyor.

Yalnızlığın kurumsallaştığı, halk arasında kötümserliğin kemikleştiği süreç, sadece toplumun demoralize olmasına ve en temel toplumsal bağların sürekli aşınmasına yol açar.

Ailenin İlgası ve Cinselliğe Yönelik Sol Duyarlılık

Toplumsal bir kurum olarak ailenin başı, her açıdan dertte. Bir zamanlar toplumun atomik düzeyi olarak görülen aile denilen çekirdeğin parçalanacağı bir momente doğru ilerliyoruz.

Bugün ücretler durağan, iş piyasası güvencesiz, barınma maliyetleri artıyor. Bunlara eşlik eden başka yapısal faktörlerle birlikte, aile hayatı, gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin ekonomilerinde zayıflıyor.

Evli çiftler daha az çocuk sahibi oluyorlar, hane halkı küçülüyor, evlilikler eskisi gibi uzun sürmüyor, çocukların bakımı, artık iki yakalarını bir araya getirmek için mücadele eden insanların üstlenebileceği bir yük değil.

Eskiden toplumsal bir olgu olarak kabul edilen aile hayatı, giderek bir lüks hâline geliyor.

1970’te ABD’de evlenme oranı yüzde 85,9 iken, 2019’da bu oran, tüm zamanların en düşük seviyesine gerileyerek, yüzde 33,2 oldu. Eskiden evlilik hayatında sınıfsal ayrım az görülürken, bugün giderek daha fazla görülüyor. En düşük geliri elde eden en alttaki beşte birlik dilimde yer alan yetişkinlerin yüzde 38’i hâlihazırda evli, en yüksek beşte birlik dilimde yer alanlarda bu oran yüzde 80.

Zenginler, uzun ve istikrarlı devam eden evliliklere sahip, ama yoksullar böyle bir şanstan yoksunlar. İnsanların ortak özelliklere sahip kişilerle evlenmesi anlamında “sınıflandırıcı çiftleşme”, bu ayrımın muhafaza edilmesini güvence altına alıyor. Boşanmalardaki farklılık da sınıfsallığın belirlenimi altında. ABD’de bugün tek ebeveynli evlerin oranı yüzde 23. Bu oran, dünyanın geri kalan kısmının üç katından fazla.

Tüm bu konular hepimizi endişelendiriyor olmalı. Çocuk yetiştirmenin yol açtığı yükü alacak toplumsal altyapıya yönelik yapılacak devasa kamu yatırımlarına ek olarak, işçi sınıfından çiftlerin ayrılma sürecini hızlandıran mali istikrarsızlığı çözüme kavuşturacak bir ekonomi programıyla bu soruna deva bulmak mümkün. Neticede toplumun genelini kuşatan ekonomik eşitsizlik meselesi, ailelerin yüzleştiği dertlerin sebeplerinden biri.

Buna karşın, birçok solcu, aile hayatının yüzleştiği bu krizi toplumsal bir sorun olarak görmüyor. Bunun yerine, solcular, ailelerin dağılmasını bir çözüm olarak sunuyor. Evliliklerin dağıldığı, çocukların ortadan kaybolduğu, yaşlıların hücre tipi huzurevlerine tıkıldığı koşullarda sol, bize “aileyi ilga etmeyi” tembihliyor.

Karl Marx, bir yerde “pratikte proleterlerin aile kurmamasından” şikâyet ederken, Karl Kautsky, halkı onda yerleşik olan, sosyal demokratların aile hayatına karşı olduğuna dair anlayıştan arınmasını sağlamak için bin bir çile çekiyordu. Bir yerde Kautsky, “hiçbir sosyalistin aklında uzak bir gelecekte aileyi ilga etmek, ortadan kaldırmak gibi bir fikir yoktur” diyordu. Ama bugünün sosyalistleri, tam da bunu söylüyorlar.

Sophie Lewis’in 2022 tarihli “bakım ve özgürleşme” manifestosunda “aile hayatı küçüldükçe toplumsal özgürlük artacak” yazılı. Kısa süre önce Dissent’te çıkan bir makale, “aile hayatının geriye döndürülemez biçimde yoksullaştığı”nı söylüyordu. Bugün ilerici çevrelerde bir kurum olarak aile, her yönden redde tabi tutulan bir olgu. Fakat bugün mevcut piyasa eğilimleriyle uyum içerisinde gelişen ve güçlenen antisosyal davranışın her şeyin daha kötü olmasına katkı sunmaktan başka bir işe yaramayacağını kimse görmüyor.

Ailenin krizinin yoğunlaşmasına katkı sunan bir olgu da ilericilerdeki kötümserlik. Morgan Stanley’ye göre:

“İklim değişikliği sebebiyle çocuk sahibi olmamayı salık veren hareket giderek büyüyor ve doğurganlık oranlarını doğurganlıktaki düşüş konusunda bugüne dek görülmüş her türden eğilime kıyasla, daha hızlı etkiliyor.”

Bu, gerçekten de çok çarpıcı bir gelişme. Buna karşın, doğum karşıtı (antinatalist) hareket, doğum oranlarındaki düşüşü hayırlı bir gelişme olarak görüyor. Doğan her çocuğun karbon ayak izine dikkat çeken kimi insanlar, çocuk sahibi olma işine bir süre ara vermenin hayırlı olacağını söylerken, bazı isimler de insan denilen canlı türünün yok olması gerektiği üzerinde duruyorlar. Solun çok sevdiği bir kongre mensubu, çocuk sahibi olmada bir sorun olup olmadığını tartışıyor. İnternette kendi dölleriyle dünyaya yük olan, “sahip oldukları çocukları besleyip büyüten” insanlarla alay eden, onları hor gören yazılar giderek yaygınlaşıyor.

Ailedeki çöküş, gerçek bir toplumsal kriz aslında ve bu krizin dünya çapında ekonomik felâketle sonuçlanma ihtimali mevcut. Buna karşın birçok solcu, bu krizle yüzleşmek yerine ortadaki somut sorundan kaçmayı tercih ediyor. Ailenin dağılmasına yönelik eğilimi hem gönüllü bir tercih hem de ahlaki bir erdem olarak ambalajlamak suretiyle ailenin çöküş sürecine uyum sağlıyor. Solcular, belki de farkında olmadan, daha yalnız ve daha yabancılaşmış insanlarla yüklü bir gezegen için tezahürat yapıyorlar.

Ailelerin yüzleştikleri, giderek artan güçlükler görmezden gelinemez. Nüfusun hızla yaşlanmasıyla açığa çıkan krize çocukların ailelerinin sırtına daha az ekonomik yük yüklemesini sağlayacak bir politika olmadan çözüm bulamayız. Ayrıca çocukları yetiştirecek asli toplumsal birim olarak ailenin yerini kolektif bakımın üst bir biçimine bırakacağı görüşü de pek makul bir görüş değil. Mevcut hâlleriyle aileler çile çekiyorlar. Bugün hayatta kalabilmeleri için ailelerin büyümesine ve istikrara kavuşmasına katkıda bulunacak politikalara ihtiyaç var.

Aile çözülüp dağıldıkça onun evvelden beri ana bileşenlerinden biri olan cinsellik de çözülüp dağılıyor.

Gençler daha az cinsel birliktelik yaşıyor, ayrıca cinsellikle ilgili kaygıları daha da artıyor. Aseksüellik yüceltiliyor ve cinsel kimliğin yeni yüzü hâline geliyor. Bir araştırmada araştırmacılar, Amerikalılara “lütfen daha fazla seks yapın” diye yalvarıyor. Araştırmada son 12 ay içerisinde seks yapmayanların oranının yüzde 26 olduğu söyleniyor. Bu oran, son 30 yılın en yüksek oranı. Dünya genelinde de benzer haberlere ve raporlara rastlanıyor.

Tüm bu gerçeğe rağmen, belki de tam da bu gerçek yüzünden kültürel hayata hovardalık (liberterlik) hâkim oluyor. OnlyFans influencer’ları, milyonlarca dolar kazanan popüler isimler hâline geliyor. Seks işçileri, Kongre üyeliği için aday oluyorlar. Porno, isteyene ücretsiz sunuluyor, eposta göndermek için kullanılan cihaz, pornonun yaygınlaşmasını sağlıyor. Özel pazarlarda satılan seks doğallaşıp yaygınlaşıyor.

Tüm bu gelişmeler, ikircikli bir tutumla karşılanıyor veya kültürel ilerlemeye denk düştüğü iddia edilip övülüyor. Buna karşılık, birbirine âşık çiftler arasında cereyan eden gerçek seks, sayısal açıdan azalıyor. En tuhaf cinsel fetişleri eleştirmek gibi bir terbiyesizliği yaptığınızda, insanların cinsel tercihlerini, ilgilerini ve fetişlerini alaya alıp eleştirdiğinizde, birden karşınızda Viktoryen dönemden çıkıp gelmiş namus kumkumaları buluyorsunuz.

Her dönem politik kampanya yürütmüş eski seks işçisi kongre adayı Alexandra Hunt’ı yüzleştiği çelişki sebebiyle yaşadığı kafa karışıklığı için bağışlamak mümkün.

2022’de Hunt, seks işçiliğini ona vurulmuş damgalardan kurtarma çağrısı yaptığı için göklere çıkartıldı. O konuşmasında Hunt, seks işçilerinden birer kahraman olarak söz ediyordu. Adaylığı o dönemde seks işinin sorunlarına hoşgörülü gençlerin nasıl yaklaşması gerektiğini söyleyen bir bildiri olarak görülmüştü. Üzerinde “Orospuları seçin” yazılı kampanya svetşörtleri peynir ekmek gibi satıldı.

Sonrasında, aynı yıl içerisinde Hunt, birçok insanın sekse son verdiğinden şikâyet etti ve insanların dikkatini bu soruna çekmeye çalıştı. Bu sebeple Hunt, birçok insan tarafından eleştirildi, kınandı, alay edildi.

Hunt’ın söz konusu soruna işaret etmesi yanlış değildi. Toplumda cinsellik körelmekte, azalmaktaydı. Esasen bu, ciddiye alınması gereken, toplumsal bir bozukluktu. Ama Hunt’ın sunduğu çözümler pek de güven telakki eden çözümler değildi.

Hunt’a göre “seks yapma hakkı”, “seks satın alma hakkı” demek. Oysa zaten seksin bu kadar aşırı metalaşması ve dijitalleşmesi yüzünden bu noktaya geldik. Seks pazarlama işinin bu kadar artmış olması, bizi seks eyleminden uzaklaştırıyor. Pornografinin ulaştığı yaygınlık ve seksin her yerde satılıyor olması, toplumda sekse olan hürmeti artırmadı, bilâkis azalttı. Piyasa, seksi ucuzlattı. Değerini düşürdü. Seksi ve cinselliği toplumsal hayatın neredeyse tamamından söküp attı.

Bugün seks partneri bulmak için gençler, potansiyel eşlerini yüzeysel kriterlere göre yargıladıkları, belirli bir algoritmanın organize ettiği, tek tıklamayla karar verdikleri internet sitelerine üye oluyorlar. Bu sitelerde cinsiyetler arasında ciddi bir dengesizlik mevcut. Tinder uygulamasını kullananların sadece yüzde 23’ü kadın. Heteroseksüel erkekler, çoğunlukla eş bulamıyorlar. Eş bulamayan erkekler OnlyFans’e yöneliyorlar, bile isteye kabul ettikleri şartlar üzerinden herhangi bir güvence sunmayan bu tür sitelere para akıtıyorlar. Aşk, duygu ve romantizm karşıtı bir sistem inşa ediliyor. Üstelik bu sistemden kimse mutlu değil.

Amerikalıların yüzde 56’sı flört uygulamalarına olumsuz yaklaşıyor. Oldukça “romantik” bir ifade dâhilinde “seks pazarı” olarak adlandırılan yerin hâkimi olan kadınların yüzde 59’u bu tür uygulamalara hiç onay vermiyor.

Dijital dünya, giderek Pasolini’nin savaş sonrası İtalya’yla ilgili çektiği bir filme benziyor: İşsiz erkeklerin eş ve aile arayışı içerisinde, paramparça olmuş şehirde dolaştığı, sadece ümitsizlikle, yalnızlaşmayla ve paralı seksle yüzleştikleri bir gerçeklik anlatılıyor bu filmde. İş, meslek, ayrıca ne tesadüf ki fuhşu sonlandırma vaadinde bulunan Komünist Partisi’ne birçok İtalyan örgütleniyor.

Uyuşturucu, Ölüm ve Yoksullara Ayrılan Paranın Kesilmesi

Amerikalılar olarak biz, bizi toplumsal sefaletten kurtarmayı vaat eden, güvenilir bir kitle partisinden mahrumuz. Buna karşın, elimizde sadece bireysel olarak bize nefes olacak uyuşturucular var.

Aşırı dozdan ölümler rekorlar kırıyor. Uyuşturucu kullanımındaki artış görülmemiş düzeylerde. 2000 yılında yasadışı uyuşturucuların aşırı dozda kullanılması neticesinde ölen Amerikalıların sayısı 17.000 civarındaydı. Yirmi yıl sonra bu sayı, yüzde 500 arttı. Bilhassa pandemiden beri daha fazla insan, aşırı dozdan öldü. ABD’de 2019-2021 arası dönemde aşırı dozdan ölenlerin sayısı yüzde 51 arttı. 2022’de 100.000’den fazla kişi, aşırı uyuşturucu kullanımı sebebiyle hayatını kaybetti. Yani bu süreçte bir yıl içerisinde bir İndiana şehri haritadan silindi.

Uyuşturuculara yönelik ilginin giderek güçlenen toplum karşıtı itkiyle bir ilişkisi olduğu gibi, ilericilerin uyuşturucuların serbest bırakılmasına dönük yaklaşımları da bu noktada önemli bir rol oynuyor. Eroin kullanan, “sorumluluk sahibi” olan bir profesör, “uyuşturucu kullanımının insanı özgürleştirdiğini” söylüyor. New York Times’a yazdığı yazıda Dr. Carl Hart, “Amerikalıların uyuşturucuların zararlı etkilerine aşırı vurgu yapmak suretiyle suç işlediklerini” söylüyor.

Filedelfiya’nın Kensington mahallesinde dolaşanlar, gördükleri karşısında şoke oluyorlar. Burada binlerce takatten düşmüş uyuşturucu bağımlısı, kendinden geçmiş hâlde, pislik içerisinde yaşıyor. Bu insanların çektikleri çileye yönelik ikircikli tutum, toplum karşıtı tavrın somut bir örneği aslında. Bugüne bize, kişisel özgürlükler adına bizim toplumun intiharını hoş görmemiz, hatta yüceltmemiz gerektiği söyleniyor.

Carl Hart’ın görüşleri aşırı bulunabilir, ama birçok solcu da bugün uyuşturucunun yasallaşması ve üzerindeki lekelerden kurtarılması gerektiğine, bunların en makul ve hayırlı politikalar olduğuna inanıyor. Bu anlayış, bizim uyuşturucuya yönelik olumsuz yaklaşımları ortadan kaldırmak için gayret sarfetmemiz gerektiğini, öte yandan, bağımlıların kendi kararlarını kendilerinin almalarının şart olduğu söylüyor. Tam da bu sebeple bugün New York’ta uyuşturucu kullanıcılarının söz, yetki, karar sahibi olmaları gerektiği üzerinde duran güvenli iğne sitelerine ait reklâmlar yayınlanıyor. Bu sitelere göre uyuşturucu bağımlılarının yüzleştiği sorun, esasen bu alternatif yaşam tarzını yeterince kabul edemeyen toplumun ta kendisi.

Bir vakitler bağımlılığın cehalet veya yobazlık türünden toplumsal bir hastalık olduğuna inanılırdı. Sosyalistler ve ileriyi düşünen tüm güçler, bağımlılık denilen virüsü yok etmeyi görev bellerlerdi. Lenin, kendi döneminde uyuşturucu ve alkol kullanımını ağır bir dille eleştiren yazılar yazdı. Viyanalı sosyal demokratlar, cumhuriyeti aşırı alkol tüketimi denilen beladan kurtarmayı bir politika hâline getirmişlerdi. Buna karşılık, bugünün toplum karşıtı sosyalistleri ise bağımlılığı yok etmeye çalışmak yerine, ona uyum sağlayan bir politikayı savunuyorlar.

Bağımlılık tedavisi pahalı. Hastanede bir yıl boyunca bir bağımlıya verilen hizmetin bedeli 27.000 doları buluyor. Buna karşılık, bağımlılık tedavisi konusunda fikrini beyan etmeyen güvenli iğne siteleri ise nispeten daha ucuz.

Oysa bağımlılık meselesi konusunda ikircikli bir tutum benimsemiş olan toplumsal bir politika, asla toplumsal bir politika değildir. Bu tür bir politika, bağımlının kişisel tercihlerini öncelikli görür, bu tercihleri bağımlının çocuklarının, sevgililerinin, ailelerinin ve geniş manada toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tutar. Bağımlının kişisel tercihlerini yüce tutan bu tür bir politika, toplumsal, hatta fiziksel ölüm hakkını içeren, dizginlerinden kurtulmuş tüketici özgürlüğünün hüküm sürdüğü tuhaf bir bireyciliği yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz.

Uyuşturucu krizi, ileride çözüme kavuşturulması daha da pahalıya patlayacak bir sorun hâline gelecek. Bu sorunu çözmek içinse öncelikle bağımlılığın ortadan kaldırılması ve uyuşturucu kullanımının toplumsal bir yanlış olarak görülmesi gerekiyor. Bu tür bir mücadele yoksa reforma dönük hiçbir çaba sonuç vermeyecektir.

Sol, şiddetli suçlardaki şaşırtıcı artışa cevap üretemediği gibi, ilerici bir toplumsal program ortaya koyma görevini de yerine getirmedi. Biz, bir toplumun tahammül etmek zorunda kaldığı en antisosyal davranış olan sanayideki cinayetler meselesine bile rasyonel cevaplar geliştiremedik.

Son üç yıl içerisinde silâhlı şiddet olaylarında büyük bir artışa tanık olduk. 2019 ve 2020’de cinayet vakalarının sayısı yüzde 30 arttı. Sadece 2020 yılında ABD’de Afganistan’da son yirmi yıl içerisinde yaralanan Amerikan askerlerinden daha fazla insan katledildi. Baltimore ve St. Louis’deki cinayet oranları, Meksika’da kartel savaşlarının yaşandığı bölgelerle ve Brezilya’daki favelalarla (gecekondu mahalleleriyle) yarışır duruma geldi.

Sabit fikirlilere göre, gecekondu mahallelerindeki şiddetin izahı çok basit: “Bu insanlar hayvan.” Oysa hayvanlar mülkiyet nedir bilmezler. Yunusların gettoları yoktur. Canileri, katilleri üreten insanlık dışı koşullar, insanlığa ait bir olgu.

Bazı solcular açısından bu şiddet krizini ele almaya gerek bile yok. Suç dalgasını inkâr eden bu solcular, olan biteni anlama çabası içinde bile değiller.

2021’de Filedelfiya bölge başsavcısı Larry Krasner, meramını yalın bir şekilde dile getirmekteydi: “Hukuksuzluk diye bir kriz yok. Suç krizi de şiddet krizi de yok.”

Kimse, cinayet sayılarındaki büyük artışı sanayisizleşmenin mahvettiği, yarınsız olan bir halkın yardım çığlığı olarak görmedi. Bunun yerine toplum içerisinde turist gibi gezinen, ilerici sola mensup kişiler ki bunların önemli bir kısmı en derin yoksulluğun yaşandığı mahallelerin yakınında yaşayan orta sınıfa mensup kişiler, kapılarını döven suç dalgasını görmezden geldiler ve “polise akan paralar kesilsin” cümlesinde karşılık bulan, en orta sınıf dışı talebi dillendirmekle yetindiler.

Oysa çözüm, polise akan paraların kesilmesinde değil. Esasında şiddet dalgasının önemli nedenlerinden biri de polise yeterince paranın akmaması. Siviller arasında, polisler arasında ve devriye attıkları yerlerle polis arasında yaşanan şiddet olaylarının sebebi burada. Ülke genelinde tüm karakollar ve emniyet müdürlüklerinin iş yükleri artarken, çalışan sayısı azalıyor. Cinayet olaylarında ciddi bir artışa tanıklık eden, 2019’da cinayet olaylarının yüzde 60 oranında arttığı Filedelfiya’da emniyet müdürlüğü eksik bir güçle faaliyet yürütüyor. Müdürlüğün daha 1.200 memura ihtiyacı var. Bu eksiklik, şiddetin daha da yoğunlaşmasına neden oluyor. Amerika’da karakollar, şiddet olaylarının düzeyi dikkate alındığında, fazla küçük.

Adaner Usmani ve Christopher Lewis’e göre, “ABD’de işlenen cinayetlerin polis sayısına oranı dokuza bir ki bu, diğer gelişmiş ülkelere nazaran oldukça düşük.”

Polise ayrılan bütçedeki düşüklük, bir yandan da karakolları polis sayısını artırmak adına polislik faaliyetlerini düşük standartlarda yürütmeye zorluyor. “Bürokratik engelleri kaldırma” bahanesi ardına saklanan karakollar, ülke genelinde polisliğe kabul ölçütlerini epey geriye çekti. Bu da neticede deneyim ve eğitimden yoksun insanların memur olmasını sağladı. Memfis’te Tyre Nichols’ı dövüp öldüren beş polis de yeni memur olmuş kişilerdi.

Başka bir ifadeyle, polise giden paraların kesilmesini savunanlar, krizin mevcut sonucunu o krize sunulacak çözüm olarak takdim ediyorlar. Hayal âleminde kurguladıkları ve dövüştükleri polis devleti, bir seraptan ibaret. Gerçekte ise kamu yararı adına yapılan diğer işler gibi polislik de yeterince geliştirilmeyen ve maddi açıdan beslenmeyen bir alan.

Polis zulmü korkunç düzeyde, ama şunu da görmek gerekiyor: yoksulluk, bugün polis copundan daha fazla insanı eziyor. Tarihte insanın davranışını fakirliğin otoritesiyle bu kadar çok şekillendiren bir başka rejim daha yok. En zalim ve en şiddetli adaletsizlikler bu düzende. Bu düzenin çilesini çekenler, koşullar gereği acımasız ve şiddete eğilimli hâle geliyorlar. Şiddetli suçları küçümseyenler, onun ulaştığı yoğunluğu önemsemeyenler, ısrarla bu suçların anlamsız ve önemsiz olduğu üzerinde duranlar, toplumumuzda yoksulluk sorununu ve toplumsal çürümenin ulaştığı derinliği inkâr ediyorlar.

Her gün dostlarını ve aile fertlerini toprağa veren, korku içerisinde yaşayan yoksullara kamunun maddi açıdan desteklediği polisin sunduğu asgari korumaya ayrılan paranın, tıpkı okullara ve hastanelere ayrılan paralar gibi kesilmesi gerektiğini söylemek, ahlaksızlık.

Öte yandan, gerçek çözümlere ulaşmak daha da zorlaşıyor. Kimse, silâh satışlarının yasaklanmasından, satışın zorlaştırılmasından bahsetmiyor. Kentlerde yaşayan Amerikalılar, muhtemelen bugün polisin yeterince parayla beslenmesine ve polislik faaliyetinin reforma tabi tutulmasına dair çağrılara da şüpheyle yaklaşıyor. Bu politikalar, hayatları kurtaracak o yöntemle birlikte ele alınmalı. Bugün şehirlerimizde yaşanan toplumsal çöküş meselesini gerçek manada çözüme kavuşturacak olan şey, polisin değil, yoksulluğun ilga edilmesi.

Asosyallik Meselesi

Burada aralarında pek ilişki yokmuş gibi görünen sorunları da içeren bir dizi sorunu ele aldım. Bu sorunların her biri (ailedeki çöküş, seksten uzaklaşma, uyuşturucu salgını, cinayet dalgası vs.) toplumsallığın bugün yaşadığı krizden kaynaklanıyor. Amerika’da eşit durumda olmayan şehirler, toplum karşıtlığı üzerinden, özelciliği, bireyciliği ve kötümserliği ödüllendiriyor, toplumsal dayanışmayı yok ediyor. Bu ortamda yapılan politik çağrılar, mevcut güçlüğü ortadan kaldıracak beceriye sahip değil, hatta kimi örneklerde durumu daha da kötüleştiriyor.

Esasında bugün “ilerici” olarak görülüp selamlanan birçok talep ve fikir, mevcut toplumsal eğilimlerle ve piyasadaki yönelimlerle uyum içerisinde. Bu talepler ve fikirler, toplumdaki atomizasyon, izolasyon, tüketici tercihlerinin kolektif normlar karşısında üstün hâle gelmesi ve tabii insanları sürekli cezalandıran tasarruf tedbirleri gibi eğilim ve yönelimlere uygun olarak dillendiriliyorlar. Başka bir ifadeyle, bugün özgürleştirici şeylermiş gibi görülüp yüceltilen görüşlerin önemli bir bölümü, gerçekte toplumsal ilerlemeye vurulmuş birer pranga.

Yalnızlık kriziyle yüzleşmek yerine dijitale bağımlılık denilen ucuz kaçış yoluna yöneldik. Bunun neticesinde daha da yalnızlaştık. Ailedeki çöküş ve seksten uzaklaşma meselesiyle yüzleşmek yerine hovardalığa, sefahat düşkünlüğüne yöneldik, “seks pazarı”na yönelik tüketici tercihinin artırılması için uğraştık, neticede daha da izole olup yalnızlaştık. Uyuşturucu bağımlılığının toplumsal sebepleriyle yüzleşmek, birçok insanın başkalarını ve kendilerini bu kadar hızlı bir biçimde öldürmeleri meselesiyle boğuşmak yerine uyuşturucunun serbest bırakılmasını, yasaların bu konuda gevşetilmesini savunduk, polisi günah keçisi hâline getirip onları, geçmişte tıpkı devlet okulu öğretmenlerini günah keçisi yapıp taşlayan muhafazakârlar gibi, taşladık.

Esasında bu makale, geçmişte yaptığım bir konuşmanın yazıya dökülmüş hâli. O konuşmayı yaparken biri çıkıp dert edindiğim konu başlıklarının muhafazakâr eleştiriye ait başlıklar olup olmadığını sordu. Bu, yerinde bir soruydu aslında. Oysa bu kişi, şu gerçeği görmüyordu. Eğer bu konuşmayı içi tıka basa cumhuriyetçiyle dolu bir salonda yapsaydım ve orada Amerikan şehirlerinde kamuya daha fazla yatırım yapılması gerektiğini, uyuşturucu bağımlılığına, bayındırlık işlerine milyarlarca doların ayrılmasının şart olduğunu, sosyal medyanın erişim alanını ve gücünü sınırlamak zorunda olduğumuzu, ailelere ücretsiz çocuk bakımı verilmesi, kamu sektörünün büyütülmesi, sanayisizleştirilmiş pas kuşağının yeniden sanayileştirilmesi ve toplumsal altyapımızın yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylesem, o salondakiler muhtemelen bana güleceklerdi.

Muhafazakârlar, toplumu doğru yola sokmak için aşırı zenginlerin elindeki o muazzam servete saldırmanın anlamını ve önemini idrak edebilecek kişiler değiller. Onlar devletten uzak duruyorlar, kollarının her yere ulaşıyor olmasından korkuyorlar, ama kollarını her yana ulaştıran, gücünü her yerde hissettiren piyasa konusunda hiçbir endişe taşımıyorlar. Elitlerin elindeki imtiyazlara yönelik her türden saldırının nihayetinde kültürel ilişkilerin devrimcileşmesiyle neticelenmesinden korkuyorlar, ama yoksulluğa ve eşitsizliğe saldırmadığımız takdirde toplumsal ilişkilerin çözülmeye devam edeceği gerçeğini kendilerine hiç dert edinmiyorlar.

Muhafazakârlar, kültür alanında açığa çıkan yeni modaları mahkûm ediyorlar, ama kültürel alanda moda düşkünlüğünü gerekli kılan toplumsal sisteme kapsamlı bir saldırı gerçekleştirmekten imtina ediyorlar. Muhafazakârlar, toplumsal bağlarımızı piyasa köktenciliğinin suyuna daldırıp çözdüler. Bugün de çıkıp karşımıza, bu bağların çözülmesi karşısında şoke oluyorlar.

Bana kalırsa, muhafazakârlar ve antisosyal sosyalistler, kültür savaşının iki tarafı, ama bunlar nihayetinde “tüm sabit, hızla donmuş olan ilişkileri” sürekli devrimcileştirme davasına bağlılık konusunda müttefikler.

Bizim işimizin muhafazakârlıkla bir alakası yok. Bugün reform yanlılarının toplumsal dayanışma fikrine bağlı olmaları gerekiyor. Biz toplumsallık fikrinden yana olmalıyız, dünyayı toplumsallığa zemin sunan bir yer hâline getirmeliyiz.

Bugün yoğun eşitsizlik ve kitlesel yoksulluk çağında yaşıyoruz. Politik istikrarsızlık ve kalıcı ekonomik güvensizlik, bu çağın ana özellikleri. Kamusal alan giderek küçülüyor, demokrasi giderek zayıflıyor. Bu, toplumsal sefalet çağı.

Bir çözümmüş gibi sunulan bu kapsamlı toplumsal yabancılaşmayla toplumun her düzeyinde yüzleşebilmek için merkezi hükümete yatırım yapılması gerekiyor. İnatçı ve aptal bir kurum olarak kongreden o yatırım kararını çıkartabilmek için bizim yeniden müştereklere ve birbirimize olan inancımızı tazeleyecek politik bir vizyona ihtiyacımız var.

Bu da nihayetinde toplumun gündeminde olması gereken şu soruyu sormayı gerekli kılıyor: madem toplumumuz, birçok kişiyi inanılmaz ölçülerde zenginleştirecek düzeyde o vakit toplumumuz neden toplumsal hayata zemin sunacak ölçüde zengin olmasın?

Dustin Guastella
22 Mayıs 2023
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder