Pages

30 Mart 2023

Devrim Yapma Cesareti


“Savaşçı” veya “barışçı yol” Marksizmin meselesi değildir. “Savaş veya barış ikilemi, marksistlerin değil, revizyonistlerin meselesidir.”

Marksizmin ustalarına göre, ister parlamenter eylem içinde olsun ister olmasın, Marksist bir partinin kudreti ancak belli bir noktaya çıkar, ondan sonra partinin gücü donmuştur. Hatta partinin pasifistliği nedeni ile yığınlar partiden uzaklaşabilir. Bu nedenle “parlamenter eylem içinde bulunan bir Marksist parti, hiçbir zaman oyların çoğunluğunu alamaz” dersek, herhalde kehanette bulunmuş olmayız.

Marksistler bu gerçeği bildikleri için öyle “barışçıl geçiş”, “oyların %51’i” vb. ile kafa yormazlar. Marksistler için tek şey önemlidir; Konjonktürün, yani belirli bir toplumda, tarihin belirli bir anında, sınıflar ve güçler ilişkisinin kendileri için elverişli olup olmamasıdır.

Marksist literatürde son derece önemli olan bu kavram üzerinde, soruna -tartışmamıza- nihai düğümü atacağı için biraz durmak gerekiyor.

Bay Somer’in, Emek dergisinin beşinci sayısındaki “Marksist İlkeleri Nerede Bulacağız” çevirisinde, yazının sahibi ünlü Marksist düşünür Louis Althusser tarafından Lenin’in bu kavramının Marksistler için ne kadar önemli olduğu belirtilmektedir.

Althusser:

“Ve eğer Marx ve Engels’ten sonra meydana gelmiş en büyük teorik olayların izi bulunmak istenirse, bunları Lenin’in teorik metinlerinden çok, siyasi metinlerinde aramak gerekir. Lenin’in en derin ve en verimli teorik bulguları, her şeyden önce siyasi metinlerde, yani onun siyasi pratiğinin ‘özetini’ teşkil eden şey içinde saklıdır. Sadece bir tek örnek vermiş olmak için, şunu söyleyeyim: Lenin’in siyasi metinleri (durumun ve durumdaki değişmelerin tahlilleri, alınan kararlar ve bunların sonuçlarının tahlilleri vb.) göz kamaştırıcı bir ısrarla, bize son derece önemli teorik bir kavram verir: ‘aktüel uğrak ya da ‘konjonktür’ kavramı. Lenin’in Marksist bir partinin eylemi içinde bu partinin mücadelesini yönetmek için üretmiş bulunduğu bu kavram (ya da ilke) sadece tarihi materyalizm için değil […] diyalektik materyalizm için de temel bir Marksist ilkedir. […] Bu ilkenin Lenin’in siyasi yapıtlarından çıkartılması düşünülmeksizin pratik durumda kaldığı da maalesef bir başka gerçektir. Teorik bir hazine şuracıkta, el altında Lenin’in siyasi yapıtlarında gizliydi, ama kimse ‘keşfedemedi’ bu hazineyi ve kısır kaldı.”

demektedir.

Görüldüğü gibi, Althusser, bu kavramın Marksizm-Leninizm için bir hazine olduğunu söylemektedir.

Tabii, siz bay Somer, bu çevirinizden bir şey anlamadınız. Eğer anlasaydınız, yaptığınız tahrifatın anlaşılacağını düşünerek, Lenin’in taktik ve şiarlarını Lenin’i Dühring’in düzeyine indirgeyen bir biçimde yorumlamaktan kaçınırdınız. Bu “konjonktür” kavramının ne anlama geldiğini merak edip araştırsaydınız, “Barışçı veya savaşçı yol” ikileminin Marksizme ait olmadığını görürdünüz.

Kısaca özetlersek; “politik konjonktür” veya “aktüel uğrak” kavramı, belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçlerarasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu” anlamına gelir.

Bir örnekle, bu kavramı iyice somutlaştıralım. Örneğin Frasa’nın bugünkü iktisadi gelişme düzeyi (objektif şartlar) bir proletarya devrimi için olanaklıdır. Ancak Lenin’in “ihtilalci bunalım” diye belirttiği bir kriz olmadan, bu ülkede proletarya devriminin olabilmesi olanaksızdır. (Subjektif şartların hazır olması gerekir.) Ve 1968 Mayısına kadar, Fransa’da proletarya devrimi için uygun bir ortam yoktu. Fakat 1968 Mayısında, spontane olarak başlayan ve anarşist Cohn Bendit’in geliştirdiği öğrenci hareketleri, bir anda on milyon işçiyi sokağa döktü; işçiler fabrikaları işgal ettiler, kızıl bayraklar astılar vb.

İşte “Aktüel Uğrak”, Lenin’in ünlü kavramı.

Bilindiği gibi, ani bir kıvılcım, subjektif şartlar oluşturdu ve Fransa’yı devrimin eşiğine getirip bıraktı. Fakat Fransız Marksist partisi, böyle bir uğrağın bir daha hiç gelmemezcesine  -kısa bir zaman dilimi içinde- gidişine seyirci kaldı, pasif kaldı.

Partinin pasifliğinin bir sonucu olarak, ayaklanan, fabrikaları işgal eden işçi kitlelerinin umutları hayal kırıklığına dönüşürken, de Gaulle iktidarı da içinde bulunduğu panikten kurtularak, yığınların bu hayal kırıklığından yararlanarak duruma hâkim oldu.

İşte bu pasif tavır, Marksist ustalara göre, gerçekte, eylem için yeteneksizliğin ve de korkaklığın maskesidir. Yine Marksist ustalara göre, devrimcilerle oportünistleri ayıran temel kriter, nihai olarak “devrim yapmaya”, “harekete geçmeye” cesaret edip etmemede düğümlenmektedir.

Lin Piao, bunu açıkça belirtmektedir:

“Son çözümlemede mesele, devrim yapmaya cesaret edip etmeme meselesidir. Bu gerçek devrimcileri ve Marksist-Leninistleri sahtelerinden ayırt eden en şaşmaz mihenk taşıdır.”

Mahir Çayan
[Türk Solu, 19 Ağustos 1969, Sayı. 92., s. 11.]
Kaynak

29 Mart 2023

Hindistan’dan Fransa’ya


Fransa’da hâlihazırda devam etmekte olan işçi sınıfı mücadelelerini destekleyelim. Tüm Hindistan genelinde militan işçi ve köylü hareketlerini inşa etmek için çaba sarf edelim. Proletarya enternasyonalizminden yana saf tutalım!

Komünistler, tarihin sınıf mücadelesi ile yapıldığını söylüyorlar. Bugün dünya, insanlık tarihi dâhilinde önemli bir devrimci tarihsel duruma, bir devrimci dönemece sahne oluyor. Kapitalist sistem, en ağır krizlerinden birini yaşıyor. İşçi sınıfı hareketleri, giderek daha da radikalleşip militanlaşıyorlar.

23 Mart 2023’te tüm dünya, Paris, Nantes, Bordo, Lorient gibi şehirlerin sokaklarında militan işçi sınıfı hareketinin Macron hükümetinin gündeme getirdiği, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkartan emeklilik reformuna karşı ortaya koyduğu eylemliliğe tanık oldu. Ülke genelinde 3,5 milyon işçi eylemlere katıldı, sadece Paris’te bu sayı 1 milyonu buldu. Bu, tek başına egemen sınıfların korkudan tir tir titremesine yetti. Bugün ayrıca Amerika, İsviçre, İngiltere gibi ülkelerde de kitlesel işçi hareketlerine tanık oluyoruz.

Egemen sınıflar, Fransa’da yapılan gösterileri bir tür “ayaklanma” olarak görüyorlar. Bugün devrimci Paris Komünü’nün 1871’den bugüne bıraktığı hatıra, tüm canlılığıyla gözlerimizin önünde yeniden vücut buluyor. Bordo’da belediye binası ateşe veriliyor, Nantes’da İdare Mahkemesi binası altüst ediliyor, Lorient’te göstericiler karakola saldırıyorlar.

Faşist Macron’un polisi, işçi eylemlerine göz yaşartıcı gaz, tomalar, biber gazı, el bombaları ve kurşunlarla saldırıyor. Polis, hareketi ezmek adına ülke genelinde yaklaşık 457 kişiyi gözaltına aldı.

Kapitalizm, kâr birikimi ve emekçi sınıfların sömürüsü üzerine kurulu olan bir sistem. Kapitalist üretime asıl damgasını vuran şey, üretimin giderek daha fazla toplumsallaşması ile mülkiyetin giderek daha fazla özel şahıslar elinde toplaşması arasındaki çelişkidir. Onun nihai ve kaçınılmaz çöküşüne tam da bu çelişki sebep olacaktır.

Son on yıllık dönem itibarıyla dünyadaki toplam servetin yüzde 99’u yüzde biri ifade eden kapitalist sınıf tarafından kontrol edilmektedir.

Hindistan’da 2012-2021 arası dönemde toplam servetin yüzde 40’ı nüfusun sadece yüzde 3’ünün elinde toplaşmıştır.

Tüm dünya genelinde işçi sınıfı, kapitalist sistem eliyle insanlıktan çıkartılmıştır.

On yedinci yüzyılda Fransız filozof Rousseau’nun şu sözü bugün için de geçerlidir:

“Halk, yiyecek bir şeyi olmadığında zenginleri yiyecektir.”

Bugün sürmekte olan işçi eylemleri, Hindistan işçi sınıfı ve köylülüğü için faşist Hindistan Halk Partisi hükümeti ve komprador burjuvaziye karşı militan bir hareket inşa etme konusunda başvurabileceği capcanlı bir ilham kaynağı temin etmektedir.

Modi hükümeti, 44 çalışma kanununu yürürlükten kaldırdı, işçiler için ağır hükümler içeren dört yeni kanun çıkarttı. Ayrıca Modi hükümeti, bir yılı aşkın bir süre devam etmiş olan militan köylü hareketinin ortaya koyduğu eylemler neticesinde ertelenen çiftlik kanunlarını da yürürlüğe koymaya hazırlanıyor.

Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Merkez Komitesi, Fransa’da devam eden işçi eylemlerini tüm ruhu ve kalbiyle destekler, işçilerle dayanışma içerisinde olduğunu bildirir ve sınıfı işçilere ait kızıl bayrağı eline alması konusunda teşvik eder.

Merkez Komite, tüm sınıf örgütlerine, kitle örgütlerine, işçilere, köylülere, öğrencilere, aydınlara, Adivasilere, Dalitlere, kadın örgütlerine, ezilen milletlere ait teşkilâtlara Fransa’daki ve tüm dünyadaki işçi sınıfı mücadelesine destek sunmaları, ayrıca Hindistan’da militan bir işçi sınıfı ve köylü hareketi inşa etmeleri çağrısında bulunur. Marx’ın ifade ettiği biçimiyle, “sermaye tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir.”

İşçi sınıfı, ancak kapitalist sistemi tüm gücüyle yok etmek suretiyle kurtulabilir.

Hindistan Komünist Partisi (Maoist)
Merkez Komite Sözcüsü Abhay
28 Mart 2023
Kaynak

27 Mart 2023

III. Dünya Savaşı’nı Durdurun


Rusya ile Ukrayna arasında NATO’nun sürece doğrudan müdahale etmesi sonucu yaşanan çatışma, III. Dünya Savaşı’nın başlaması gibi bir tehdidin gündeme gelmesine neden oluyor. Avrupa ve Amerika’daki elitler, Kiev’deki kukla rejime sundukları desteği “Rus saldırısını savuşturmak için gerekli bir hamle” olarak niteleyip meşrulaştırıyorlar.

Aslında gerçek saldırgan, ABD-NATO-AB koalisyonudur. Bu koalisyon, Sovyetler Birliği’nin dağılışını, Rusya’yı kuşatmak ve mağlup etmek amacıyla tüm Doğu Avrupa’yı ekonomik ve politik açıdan boyunduruk altına almak için önemli bir fırsat olarak kullandı. Bu strateji dâhilinde atılacak nihai adım, muhtemelen Ukrayna’nın NATO ve Avrupa Birliği’ne alınması, ilhak edilmesi, devamında da Moskova’daki rejimin değiştirilmesi olacak.

ABD’nin başını çektiği abluka politikasının bu savaşı halkların kendi kaderini tayin hakkı ve demokrasi ilkelerini savunmak için başlattığına ancak aptallar ve unutmayı meziyet belleyenler inanabilirler. Gerçek şu ki söz konusu abluka politikası, Yevromaydan darbesine verdiği desteğin ardından Ukrayna ordusunu ve Neonazi gruplarını finanse edip silâhlandırmış, onları Donbas cumhuriyetinin ve Rusya’nın üzerine sürmüştür. Gerçekte AB-NATO-AB bloğu, Ukrayna halkını, üstünlüğünü tesis etmek için bir tür yem olarak kullanmış, böylelikle halklara ve milletlerin egemenliğine saygı temeli üzerine kurulu çok kutuplu düzenin ortaya çıkmasına mani olmak istemiştir. Eğer bu abluka, Rusya’yı boyunduruk altına almaya dönük çabalarında başarıya ulaşırsa, Çin’le girişilecek savaş için gerekli yol da açılmış olacaktır.

III. Dünya Savaşı’na mani olmak, tüm kalbiyle insanlık için iyi şeyler isteyen herkesin ilk görevidir. Bu sebeple, milletler arasında güçlü ve büyük bir barış ve kardeşlik koalisyonu meydana getirilmesi gerekmektedir. Bu türden bir ittifak, tüm biçimleriyle militarizme ve emperyalizme karşı mücadele yürüten birbirinden farklı insanları harekete geçirebilmek zorundadır.

Bu süreci başlatmak için sizleri 27-28 Ekim 2023 günü Roma’da düzenlenecek olan Avrupa Barış Konferansı’na katılmaya davet ediyoruz.

Bu çağrıya imza atanlar olarak şu talepleri dillendiriyoruz:

Ukrayna’ya silâh sevkiyatları derhal durdurulsun;

Rusya’ya yönelik yaptırımlara ayrıca Rus düşmanı kampanyaya son verilsin;

Rusya’yı terörist devlet olarak mahkûm eden açıklama iptal edilsin;

Savaşan güçler ateşkes yapsın;

Ukrayna gerçek manada tarafsız ve demokratik bir ülke hâline getirilsin;

Silâh yarışı durdurulsun, NATO dağıtılsın.

Son olarak, halklara emperyalizmin tüm biçimlerine, milliyetçi şovenizme karşı mücadele yürütmeleri çağrısı yapıyoruz. Biz her bir insana ve tüm milliyetlere saygıyı temel alan çok kutuplu dünyanın kurulması fikrini savunuyoruz.

Gerçek bir barış, adil bir barış için.

Ayrı ayrı bir hiç, birlikte her şeyiz.

İlk imzacılar:

Borotba (Mücadele -Ukrayna) Rusya Birleşik Komünist Partisi (Rusya) Gürcistan Sosyalist Hareketi (Gürcistan) Donbas’ı Öldürmeye Son Verin (Avrupa) Socialismo XXI (21. Yüzyıl Sosyalizmi -İspanya) PARDEM (Küreselleşme Karşıtı Parti -Fransa) Selbstbestimmtes Österreich (Kendi Kaderini Tayin Eden Avusturya) Freie Linke (Özgür Sol -Avusturya) Antiimperialistische Koordination (Antiemperyalist Koordinasyon -Avusturya) Freie Linke Zukunft (Özgür Sol Gelecek -Almanya) Fronte del Dissenso (Muhalif Cephe -İtalya) Comitato No Guerra No NATO (Savaşa ve NATO’ya Hayır Komitesi -İtalya) Italia Unita (Birleşik İtalya -Italya) Ancora Italia per la Sovranità Democratica (İtalya için Yeniden Demokratik Egemenlik -İtalya) 3V (Aşıyla İlgili Gerçekleri İstiyoruz Hareketi -İtalya) MMT (Italya) Liberiamo l’Italia (İtalya’yı Özgürleştirelim -İtalya)

Sonradan imzalayanlar (liste hâlen daha imzaya açık ve sürekli güncelleniyor):

Friedensbrücke-Kriegsopferhilfe e.V (Barış Köprüsü Savaş Mağdurları Yardım Kuruluşu -Almanya) Ostdeutsches Kuratorium von Verbänden (Doğu Almanya Dernekleri Mütevelli Heyeti -Almanya) Friedensglockengesellschaft Berlin e.V. (Berlin Barış Çanı Derneği -Almanya) dieBasis Thüringen (Turingiya Halkın Demokrasi Partisi-Bölgesel Birlik -Almanya)

26 Mart 2023

Bir İdeoloji Olarak Viroloji II


İkinci Bölüm:

Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi


“İnsan ırkının düşmanları neye benziyorlar? Alınlarında mı yazıyor suçlu oldukları, bir yazı mı var, uzak durun, bu bir suçlu’ diyen. Hayır, tam aksine. O düşmanlar saygı görüyorlar. Onurlandırılıyorlar. Onlara ‘beyefendi’ deniliyor. Devleti, kiliseyi, toplumu onlar ayakta tutuyor. Zenginliklerinin zekâtıyla özel şirketlere ve devlete ait yardım kuruluşlarına destek oluyorlar. Kurumlara bağışlarda bulunuyorlar. Özel hayatlarında gayet kibar ve anlayışlı insanlar. Kanunlara, kendi kanunlarına, mülkiyetle ilgili kanunlara riayet ediyorlar. Bu kibar tetikçiler, tek bir konuda işaret aldıkları vakit harekete geçiyorlar. Paradan elde ettikleri kârların azalması tehdidiyle yüzleştiklerinde birden içlerindeki canavar uyanıp hırlamaya başlıyor. Bir vahşi kadar acımasız, bir deli kadar gaddar, bir cellât kadar vicdansız oluyorlar. Bu tür adamlar, insan ırkının yaşamaya devam etmesi gerekiyorsa, yok olmalılar. Onlar yaşadıkları sürece dünyada kalıcı bir barış asla tesis edilemez. İnsanlık toplumuna ait olan ve bunların varolmasına izin veren tüm örgütler yok edilmeli.

Bedenimizdeki ve ruhumuzdaki yaraları bu insanlar açıyorlar.”[1]

[Norman Bethune, Wounds]

“Bilim, ait olduğu toplumun bir ürünüdür. Bu tespit bize ne söylemektedir? Bir yandan bilim insanları, bilginin peşinde düşerler, bilim alanına girerler, buradan insanların çilelerini sonlandırmak isterler. Bir yandan da işlerini, akan paraları dert ederler, çünkü onlar, teori madeninde çalışan ücretli işçidirler, Lancashire’daki dokumacılardan veya ilk başta özgürce icra edilen, ama sonra zamanla proleterleşmiş işleri yapanlardan, yani bağımsızlıklarını yitirdikleri süreçte ücretli emeğin, yarı zamanlı emeğin, ek iş olarak harcanan emeğin parçası olan diğer insanlardan hiçbir farkları yoktur. Çalışma koşullarını da araştırmaların gündemini de belirleyip kontrol eden, bilim insanları değildir. Emeklerinin ürünü hâline gelecek şeyleri onlar kontrol etmezler.”

[Richard Levins, “Bilimin İki Yüzü”]

Şirketlerin Çevirdikleri Dümen

Öncelikle sol çevrelerde hâkim olan, yüzeysel ve yetersiz eleştiri aşılmalıdır. Zira bu eleştiri, bugün gerçek tarihsel koşulları derinlemesine inceleyecek çalışmalara mani olan, düşünme pratiğini durduran bir tür klişe olarak iş görmektedir.

Tıbbi ve bilimsel firmalar, çoğunlukla vurgunculukla, yani patentler, tekeller ve düzenleyici kuruluşların kurduğu tuzaklar üzerinden, kıymetli emtiayı fahiş fiyata satmakla suçlanırlar. Onlara yöneltilen diğer bir suçlama da özellikle üçüncü dünyadaki bilim insanlarının daha fazla bilim üretmesini sağlayan Library Genesis ve Z-Library gibi sitelere baskı uygulamakla ve tekel olma vasıflarını ve rant elde etme imkânlarını yitirmemek amacıyla tıbbi bilgilere kısıtlama getirip onları kontrol altına aldıklarıyla alakalıdır. Bu eleştiriler, doğru ve yerindedir. Bu anlamda, ilgili eleştiriler, mevcut koşulların bilimin gelişip serpilmesi için uygun olmadığını söyleyenlerin argümanını desteklemektedirler.

Ama bir yandan da çalışmamızın bu bölümünde ele alacağımız bu türden eleştirilerin önemli bir kusuru olduğunu söylemek gerekiyor: Bu eleştirileri yapanlar, benim “Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi” dediğim yapının ürettiği emtianın tüketiciler nezdinde gerçek bir kullanım değerine sahip olduğunu varsayıyorlar. Bu yaklaşım, esasen tekelleşme, finansallaşma ve emperyalizm meselelerini çöpe atıyor, bilinçli olarak ya da olmayarak, kapitalist rekabetin hüküm sürdüğü bir tür barış ve bereket döneminin hüküm sürdüğünü söylüyor.

Bu türden eleştiriler, tüketicilerin tıbbi-bilimsel emtianın kendileri için kısa, orta veya uzun vadede hayırlı olup olmayacağı konusunda değerlendirmede bulunmalarını sağlayacak, düzgün bir hâlde olduğunu, hükümet kurumlarının halkın çıkarı adına halka fayda sağlayacak ürün ve hizmetleri satın aldıklarını, hatta kimi zaman onları halka dayattığını, düşük değerde, faydasız ve tehlikeli olan ürünlerin düzenleme kurullarının ve rekabet piyasasının testinden geçemeyeceğini varsayıyorlar.

Ama gerçek, bize bunun böyle olmadığını söylüyor. İlgili alanı tanımlayan kartelleşme süreci öyle kapsamlı ve yaygın ki yeni bir kavramın üretilmesini talep ediyor. Zira bu tür sektörleri incelemekle görevli kurumlar tuzağa düşürülüyorlar, yani şirketlerle birlikte iş tutuyorlar, giderek onlara borçlu hâle geliyorlar.

Öte yandan, bugün tıbbi ürünlerin ve hizmetlerin önemli bir kısmını tüketiciler değil, çoğunlukla işbirliği içerisinde hareket eden sağlayıcılar, sigortacılar ve hükümetler seçiyorlar. Aşı gibi ürünleri tüketicilere hükümetler, işverenler ve okullar dayatıyor.

Ivan Illich, tıbbi bakım hizmetlerinin kimi yönlerinin metalaşmasını incelemiş bir isim. Olağan kapitalist ilişkiler kapsamında ele alınamayacak olan bu türden bir sürecin, esasen bugün kapitalizme ana niteliğini veren aşırı tekelcilik ve aşırı alıcı tekeline uygun düştüğü görülüyor:

“Tıbbi bakım, belirsiz ve öngörülemez bir süreçtir; birçok tüketici onu istemez, ona muhtaç olduklarını bilmez, önceden kendilerine neye mal olacağından habersizdir. Deneyim de bir şeyler öğretmez. Tıbbi bakım hizmetini verenin kendilerine iyi bir hizmet verildiğine dair sözüne güvenmek zorundadırlar. O aldıkları hizmeti satıcıya iade edemezler, düzeltilmesini sağlayamazlar. Tıbbi hizmetler, birer mal gibi reklâmı yapılan bir şey de değildir, üretici, başka ürünlerle kıyaslama yapılmasını istemez. O hizmeti satın alan tüketici, tedavinin orta yerinde fikrini değiştiremez. Hastalığı neyin meydana getirdiğini tarif etmek suretiyle hizmet üreticisi, tüketicini seçme, gerektiğinde kimi zaman polis müdahalesiyle tüketiciye zorla dayatılan bazı ürünleri pazarlama yetkisine sahip olur: üreticiler, engellileri zorla bir yere hapsedebilirler, zihin engellileri tımarhaneye kapatabilirler. Hatalı hekimlik pratiğiyle ilgili davalar sebebiyle meslekten kişiler belirli konularda güçlerini yitirmiş olsalar da hastaların gerekli bilgilerden beslenen tıbbi kanaatler üzerinden yeterli görülen tedaviye devam etmeleri konusunda hastaları yönlendirebilirler.”[2]

Burada mesele, salt kapitalist ilişkilere indirgenemez.

İnsanlar, sürekli gündeme gelen ve her fırsatta çevrilen dümenleri görmezden geliyorlar. Tıp alanında insanlar, sürekli aldatılıyor, sürekli hilelerle yüzleşiyorlar. Tıp tarihçisi Roy Porter’ın tespitiyle, “tıbbın önemi, hastayı iyileştirme becerisine dayanıyor. Bu, dün olduğu gibi bugün de geçerli bir durum.”[3] Solcular, aldatıcı uygulamaları kabul ediyorlar, yan etkilerin üzerinin örtüldüğü gerçeğini sıklıkla eleştiriyorlar (ki bu eleştiriye Kovid aşıları sonrası yasak getirdiler) ama tıp biliminin merkezinde çevrilen dolabın kapsamı üzerine kafa yormuyorlar. Oysa ilâç şirketleri araştırma-geliştirme işine değil de daha çok halkı belirli ürünleri satın almaya yönlendirme işine daha çok para harcıyorlar. Örneğin on büyük ilâç şirketinin dokuzu, 2013 yılında araştırma-geliştirme alanına satış ve pazarlama alanına harcadığından daha az para harcadı.[4]

Burada mesele, sadece insanların reklâmlar aracılığıyla ikna edilmesi değil. Lopez’in tespitiyle, “Bu şirketlerin yürüttüğü pazarlama faaliyetlerinin ana hedef kitlesi, hekimler.”[5] Reçete hazırlama gibi bir yetkiye sahip olan sağlık hizmeti sağlayıcılarına rüşvetler veriliyor. Alıcı-satıcı denkleminde önemli bir yere sahip olan, güvenilir kabul edilen bu isimler, kişisel açıdan çok etkililer.

Reklâmlar da çocukça ele alınabilecek, eleştiriden muaf tutulabilecek bir şey değil. Birçok önemli haber sitesi, bu reklâmları izleyicilerinin gözüne kulağına sokuyor, bir yandan da o ürünler adına propaganda faaliyeti yürütüyor. Bu anlamda gücün belirli ellerde yoğunlaşması meselesi, tekelci niteliği ve sahip olduğu kapsam üzerinden değerlendirilmek zorunda.

2018’de ABD’de kablolu yayında olan önemli haber kanalları açıktan bir tıbbi ürünün satışını gerçekleştirdiler.[6] İlâcın sahibi, haber kanalları üzerinde belirli bir nüfuza sahipti. İlâçla ilgili önyargıları dağıttı, bu konuda sansürü devreye soktu.

Kimse, bahsini ettiğimiz kompleksin hile ve aldatmalarının derinliği üzerinde durmuyor. Alternatif tıp veya alternatif beslenme alanında dürüstçe çalışan insanlara kara çalınıyor, ağır eleştiriler yöneltiliyor. Aşı şüphecileri, alternatif sağlık pratikleri konusunda dolandırıcılık yapan vurguncular olarak takdim ediliyorlar. Buna karşılık, suçları aşikâr olan, belirli şirketler için çalışan büyük aşı üreticilerinin sütten çıkmış ak kaşık olduklarına inanılıyor. Hatta bazıları, bu üreticilerin piyasanın ve düzenleyici kurumların zorlamasıyla, o ürettikleri iyi ürünleri fahiş fiyata sattıklarını söylüyorlar.

Doğal sağlık ve alternatif sağlık alanı, hileden, dolandırıcılıktan ve üçkâğıttan tabii ki muaf değil. Ama meşru görülen, şirketlerin yönettiği ana akım tıp bilimindekilerin yanında diğer alanlardaki hileler, dolandırıcılıklar ve üçkâğıt, devede kulak kalır. Zira bu rekabetçi piyasa, en çok da kendisi için kritik olan tüketici sınıfını hedef alıyor.

Bu süreçte genel anlayışı terse çevirmek için yoğun ve etkili bir psikolojik operasyon yürütüldü. Herkesin zihnine, Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi için çalışan doymak bilmez ve oportünist bilim insanlarının ve hekimlerin yalan söylemedikleri, ama alternatif tıp hizmetini dürüstçe sergileyenlerin dolandırıcı olduğuna dair fikir zerkedildi. Kompleks için çalışan sağlıkçılar, bilim insanları ve araştırmacılar, insanlığa âşık idealistler olarak resmedildi ve piyasada yaşanan keşmekeşteki tüm günahları konusunda bağışlandılar.

Öte yandan, söz konusu kompleksin karşısına alternatif çıkartan veya en basitinden onu eleştiren bilim insanları, araştırmacılar ve sağlıkçılar, toplumsal ve ekonomik risklerle yüzleştiler. Sıkıntıya düştüler, tıp alanında çalışmalarına imkân veren izin ve ruhsatları yitirdiler, hükümetlerin ve şirketlerin açtıkları davalarla uğraştılar, toplumdan dışlandılar, hatta Brandy Vaughan örneğinde görüldüğü üzere, öldürüldüler. Bu kişiler, varoluşlarını ve geçim kaynaklarını güvence altına alma konusunda mütevazı adımlar attıklarında bile, şirketlerin uşaklarını savunan aynı kişiler, bu insanları “vurgunculuk yapan üçkâğıtçılar” olarak yaftaladılar. Nedense aşı gibi yatırım yaptıkları alanlar konusunda bu bilim sevdalılarını ikna etmek çok güç. Reklâm bütçelerinin boşa harcanmadığını kabul etmek gerekiyor.

Tıbbi Toplum

1975 tarihli Medical Nemesis [“Sağlığın Gaspı” Ayrıntı 1995], Ivan Illich, sanayileşmiş tıbbın yozlaştırdığı batı toplumlarındaki çürümeyi güçlü bir dille eleştiriyordu. Tespitine göre, sağlık hizmeti sistemi temelinde yeniden düzene sokulan toplumda bir insanın sağlığının bakımı meselesi giderek daha da güçleşiyordu. Mal ve hizmetler, özgürlük alanlarını darmadağın ediyor.”[7] Illich, açığa çıkan bu güçlü eğilimin sebebinin burjuva dönemine damga vuran atomizasyon ve şeyleşmede olduğunu düşünüyor:

“Antik dönemde hastalık için bir ölçüt yoktu. Galileo’nun çağdaşları, hastalığı ilk kez ölçmeye çalışmış, ama pek başarılı olamamışlardı. Galen, idrarın doğrudan ana toplardamardan salgılandığını ve bileşiminin doğrudan kanının yapısını gösterdiğini öğrettiğinden beri doktorlar, idrarı tattılar, kokladılar, güneş ya da ay ışığına tutup incelediler. On altıncı yüzyıldan sonra simyacılar, özgül ağırlığı oldukça hassas bir şekilde ölçmeyi öğrendiler ve yöntemlerini hastaların idrarına uyguladılar. İdrarın özgül ağırlığındaki değişimlere bir sürü ayrı ve farklı anlamlar yüklendi. Bu ilk ölçümle doktorlar, yapmayı öğrendikleri her yeni ölçümden teşhis ve tedaviyle ilgili anlamlar çıkarmaya başladılar.

Fiziksel ölçümlerin kullanılması, hastalıkların gerçekten var olduğuna ve gerek doktorun gerek hastanın algılamasından ontolojik olarak bağımsız olduğuna inanılmasıyla birlikte ortaya çıktı. İstatistiğin kullanımı, bu inanca bir destek sundu. İstatistik, hastalıkların evrende var olduğunu ve insanlara musallat olabileceğini ya da bulaşabileceğini ‘gösterdi’.”[8]

1721’de ABD’de yapılan, 1722’de Londra’da yayımlanan, istatistiğin ilk kez kullanıldığı klinik deneyler, çiçek hastalığının Massachusetts’i tehdit ettiğini, aşılanan insanların bu hastalığın saldırısından korunduğunu ortaya koyan kesin veriler sağladı. Bu araştırma, Dr. Cotton Mather tarafından yapılmıştı ve kendisi, “insanları çiçek hastalığına karşı koruma konusundaki gayretlerinden çok Salem Salem cadı duruşmaları sırasındaki engizisyoncu öfkesiyle ünlenmişti.”[9]

Mather’in çiçek hastalığı ile mücadelede karantina ve aşı yöntemine başvuran kampanyası Boston halkının direnişiyle karşılandı. Mather’in evine el bombası attılar.[10]

Aşıcılar, ata olarak kabul ettiği Mather’i yere göğe sığdıramıyorlar. Ama onun Salem cadı davalarına katıldığı, cadıların var olduğu fikrini büyük bir şevkle savunduğu gerçeğini pek anımsamak istemiyorlar. Silvia Federici, Caliban ve Cadı isimli çalışmasında cadı avı ile bilimsel devrimin baskı politikaları karşısında huzursuz olan köylülüğün proleterleştirilmesi ve boyun eğdirilmesi için verilen genel mücadelede nasıl birlikte devreye sokulduğunu ortaya koyuyor:

“Mekanik Felsefe’de, bedenin tabiiyetini pekiştirmekle kalmayan, aynı zamanda ondan en üst düzeyde toplumsal fayda elde etmeyi amaçlayan, bedenin yetilerini rasyonelleştirmek için hesaplayan, sınıflandıran, ayrımlar yapan ve bedeni alçaltan yeni bir burjuva ruhu görürüz […]

Elbette ne Hobbes ne de Descartes, ekonomik meselelerden çokça bahsetmişti. Onların felsefelerinde İngiliz ya da Hollandalı tüccarların gündelik kaygılarını okumaya çalışmak anlamsız olur. Ama gene de onların insan doğası üzerine ortaya attıkları spekülasyonların yükselmekte olan kapitalist iş bilimine katkıları görmezden gelinemez. Bedeni herhangi bir içsel teleolojiden, ona hem Doğal Büyü hem de zamanın yaygın batıl inançlarının atfettiği ‘esrarengiz erdemler’den yoksun, mekanik bir madde olarak ele alanlar, aslında onu gittikçe daha standart ve öngörülebilir davranış biçimlerine dayalı hâle gelen bir iş sürecine tabi kılabilme imkânını kavramaya çalışıyorlardı.

Bir kez aygıtları yapısökümüne uğratılıp kendisi de bir araca indirgendiğinde beden, güçlerinin ve imkânlarının sonsuz bir manipülasyonuna açık hâle gelecekti. Böylece hayal gücünün kusurları ve sınırları, alışkanlığın erdemleri, korkunun ne şekilde kullanılabileceği, belli başlı tutkulardan nasıl kaçınılacağı, bunların nasıl bastırılacağı ve bunlardan nasıl daha rasyonel olarak faydalanılabileceği araştırılabilirdi. Bu anlamda, Mekanik Felsefe, hâkim sınıfın doğal dünya, özellikle de bunun ilk ve en elzem adımı olarak insan doğası üzerindeki kontrolünü artırmasına katkıda bulunmuştu. Nasdki, ‘Büyük [bir] Makine’ye indirgenen doğa fethedilebilir ve (Bacon’ın deyişiyle) onun ‘her bir sırrına nüfuz edilebilirse’, aynı şekilde beden de esrarengiz güçlerinden arındırılıp artık davranışlarının hesaplanabildiği, düzenlenebildiği, teknik olarak ele alınıp güç ilişkileriyle kuşatılabildiği “bir tabiiyet sistemi içine kıstırılabilirdi.”[11]

Şu husus üzerinde durulmalı: mekanikçi ve atomcu dünya modelleri, yeni ve gerçek bir dizi görüş ortaya koydu, doğa ve insanın daha etkili ve verimli bir biçimde kullanılmasının yolunu açtı. Ama sonra bu görüşler, bilimsel gelişmeyi durdurdu. Bu bağlamda, burjuvazinin toplumsal, politik ve ekonomik hâkimiyet için verdiği mücadelenin tarihini anlamadan, bu türden görüşlerin ortaya çıkışını ve yaşamasını tam anlamıyla kavrayamayız.

Illich, 1800’lerin ortaları gibi geç bir tarihte bile, Galen’den yapılan şu alıntıya onay veren ifadelere rastlanıyordu: “Sağlık ve hastalık konusunda bir hükme varırken ağırlık, form veya hesaplamalar gibi konulardan yararlanamazsınız. Tıp denilen alanda hekimlerin duyguları dışında kesinlik arz eden bir şey yoktur.”[12] Robert Koch’un Lewontin’in ifadesiyle[13], sağlık ve esenliğe dair genel ölçümler dâhilinde tespit edilebilecek herhangi bir tesire yol açmamış olan şu ünlü Mikrop Teorisi, yüzyılın sonuna doğru yaşanan köklü ve ani değişime damgasını vurdu. Illich, bu dönüşümün izlerini sürdüğü çalışmasında şunları söylüyor:

“Doktorların ilgisi hastadan hastalığa doğru kaydıkça, hastaneler birer hastalık müzesine dönüştüler. […] Hastanelerin, ‘vakaların’ inceleneceği ve karşılaştırılacağı bilimsel kurumlar olduğu düşüncesi, on sekizinci yüzyılın sonuna doğru gelişti. […] Hastalıkla ilgili klinik yaklaşımı, yatak başucunda hastalıklar hakkında konuşulan yeni bir dilin doğuşuna yol açtı. Öte yandan, öğrencilere sergilenecek biçimde yeniden düzenlenmiş ve hastalıklara göre bölümlere ayrılmış hastaneler de bu olgunun bir sonucu olarak ortaya çıktılar. […] On dokuzuncu yüzyıl boyunca patoloji, çoğunlukla anatomik anomalilerin bir sınıflaması olarak kaldı. Hastalık gibi sağlık da klinik belirtilerin yokluğu olarak klinik statüsü kazandı ve normalliğin klinik standartları refah ve mutlulukla birleşti.”[14]

Ancak 1975’te Illich şunları söylüyordu:

“Yükselişiyle düşüşü arasında bir buçuk yüzyıldan daha fazla bir zaman geçmemiş olan hastane tıbbı sona ermektedir. Klinik ölçümlerin tümü topluma yayılmıştır. Toplum bir klinik, tüm yurttaşlar da kan basınçları sürekli gözlenen ve normal sınırlar ‘içine’ düşecek şekilde ayarlanan hastalar hâline gelmiştir. Hastaneleri her yönden kuşatan insan gücü, para, erişim ve kontrolle ilgili derinleşmiş sorunlar, hastalık kavramında yeni bir krizin belirtileri olarak yorumlanabilir. Bu, gerçek bir krizdir, çünkü varolan hastaneleri demode kılacak, birbiriyle çelişen iki çözümü de kabul etmektedir.”[15]

Her türden insanı boğan kötülük gibi şirketlerin elindeki Batı tıbbı da tıbbın konusu olmayan her türden varoluş hâlini yasaklayan, dışlayan, hatta kriminalize eden testler, ölçüm yöntemleri, tedbirler ve başka türden teşhis araçları geliştirdi. Bu sürece sadece gayet iyi beslenen, belirli fikirlerin telkin edildiği sağlık profesyonelleri değil, ayrıca sigorta şirketleri, siyasetçiler, sosyal hizmet uzmanları, eğitim kurumları ve yargı mensupları da katkıda bulundu. Modern kapitalizm, bu süreci kadınlara, çocuklara, baskı gören ırksal ve cinsel azınlıklara etki eden toplumsal kontrolle ilgili başka türden teknolojilerle birlikte işletti. Ina May Gaskin ve Jennifer Margulis’in[16] dile getirdiği biçimiyle, Batılı kapitalist toplumlarda doğum süreci şirketlerin elindeki tıp eliyle kadın ve çocukları için zalimane, akıl dışı, insanlık dışı, ve travmatize edici bir çileye dönüştürüldü. Illich’in gözlemiyle:

“Gelişmiş bir sanayi toplumu, insanı hasta eder, çünkü insanları kendi çevreleriyle başa çıkabilme meziyetlerinden alıkoyar, koparttığı ilişkilerin yerine klinikte veya tedavi sürecinde imal edilmiş bir protez yerleştirir. Eğer tıp, insanların biyolojik bozukluklarının onlara dayattığı ya da kendi kendilerine dayattıkları yaşam biçiminin bir sonucu değil de kendi sağlık durumlarının yarattığı hatalı bir sonuç olduğunu açıklamasaydı, insanlar böyle bir ortama karşı isyan ederlerdi.”[17]

Bu noktada bu eleştiriyle “toplum, hasta veya engellileri tedavi ettiği için kendisini zayıflatıyor” diyen sosyal Darwinci anlayış arasındaki farkı vurgulamak gerekiyor. Burada “insanlar, tedavi edilmemeli veya bakım hizmeti almamalı” denmiyor, “varolan toplumsal düzenlemeler, alınan tedavi ve bakım hizmeti yetersizdir, üstelik bunlar çoğunlukla olumsuz sonuçlara yol açarlar, insanlara daha iyi bakılmalı” deniliyor. İnsanlara azami düzeyde bilgi verilmeli, gerekli haklar bahşedilmeli. Buna karşılık, bizdeki tedavi yöntemleri ve süreçlerinde insanların yetki ve hakları ellerinden alınıyor, hep birlikte insanlara zarar vermeye odaklanmış bir sağlık aygıtına teslim ediliyorlar. Esasında bugün modern tıbbi bakım hizmetleri, ön tıbbi müdahalelerin doğrudan veya dolaylı olarak sebep olduğu hastalıkları iyileştirmek adına faaliyet yürütüyor.

Illich, çalışmasında 1973’te emekli olmuş, ABD Sağlık, Eğitim ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın üst düzey yöneticisinin bir sözünü aktarıyor: “Bakanlığın aktardığı fonların yüzde sekseni sağlığa hiçbir somut fayda sağlamadı, bu paranın büyük bir kısmı, hekim kaynaklı zararların telafi edilmesi için harcandı.”[18] Illich, devamında şu tespiti yapıyor:

“Tıbbi etkinlik, sıradan bir dille anlatıldığında, en etkili teşhis ve tedavinin, tıp dışından herhangi bir kişinin düşünüp oluşturabileceğinden daha öteye gitmediği ortaya çıkar. Yararının zararından daha çok olduğu gösterilebilen teşhis ve tedavi müdahalelerinin büyük çoğunluğu, aslına bakılırsa, iki özellik taşır: bunlar için gerekli materyal, aşırı derece ucuzdur ve bunlar, ambalajlanıp aile üyelerinin kendi kendilerine kullanımı için tasarlanabilir. Örneğin, Kanada’nın tıp kurumlarında sağlığa önemli katkılarda bulunan şeyler öylesine ucuzdur ki aynı kaynaklar, Hindistan’ın tüm nüfusu için kolaylıkla sağlanabilir. Hâlbuki, orada modern tıp adına bir sürü para heba edilmektedir. En yaygın kullanılan teşhis ve tedavi işlemleri için gereken ustalık öyle basittir ki ilgilenen kişilerin tavsiyeleri dikkatli uygulaması, bunların, belki de tıp pratiğinin yapabileceğinden daha yararlı ve sorumlu kullanımını sağlayabilir. Geriye kalanların çoğu, profesyonel olmayan ‘çıplak ayaklı’ amatörler tarafından, profesyonel hekimlerden, psikiyatristlerden, diş hekimlerinden, ebelerden, fizyoterapistlerden veya göz doktorlarından daha derin bir ilgi ve daha etkili bir biçimde uygulanabilir.”[19]

Burada Illich, çubuğu bir miktar fazla büküyor. Karmaşık nitelik arz eden tıbbi hizmetlerin sunulması, hem istenilen hem de faydalı olacak bir öneri, ama faydalı olabilmesi için ilgili karmaşık yapının şeffaflıktan veya demokratik halk kontrolü ilkesinden taviz vermeyen bir toplumsal düzenlemeye ihtiyaç var. Bu seçeneği dördüncü bölümde ele alacağız.

Illich’in sunumunda aşırı solcu bir dil konuşuyor. Bu dil, kendi kendisini idame ettiren kültürel faaliyetleri ana fail olarak görüyor, onları sınıf mücadelesi temelli materyalist değerlendirme dâhilinde belirli bir bağlama oturtmuyor. Bu, Fukocu fikriyatın ana özelliği. Bu fikir, kendilerine dayatılan suç ortaklığı konusunda kitleleri suçluyor.

Korona tedbirlerine karşı geliştirilen tepkiler dâhilinde açığa çıkan harekette insana düşman olan bir bakış açısı gelişti. Küçük burjuva muhaliflerin ve eleştirmenlerin benimsediği bu bakış açısı, egemen sınıfı akladı, kitleleri suçladı. Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi’nin gücünü ve nüfuzunu görmezden geliyor. Egemen sınıfın kendi çıkarları peşinde koştuğu gerçeğine bakmıyor.

Tıbbi Nihilizmin Temeli Yoğunlaşma, Kartelleşme ve Yozlaşma mı?

Hile, yolsuzluk ve aldatma pratiği, kompleksin sadece piyasayla ilişkili yüzünde kural hâline gelmiş değil. Kartellerden oluşan ağ, sadece piyasayı değil, o piyasayı düzenleme görevi bulunan mekanizmaları da kontrol ediyor.

Bu kontrol öyle bir düzeye erişti ki kompleksin içinde ya da yanında duran burjuva akademisyenler, araştırmacılar, bilim insanları ve doktorlar bile modern tıbbi araştırmaların güvenirliğini sorgulamaya başladılar.

2018 tarihli çalışması Medical Nihilism’de [“Tıbbi Nihilizm”] Jacob Stegenga, tıp bilimindeki çürümenin ulaştığı derinliğin ve genişliğin, bunun yanında, onu düzeltecek mekanizmaların olmayışının ne anlama geldiğini ortaya koyuyor:

“Etkili tıbbi müdahalelerin sayısı, insanların sandığından daha az. ‘Tıbbi müdahalelere pek güvenmemeliyiz’ diyenlerin sayısı ise giderek artıyor.”[20]

Stegenga’nın argümanlarını ileride derinlemesine ele alacağız. Burada sadece tıbbi müdahalelere şüpheyle yaklaşanlara dair incelemesinden uzun bir alıntı aktarmakla yetineceğiz:

“Hekimlerin, epidemiyologların ve bilim haberleri kaleme alan gazetecilerin tıbbi nihilizmi besleyen çokça çalışma ortaya koyduğunu görmek gerekiyor. Marcia Angell’ın 2004 tarihli The Truth About Drug Companies [İlâç Şirketleriyle İlgili Gerçekler”], Moynihan ve Cassels’ın 2005 tarihli Selling Sickness [“Hastalığı Satmak”], Carl Elliott’ın 2010 tarihli White Coat, Black Hat [“Beyaz Palto Siyah Şapka”], Ben Goldacer’ın 2012 tarihli Bad Pharma [“Kötü İlâç”] ve Peter Gøtzsche’nin 2013 tarihli Deadly Medicines and Organized Crime [“Öldürücü İlâçlar ve Örgütlü Suç”] isimli kitapları bu türden çalışmalardan. Bunlara John Ioannidis, Lisa Bero, Peter Jüni ve Jan Vandebroucke’nin makalelerini de ekleyebiliriz.

Bunlar, kafayı kırmış, meseleye yabancı olan isimler değiller. Dünyanın en önemli ve en saygın hekimleri ve epidemiyologları. Örneğin üst düzey tıp dergilerinden birinin eski yayın yönetmeninin iddiasına göre, ‘son yıllarda piyasaya çok az sayıda gerçekten önemli olan ilâç sürülürken, yeni çıkan ilâçların ekseriyetinin faydalı olacağı şüpheli.’ (Angell 2004).

Epidemiyolog John Ioannidis de tavrını daha başlığında ortaya koyan, ‘Yayınlanmış Birçok Araştırmanın Ortaya Koyduğu Bulgular Neden Yanlış’ (2005) isimli bir makaleyle bu tartışmalara katkıda bulundu.

Diğer bir önemli tıp dergisinin şu anki yayın yönetmeni ise benzer bir tespiti günümüzün tıp bilimi için dile getiriyor: ‘Örnek boyutu ufak olan, küçük etkilere yol açan, keşif amaçlı analiz konusunda yetersiz olan, çıkar çatışmasıyla malul, önemli olmayan, ama moda olan akımlara göre hareket etme konusunda takıntısı bulunan bilim, yoldan çıktı ve bodoslama karanlığa doğru koşuyor.” (Horton, “Offline” 2015).[21]

Peki bu şüpheciliğin ana sebebi nedir?

Öncelikle düzenleme kurumlarındaki yozlaşmayı ele almak lazım. Amerikan Tabipler Birliği Dergisi’nin (JAMA) 2006’da yaptığı bir çalışmaya göre, ülkede faal olan Gıda ve İlâç Dairesi’nde yapılan toplantıların yüzde 73’ünde danışma kurulunda yer alan en az bir üyenin çalışmalarında çıkar çatışması mevcut. Üstelik bu isimler, oylara tesir ediyorlar. Çıkar çatışmalı çalışmalar kaleme almış isimler oylama dışında tutulduğunda, tartışılan ürüne verilen destek nedense azalıyor. Bu gerçeğe rağmen kurul üyeleri içerisinde çıkar çatışmalı çalışmaları bulunan, yani şirketlerle tecimsel ilişkiler içine girmiş olan kişilerin dışarıda tutulduğu değerlendirme toplantısı oranı yüzde bir.[22] Burada mesele, tek tek bireylerin çıkarları da değil.

1992’de çıkan Reçeteli İlâç Kullanıcılarından Alınacak Ücret İçin Kanun gibi kanunlar sayesinde işi ilâç sektörünü düzene sokmak olan hükümet kurumları, bu şirketlere ve onların sağladığı fonlara bağımlı hâle getirildiler. Böylelikle kurumsal açıdan tüm Gıda ve İlâç İdaresi, işlemez hâle geldi. Düzenlemelere tabi olan şirketler daha fazla kâr elde ettikçe, düzenleyici kurumlar da daha fazla para kazandılar.[23] Bugün Gıda ve İlâç İdaresi’nin toplam bütçesinin yüzde 45’ini ilâç endüstrisi karşılıyor.[24] Ayrıca bu kurum, ilâç sektörünün yürüttüğü çalışmalara bağımlı durumda. Tek işi, kendisine sunulan bilgileri değerlendirmek. Kurum, kendi çalışmalarını yürütecek, kendisine teslim edilen çalışmaları yineleyecek veya en azından taklit edecek personele de beceriye de sahip değil.

1986’da Reagan Ulusal Çocuk Aşıları Kaynaklı Yaralanmalar Kanunu’nu yürürlüğe koydu. Bu kanun, benim önceki emperyalizmle ilgili makalemle bağlantılı çok şey söylüyor, aynı zamanda bu makaleyi de besleyecek veriler sunuyor.[25]

Yetmişlerde halktaki ensefalopati (dejeneratif beyin hastalığı) ile ilgili endişeler, DPT aşısının gönüllü olarak olunması ile azaldı, ama sonrasında aşıyla bağlantılı açılan dava sayısı arttı. 1985 yılında aşı üreticileri, mali sorumluluk sigortası için mücadele yürüttüler. Bu sebeple sürece kongre müdahale etti, üreticilerin tüm sorumluluklarını kaldırdı ve bu sorumlulukları hükümetin, yani halkın sırtına yükledi.[26] Bu adımın neticesinde sağlık bakanlığı, mahkemelerde aşının hasara ve zarara yol açtığı konusunda ortaya atılan her türden iddiaya karşı kendi onayladığı aşıları savunmak ve aşılar aleyhine kullanılabilecek her türden bilgiyi ortadan kaldırmak, bu bilgi için harcanacak paralara, yapılacak yayınlara mani olmak zorunda kaldı.

Engelbrecht ve arkadaşlarının çalışmalarında dile getirildiği biçimiyle, Tom Insel isminde sağlık bakanlığından üst düzey bir yetkili, aşı ile otizm arasındaki bağı inceleyen 16 milyon çalışmayı çöpe atmaya karar verdi. Zira bu çalışmaların aşı ile ilgili olarak açılmış davaların görüldüğü mahkemelerde bakanlık aleyhine kullanılma ihtimali mevcuttu.[27]

Sorumlulukların halkın sırtına yüklenmesi ve o halka ait olduğu söylenen düzenleme kurumunun aşıların yol açtığı hastalıkları ifşa etmemesi sayesinde bazı ürünler, tekellerin üretmediği ürünleri piyasadan kovma imkânı buldu. 1986’da ABD’de beş aşı 12 kez vurulurken, bugün 13 ayrı aşı 54 kez vuruluyor. Bu sayede aşılara eskiden bir milyar dolar giderken, bugün harcanan para 50 milyar dolar.[28]

Robert F. Kennedy Jr.’ın tespit ettiği biçimiyle:

“Aşılarda imalatçılar sorumlu tutulmadığı, piyasadaki aşıların 76 milyon çocuğa vurulmasının zorunlu olduğu koşullarda, şirketleri güvende tutmak için çeşitli teşvikler sunuldu. […] Önerilen aşıları yapan dört şirket de suçlu. Bu şirketler, 2009’dan beri düzenleme kurumlarını kandırdıkları, hükümet yetkililerine ve hekimlere yalan söyledikleri, onlara rüşvet verdikleri, bilimi tahrif ettikleri, tehlikeli olduklarını bildikleri, güvenli ve verimli oldukları iddiası ile sattıkları ürünler üzerinden insanlara zarar verdikleri veya ölüme sebep oldukları gerekçesiyle toplamda 35 milyar doların üzerinde bir ceza ödediler.”[29]

Sağlık bakanlığı çalışanları, her yıl telif ücretleri üzerinden 150.000 dolar topluyorlar. Örneğin önemli bürokratlar, Merck’e ait HPV aşısının her bir satışından para alıyorlar.[30] Robert F. Kennedy Jr. şunları söylüyor:

“Gıda ve İlâç İdaresi’nin yıllık bütçesinin yüzde 45’ini ilâç şirketlerinden gelen para oluşturuyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün bütçesinin yarısı, ilâç şirketleri ve onlara bağlı vakıflar türünden özel kaynaklar üzerinden teşkil ediliyor. Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri aslında bir aşı şirketi. 56 aşının patenti bu kurumda. Her yıl Çocuk Aşıları programı üzerinden 4,6 milyar dolarlık aşı satın alıp dağıtıyor. Bu rakam, kurumun toplam bütçesinin yüzde 40’ını aşıyor.[31]

Dünya Sağlık Örgütü’nün bütçesinin yüzde 10’unu tek başına Bill ve Melinde Gates Vakfı karşılıyor. Örgütün birinci en büyük bağışçısı ABD, ikincisi bu vakıf.[32]

Düzenleme kurumlarına güvenebiliyor olsaydık, en azından bilimin kendi iç mekanizmalarına ve birlik ruhuna bel bağlayabileceğimizi söyleyebilirdik. Ama böyle bir durum söz konusu değil.

Nature dergisinde yayımlanan, bilim insanlarıyla ilgili 2005 tarihli bir incelemenin tespitine göre, ankete katılan bilim insanlarının büyük bir kısmı, aldatıcı faaliyetlerden uzak duramadığını, amaçlarına uygun düşmeyen verileri çöpe atabileceklerini söylüyor.[33]

Bu noktada hatırlamak gerekiyor: Nazi partisi, en çok da doktorları ve bilim insanlarını örgütlemişti. Bu insanlar, o dönemde kapitalist dünyada “bilim sahasının uzlaştığı ve sahaya hâkim olan sahte öjeni bilimi üzerinden uygulamalara imza attılar.”

“Bilimin İki Yüzü” isimli dersinde Richard Levins şu tespiti yapıyor:

“Bilimin sahipleri açısından temel stratejik sorun, onların aydınlanma kaynaklı şüphecilik ve putkırıcı faaliyetlerden arındırılmış inovasyon pratiğine ihtiyaç duyuyor olmaları.”[35]

Bu anlamda bilimin sahipleri, burjuva devriminin kültür değil, bilim alanında yapılmasını istiyorlar.[36] Bunun için de şu türden bir yola tevessül ediyorlar:

“Öğrenciler kimi sahalara yönlendiriliyorlar, eğitim aşamasını hızla atlamaya zorlanıyorlar, yeterince borçlu kılınarak uslandırılıyorlar, sonra da bilginin sahasının genişletileceğini söylüyorlar. Bugün okullardaki birçok biyoloji bölümü küçük organizma türlerinin biyolojisiyle ilgileniyor. Bir yağmur ormanında yürümemiş, denize dalıp bir mercan kayalığını incelememiş, ormanda bir gün boyunca kalıp kızılağaçların büyümesini izlememiş öğrencilere biyoloji diploması veriliyor.”[37]

Engelbrecht vd. çalışmalarında benzer bir tespiti dile getiriyor:

“Birçok doktor, moleküler biyoloji için önemli olan kavramları anlayabilecek düzeyde değil. […] Bu doktorlara ‘retrovirüslerin özelliklerini tanımlayın’ deseniz, muhtemelen omuz silkip cevap veremeyeceklerini söyleyecek ya da üstü kapalı, şifrelerle yüklü bir cevap vereceklerdir.”[38]

Bu ise bizi bilimsel ilerlemenin merkezinde duran yapısal çelişkiyle karşı karşıya bırakıyor: mevcut bilimsel bilgi yekûnu büyüdükçe yeni bilimi üretmek isteyip de bağımsız doğrulama çabalarından ziyade dolaylı yollara, ikincil hatta üçüncül yollara başvuran kişilerin sayısı da artıyor. Yani insanlar, sırtlarını yaslamak zorunda oldukları deneyleri veya incelemeleri yapıp doğrulayamıyorlar, hatta bu türden incelemeleri sorgulayacak aracı kurumu (düzenleme veya uzman kurulunu, dergiyi, üniversiteyi vs.) bile inceleyemiyorlar. İyice daraltılmış uzmanlaşma sürecinin dayattığı sınırlar dâhilinde ilerlemek isteyen insanlar, başka alanlarda ortaya atılan sayısız iddiayı değerlendirme veya doğrulama imkânı bulamıyorlar.

Modern tıp bilimini cansiperane savunan, ama bugün bir şekilde zarar gören insanlar, hayal kırıklıklarını dile getiriyorlar. Burada mesele, inanç değil, tek tek bilim insanlarının ahlakı! Akran değerlendirmeleri diye bir şey var sonuçta! Oysa bu kurum, bahsini ettiğimiz kompleksin ürettiği efsanenin en önemli dayanak noktası. Peki bu mekanizma nasıl etkili oluyor? Yolsuzluk ve hile konusunda bir işe yarıyor mu?

Önemli ve itibarlı bilim dergilerinden İngiliz Tıp Dergisi’nin eski yayın yönetmeninin tespitine göre, “akran değerlendirmesi süreci, yavaş işleyen, pahalı olan, akademide insanların zamanlarını çalan, önyargılara meyilli, kolaylıkla suiistimal edilebilen, büyük kusurları tespit etme konusunda yetersiz kalan, hile ve dolandırıcılık pratiklerinin tespitinde hiçbir işe yaramayan bir süreç.”[39]

1991’de aynı yayın yönetmeni, dünya genelinde 30.000 civarında biyotıp dergisi olduğunu, bu sayının on yedinci yüzyıldan bugüne yılda yüzde 7 oranında düzenli olarak arttığını söylüyor. [Buna karşılık, somut bilimsel kanıtlarla desteklenen tıbbi müdahalelerin oranı, sadece yüzde 15.] Bunun bir sebebi tıp dergilerinde çıkan makalelerinin sadece yüzde 1’inin bilimsel açıdan sağlam olması, bir sebebi de birçok tedavinin hiç değerlendirmeye tabi tutulmamış olması.[40]

Engelbrecht ve arkadaşlarının tespitine göre, Horace Judson’ın 2004 tarihli The Great Betrayal: Fraud in Science [“Büyük İhanet: Bilimde Dolandırıcılık”] isimli çalışmasında aktarılan dolandırıcılık vakalarının teki bile makale değerlendirme sistemi üzerinden tespit edilmemiş.[41] Zira akran değerlendirmesi denilen süreç de Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi genelinde yaygın olan, bilim sahasını çürüten, yozlaştıran güçlere tabi. Onun dışında ve üzerinde değil. Değerlendirmeleri yapanlar, nihayetinde aynı yolun yolcusu olan bilim insanları.

Bu çürümenin bir tezahürü de New England Tıp Dergisi’nin aldığı karar. Bu karar uyarınca dergi, akran değerlendirmesi yapan kişilere derginin bizatihi açıktan savunduğu ürünleri üreten şirketler de dâhil ilâç şirketlerinden yılda 10.000 dolar para alsalar bile değerlendirme yapmaya devam etme imkânı sundu. Peki bu şüpheli politika değişikliğinin ana gerekçesi neydi? Dergi bu değişikliği, ilâç endüstrisiyle mali açıdan bağ kurmamış uzman bulamadıkları için yaptıklarını dile getirdi.[42]

Bu cevaba ne denebilir ki.

Engelbrecht ve arkadaşları, ayrıca akran değerlendirmesinde değerlendirmeyi yapanların isimlerinin gizlenmesinin de sorunlu olduğunu söylüyorlar. Değerlendirmeyi yapan kişi, incelediği makalenin yayımlanmasına mani olabiliyor, onu hemen sumen altı edebiliyor.

Akran değerlendirmesi, yayımlanmış araştırmaların üzerinde duran az çok tarafsız bir kurul ve önyargılardan arınmış bir hakem üzerinden yapılmıyor, zaten belirli önyargılarla tanımlı olan yayımlanmış araştırmalar ele alınıyor. Bu noktada bugün yapılan tıbbi ve bilimsel araştırmaların kamu yararı için çalışan, demokratik bir işleyişe sahip, hesap veren kurumlarca değil, özel şirketlerin kârı ve kontrolü adına gizli tutulan bir dizi güç eliyle yapıldığı gerçeğini hatırda tutmak gerekiyor. Çalışmalar, istenilen sonuca ulaşmak adına çarptırılabiliyor. Bu sonuca ulaşıldığı vakit o sonucu teyit etmek adına çalışmayı yineleyecek herhangi bir adım atılmıyor. İstenilen sonuçlara ulaştıysanız mevzuyu neden daha yakından inceleyesiniz ki!

John Ioannidas, 2005 tarihli o ünlü makalesinde bu gerçeği ortaya koyuyor ve şu soruyu soruyor: “Yayımlanmış birçok araştırmanın ortaya koyduğu bulgular neden yanlış?” Yazar devamında şu hususu tespit ediyor:

“Yayımlanmış birçok araştırma bilimsel kanıt ölçütlerini karşılamıyor. Birçok bilimsel araştırmanın yeniden üretilmesi, tekrar yapılması zor, hatta imkânsız bir iş. […] Bilim sahasında finansal çıkarlar türünden çıkarların ve önyargıların ağırlığı arttıkça, araştırma bulgularının doğru olma ihtimali de o ölçüde azalıyor.”[43]

Modern dönemde araştırmalarla alakalı en önemli gerçek, bunların büyük bir çoğunluğunun yayımlanmamış olmasıdır. Parayı verenlerin istediği sonuçların dışında sonuçlara ulaşan bir çalışma, gün yüzü görmüyor. Bunun ana sebebi, piyasaya şu veya bu şekilde çıkmayı bilmiş bir ürünün verdiği zararın veya işe yaramazlığının halk tarafından bilinmesinin istenmemesidir. Bir şirket, bir ürünü piyasaya sunmayı planlamıyor olsa bile, ürünün kusurlarını ortaya koyan verilerin yayımlanmaması için elinden geleni yapıyor, çünkü verileri yayımladığında potansiyel rakiplerini aynı deneyleri yapma yükünden kurtaracak, kıymetli zamanını ve kaynaklarını harcamaktan alıkoyacak. Bu, özel şirketlerin kâr hırsıyla yürüttükleri araştırmaların da gizli askeriye ve istihbarat kaynaklı bilimsel araştırmaların da neden verimsiz ve işleviz olduğunun bir kanıtı aslında.

Bu aleni verimsizliği dışında bilimsel araştırmalar, önemli sonuçlara da yol açıyorlar. Tıbbi Nihilizm isimli kitabında Jacob Stegenga’nın da dile getirdiği biçimiyle, yayımlanmış her çalışma, görmediğimiz, göremediğimiz, yayımlanmamış devasa araştırmalar yekûnu içerisinden seçilmiş, küçük, gözle görünür, temsil yeteneği olmayan bir örnekleme sahip. Ayrıca yayımlanmış bir araştırma da iki açıdan taraflı olabiliyor: Verimli olduğu söylenen, zarar düzeyi asgari düzeyde olduğu iddia edilen bir araştırma, incelenen kârlı bir ürün veya hizmetle ilgili olabiliyor. Yayımlanmamış araştırmaların önemli bir kısmı ise etkisiz ve/veya tehlikeli araştırmalardan oluşuyor. Bu tür durumlar, en çok da etki büyüklüklerinin aşırı ölçüde ufak olduğu tıp ve ilâç sahasında karşımıza çıkıyor.

Stegenga’nın tespitiyle, tıbbi ürünleri değerlendirme araçları ihtiyaca göre şekillendirilebilen şeyler. Bilinçli ve bilinçsiz önyargılar, hikâye kurgulamadan gözlem temelli incelemeye, oradan meta analize dek uzanan tüm hiyerarşik yapı dâhilinde ortaya konulan bu şekillendirme çabalarında önemli bir rol oynuyorlar. Dolayısıyla, bugün yapılan bilimsel araştırmalara şüpheyle yaklaşmak gerekiyor.

Tıp biliminin bugün mugalata ve safsata temelli işlediği söylenmeli. Bu gerçekten habersiz olanlara kısa bir açıklama sunmakta fayda var. Bu noktada hastalık testi denilen, herkesin bildiği bir örnekten bahsedilebilir. Diyelim ki yapılan bir testin ortaya koyduğu pozitif sonuçların yüzde 5’i yanlış, negatif sonuçların oranı sıfır olsun. Sonra bu testin yüzde 40’ı ilgili hastalık üzerinden hastalanmış olan 1000 kişiye uygulandığını varsayalım. Beklenebileceği üzere, ortaya 430 pozitif, 570 negatif sonuç çıkacak. Tüm negatif sonuçlar gerçekten de negatiftir. Pozitif sonuçların 400’ü doğru, 30’u yanlıştır. Böylesi bir test, birçok amaç kapsamında hiç de kötü bir test değildir. Bir kişinin testi pozitif çıkmışsa doğru pozitif sonuçla ilgili güven oranı yüzde 93 olacaktır. Şimdi aynı testi o bin kişilik toplam içerisinde sadece 20 kişiye, yani yüzde 2’lik bir kısma yapıldığını varsayalım. Bu noktada pozitif test sayısı 69, negatif test sayısı 931 olacaktır. Öncekinde olduğu gibi 931 negatif sonucu gerçekten de negatiftir. 49 pozitif sonucu yanlışken, sadece 20’sindeki pozitif sonuç doğrudur. Böylesi bir senaryoda size yapılan ve pozitif sonuç veren test, sizin hasta olma ihtimalinizin sadece yüzde 29 olduğunu söylemektedir.[44]

Eğer kimse hastalığı kapmamışsa ve elde 50 pozitif sonuç varsa, demek ki bu pozitif sonuçların hepsi yanlıştır. Burada özünde şu söylenmektedir: elde kapsamlı bir veri veya bilgi yekûnu yoksa ve bu yekûn gerekli şekilde idrak edilmemişse, o yekûndan alınan veri ve bilgi numunesi rahatlıkla yanlış yorumlanacaktır.

Modern tıp biliminin ana özelliği olan bu mugalata nasıl genelleşti? Diyelim ki akran değerlendirmesi yapan bir dergide çıkmış bir çalışmayla karşılaştınız. Çalışmanın kurgusu kusursuz. Önemli sonuçlar ortaya koyuyor. Dolayısıyla pozitif sonuçların doğru olduğunu varsayarız.

Örneğin bir ilâcın işleyişini ele alan, onun pratikte işe yaradığını ortaya koyan bir çalışmayı ele alalım. Tek bir pozitif vakaya bakıp testin iyi olduğunu söyleyemeyiz. Yanlış pozitif sonuçların oranı dikkate alınmalı. Yapılan test doğru olsa bile kimse hasta değilse, yeterince insana test uyguladığınızda illaki pozitif sonuca ulaşırsınız.

Şimdi işe yaramayan ilâcı ele alalım. Çalışmayı on kez de yapsanız, her seferinde negatif sonuca ulaşacaksınız. Bu da ilâcın işe yaramadığını ortaya koyacak. Ama aynı çalışmayı elli hatta yüz kez yaptığınızda ne olur? İhtiyacınız olan yanlış pozitif sonuçları ortaya koyacak, oldukça iyi bir çalışma yapmış olursunuz.

Akran değerlendirmesi yapan dergilerde çıkan araştırmalara dair değerlendirmelerde asıl sorun, doğru temel konusunda ortada bir fikrin olmamasıdır. Bir ilâcın etkili olduğunu veya zarar vermediğini ortaya koyan bir çalışmayla karşılaştığınızda, aksi yönde sonuç ortaya koyan benzeri çalışmaları veya kıyaslanabilecek çalışmaların kaç kez yapıldığı konusunda bir bilgiye sahip olmazsınız. Yukarıda da dile getirildiği biçimiyle, genelde gördüğümüz çalışmalar, tespit edemediğimiz, rastgele belirlenmiş örneklem havuzunu temel almakla kalmıyor, ayrıca bu örneklem, hiçbir temsiliyeti olmayan bir örneklem oluyor. Böylelikle ilâcın verimliliğine veya güvenli oluşuna dair yanlış pozitif sonuçlara ulaşılıyor. Bu süreç, ilk planda zaten çok da iyi olmayan çalışmaların yürütüldüğü genel bağlam içerisinde işliyor.[45]

Stegenga’nın tespitiyle, mevcut koşullarda, temel bilişsel-yapısal zeminde tıbbi ürünlerin güvenli oluşu veya verimliliği ile ilgili tıp bilimine ait iddialara pek güvenmemek gerekiyor. Meseleye esasen burjuva reformist açıdan bakan Stegenga bile bu sorunun tali kısımlarıyla uğraşmanın, meta analiz için iyi araçlar geliştirmenin ve araştırmaların yürütülmesi konusunda katı ölçütlerin belirlenmesinin bu kapsamlı ve yapısal sorunun aşılmasına katkı sunmayacağını kabul ediyor.

Stegenga, soruna yenilgiyi kabul eden bir yerden yaklaşıyor: bugünkü dönemin zehirli tıbbın halka verdiği zararları ancak “soylu bir tıbbın” ortadan kaldıracağını söylüyor. Oysa sorun, bilim veya tıp değil, onlara kapitalizmin vurduğu prangalar.

Belirli bir noktada bilim, kapitalizm koşullarında başka bir yola giriyor ve giderek yozlaşıp karşıtına dönüşüyor. Bunun sebebi, bilimsel bilgiler artarken aracılarla yürütülen tüm bilimsel faaliyetlerin başkalarının biriktirdiği bilginin bilimsel olmasını güvence altına alacak kurumlara ve profesyonel yapılara giderek daha fazla bağlı hâle gelmesi.

Kapitalizm emperyalist tekelci kapitalizme doğru evrildikçe, bu türden kurumların ve yapıların egemen sınıfın çıkarlarına (“komplolarına”) teslim olmama becerisi giderek azalıyor. Halk kitleleri eziliyor, aptallaştırılıyor, bilimle ilişkisi kesiliyor, böylelikle bilim alanına dâhil olan, beyinleri yoğun biçimde yıkanmış, aşırı disipline edilmiş, gözetim altında olan küçük bir kesim, ortaya üretilen bilgi ve malumatı kullanma imkânını yitiriyor.

Daha önce ortaya koyduğumuz biçimiyle, burada sadece basit bir teorik tahmin dile getirilmiyor, her şey empirik temelde ortaya konuluyor: akran değerlendirmesi sistemini Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi içerisinde hâkim olan aşırı tekelci yoğunlaşma süreçleri yok etti. Kitlelere faydalı olacak gerçek bilim, ancak onun tüm halkın demokratik çıkarlarına tabi olduğu, bu çıkarlar üzerinden kontrol altında tutulduğu yerde varlık imkânı bulabilir. Gerçek bilim için halk angaryadan kurtulmalı, eğitim denilen silâhı kuşanmalı, bağımsız olmalı, bilgi alışverişinin gerçekleştiği bu geniş ölçek dâhilinde iş görecek kurum ve mekanizmalar örgütlenip işletilmeli. Uzmanlardan oluşan azınlık grubun egemen sınıfa tabi olması sebebiyle prangalanmış ve kısıtlanmış olan emeği, düşünsel ve manevi açıdan tatmin edici olmalı. Bu emek, hepimizin dâhil olduğu kolektif bir girişim olarak vücut bulmalı. Özetle, bilim, ancak komünizmde gelişebilir.

Korona programına karşı geliştirilen direniş hareketine küçük burjuva unsurlar belirli sebeplere bağlı olarak dâhil oldular, virolojiyi genel anlamda eleştirdiler, ama bu gerçeği kabullenmeye pek yanaşmadılar. Bu unsurlar, genelde saçma, pratikte karşılığı olmayan bireyci çözümler önerdiler, insanların bu türden araştırmalara bağımsız olarak dâhil olmasını istediler. Kartezyen düşünce üzerinden kendine yeterli her bir burjuva atomun kendince kapsamlı bir dünya görüşü ortaya koyabileceğini düşündüler.

Küçük burjuva şüpheciler ve eleştirmenler, hep bu türden genel “direniş” programları öneriyorlar. Bunlar diyorlar ki “oturun, kendi araştırmalarınızı yapın, kendi gıda ürününüzü yetiştirin, ne yiyeceğinizi  ne yemeyeceğinizi kendiniz araştırın, sistemin dışına çıkın! Aslında bunları yapmak öyle kolay ki, sadece sınırsız boş zamana, sonsuz kaynağa sahip olmalı, yükümlülüklerden veya taahhütlerden azade bir biçimde hareket etmelisiniz!”

Büyük halk kitlelerinin bugün içinde bulunduğu sefil ve aşağılık hâl, Korona karşıtı sağcıların dediği gibi, onların günahlarının, tembelliğinin, cahilliğinin veya korkaklığının bir sonucu değil. Onlara karşı gayet iyi koordine edilmiş, hesaplanmış, acımasız bir biçimde yürütülen bir sınıf mücadelesidir tanık olduğumuz.

Kitleler, açıktan veya gizli bir biçimde, eylemle ve eylemsiz olarak direniyorlar, bu direnişi, küçük büyük tüm mücadele alanlarında sergiliyorlar. Bu direnişe mani olan, onun başarısını sınırlayan ana husus ise kendilerini lider olarak atayıp hareketi egemen sınıfla uzlaşma ve bireyin kurtuluşunu öne çıkartan çözümler üzerine kurulu hayallerle yolundan çıkartan küçük burjuva unsurların cahilliği, korkaklığı ve aptallığıdır.

Yüzleştiğimiz sorunun gerçek ölçeğini ve niteliğini kavradığımızda, tek bir sonuca ulaşacağız: kendi sağlığımızı ve başkalarının sağlığını pratikte korumanın ve daha iyi kılmanın yegâne yolu, sınıf mücadelesidir.

Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi, hâkimiyet kurma, sömürme ve kitleleri zayıf kılmaya dönük çabaları temel alan bu devasa vahşi mekanizma, tek bir darbeyle yıkılmalı.

Devrimci teori yoksa devrimci hareket de olamaz. Dolayısıyla, egemen sınıfın halkın kendisine karşı yürüttüğü mücadeleyi zayıflatmak, kafaları karıştırmak ve mücadeleyi yolundan saptırmak için kullandığı ideolojiler ifşa edilmek zorunda. Üçüncü bölümde ana akım virolojinin, neden bu ideolojilerin en tehlikelerinden biri olarak görülmesi gerektiğini izah edeceğiz.

T. Mohr
23 Ocak 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Norman Bethune, The Wounds (Ontario: Little Books of Hope), ML.

[2] Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York: Pantheon, 1976), 4. Bölüm.

[3] Jacob Stegenga, Medical Nihilism (Oxford: Oxford University Press, 2018) s. 7. (bundan sonra: Stegenga, Medical Nihilism olarak anılacak).

[4] German Lopez, “9 Of 10 Top Drugmakers Spend More on Marketing than Research” (11 Şubat 2015), Vox.

[5] A.g.e.

[6] Chris Ariens, “Here Are the Biggest Advertisers on Fox News, CNN and MSNBC”, (9 Mart 2018), TVNewser.

[7] Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York: Pantheon, 1976), 7. Bölüm.

[8] A.g.e., 4. Bölüm.

[9] A.g.e.

[10] Wikipedia contributors, “Cotton Mather”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, Wiki (erişim tarihi: 15 Ocak 2023).

[11] Silvia Federici, Caliban and the Witch, (Brooklyn: Autonomedia, 2004), s. 139140. (Foucault’dan alıntılar).

[12] Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York: Pantheon, 1976), 4. Bölüm.

[13] Richard Lewonten, “Biology as Ideology”, 3. Ders.

[14] Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York: Pantheon, 1976), 4. Bölüm.

[15] A.g.e.

[16] Bkz.: Jennifer Margulis, The Business of Baby (New York: Scribner, 2013) ve Ina MayGaskin, Ina May’s Guide to Childbirth (New York: Bantam, 2003).

[17] Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York: Pantheon, 1976), 4. Bölüm.

[18] A.g.e., 7. Bölüm.

[19] A.g.e., 4. Bölüm.

[20] Stegenga, Medical Nihilism, s. 184.

[21] Stegenga, Medical Nihilism, s. 5.

[22] Engelbrecht vd., Virus Mania, Giriş.

[23] A.g.e.

[24] A.g.e., 8. Bölüm.

[25] T. Mohr, “Imperialism Today is Conspiracy Praxis”, Magma- Magazin Der Masse, 24 Eylül 2022, Magma. Türkçesi: İştiraki.

[26] Wikipedia contributors, “National Childhood Vaccine Injury Act” Wikipedia, The Free Encyclopedia, Wiki (erişim tarihi: 14 Ocak 2023). Archive.

[27] Robert F. Kennedy Jr., “Deadly Immunity”, Engelbrecht vd., Virus Mania içinde. 8. Bölüm.

[28] A.g.e.

[29] A.g.e.

[30] A.g.e.

[31] A.g.e.

[32] Julia Crawford, “Does Bill Gates Have Too Much Influence in the Who?”, SWI (swissinfo.ch, 7 Mayıs 2021), Swiss.

[33] Brian Martinson, “Scientists behaving badly”, Nature, 9 Haziran 2005, s. 737738, aktaran: Engelbrecht vd., Virus Mania, 2. Bölüm.

[34] Robert F. Kennedy Jr., “Deadly Immunity”, 8. Bölüm, Engelbrecht vd., Virus Mania içinde.

[35] Richard Levins, “The Two Faces of Science”.

[36] A.g.e.

[37] A.g.e.

[38] Engelbrecht vd., Virus Mania, 1. Bölüm.

[36] A.g.e., 2. Bölüm.

[40] Richard Smith, “Where is the Wisdom? The Poverty of Medical Evidence”, British Medical Journal 303, (5 Ekim 1991): s. 798.

[41] A.g.e.

[42] A.g.e.

[43] Aktaran: A.g.e.

[44] Örnek şuradan alındı: Wikipedia contributors, “Base rate fallacy”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, Wiki.

[45] Tüm okurlar, Richard Levins’in tüm bu bölümün meselesini özet hâlde tek bir sayfada ortaya koyan, modern tıbbi araştırmaların mizahını yapan zekâ ürünü yazısını okumalı: “Scientific Method for Today’s Market”, The Mathematical Intelligencer, 37 (1), s. 4747, 2015 (1 Mart). Springer.

Kaynakça:
Ariens, Chris. “Here Are the Biggest Advertisers on Fox News, CNN and MSNBC”, 9 Mart 2018. Adweek.

Benjamin, Walter. Gesammelten Schriften I:2. Suhrkamp Verlag: Frankfurt am Main, 1974.

Bernal, John Desmond. “The Social Function of Science”, Modern Quarterly (1938). MIA.

Bethune, Norman. The Wounds. Ontario: Little Books of Hope.

Yayına Hz.: Caplan, Arthur L., James J. McCartney, Dominic A. Sisti, Health, Disease, and Illness: Concepts in Medicine. Washington, D.C.: Georgetown University Press, 2004.

Crawford, Julia. “Does Bill Gates Have Too Much Influence in the Who?” SWI. swissinfo.ch, 7 Mayıs 2021. Swiss.

Engelbrecht, Torsten, Köhnlein Claus, Samatha Bailey ve Stefano Scoglio. Virus Mania: How the Medical Industry Continually Invents Epidemics, Making Billion-Dollar Profits At Our Expense. 3. Baskı. Books on Demand, 2021

Federici, Silvia. Caliban and the Witch. Brooklyn: Autonomedia, 2004.

Feynman, Richard. “What is Science?” 1966 yılında New York’ta Ulusa Bilim Öğretmenleri Derneği’nin on beşinci yıllık toplantısında yapılan konuşma. Şurada yeniden yayımlandı: The Physics Teacher Cilt. 7, Sayı 6, 1969, s. 313320, Feynman.

Fitts, Catherine Austin. “The Injection Fraud – It’s Not a Vaccine”, Solari Report, 27 Mayıs 2020. Solari.

Hains, Tim. “Fauci: Attacking Me Is Attacking Science”, Real Clear Politics, Haziran 2021, Clear.

Illich, Ivan: Medical Nemesis: The Expropriation of Health. New York: Pantheon, 1976;

Lenin, Vladimir. Imperialism, The Highest Stage of Capitalism. Moskova: Progress Publishers, 1963. MIA.

Levins, Richard. “The Two Faces of Science”, Harvard Halk Sağlığı Okulu HealthRoots Sağlığın Politik Ekonomisi Seminer Dizisi’nde yapılan konuşma. 17 Ekim Çarşamba | 12: 30. Youtube.

– “Scientific Method for Today’s Market”, The Mathematical Intelligencer. 37 (1), s. 4747, 2015 (1 Mart).

Lewontin, Richard. “Biology as Ideology”, Radio Lecture for CBC Massey Lectures, Kasım 1990. CBC.

Lopez, German. “9 Of 10 Top Drugmakers Spend More on Marketing than Research”, 11 Şubat 2015. Vox.

Margulis, Jennifer. The Business of Baby. New York: Scribner, 2013.

Marx, Karl. Capital: A Critique of Political Economy. Çev.: Samuel Moore ve Edward Aveling Cilt. 1. Moskova: Progress Publishers, 1954.

Capital: A Critique of Political Economy. Çev.: David Fernbach. Cilt. 2. Londra: Penguin, 1993.

Mohr, T. “Imperialism Today is Conspiracy Praxis”, Magma – Magazin Der Masse, 24 Eylül 2022. Magma.

Moore, Michael ve Meghan O’Hara. Sicko. Film. Birleşik Devletler: The Weinstein Company, 2007.

Smith, Richard. “Where is the Wisdom? The Poverty of Medical Evidence”, British Medical Journal Sayı. 303, (5 Ekim 1991): s. 798799. Chiro.

Stegenga, Jacob. Medical Nihilism. Oxford: Oxford University Press, 2018.

Washington, Harriet A., Medical Apartheid: The Dark History of Medical Experimentation on Black Americans from Colonial Times to the Present. Knopf Doubleday, 2008.

West, Jim. “Everything You Learned About the Cause of Polio is Wrong”, 21 Ağustos 2015. Greenmed.

Wikipedia contributors, “Base rate fallacy”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, Wiki.

- “National Childhood Vaccine Injury Act”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, (erişim tarihi: 14 Ocak 2023). Archive.

Wikisource contributors. “Page:Congressional Record Volume 81 Part 3.djvu/154” Wikisource. Wiki (erişim tarihi: 13 Ocak 2023).