J.
Salwyn Schapiro, Proudhon’un yazılarının yirminci yüzyıl faşizmini çok önceden
haber veren çalışmalar olduğunu, ikna edici bir dille ortaya koyuyor.
“Ahenk
nedir bilmeyen bir dahi” olarak, kendi dönemine ait, sosyalizm, muhafazakârlık,
kralcılık ve liberalizm gibi ideolojik akımlara ait olmayan Proudhon, sıklıkla
iddia edildiği biçimiyle, esasen anarşizmin atası da değildir. O, aslında
faşist duruşu tüm çarpıcılığıyla, farklı örnekler dâhilinde, önceden somutlamış
olan bir isimdir.
Küçük
burjuva çıkarlarını savunması, hem sermayeye hem de emeğe karşı olması,
sınıflararası kavgayı aşacak bir diktatörlüğü benimsemesi, savaşı ve askeri
değerleri yüceltmesi, ailenin kutsallığı ve yeni gelişmekte olan kadın
hareketine sert bir dille karşı çıkmak türünden muhafazakâr-gelenekçi değerleri
dillendirmesi, ırkçılığı ve antisemitizmi, maliyeye dair meseleleri ve faizle
ödünç para verilerek elde edilen sermayeyi Yahudilik üzerinden eleştirmesi, bu
tür örneklerden. Kendi döneminin insanlarınca yanlış anlaşılmış olan bu
fikirler kokteylini, ancak faşist tecrübe ışığında teşhis ve idrak edebiliriz.
Gelgelelim,
şunu da söylemek lazım. J. S. Schapiro’nun Proudhon’la ilgili değerlendirmesi,
birbiriyle ilişkili iki önemli kısıtla malul.
İlki
şu: Bu değerlendirme, politik ideolojiler zemininde icat edilmiş bir görüş
olarak faşizmi, kitabın ismine de yansıyan ifade dâhilinde, liberalizme karşı
gelen bir icat olarak sunduğu için sorunlu. Bu anlamda yazar, faşizmin
içindeki, onun için önemli olan “küçük burjuva” boyutunu tanımlamakla
yetinmiyor, daha da ileri giderek, faşizmi bu yönüne indirgiyor. Buradan da su
sızdırmaz bir faşizm tanımı yapıyor. (Altı yıl sonra bir dizi tarihçinin, özellikle
“yeni konsensüs” içinde yer alanların bu görüşü benimsemeleri, asla tesadüf
değil.)
“Faşizmi tıpkı on
dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında liberallere karşı konumlanmış gericiler gibi,
komünistlere karşı inşa edilmiş karşı-devrimci bir hareket olarak görmek, büyük
bir hata. Faşizm, modern tarihte karşımıza çıkan özgün bir şeydir. Bu anlamda
faşizm, bir yandan büyük bankalara ve büyük şirketlere bir yandan da işçi
sınıfının devrimci taleplerine karşı çıkan, orta sınıfa ait devrimci bir
harekettir.”[1]
Schapiro
bu tespiti ışığında, tüm maharetiyle topladığı ve tutarlı bir biçimde organize
ettiği onca delili çöpe atıyor ve faşizm tanımını bu küçük burjuvazi ile ilgili
tespitinin sınırları içine hapsediyor, böylelikle kendi bütünlüğü içerisinde faşizmin
burjuva ideolojisine verdiği zararı hafif gösteriyor. Bu türden bir
indirgemecilik, Schapiro’nun değerlendirmesinin ikinci kısıtı. Bu kısıt, onun
Proudhon’un dünya görüşünü besleyen liberal motiflerin önemini görmemesine
neden oluyor. Oysa kitabında bu tür motifler, mebzul miktarda mevcut.
Proudhon’un
kapitalizmi ortadan kaldırma amacı güden projesi, özünde liberal bir proje. O,
toplum ve ekonomiyle ilgili görüşlerinin büyük bir kısmını klasik liberalizme
borçlu. Schapiro’nun da aktardığı cümlesinde bu gerçeği kendisi de kabul
ediyor:
“Fourier’yi okudum, eserlerimde
birkaç kez kendisinden bahsettim, ama bütüne bakıldığında, ona hiçbir şey
borçlu değilim. Zihnimde bereketli bir dizi fikrin doğmasına sebep olan sadece
üç ustam var: ilki Kitab-ı Mukaddes, ikincisi Adam Smith, üçüncüsü de
Hegel.”[2]
Kapitalizme
düşman olan birisinin kendisini en çok etkileyen ikinci isim olarak Adam
Smith’in adını anması, gerçekten ilginç bir durum (ayrıca Kitab-ı Mukaddes,
kapitalizmle alakalı meselelere pek değinmeyen bir kitap!) Oysa Adam Smith,
Proudhon’un öğretileriyle gayet uyumlu bir isim, dolayısıyla onun isminin
anılıyor olması, hiç de tesadüf değil. Modernitenin yol açtığı marazlara ve
adaletsizliklere dair ahlaki öfke anlayışını Kitab-ı Mukaddes’ten elde eden,
genelde ebedi olan ahlaki hakikatlerden dem vuran Proudhon da bizatihi
peygamber misali vaaz verir gibi konuşan biri. O, uzlaşması mümkün olmayan
güçleri uzlaştırmaya ve daha yücede duran bir “sentez”e ulaşmaya çalışan
yöntemini ise Hegel’e borçlu (bu noktada Hegelci diyalektiğe yeterince hâkim
olup olmadığı başka bir mesele. Marx, hâkim olmadığını düşünenlerden.); Adam
Smith, Proudhon’un üretim, mülkiyet, vergilendirme veya ekonomik bireycilik
gibi sosyoekonomik meselelere yönelik somut yaklaşımlarının önemli bir kısmını
borçlu olduğu kişi. Hatta Proudhon, görevinin “dahice dile getirdiği, ama
bugüne dek karanlıkta kalmış olan, her şeye dair öngörüleriyle, her şeyi yapma
işini bize bırakmış olan Adam Smith’in tahayyül ettiği hat üzerinden toplumu
dönüştürme işini tamama erdirmek” olduğunu düşünüyor.
Bugün
Proudhon’un anarşizmine yeniden bakmak, onun yirminci yüzyılda şirketler
kapitalizmine yönelik sadeleşmeci liberal ve liberter eleştiriye yakın şeyler söylediğini
görmemizi sağlayacaktır. Bu eleştiri, temelde on dokuzuncu yüzyılın küçük
ölçekli kapitalizminin gerçek manada rekabetçi olan özünü boğmuş, onu yolundan
çıkartmıştır. İlk dönem üretimin kontrolsüz yaratıcılığını idealize eden
liberterlerden farklı olarak Proudhon’un eleştirisi, on dokuzuncu yüzyıl
kapitalizmine yöneliktir ve onun sınırlarına tabidir. İlk ve en ünlü kitabı Mülkiyet
Nedir?’de ortadan kaldırılması gereken kötücül “mülkiyet”le iyi sahiplik,
küçük ölçekli mülkiyetle medeniyetin temelini teşkil eden üretim arasında
yaptığı ayrım konusunda şunları söyler:
“Bireysel sahiplik,
toplumsal hayatın koşuludur. […] Mülkiyetse toplumun intiharıdır. Sahiplik
hukuk içredir; mülkiyetse hukuka karşıdır. Mülkiyetin ezilip sahipliğin
muhafaza edilmesi, yani bu türden ilkesel bir değişiklikle hukuku, hükümeti,
ekonomiyi ve kurumları devrimcileştirirsiniz. Kötülükleri yeryüzünden kazıyıp
atarsınız.”[3]
Dolayısıyla,
ta başından beri Proudhon’un amacı, kapitalizmi ortadan kaldırmak değil, onu
sağlam ve “adil” temeller üzerinde yeniden inşa etmektir. Proudhon, kendisini
mevcut toplumsal düzeni yok edecek sürecin fitilini ateşlediğine dair
suçlamalara karşı haklı olarak savunan burjuva politik ekonomist Adolphe
Blanqui’ye önerdiği sistemin kapitalizmi çöpe atmayacağına dair güvence verir.
Ona göre, aslında sahiplik, kapitalizmi mülkiyete kıyasla daha sağlam bir
temele kavuşturur:
“Mülkiyet veya mülkiyeti
kullanma biçimleri hariç tüm kurumların kendilerine yer bulmakla kalmayacağı,
aynı zamanda eşitliğe katkı sunabilecekleri, mutlak eşitliğin hüküm sürdüğü bir
sistem keşfedilmeli: bireyin özgürlüğü, güçler ayrılığı, bakanlıklar, jüri
sistemi, idari kurumlar ve yargı kurumları, eğitimin birliği ve homojenliği,
evlilik, aile, mirasın doğrudan, akrabalara geçişi, satış ve değiş tokuş hakkı,
irade beyan etme hakkı, hatta doğum hakkı üzerine kurulu bir sistem,
mülkiyetten daha iyi olacak, sermayenin oluşmasını güvence altına alacak ve
herkesin moralini muhafaza edecektir. […]”
Gördüğümüz
gibi, Proudhon’un tekrar tekrar üzerinde durduğu o büyük eşitlik tutkusu,
eşitlikçi olmayan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik bir tehdidi
içermiyor, çünkü aslında vurguladığı şey, gerçek eşitlik değil. O, ne eşit
gelirden ne de üretim araçlarının sahipliğinden veya ortak mülkiyetinden
bahsediyor, sadece fırsat eşitliği denilen liberal ilkeyi hatırlatan,
koşulların eşitliği ülküsüne işaret edip duruyor. Ona göre, eşitlik, “emekçilerin
kendilerine eşit araçlar sunulduğu takdirde temin edecekleri esenlik ve refahta
eşitlikten değil, sadece koşulların, yani araçların eşitliğinden ibaret.”[5] Bu
anlamda, aslında liberallerdeki bireysel başarı anlayışına denk düşen bir
şeyden bahsediyor:
“Özgürlük yarışmadan yana
saf tutar, onu yok etmez. Toplumsal eşitlikte yarışma, eşit koşullara ulaşma
çabasından ibarettir.”[6]
Proudhon,
“anarşi” kavramını ayaklanmaya dair herhangi bir yan anlamı içermeyecek biçimde
kullanır. Onda anarşi, klasik liberalizmin özgürlük, yani kendini yönetme,
bireysel özgürlük ve her türden devlet müdahalesinin sınırlandırılması ile
ilgili görüşleriyle uyumlu bir kavramdır. Bu liberal anlayışa göre, bireyin
üzerinde egemenlik iddiasında bulunan ister kral isterse halkın çoğunluğu
olsun, devletin müdahalesi, her şekilde gayrimeşrudur. Proudhon’daki “toplum
sözleşmesi”, bu yönüyle, Rousseau ile ilişkisiz bir fikirdir. Bu fikir,
esasında bildiğimiz çıkarlara sahip taraflar arasında imza edilen, baskı
olmadan, gönüllü olarak onaylanan, dolayısıyla liberallerin dediğine göre,
herkesin mutlak özgürlüğünü teminat altına alan iş sözleşmesi anlayışıyla
paralellik arz eder.
“Sözleşmelerin tarafları
gerçek kişisel çıkarlara sahip olmalıdır. Bu anlamda insan, hem kendi
özgürlüğünü hem de kazancını hiçbir şey kaybetmeden güvence altına almak için
pazarlık yürütür. […] Bu sebeple sözleşme, temel karşılıklılık esasına dayanır.
[…] Toplum sözleşmesi özgürce tartışılmalı, tek tek bireylerce kabul edilmeli,
bizatihi ona iştirak edenler tarafından imzalanmalıdır.”[7]
Proudhon’un
yaklaşımı, liberal mantık üzerine kuruludur. Dolayısıyla, diğer birçok klasik liberal
veya Hayek’in dile getirdiği biçimiyle, “eski tip liberaller” gibi Proudhon da
bir süre sonra kendi belirlediği ülkünün demokrasiyle çeliştiğini fark eder ve
bu çelişkiyi açıktan dile getirir. Liberal ayrışmanın ekonomi ile ilgili
kısmına abanan Proudhon, neticede özgürce imza edilmiş sözleşmeyi temel alan
ekonomiye yönelik politik müdahale hakkına yasak getirir:
“Ekonomik eleştiri,
politik kurumların sanayideki örgütlenme süreci içerisinde kaybolması
gerektiğini ortaya koymuştur.”[8]
Proudhon,
bu tespit üzerinden şu sonuca ulaşır: Sanayiyi ve ekonomiyi ilgilendiren
meselelere yönelik demokratik müdahale, diğer her türden politik müdahale gibi
asgari düzeyde tutulmalıdır:
“Halk adına hareket ediyor
bile olsa, kendisini halk olarak nitelese bile, sürece ne monarşi, ne
aristokrasi ne de demokrasi müdahale etmelidir. Otorite de hükümet de hatta
halk hükümeti de olmasın, işte devrim budur.”[9]
“Çoğunluğun teşkil ettiği
hukuk, benim hukukum değil, o gücün hukukudur. Dolayısıyla bu türden bir hukuku
temel alan hükümet de benim hükümetim değil, gücün hükümetidir.”
Buradan
şu türden bir fikre yönelir:
“Herkese oy hakkı fikrinin
sahip olduğu yetke, reddedilmelidir. Oy kullanmaktan vazgeçmeliyiz. […] Kutsal
olanı temel alan toplumsal yönetim sürecinde her şey, insana dair sözleşme
fikri üzerine kurulu olan her şey ezilmelidir.”[10]
Proudhon’un
toplumsal-ekonomik düzeni asgari düzeye çeken görüşü uyarınca keyfi hukukun
yerini özgürce imza edilmiş sözleşme, devlet kontrolünün yerini gönüllü
işlemler […] politik merkezîleşmenin yerini ise ekonomik birlik almalıdır.”[11]
Bu
görüşleri üzerinden artık bugün anarkokapitalistlerin Proudhon’la aralarında
bir bağ olduğu gerçeğini kabul ediyor olmaları, bizi hiçbir şekilde şaşırtmıyor
olmalıdır.[12] Ayrıca Hayek’in “sosyalizmin hataları” üzerindeki örtüyü
kaldırdığını iddia ettiği kitabında[13] “Galyalı sosyalist” olarak andığı
Proudhon’u olumlu ifadelerle anıyor olması da bizi şaşırtmamalıdır. Hayek,
hükümet müdahalesinin asgari düzeyde tutulması fikrini savunurken Proudhon’a
atıfta bulunur ve bu türden bir çabanın “azami özgürlük ve çeşitlilik için
gerekli olan alanı temin edeceğini” söyler.
Proudhon,
ekonomik ve politik sonuçları dâhilinde kapitalizmi kesip biçer ve ondan küçük
zanaatkâr ve mülk sahibinin çıkarlarına uygun bir elbise diker. Ekonomi
düzleminde bireyler eliyle gerçekleştirilen, ürünler, herkesin kendi
çiftliğinde veya atölyesinde üretilip muadilleriyle değiş tokuş edildiği, aynı
miktarda emeğin kullanıldığı başka ürünlerin üretildiği süreç dâhilinde kârın
elde edilmediği, emeğin sömürülmediği küçük ölçekli üretim önerisinde bulunur.
Marx’ın Proudhon’la ilgili analizlerinde de tespit ettiği biçimiyle, Proudhon,
kapitalizmin temel özelliği olan emtia üretimine sıkı sıkıya sarılır, bir
yandan da bu üretimin hoş olmayan doğal sonuçlarından kurtulmak ister, onları
tesadüfi, dolayısıyla bir çırpıda kurtulabileceğimiz yan etkiler olarak
değerlendirir.[14]
Ekonomik
temel, büyük kartellerin baskılarına ve hükümetin saldırılarına, ama aynı
zamanda Proudhon’un bir tür hırsızlık dediği artan oranlı vergilendirme pratiği
üzerinden mülkiyet (sahiplik) hakkını ihlal etmek için kendi gücünü kullanan
kitlelerin demokrasi düzleminde gerçekleştireceği tecavüzlere karşı korunmalıdır.
Esasen
Proudhon’un “bir yandan büyük büyük bankalara ve büyük şirketlere bir yandan da
işçi sınıfının devrimci taleplerine karşı çıkan”[15] bir önfaşist olduğuna
ilişkin tespit doğru, ama fazla yüzeysel. İçerdiği anlamlar itibarıyla tümüyle
yanlış. Bu tespit, orta sınıfa has bir orta yol önerisinde bulunuyor. İki büyük
oyuncu olarak büyük şirketlerin kapitalizmi ile işçi sınıfı sosyalizmi arasında
salınıyor. Gerçekte küçük burjuva faşizmi ve Proudhon’un önceden haber verdiği
hâli, kapitalizmden yana saf tutuyor, sosyalizmin evrimci biçimine de devrimci
biçimine de karşı çıkıyor.
Proudhon,
kapitalizm ve sosyalizm denilen kötülükler arasında bir tercih yapmak zorunda
kalacak olursa kapitalizmi tercih edeceğini açıktan dile getiriyor.[16] Dolayısıyla,
Louis Blanc’ın sosyalizmine karşı yürüttüğü polemikte şunu söyleme ihtiyacı
duyuyor:
“Kendi adıma şunu
söylemeliyim. Ben, senin Tanrı’nı da otoriteni de egemenliğini de hukuk
devletini de tüm temsille alakalı mistifikasyon çabalarını da reddediyorum. […]
Senin çift cinsiyetli demokrasine teslim olacağıma, statükoyu desteklerim daha
iyi.”
Büyük
burjuvazinin ihtiyaçlarını gören “Guizot sistemi”nin somut ve insanda nefret
duygusunu tetikleyen gerçekleriyle yüzleştiğinde bile Proudhon, sosyalizmi
temel alan projelerini daha kötü olarak nitelemeyi sürdürüyor. Bu tartışma
bağlamında şunu söylüyor:
“Komünizmin,
cumhuriyetçiliğin, olguları ve eleştiriyi hor gören tüm toplumsal, politik ve
dini ütopyaların ilerleme sürecinin bugün aşmak zorunda olduğu en büyük
engeller olduğuna artık kaniyim.”[17]
Proudhon,
esasında kapitalizmin küçük burjuva tarzda değiştirilip arındırılmasına dönük
bir öneri sunuyor. Buna karşılık, kapitalizmin rekabet, sahiplik, bireysel girişim
gibi temel öncülleri bağlamında kapitalizm insanlığın nihai ufku olarak varolmayı
sürdürmeli, ama bu öncüllere ahlak, bilim ve doğa eşlik etmelidir. Reforma tabi
tutulmuş bir tür kapitalizm, Proudhon’un geleceğe dair planlarının dayandığı
temeli teşkil ediyor ve bu planlar hiçbir şekilde sosyalizmi içermiyorlar. O, rekabeti
tutkuyla ve şiirsel bir dille savunan bir isim olarak, sürekli rekabeti öven
şarkılar çığırıyor ve onun “toplumsal ekonominin dayandığı ana ilke, kaderi
ilgilendiren bir karar ve insanın ruhu için bir zorunluluk” olduğunu söylüyor. Bu
türden laflar, rekabeti ortadan kaldırmayı öngören sosyalist projeyle yürüttüğü
polemik dâhilinde gündeme geliyor.
Rekabet
ilkesini komünizme ve sosyalist demokrasiye karşı savunan Proudhon, bu kavgada
sırtını burjuva politik ekonomisine, Adam Smith’in mirasına yaslamaktan çekinmiyor.
Ekonomi biliminin belirli kanunları dikkate alındığında sosyalist projenin
çelişki yüklü olduğunu düşünen Proudhon, her bir dönemeçte ekonomi biliminin
haklılığı ispatladığını iddia ediyor:
“Emeğin özgürleşmesinin
gerekli olduğu her yerde binlerce rakip ortaya çıkar, yeteneği teşvik eder, imalatçıların
sorumluluk almasını sağlar, onları tembellikleriyle, cahillikleriyle ve
samimiyetsizlikleriyle baş başa bırakır. […] Sanayinin ve ticaretin
özgürleşmesi meselesi, politik özgürlükle aynı düzeyde olacak şekilde,
anayasalarımıza dâhil olmaktadır. Özetle şu söylenebilir: Fransa, son altmış
yılda elde ettiği servet artışını bu özgürlüğe borçludur.”[18]
Bu
noktada Proudhon şu soruyu sorar: “Emekteki rekabet ortadan kaldırılabilir mi?”
Bu soruya o bilindik liberal cevabı verir: “Bu soru, ‘şahsiyet, özgürlük ve
bireysel sorumluluk ezilebilir mi?’ sorusu kadar anlamlıdır.”[19]. Bu bağlamda
Proudhon, politik liberalizmin kapitalizmin dinamik işleyişini
durdurabileceğine dair ekonomik liberalizmin dillendirdiği klasik endişeyi
gündeme getirir. “Toplumun kurucu unsuru atölyedir” diyen Proudhon, bu unsura “bulaşan”,
kurcalayan her türden politik demokratik meselenin dışlanması gerektiğini
söyler:
“İşçiler, kendilerini
düzenleyecek kurumlar için oy kullanıp liderlerini özgürce seçmiyorlar mı?
Muhtemelen bu oy kullanan işçiler, emir kabul etmeyecek, kendilerine yapılan
ödemelerdeki farklılıkları reddedeceklerdir. O hâlde sanayide kullanılan
becerilerin karşılığının ödenmesi konusunda herhangi bir şeyin sunulmadığı
koşullarda politik eşitliği muhafaza edeceğim diye atölyelerdeki birlik dağılacak,
polisin müdahale etmemesi durumunda da her bir işçi, kendi kişisel meselesine
gömülecektir.”[20]
Bu
cümlelerin de ortaya koyduğu biçimiyle, Proudhon’daki küçük ölçekli üretimle
alakalı “devrimci görüşler”le tüm o hiyerarşileri, emir komuta zincirleri ve
eşitsizlikleriyle gerçekte varolan kapitalizm arasındaki fark siliktir. Sahiplikle
mülkiyet arasındaki sınır çizgileri belli belirsizdir.
Aynı
şekilde, Proudhon, tekellere yönelik muhalefetinde, başka şeylerin yanında,
açıktan küçük burjuva bir bakış açısını savunur. Tekellere yasak getirilmesi
önerisini liberal bir yerden gündeme getirir. Onları kapitalist rekabetin doğal
sonucu olarak görmez. Bir sosyalist gibi kapitalizme genel bir itiraz yöneltmek
yerine, tekellerin kapitalist rekabete mani olduğunu söyler:
“Tekel, doğalında
rekabetin zıddıdır. […] Rekabet, kolektif varlığa can veren hayati güçtür. Diyelim
ki onu yok ettik, toplumu da öldürürüz.”[21]
Bu,
Proudhon’u tuhaf bir çelişkiye sürükler. Küçük mülk sahiplerinin temsilcisi
olarak Proudhon, küçük üreticilere büyük sermaye yoğunlaşmalarının yaptığı
etkileri eleştirir, büyük balığın küçük balığı yutmasından, onları rekabetin
dışına atmasından şikâyet eder. Buna karşılık Proudhon’un tekellerle ilgili
düştüğü tüm şerhler tümüyle kapitalizm içre olduğu için tekellere kaynaklık
eden rekabeti kesip atmak hiçbir şekilde aklına gelmez. Çünkü Proudhon, tekelleri
mahkûm etmenin rekabeti mahkûm etmek demek olduğunun gayet farkındadır:
“Tekel, rekabetin
kaçınılmaz sonucudur. Rekabet, kendi kendisini sürekli inkâr ederek tekelleri
meydana getirir. Tekellerin bu şekilde ortaya çıkışı, onun varlık sebebidir.”[22]
İyi
rekabetin sonucu olarak ortaya çıkan kötü tekelle ilgili gerekçe üzerinden kötü
tekelin kaynağı olarak iyi rekabet de kolaylıkla mahkûm edilebilir. Dolayısıyla,
komik bir yaklaşım üzerinden Proudhon, tekelleri kendi içinde ve kendisi için
önemli gören bir yaklaşım üzerinden meşrulaştırır:
“Gene de bu türden bir
gerekçenin çok fazla gücü yoktur, sadece rekabete her zamankinden daha zinde
bir biçimde karşı koymamıza neden olur. Bunun için tekelin kendisini bir ilke
olarak ortaya koyması gerekir.”
Bir
küçük burjuva olarak Proudhon, tekellerin meşru yönünü tümüyle kabul eder ve onların
insanın, yani kapitalizmin ruhuna ait bir zorunluluk olduğunu söyler:
“Tekel, dünyanın kurulduğu
günden beri ilerlemenin her bir aşamasını teşvik eden en güçlü itici unsurdur.
[…] Tekel, kendisindeki düşüncesini özgürce kullanmaya dair yetenekleri dilediği
gibi kullansın diye doğanın her bir üreticiye bahşettiği diktatöryel bir
haktır. […] Bu hak ise insandaki bu yeteneklerin icrasında, insanın ruhunda ve
bedeninde kişiyi sakat bırakacak şeylere mani olacak olan özgürlük ve onun
özüne ait bir şeydir. Yalnızca bireylerin özgür girişimleriyle ilerleyen toplum,
bir süre sonra kâşiflerinden mahrum kalarak yaptığı yürüyüşün esiri hâline
gelir.”[23]
Bu
pasaj, Proudhon’un ekonomi anlayışının liberal kapitalizmce çizilmiş sınırlarını
net bir biçimde ortaya çıkıyor. Ona göre asıl mesele, tekelleri muhafaza etmek,
bir yandan da onun küçük üreticiye verdiği zararları azaltmak, rekabetle tekel
arasında onların uzlaştığı bir senteze ulaşmaktır:
“Arı ve karınca gibi
hayvanlarda imtiyaza ve tekele yer yoktur. […] Oysa kendi kesreti içinde
bireyselleşen insan, kaçınılmaz olarak tekelcileşir, çünkü o, tekelci olmazsa
hiçleşir. Dolayısıyla, toplumun asıl meselesi, tüm tekelleri ortadan kaldırmak
değil, onları uzlaştırmanın yolunu bulmaktır.”[24]
Büyük
şirketlere karşı olan Proudhon’a göre tekel, insanın özüdür. Bu türden alıntılar,
onun ve faşizmin büyük şirketlerle sosyalizm arasında konum almış olduklarına
dair görüşün yetersiz bir görüş olduğunu ispatlamak için yeterlidir.
J.
S. Schapiro’ya göre, Proudhon’da 1861 tarihli kitabı La Guerre et la Paix’de
[“Savaş ve Barış”] karşımıza çıkan önfaşizm, savaşı yücelten bir fikirdir. Bu tespitinde
haklı olan Schapiro, savaşa verilen bu türden bir onayın kaynağını görmezden
gelir. Dolayısıyla, Proudhon’un savaşa önfaşist ideolojisi üzerinden onay verdiğini
söyler. Onun fikirlerine temel teşkil eden ekonomik liberalizmi ve herkesin herkesle
rekabet ettiği gerçekliğe dair tespitini görmez. Proudhon, Sefaletin
Felsefesi’nde bu görüşünü açık bir biçimde dile getirir:
“Bugün rekabetin sanayi
üzerindeki etkisi tam da bu. […] İnsandaki yeteneği ortadan kaldırmak
istiyorsanız, ondaki merakı yok edin, kâr etme ümidini ondan alın, bu ümidin
yol açtığı toplumsal ayrımı silin, bunun için her yerde barışı tesis edin,
ondaki tembelliğin sorumluluğunu da devletin sırtına yükleyin.
Evet, şunu kabul etmek gerekiyor:
bugün insandaki dingin hâle rağmen onun hayatı, yokluğa, doğaya, arkadaşlarına,
neticede kendisine karşı sürdürdüğü kesintisiz savaştan ibarettir.”[25]
Proudhon’daki
toplumsal ütopya, bireyci ve girişimci orta sınıfın genele teşmil edilmesinden
ibaret. O, böylelikle rekabetin azınlığa ait bir değer olmaktan çıkıp, insanlığın
tüm dertlerine deva olacak bir çözüm yolu hâline geleceğini düşünüyor:
“Kısa bir süre önce rekabetin
istisnai bir mesele, bir imtiyaz olduğunu söylemiştim. Bugünse bu imtiyazın
haklarda eşitliğin hüküm sürdüğü koşullarda nasıl varolabileceği sorusunu
yöneltiyorum.”[26]
İlginç
olan şu ki Proudhon’un anarşizmi, ister tırnak içine alınsın ister alınmasın, aynı
dönemde Almanya’da faal olan Max Stirner’deki anarşizm gibi, esasen piyasa
denilen ilkenin insanın tüm faaliyet alanlarını ve tüm insanlararası ilişkileri
kapsayacak şekilde genelleştirilmesini ifade ediyor.
Adam
Smith’in çalışmasını tercüme etmiş olan Stirner, o çığır açıcı anarşist metni Biricik
ve Mülkiyeti’nde, ticareti ve emtia ile ilgili işlemleri bireyin tam
anlamıyla gerçekleştiği, aşılması mümkün olmayan ifade biçimleri olarak görüyor.
Toplumu büyük bir pazar olarak değerlendiren Stirner, tüm insani duyguların bu
pazarda sıradan ürünler gibi arz ve talep kanunlarına tabi olduğunu söylüyor:
“Fakat sevgi bir buyruk
değil, bendeki tüm duygular gibi benim mülkümdür. Bu mülkümü elde etmek, yani
satın almak sana, onu sana devretmekse bana düşer. Benim sevgimi nasıl elde
edeceğini bilmeyen kilise, millet, vatan ve aile gibi şeylerin sevgisine
ihtiyacım yok benim. Sevgimin satış fiyatını dilediğim gibi sabitlerim.”[27]
Bu
tespiti, Proudhon’un Nietzsche’deki ateizmi önceden haber veren şu tespitiyle
kıyaslamak mümkün:
“Yardımseverlik mi!
Reddettiğim bir şeydir o. Mistisizmden başka bir şey değil. […] Tüm ürettiğim
ürünlerin benim için bir değeri olsun isterim. Bana neden karşı çıkıyorsun ki?
[…] Benim gözümde toplumda adil olanla olmayanın, iyi olanla kötü olanın ölçütü
olarak gördüğüm borçtan ve krediden bahset. […] Tanrı mı! Ben, tanrı manrı bilmem.
Bu da başka bir tür mistisizm. Seni dinlememi istiyorsan, bu kelimeyi dilinden söküp
atmakla işe başla Üç bin yıllık tecrübe, bana kim tanrıdan söz ediyorsa ya
özgürlüğüme ya da cüzdanıma dair belirli niyetlere sahip olduğunu öğretti. Bana
ne kadar borcun var? Benim sana borcum ne? İşte benim dinim de tanrım da bu.”[28]
Bu
isimlerdeki put kırıcı anarşizm, piyasadaki ilişkilerde görülen anarşinin yansımasıdır.
Onlara göre, büyük sermaye ile tekellerin suiistimalleri azaltıldıktan sonra
tüm insanlararası ilişkiler bu anarşi ile düzene sokulmalı, böylelikle Proudhon’un
bahsini ettiği Halk Bankası himayesinde “tüm koşullar eşitlenmeli”dir.
Antikapitalist olmak şöyle dursun, bu isimler, esasen kapitalizmi en saf hâline
kavuşturma, ardından da ondaki mantığı nihai sonuçlarına ulaştırma çabası
içerisindedirler.
Kapitalizmle
uyumlu, piyasacı toplumu göklere çıkartan, sadece taktik gereği ahlakla alakalı
şüphelerin eşlik ettiği, “koşulların eşitlenmesi” ile ilgili değerlendirmeleri,
Proudhon’un sosyalizme kararlılıkla yönelttiği öfkeyle kıyaslamak gerekiyor.
Kanaatime göre, onun görüşü ister devrimci isterse reformist-evrimci olsun, sosyalizmin
herhangi bir türüyle hiçbir noktada diyaloga girebilecek nitelikte değil. O,
komünist bir devrimin mülkiyeti, rekabeti ve tekelleri ortadan kaldırma
ihtimalini görüyor. Bu sebeple sürekli bu devrime yönelik reddiyeler kaleme
alıyor. Ekonomi sahasında bir liberal olarak Proudhon, komünist düzenin
ekonomik açıdan uygulanamaz olduğunu söylüyor, zira ona göre, bu düzen rekabet
ve bireysel sahiplik motorunu istop ediyor.
Proudhon,
zayıfın güçlüyü sömürdüğü düzen olarak gördüğü komünizmi ahlak zemininde
eleştiriyor. Liberaller gibi o da ekonomik özgürlüğü bireysellikle, şahsiyetle
ve faziletle bir tutuyor. Proudhon, komünizmde “zayıflara güç gerektiren
işlerin, tembellere çalışkanlık gerektiren işlerin, aptallara zekâ gerektiren
işlerin verileceğini, nefsini söküp atan insanın doğallığından, yeteneklerinden
ve duygularından mahrum kalacağını, neticede esnekliğini yitirmiş haşmetli
toplum önünde secdeye varacağını” söylüyor.[29] Evrimci sosyalizmse Adam Smith’in
öngörüsünün üstesinden gelebilecek bir yönetim tarzı değil. Proudhon, onun üzerinde
durduğu, herkese oy hakkı, sendikalar, toplu iş görüşmeleri ve işçinin aldığı
payın servetin eşitlikçi dağıtılması yoluyla artırılması gibi tüm sütunları
topa tutuyor.
Schapiro’nun
da dile getirdiği biçimiyle, Proudhon’un “toplumun yüzleştiği zehirlerin en
kötüsü” olarak gördüğü sosyalizme duyduğu nefret, onu sosyalizmin karşıt kutbu
olarak gördüğü anarşiyi savunmaya itiyor. “O, aslında anarşide toplumsal
sorunların çözümünü değil, sosyalizmin panzehrini buluyor.”[30]
Proudhon’daki
orta sınıf ütopyası, uzağı gören, sorumluluk sahibi elitlerin, doğal olarak
Proudhon’un ve onun geliştirdiği, kitlelerin arzularından azade olan planlarının
öncülük edeceği “âlimlerin” faaliyetleriyle teşkil edilebilecek bir şey. Zira kitleler,
o planları anlayacak olgunlukta, onları takdir edecek kıymette değiller. Demokrasiyi
genel rekabete mani olacak bir şey olarak gören Proudhon, çoğunluğun iradesinin
kralın iradesinden daha kıymetli olduğu görüşünü reddediyor, her ikisinin de keşfedip
çerçevesini çizmekle övündüğü “adalet”in emirlerini bilimsel yoldan uygulamak
yerine, kendi gücünü keyfi olarak dayattığını söylüyor.[31]
Artan
oranlı vergilere yönelik itirazı dâhilinde Proudhon, sırtını Smith’e yaslıyor. İlginç
olan şu ki aşağıdaki pasajda da görüldüğü üzere, Proudhon’un her türde
toplumsal kurala ve kanaate anarşist bir yaklaşım üzerinden yönelttiği itirazının
esasında toplumsal açıdan güçlü olan bireyleri zayıflar karşısında koruma
çabasının bir parçası. Anarşist eleştirilerinin gözde hedefi olarak devlet, onun
“kapitalizmin çıkarlarına hizmet eden güç” olduğunu söyleyen sosyalist bakış
açısı üzerinden değil, toplumun güçlü üyelerini faydasız, beş para etmez
üyelerinin kontrolüne sokan bir mekanizma olduğu için eleştiriliyor.
Burada
bir kez daha görüyoruz ki anarşizm, sosyalist refah devletine ekonomik
liberalizm anlayışı üzerinden, rekabet, başarı ve fazilet ilkesinin altını oyan
bir güç olduğu için karşı çıkıyor:
“Vergi denilen şey, Adam
Smith’in polis kavramı ile tarif ettiği, önleyici, zor kullanan, baskı
uygulayan, ceza kesen kurumlardan oluşan, ilk tahayyül edildiği noktada sadece
zayıfın güçlüye karşı tepkisini ifade eden o büyük aileye aittir.”[32]
Özetleyecek
olursak: Schapiro’nun Proudhon’un yazılarının yeni bir politik olgu olarak küçük
burjuva antikapitalizmine dair fikirler sunduğuna ilişkin tespiti doğru, ama
aynı zamanda söz konusu yazıların, bu türden bir küçük burjuva anlayışın
liberal dayanaklarına dair bir görüşe ulaşmamızı sağladığına ilişkin tespit de
doğru. Bu anlamda Proudhon’un yazıları, faşizmin liberalizme karşı olduğu
görüşünün aksine, faşizmin liberal kökleri bulunduğuna dair çok şey söylüyorlar.
Ama
bir yandan da Schapiro’nun değerlendirmesinin okuru yanlışa yönelttiğini görmek
gerekiyor. Buna karşın, Schapiro, kendisinden yaklaşık kırk yıl sonra Fransız faşizminin
sosyalist köklerinin izini sürerken Proudhon’a başvuran Zeev Sternhell’in
değerlendirmesinden daha güvenilir bir değerlendirme sunuyor. Liberalizmle faşizmi
birbirinden ayırmak için çaba sarf etse de Schapiro, faşizmin ve onu önceden
muştulayan Proudhon’un ateşli bir antisosyalist olduğu gerçeğine sırtını hiçbir
zaman dönmüyor. Faşizmi sosyalizmin muhalif bir türevi olarak göstermek adına
faşizmi yeniden değerlendirmeye çalışan Sternhell ise bu çabayı yetersiz
görüyor, bu sebeple, geçmişte ortaya konulan çabalardan daha fazlasını sergilemek
suretiyle, Proudhon’un sosyalizminin ve onun etrafındaki milliyetçi ve faşist öğrencilerin
(ki bu öğrenciler içerisinde en önemli isim Georges Sorel’dir) üzerinde
duruyor. Aralarındaki önemli farklılıkları bir yana koyacak olursak, Schapiro
ve Sternhell, Proudhon’un liberal kampın yerlisi olduğu gerçeğini görmezden
geliyor. Oysa Proudhon, kendisini Adam Smith’in fikirlerini icra eden kişi
olarak görüyor, kendisinin amacının sistemi yok etmek değil, ondaki kötülükleri
ortadan kaldırıp onu reforma tabi tutmak olduğunu söylüyor.
Son
olarak, Proudhon, aynı zamanda anarşizm, anarkosendikalizm ve onların faşizmle
ilişkisi gibi önemli meselelere ışık tutuyor. Anarşizmin solcu toplumsal
radikalizmin sosyalizmden farklı amaç ve önermelere sahip, ama aynı ölçüde
liberal karşıtı başka bir biçimi olduğuna dair yaygın kanaate karşı çıkıp, Proudhon’u
anarşizmin yürüdüğü yolda çığır açıcı bir sima olarak ele alan yaklaşım, bize
anarşizmin liberal kökenleri konusunda bir dizi somut kanıt sunuyor.
Ishay Landa
[Kaynak:
The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism, Brill, 2010,
s. 141-153.]
Dipnotlar:
[1] J. Salwyn Schapiro, Liberalism and the Challenge of Fascism. Social
Forces in England and France (1815–1870). New York, Toronto, Londra: McGraw
Hill. 1949: s. 365.
[2]
Aktaran: David H. DeGrood, Dialectics and Revolution. Amsterdam: B. R.
Grüner, 1978, Cilt. 1: s. 79.
[3]
Pierre Joseph Proudhon, What is Property? Cambridge: Cambridge
University Press. 1994: s. 214–15.
[4]
Proudhon, a.g.e., s. 11, 12.
[5]
A.g.e., s. 211.
[6]
A.g.e., s. 213
[7]
Proudhon, General Idea of the Revolution in the Nineteenth Century. New
York: Cosimo. 2007: s. 113–14.
[8]
A.g.e., s. 126.
[9]
A.g.e., s. 126.
[10]
A.g.e., s. 205.
[11]
A.g.e., s. 292.
[12]
Örneğin Per Bylund şunları söylüyor: “Dolayısıyla, söylenebilir ki
anarkokapitalistler ‘mülkiyetin gayrimeşru bir biçimde elde edildiği koşullarda
hırsızlık’ olduğu konusunda Proudhon’la aynı fikirdedirler. Ama onlar aynı
zamanda ‘mülkiyet özgürlüktür’ diyen, bu anlamda insanın mülkiyet olmadığında,
yani kendi eylemlerinin sunduğu meyveler elinden alındığında köle hâline
geldiğini söyleyen Proudhon’un görüşünü kabul ederler. Bu anlamda
anarkokapitalistler, her bir bireyin kendi bedeni ve emeği üzerinde egemen olma
hakkına sahip olduğu devletsiz toplumdaki özgürlüğü savunurlar, insanın kendi
mutluluk tanımı uyarınca yaşama imkânına ancak bu hak sayesinde
kavuşabileceğini söylerler.”
[13]
F. A. Hayek, The Fatal Conceit. The Errors of Socialism. Şikago: The
University of Chicago Press. 1988: s. 63–64.
[14]
Marx, Proudhon’u “kapitalist mülkiyeti emtia üretimini temel alan ebedi
mülkiyet kanunlarını uygulamak suretiyle ortadan kaldırmak istediği” için alaya
alır.
[15]
Schapiro, a.g.e., s. 365.
[16]
Proudhon, The Philosophy of Misery. New York: Cosimo, 2007: s. 213.
[17]
A.g.e., s. 227.
[18]
A.g.e., s. 185–6.
[19]
A.g.e., s. 209.
[20]
A.g.e., s. 213.
[21]
A.g.e., s. 220.
[22]
A.g.e., s. 221.
[23]
A.g.e., s. 221–2.
[24]
A.g.e., s. 230.
[25]
A.g.e., s. 189-190.
[26]
A.g.e., s. 202.
[27]
Max Stirner, The Ego and Its Own. Cambridge: Cambridge University Press,
1995, s. 259.
[28]
Proudhon, The Philosophy of Misery, s. 229.
[29]
Proudhon, What is Property? s. 196–7.
[30]
Schapiro, a.g.e., s. 363.
[31]
Çoğunluğun görüşünü çöpe atma konusunda tutarlı bir yaklaşım içerisinde olan
Proudhon çoğunluğun rekabetten yana olması durumunda “bilimsel” argümanları bir
kenara koyma ve çokluğun kendiliğinden sezgisine bel bağlama konusunda bir
saniye bile tereddüt etmez:
“Fransız Devrimi hem
sanayideki özgürlüğü hem de politik özgürlüğü etkilemiştir. Her ne kadar 1789’da
Fransa istediği şeylerin gerçekleşmesi konusunda dile getirdiği ilkenin tüm
sonuçlarına tanık olmamışsa da bu, onun arzuları ve beklentileri konusunda
yanlışa düştüğü anlamına gelmez. Bu gerçeği reddetme gafletinde bulunan herkes benim
gözümde eleştiri yapma hakkını da yitirir: yirmi beş milyon insanın kendiliğinden
hata yaptığını söyleyen kişiyle tartışmam bile.” [Proudhon, The Philosophy
of Misery. s. 185].
[32] Proudhon, The Philosophy of Misery. s. 263. Bu yaklaşımı, servetin eşitlikçi bir biçimde yeniden dağıtılması fikrine karşı çıkan Stirner’in başarılı ve güçlü birey lehine aldığı tutuma benziyor. Rekabetin bedeli olarak toplumun bol miktarda elde ettiği ödüllerden adaletsiz bir biçimde arındırılması üzerinde duran Stirner şunları söylüyor: “Ne yani? Ben ehil biri olarak, şimdi ehil olmayan karşısında bir ihtimal hiçbir avantaja sahip olamayacak mıyım? […] Rekabetin karşısına baldırı çıplaklara göre yapılmış tasnif çıkartılıyor. Toplumun bir parçası olarak görülmeye, birey asla tahammül edemez, çünkü o bundan daha fazla bir şeydir. Onun biricikliği, onu sınırlayan bu görüşü reddeder.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder