Pages

23 Haziran 2023

Despotizm, Tasması Kapitalizmin Elinde Olan Bir Yırtıcı Hayvandır

Tarih yapay zekâ çağında hızlandıkça, bir yandan da aniden ters yöne savruluyor. Otoriter idare, günümüze yön veren ana fikirdir ve bu fikir, El Salvador’dan Myanmar’a, tüm dünyaya yayılmaktadır.

Tabii bu, hiç de şaşırtıcı bir gelişme değil. Kapitalizm, geleneksel dinleri paramparça edip sınırlara saygısızlık ettikçe ve tüm toplumları köksüz bıraktıkça bu toplumlar, aileyi, dini ve anavatanı daha güçlü bir biçimde savunur hâle geliyorlar. Tanrı, Halk ve Millet üzerine kurulu hikâyeler demode hâline geldi diye çöpe atıldıkça bu hikâyeler, daha güçlü bir şekilde geri dönüyorlar.

Kimliklerinin esnek olduğunu düşünenler, karşılarında kim olduklarını gayet iyi bilenleri buluyor. Havalimanlarında önemli insanların toplaştığı salonlarda beleş içkilerini mideye indiren her bir Teksaslı CEO’ya nehrin öte yakasında yaşayanları Öteki gören sakallı ve eli tüfekli bir aile reisi düşüyor.

Bugün İstanbul’da göz kamaştırıcı gece kulüplerine rastlanırken, Türkiye’nin Kürtlerin yoğun yaşadığı güneydoğusunda, özelde Mardin ve Diyarbekir’de, kaldırımlarda namaz kılan insanlara ve benzincilerin içinden geçen eşeklere denk gelebiliyorsunuz.

Gelenek ve modernite, hem birbirine suç ortaklığı eden hem de birbiriyle çelişen şeyler. Kesintisiz hareketle ve dur durak demeden yapılan yeniliklerle tanımlı bir dünya, esasen kendisini meşrulaştırmasını sağlayan değerleri aşındırma, ortadan kaldırma gibi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.

Bu, toplumsal değişimin hızına ve hâlen daha belirli ebedi gerçeklerle birlikte tecrübe edilen pazarın velvelesine rağmen Viktorya dönemi insanları için böylesi bir sorun yoktu. Onlar, insanları gecekondulara ve yoksullar evine sürüler hâlinde göndermek gibi salt dünyevi ve pragmatik açıdan yaptığınız işleri meşrulaştıramayacağınızı bilirlerdi. Onların elinde, Tanrı’nın kanunlarından ailenin kutsallığına ve bireyin sahip olduğu ulvi değere dek başvurabilecekleri belirli temel ilkeler vardı.

Bir imparatorluğu yönetmek gibi yüksek bir aklın ürünü olan gerekçelere ihtiyaç duyacağınız bir işi yapmaya çalışıyorsanız, bu türden ilkeler önemli hâle gelirler. Bugünün ABD’sinde olduğu gibi, ilkelerinizle pratiğiniz arasında, sizin canınızı sıkan bir mesafe de bulunabilir. Bir hafta boyunca memurlara rüşvet verip rakiplerinizin canını yakacak işlere imza attıktan sonra Pazar sabahı kiliseye gidip varoluşunuzun metafiziksel yönünü yüceltecek bir pratik içine girebilirsiniz. Hayatınızın bu iki yönü de barış içinde bir arada varolabilir. Muhafazakâr Parti üyesi vekil Jacob Rees-Mogg gibi Viktorya döneminden kalma züppe kimliğiyle modern müteşebbis kimliğini birlikte tek bir sürreel kişilik içerisinde bir araya getirebilirsiniz.

Ancak farklı kimlikleri aynı bünyede ve kişilik içerisinde bir arada tutmanın da bir sınırı var. AVM’deki ve pazar yerindeki hayatın akışkan, istikrarsız ve geçici niteliği, muhtemelen ahlaki yüzeye de nüfuz edecektir. İşte o vakit postmodernizme dair laflar dile dolanacaktır. Ebedi gerçeklere sırt dönülecek, onlara yaşam tarzınızı savunmak için bel bağladığınız sağlam temeller eşlik edecektir. Tesco ve Google’ın hâkim olduğu dünyada Tanrı’ya, İlerleme’ye ve Milletin Kaderi’ne dair sözler, anlamsız ve boş gelmeye başlayacaktır kulağa. Bunlar, kapitalizmin zafer türküleri söylediği ilk döneminde onun epey işini görmüşse de kitlelerin Yetenek Sizsiniz yarışmasına kilitlendiği koşullarda, bu tür sözler kimseye doğruymuş gibi gelmemektedir. Hatta bugün ahlaki değerler, giderek göreceli ve öznel şeyler olarak görülmektedir: seri katil cinayetlerine karşı çıkabilirsiniz, ama kişisel olarak bu pratiği eğlenceli de bulabilirsiniz.

Arkadaşlarınız arasında zararsız gördüğünüz bir şeye ülke yönetirken başvuramazsınız. Ülke yönetirken, özellikle politik veya ekonomik kriz koşullarında, sağlam bir çerçeveye ve güçlü bir uzlaşma zeminine ihtiyaç duyarsınız.

Peki varoluşunuza ait her şeyi göreceliymiş gibi ele alırsanız ne olur? Modern kapitalizm oturduğu dalı kesiyor olabilir mi?

İster Ankara’da olsun isterse Washington’da, milliyetçilik, popülizm, din ve geleneksel etik, tam da bu noktada cazip hâle gelmektedir. Ahlaki kesinliklerle ve metafizik temellerle hiçbir sorunu olmayan İslamcılık gibi bir düşmanla karşı karşıya kaldığınızda, bu tür konular özellikle cazip görünecektir. Siz kendinizi silâhsız kılacak onca şeyi yapsanız bile, bu mücadelede ideolojik silâhlarınızdan mahrum kalmak istemezsiniz. Dünyada birçok ülke, bu düzlemde otoritarizme yelken açmaktadır. Ayrıca otoritarizm, ille de baskı anlamına gelmez.

Örneğin Türkiye’deki son seçimlerde milyonlarca insan, kendilerine baskı uygulanmasına veya en iyi hâliyle, otoriter araçları kullanan politik bir rejime razı olduğunu ortaya koydu.

Diğer her türden yönetme biçiminde olduğu gibi otoriter rejimler de sadece varlıklarını o rejimlerle birlikte tanımlama konusunda yeterince yurttaşı ikna edebildiği ölçüde hayatta kalırlar. İnsanlar, kimliklerinin bekasının o iktidara sunulan desteğe muhtaç olduğunu düşünmek zorundadırlar. Onlar, kendilerinin tıpkı bir çocuğun kendisini anne-babasının sevgi dolu bakışında bulmasında olduğu gibi, Liderde karşılık bulduğuna inanmalıdırlar.

İktidar, hukuk ve devlet, birer soyutlamadır. Bunların somut bir biçim kazanabilmesi için insanların onları içselleştirmelerini sağlamak gerekir. Otokratik devletlerde iktidar, tek bir isimde vücut bulur. Ama bir yandan da bazı insanlar, kendilerini iktidarla değil de onu temsil eden bir bireyle tanımlarlar. O ebedi hikmetiyle Doğa, buna mani olmak adına, yüzsüz veya itici birçok birey meydana getirir.

Yorgun, yılgın, az biraz hırpani görünümlü, emekliliği gelmiş bir öğretmeni andıran Erdoğan, yüzsüz lidere örnektir. Adolf Hitler saldırgan bir bücürken, Stalin, kurnaz bir deniz aygırına benzemektedir. Mao ise spor salonundaki insanların çekiciliğine şiddetle ihtiyaç duyan biriymiş gibi görünmektedir.

Bunlar, sadece otoriter değil, diktatördü. Diktatörün elindeki güç, mutlaktır. “Mutlak” kelimesi, koşulların dayattığı sınırlardan azade olmak da dâhil, özgür veya kısıtsız olmayı ifade eder.

Bir bebeğe işkence etmenin yanlışlığı mutlaktır. Burada kastedilen şudur: “Bebeğe işkence etmek, aslında işkenceyi meşrulaştırmak için işaret edebileceğiniz ne türden koşul olursa olsun yanlıştır.”

Bu anlamda mutlak iktidar, ilkesel düzeyde kısıtlanmamış bir iktidardır. Bu tür bir iktidarı ancak kendisi dizginleyebilir, birilerine o acıyabilir ve merhamet edebilir, ama bunu sadece canı istediğinde yapar.

Nietzsche, Üstinsanın sıradan halka nezaketle muamele etmesi gerektiğine inanıyordu, ama bu muameleyi ahlaki bir yükümlülük değil de bir tür lütuf olarak görüyordu.

Burada tümüyle kendisini temel alan, bu sebeple keyfi olan bir egemenlik biçimi söz konusudur. Kendisini meşru kılmak adına hukuka, töreye veya geleneğe başvurmak zorunda kalması durumunda bu hususlar o egemenlik biçimine galebe çalarlar, böylelikle iktidar, mutlak olmaktan çıkar. Ayrıca ortada hukukun ilk planda nasıl kurulması gerektiğini söyleyen kanunlar bulunmamaktadır, bu anlamda hukuk, hukuksuzlukla sıkı bir bağ içerisindedir. Birçok politik iktidar, istikrarını koruyabilmek için sırtını halkın o iktidarın kuruluşunda dökülen kan ve gözyaşını unutabilme ihtimaline yaslar.

Mutlak iktidar kısıtsız olduğu için, onu anarşiden ayrıştırmakta zorluk yaşanır. Oysa iktidar, çoğunlukla anarşiyi bastırmak için vardır. Mutlak iktidar ve anarşi, aynı madalyonun iki yüzüdür.

Maurice Sendak’ın çocuklar için yazdığı Where The Wild Things Are [“Nerede O Yabani Şeyler”] romanının Max isimli kahramanı, yabani şeylerin kralı hâline geliyor. Burada yazar, “yabani şeylerin kralı” ifadesini esasen iki anlamlı kullanıyor. Yani hem Max’in tüm yabani şeylere hükmeden bir kral hâline geldiğini hem de kendisinin tüm yabani şeylerin içerisinde en yabani şeye dönüştüğünü söylüyor.

Mutlak ile anarşik arasında başka bir ilişki daha var. Mutlakçılar, çerçevesi belli düzenlemelerin ve eğilip bükülmesi mümkün olmayan kanunların tek alternatifinin topyekûn kaos olduğunu düşünürler ve bu ihtimalin ortaya çıkmasından korkarlar. Elinizde futbolcuların topu kaleciye geri vermesini yasaklayan bir kural yoksa her seferinde futbolcular kaleciye pas verirler ve oyun bir türlü başlamaz. Bunun otoriter zihniyetin özü olduğunu söyleyen birileri illaki çıkacaktır. Oysa insanların özgür olmalarına izin verirseniz, insanlar onu suiistimal edeceklerdir. Özgürlük olmadan insanın gerçek manada insan olamayacağı gerçeği göz ardı edilmektedir.

İnsanlar, herkesin aynı anda zıt yönlerde yürüyebilecekleri bir kaldırım inşa edemezler. Aksi durumda herkes, diğerine mani olacak ve kimse bir yere gidemeyecektir.

Demek ki Shakespeare’in otokrat kralı Lear’a oyunun büyük bir kısmında anarşiye meyilli bir soytarının eşlik etmesinin belirli bir mantığı vardır. Kral Lear ile soytarısının birbirine epey benzeyen ikizler olmasında birden fazla anlam saklıdır. Örneğin burada saklı olan anlamlardan biri şudur: kim kral olmak istiyorsa soytarı da olmalıdır. Bu, en azından Shakespeare’in dönemi için geçerli bir durumdur. Lear’ın deli olmasının sebebi de burada aranmalıdır. Krallara haset edilir ve saldırılır. Tam bu sebeple modern öncesi toplumlarda kabile şefleri, bazen taç giyme törenlerinde ritüel gereği dayak yerlerdi. İngiltere’nin çiçeği burnunda kralı Charles’ın başına böyle bir şey gelmedi, ama o, gene de tahtının etrafında toplaşmış bir grup insanın kendisine bir şeyler yaptığı sırada, oturup hiçbir şey yapmamış, her şeyi kabullenmiş, tüm tören boyunca biçare bir kurban gibi görünmüştü.

Bir husus da soytarının efendisinin elindeki otoritenin üzerinde duran maskeyi kaldırıp atması ve bu otoritenin efendinin yaptığı diğer tüm tuhaflıklar gibi keyfekeder olduğunu göstermesidir.

Yüceye yerleştirilen hükümdarın bir sorunu da onun kendisini başkalarının gözünden görememesi, dolayısıyla, kimliğini onlara tasdik ettirememesidir. Tam da bu sebeple Kral Lear, hep kendisinin kim olduğunu kendisine söyleyecek birini ister durur.

Başkalarıyla diyaloga girilmediği takdirde şahsiyet, kendi içine doğru daralır. Kral Lear’ın deli olmasının bir nedeni de budur.

Sonradan kaleme aldığı bir iki oyunda Shakespeare, sıradan insanların gündelik hayatlarına dair bir şeyler öğrenmek amacıyla, onların arasında tebdili kıyafet dolaşan yönetici efsanesinden istifade ederek, bu duruma bir çözüm bulmaya çalışır. Tebdili kıyafet olmadan dolaşmak, bugünlerde gezintiye çıkmak olarak bilinmektedir.

İktidar, sadece kralları veya siyasetçileri değil, ünlü isimleri de deli eder. Oyunun başında görüldüğü üzere, Kral Lear gibi muktedir insanlara sadece duymak istedikleri söylenir, bu sebeple bu insanlar, her yere yerleştirilmiş aynalarda sadece kendilerini görürler.

İnsan, kendisinin kim olduğunu, ancak başkalarıyla yüz yüze gelerek bilebilir, böylece belirli düzeyde bir akıl sağlığına sahip olabilir. Aksi takdirde, bugünlerde televizyonda çıkan ünlü bir şovmen gibi siz de hikâyenin sonunda asistanlarınızdan rüzgârın esmemesini isterken buluverirsiniz.

Terry Eagleton
21 Haziran 2023
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder