Komünist
Manifesto, bize demokraside de diktatörlükte de kapitaliste toplumsal
düzlemde muktedir olma imkânını üretim sürecinde sahip olduğu toplumsal
statünün temin ettiğini söyler. Fakat on dokuzuncu yüzyılın sonlarında
reformistler, bu dersi unuttular.
Bu
reformistlere göre sınıfsal hâkimiyet, ancak işçi sınıfı ile burjuvazi arasında
tesis edilecek sınıfsal işbirliği neticesinde ortadan kaldırılabilirdi. Aynı
reformistler, demokrasinin hâkimiyet alanının ise burjuvaziyle kurulan
işbirliği değil, işçi mücadeleleri neticesinde genişleyeceğini söylediler,
çünkü bu insanlara göre, demokrasi yoğunlaştıkça, sınıfsal çelişki halk nezdinde
daha da görünür hâle gelecekti.
Fakat
demokrasi hâkim yönetme yöntemi hâline geldikçe, politik liderliği pratikte
inşa ederken ve kullanırken devreye sokulan hâkim ideolojiler sayesinde hâkim
sınıflar, proletaryayı gerçek sınıfsal çelişkilere dikkat kesilmekten alıkoyma
imkânı buldular. Bu sebeple, hâkim ideolojiye karşı bir cevap üretmek ve
proletaryayı sınıf mücadelesine sokmak adına sosyalist aydınlar, hâkim
ideolojilere dair hakikati dile dökmek zorunda kaldılar, çünkü bu ideolojiler,
iktidardaki sınıfları hegemonyalarını yönettikleri halka dayatma imkânı
buluyorlardı. Hâkim ideolojiler, yönetilen halkı düşünsel düzeyde yöneten
sınıflara tabi hâle getirdiler.
Birkaç
kuşaktır Marksistler, hâkim ideolojilerin burjuvazi içindeki çelişkili
çıkarlarını, ayrıca burjuvazinin ve proletaryanın birbiriyle çelişen
çıkarlarını uzlaştırma konusunda düşünsel çaba içinde olduklarını, Marksizminse
tam da bu çelişkilerin teorisi olduğunu söylüyorlar. Hâkim ideolojiler, hâkim
sınıflara üzerinde hâkimiyet kurulan sınıflara hegemonyalarını dayatmaları ve
hâkim sınıfları hükmedilen sınıfların beklenmedik saldırılarına karşı
kendilerini korumaları imkânı sunuyorlar. Dolayısıyla, hâkim ideolojiler,
mevcut toplumsal çelişkilerin çözüme kavuşturulması konusunda hâkim sınıfların
ortaya koydukları düşünsel çabalar olarak görülmeli.
Birbirlerine
uzak diyarlarda gelişmiş olmasına karşın İran Marksizmi ve Fransız Marksizmi arasındaki
anlayış temelli ilişkiler, farklı zulüm, eşitsizlik ve esaret biçimlerini
üreten dünya sisteminde ortak bir insan, özgürlük ve eşitlik anlayışını meydana
getirmeyi sürdürüyor.
Liberal
demokrasinin totalitarizm karşısında elde ettiği “zafer”in üzerinden otuz yıl
geçtikten sonra, demokrasinin krizde olduğunu keşfettik. Tarihin sonunu ilân
eden ve dünyanın her köşesine demokrasi getirmeyi, her yerde insan haklarını
korumayı vaat eden yeni muhafazakâr ideolojinin ortaya çıkışının üzerinden
geçen otuz yılın ardından bugün bize demokrasisiz halkları demokrasiye
kavuşturmak için verilen mücadelenin yenilgiyle sonuçlandığı söyleniyor.
İster
farklı ideolojilerin kesişim kümesi isterse hâkim bir ideoloji olarak ele alın,
bu yeni muhafazakâr ideoloji, Marksist söylemin önemli unsurlarını soğurmakla
kalmadı, ayrıca farklı Marksist hiziplerin kendilerini bu ideolojinin alt
birimleri olarak ifade etmesini sağladı. Esasında neoliberalizmin doğasına
ilişkin Marksistlerin ve postmarksistlerin yürüttükleri tartışmalar ve
aralarında yaşanan anlaşmazlıklar ile bunların neoliberal yönetimin ekonomi
politikalarına ve dış politikalarına yönelik geliştirdikleri eleştiriler, yeni
muhafazakâr ideolojinin dayandığı ana sütunlardan birisidir.
Kendi
hükümetlerini eleştirmelerine rağmen, Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, kendi
toplumlarında devletle ve halk arasındaki mesafenin kapatılmasına önemli
katkılar sunduklarına inanıyorlar. Neoliberal yönetim sanatının oluşum
sürecinde oynadıkları rol karşılığında verilen ödül uyarınca Avrupalı
Marksistler ve postmarksistler, doksanlardan itibaren devlet kurumlarında daha
fazla arz-ı endam ettiler ve bu kurumlar içerisinde üst mevkilere geldiler. Tam
da bu sebeple, aynı Marksistler ve postmarksistler, hükümetlerine sundukları
düşünsel-ideolojik hizmetleri sürdürmeye giderek daha istekli hâle geldiler. Bu
isimler, söz konusu hizmeti bazen İslamcı “totalitarizm”le mücadele, bazen de
ülke içinde ve dışında demokrasinin ve insan haklarının hâkim hâle gelmesini
sağlama mücadelesi kapsamında verdiler.
Bugünlerde
dilimize pelesenk olan “Ortadoğu halkları kendi hakları için mücadele
ediyorlar” cümlesini ilk dile döken de popüler kılan da solla bağlantılı olup
akademinin ve basının köşe başlarını tutmuş isimleri idi.
“Tarihin
sonu” denilen anlayış, o dönemde ABD ve Avrupa’nın, geri kalan dünyanın
geleceğinin, aynı zamanda toplumsal ve kültürel açıdan uyum içerisinde olacak,
demokratik ve barışçıl bir geleceğin garantörleri olduğunu söylüyordu. Neticede
Batı’nın liberal toplumlarında görüş ayrılığı üzerine kurulu siyaset ortadan
kayboldu, çünkü demokratik hakların doğal karşılandığı, halkların siyasete
ihtiyacı kalmadığı düşünüldü. Artık Batılı demokrasilerin Batılı yaşam tarzına
alışkın olmayan, Avrupa dışından gelen yeni yurttaşların yol açtıkları güçlüklerle
başa çıkacak bir plana ihtiyaçları vardı.
Dolayısıyla,
sosyal bilimler ve beşeri bilimler alanında faaliyet yürüten akademisyenler,
gazeteciler, siyasetçiler ve STK’lar, demokratik değerleri benimsemeleri
konusunda başka bölgelerden gelen göçmenler yanında, Batı dışı toplumları ve devletleri de eğitmeye çalıştılar.
Otuz
yılın ardından demokrasiyi her yana yaymaya dönük çabaların hiçbir sonuç
vermediği görüldü, insan hakları savunusu hükmünü yitirdi, Ortadoğu yıkıma
uğradı, Batı’da demokrasi krize girdi.
Aralarında
belirgin farklılıklar olmasına rağmen doksanlardan beri demokrasiyi kavramsallaştırma
çabası, “sosyalist inşa” sürecinin sona erip komünizm döneminin başladığının
iddia edildiği, Sovyetler’de tarihin sona erdirildiği otuzlu yılların sonunda
devlet-toplum ilişkisini Stalinist manada kavramsallaştırma çabasına benziyor.
Her iki pratikte de sosyalizm ve demokrasi birer eğilim olarak tanımlanmak
yerine, hakikate dair değerleri ve gerçekleştirme süreçleri dışsal garantörlere
bağlı olan birer sistem olarak tanımlanıyor. Neticede “sosyalizm” ve “demokrasi”nin
garantörlerinin ortaya koyduğu eylemler, özerk politik faillere ve egemen devletlere
dönük ihtiyacı çöpe atıyor.
Bu
noktada Rancière’nin “zamansız komünizm” terimine bakmalı. “Zamansız komünizm”,
gelecekte ulaşılacak bir amaç değil, birer önkoşul olarak özgürlüğün ve
eşitliğin ifade edilmesidir. Zamansız komünist, kötü olan polis düzenini iyi ve
hoş olanla değiştirmek istemez, çünkü o, polis düzeninin hoşluğunun polislik faaliyetlerinin
mantığını sorgulamadığını bilir.
Zamansız
komünist, siyasetle, polislik mantığına karşı eşitlikçi mantığa uygun olarak
şekillenen argümanlar ve eylemler üzerinden ilgilenir. O, demokratik hükümet
diye bir şeyin olmadığını, zira eşitlikçi mantığın kurumsallaştırılamayacağını
bilir. Eşitlikçi mantık, kendisini verili polislik düzeninde yeni olan eylemler
ve açıklamalar dâhilinde ifade eder.
Blanqui
ve Marx, söz ve eylemlerini proletaryayla, onun gerçekte varolan bir toplumsal
gruba tekabül etmediği bir dönemde tanımladılar. Bu iki isim, yeni bir
toplumsal sınıfın politika sahnesine kendi öznelliğini ifade etmek için
çıktığını dile getiriyordu.
Proletaryayı
politikanın öznesi kılan, onun bir yanlışın nesnesi olmasıdır. Proletarya,
politik öznelliğini ifade etme imkânına sahiptir, çünkü o, polislik düzeninin
himayesinde olan farklı kimlikleri, işlevleri ve becerileri birbirine bağlayabilmekte
veya bunları birbirinden ayırabilmektedir.
Politika,
bir yandan topluma yeni bir şeyler katmak, bir yandan da hukuku herkes için
eşit olmaya zorlamaktır. Politikanın her daim demokrasiye eşlik etmesinin
sebebi eşitliktir, fakat burada demokrasi, kurumlar bütününü veya bir yönetme
biçimini değil, polislik düzenini tahrip eden özneleşme tarzını ifade eder.
Bir
yönetme biçimi ve bir yaşam tarzı olarak anlaşılmayan demokrasi, polislik
düzenindeki yer ve işlevlerin tesadüfi olduğunu ortaya koyar, zira demokrasi,
insanların toplumlarındaki polislik düzenine karşı çıktığı her yer ve zamanda
kendisine ait birer fail olarak hareket etmesine izin verir. İnsanlar, devleti
hukuk alanında değişiklikler yapmaya zorladıklarında veya mevcut hukukun
uygulanmasını talep ettiklerinde demokrasinin failleri olarak hareket ederler. Peki
polislik düzeninin sözde temsilcilerine karşı halkı gerçek polislik düzeninin
harekete geçirdiği, bu düzene karşı koyan büyük toplulukların sahaya çıktığı
durumlarda demokrasinin faillerini nasıl tanıyacağız?
2013’te
Mısır’da gerçekleşen darbe, bu türden bir kafa karışıklığına yol açtı. Halk ayaklanmasının
üzerinden ülkede cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve İslamcıların adayı
cumhurbaşkanı oldu. Polis ve yargı gibi baskı aygıtları, askeri konseyin
elindeydi. Bu konsey, laik liberal ve solcu kitleyi temsil iddiasında olan gösteriler
düzenledi. Ardından sokakta eylem yapan halk adına asker, hükümeti devirdi ve
tüm politik iktidarı ele geçirdi. Ordu, gücünü tahkim ettiği ölçüde demokratik
hak talep eden herkesi ezdi.
Mısır’da
İslamcı cumhurbaşkanının seçim yoluyla başa geçmesiyle neticelenen ayaklanma
sürecinde Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, Mısır ulusunu laikler ve
İslamcılar diye ikiye böldüler. Emperyalizme karşı çıkan, ama mültecileri, göçmenleri
ve Müslümanları sorun olarak gören Marksistler ve postmarksistler, laik
muhalefeti desteklediler. Buna karşılık, Batılı hükümetlerin demokrasi ve insan
hakları konusunda belirli bir misyonu olduğuna inanan, göçmenlerin ve
Müslümanların ülkeyle bütünleştirilmesi fikrini savunan Marksistler ve
postmarksistlerse iktidardaki İslamcılara destek sundular.[1]
Her
iki taraftaki Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, Mısır’daki bir hizbe
karşı diğerine destek sunsun diye kendi hükümetlerine etkide bulunmaya veya bu
destek konusunda o hükümetleri teşvik etmeye çalıştılar. Ne var ki kendi solcu
ortaklarının değerlendirmelerini değersiz gören Avrupalı hükümetler,
ülkelerinin Ortadoğu’daki çıkarlarına Mısır’da en iyi askeri cuntanın hizmet
edeceğine karar verdiler. Bu sebeple askeri darbeye destek sundular ve darbenin
ardından yaşanan katliamlara onay verdiler. Darbeyle neticelenen kitlesel gösterilere
yönelik hazırlık süreci, Mısır’da Rancière’nin “iyileşme ilkesi” dediği ilke
uyarınca işledi.
Fakat
askeri darbeyle birlikte bu iyileşme ilkesi geçerliliğini yitirdi. Rancière bu
ilkeden, eleştirel söylemlerin tam da eleştiriyormuş gibi yaptıkları
söylemlerin propagandasını yaptıklarına dair tespitini aktarırken bahsediyor.
Akademiye
ve STK’lara hâkim olan Marksistler ve postmarksistler, Batılı hükümetlerin Mısır’da
İslamcı güçlere veya laik güçlere verdiği desteği eleştirdiler. Bu taraflardan
birine göre, Mısır’da ve Ortadoğu’da sorunların ana sebebi İslamcılık, diğerine
göre ise laik güçlerdi. Dile getirdikleri eleştirilere rağmen bu iki kesim,
hükümetlerin kendi ait oldukları ülkelere laik veya İslamcı kesimin safında yer
alarak hizmette bulunacağını söylüyordu. Oysa bu yaklaşım, Batılı hükümetlerin
Ortadoğu’ya yönelik müdahalelerine gerekli kılıfı örmekteydi.
Gelgelelim
Batılı hükümetler, laik veya İslamcı güçlerin safını tutmadılar, zira onlara göre
mesele, bu iki politik hizip arasında tercihte bulunmak değildi. Seçimle işbaşına
gelmiş hükümetle cunta arasında tercihte bulunuyorlardı. Batılı hükümetler,
hayati önemde olan bölgede beklenmedik sonuçlar doğuracak seçim pratiklerinin
yükünü omuzlayamayacaklarını dün olduğu gibi bugün de biliyorlar.
Antiemperyalist Marksistler ve postmarksistler, hızla cuntaya onay verdiler,
onu kabullendiler, bu sebeple, artık hükümetleriyle kurdukları ortaklığı
sürdürmekte bir sorun olmadığını düşündüler.
Bölgede
demokrasiye destek sunan İslamcı yanlısı Marksistler ve postmarksistler, darbe
sonrasında biraz gürültü koparttılar ya da sessiz kaldılar, ama demokrasi ve
insan hakları ile ilgili işleri sürsün diye hükümetleriyle kurdukları ortaklıkları
muhafaza ettiler.
Avrupa’daki
antiemperyalist ve demokrasi yanlısı Marksistler ve postmarksistlerin tavrı,
bize tüm bu grupların çıkarlarının bu özel bölge konusunda kendi hükümetlerinin
sahip oldukları çıkarlarla örtüştüğünü ortaya koyuyor.
İyileşme
ilkesinin uygulamaya konulması için daha iyi bir polislik düzenine ihtiyaç var.
Mısır’da daha iyi bir polislik düzeni tesis etmeye çalışan Avrupalı Marksistler
ve postmarksistler, "yurtta ırkçılık-cihanda emperyalizm" söylemi üzerinden, bu
iyileşme ilkesini uygulamaya devam ettiler. Peki bu süreçte Mısırlı Marksistler
ve postmarksistler ne yaptılar?
Mısırlı
Marksistlerin ve postmarksistlerin uzun düşünsel ve politik yolculuklarının
tarihini tahrif eden Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, doksanlardan itibaren
Mısırlı solcuları İslamcılara karşı verdiği kavgayla Mısır’ın geleceğini
şekillendireceğine inanılan laik politik güçlerin parçası olarak tarif ettiler.
Mısırlı
Marksistlerin ve postmarksistlerin trajedisi şuydu: onlar, komünist veya
demokratik argümanlar üzerinden bile savunulamayacak, kendileriyle ilgili bir
tanımı kabullendiler ve yaptıkları bu yanlışın ağır bedelini ödediler.
Avrupalı
Marksistlerin ve postmarksistlerin Ortadoğu ve Batı dışı dünyada hâkimiyet ve
hâkim ideolojiyle ilgili eleştirileri, bize bu bölgelerde yaşayanların
ideolojik ve politik eğilimlerinden ve yönelimlerinden bağımsız olarak, hâkimiyet
yasaları konusunda da kendi cahillikleri konusunda da cahil olduklarını
söylüyor. Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, doksanlardan beri, eski
Foyerbahçı materyalizmin eğitim yaklaşımını yeniden üretmeye gayret
ediyorlar. Oysa bu eğitim anlayışı ve bakış açısı, bireylerin mevcut şartlara
uygun şekilde eğitilmeleri gerektiği üzerinde duran üstün sınıfa ait.
Tarihin
tüm karmaşık yönlerine vakıf oldukları iddiasında olan Batılı Marksist ve postmarksist
akademisyenler, gazeteciler ve STK’lar, geri kalan dünyanın politik eğitiminden
sorumlu olduklarını düşünüyorlar. Onlara göre, dünyanın geri kalan kısmı, doğanın
basitliğinin birer temsili olması sebebiyle, orada yaşayan insanların ana
görevi, maddi üretimden ibaret. Tarihin tüm karmaşık yönleriyle meşgul
oldukları için Batılıların görevi ise bilmek.
Doğanın
basitliğiyle tanımlı olanlar, her daim tarihin karmaşık yönleriyle meşgul
olanlara tabi olmalılar. Yani bu anlamda dünyanın geri kalan kısmında, Batı
dışı dünyada aydınları bizatihi Avrupalı Marksist ve postmarksist
akademisyenler, gazeteciler ve STK aktivistleri eğitmeli ve örgütlemeli.
Oysa
gerçek şu ki Avrupalı Marksist ve postmarksist akademisyenler, gazeteciler ve
STK aktivistleri, tıpkı kırklarda ve ellilerin başında Sovyet sosyalizmini ve
resmi ideolojisini savunan Fransız ve İranlı komünistler gibi, aynı samimiyetle
Batılı demokrasileri ve yeni muhafazakâr ideolojiyi savundular, desteklediler.
Her iki örnekte de karşımızda, tarihin nihai hedefini bilen aydınların öncülük etmesi
şartıyla kitlelerin tarihlerini yapabileceğini düşünen aydınlar çıkıyor.
Her
iki kesim de teorik düzlemde tarihin nihai hedefini biliyordu. Bir taraf, tarihin
sonunun otuzların sonunda Sovyetler’de geldiğine, diğer taraf da doksanların
başında Batı’da geldiğine inanıyordu. Bu tarihin sonuna dair bilgi temelinde
kitlelere kendilerinin yön vermesi gerektiğini, onların ancak bu sayede
tarihlerini yapabileceğini söylediler.
Bu
noktada doksanların yeni muhafazakâr postmarksistleri ve Marksistleri ile kırklarda
ve ellilerin başında faal olan komünistler arasında büyük bir fark olduğunu
söylemek gerekiyor.
Zira
kapitalizm ve emperyalizmin ürettiği toplumsal iktidar, kırklarda ve ellilerin
başında faal olan komünistleri ve onların Marksizmini mevcut toplumsal düzene
yönelik gerçek bir tehdit olarak görürken, bugün neoliberal devletin ürettiği
toplumsal iktidar, Marksizmi ve postmarksizmi günümüzdeki toplumsal düzenin içeriğine
ideal bir biçim olarak entegre etti.
Yadullah Şahibzade
[Kaynak:
Marxism & Left-Wing Politics in Europe and Iran, Palgrave Macmillan,
2019, s. 241-246.]
Dipnot:
1. Ortadoğu’da İslamcı ve laik güçlerden yana saf tutan akademideki sol
Marksistler veya postmarksistler konusunda bkz.: Francois Burgat, Face to
Face with Political Islam (Londra: I.B. TAURIS, 2003) ve Francois Burgat, Anatomie
des Printemps arabes, Yayına Hz.: Bertrand Badie, Dominique Vidal, Nouveaux
acteurs, nouvelle donne. L’état du monde 2012 içinde (Paris: La Découverte,
2011), s. 97–197; ve Yayına Hz.: Marwa Shalaby-Valentine Moghadam, Empowering
Women After the Arab Spring (New York: Palgrave Macmillan, 2016).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder