İkinci Bölüm:
Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi
“İnsan ırkının düşmanları
neye benziyorlar? Alınlarında mı yazıyor suçlu oldukları, bir yazı mı var, uzak
durun, bu bir suçlu’ diyen. Hayır, tam aksine. O düşmanlar saygı görüyorlar.
Onurlandırılıyorlar. Onlara ‘beyefendi’ deniliyor. Devleti, kiliseyi, toplumu
onlar ayakta tutuyor. Zenginliklerinin zekâtıyla özel şirketlere ve devlete ait
yardım kuruluşlarına destek oluyorlar. Kurumlara bağışlarda bulunuyorlar. Özel
hayatlarında gayet kibar ve anlayışlı insanlar. Kanunlara, kendi kanunlarına,
mülkiyetle ilgili kanunlara riayet ediyorlar. Bu kibar tetikçiler, tek bir
konuda işaret aldıkları vakit harekete geçiyorlar. Paradan elde ettikleri
kârların azalması tehdidiyle yüzleştiklerinde birden içlerindeki canavar uyanıp
hırlamaya başlıyor. Bir vahşi kadar acımasız, bir deli kadar gaddar, bir cellât
kadar vicdansız oluyorlar. Bu tür adamlar, insan ırkının yaşamaya devam etmesi
gerekiyorsa, yok olmalılar. Onlar yaşadıkları sürece dünyada kalıcı bir barış
asla tesis edilemez. İnsanlık toplumuna ait olan ve bunların varolmasına izin
veren tüm örgütler yok edilmeli.
Bedenimizdeki ve
ruhumuzdaki yaraları bu insanlar açıyorlar.”[1]
[Norman Bethune, Wounds]
“Bilim, ait olduğu
toplumun bir ürünüdür. Bu tespit bize ne söylemektedir? Bir yandan bilim
insanları, bilginin peşinde düşerler, bilim alanına girerler, buradan
insanların çilelerini sonlandırmak isterler. Bir yandan da işlerini, akan
paraları dert ederler, çünkü onlar, teori madeninde çalışan ücretli işçidirler,
Lancashire’daki dokumacılardan veya ilk başta özgürce icra edilen, ama sonra zamanla
proleterleşmiş işleri yapanlardan, yani bağımsızlıklarını yitirdikleri süreçte
ücretli emeğin, yarı zamanlı emeğin, ek iş olarak harcanan emeğin parçası olan
diğer insanlardan hiçbir farkları yoktur. Çalışma koşullarını da araştırmaların
gündemini de belirleyip kontrol eden, bilim insanları değildir. Emeklerinin
ürünü hâline gelecek şeyleri onlar kontrol etmezler.”
[Richard Levins, “Bilimin İki Yüzü”]
Şirketlerin
Çevirdikleri Dümen
Öncelikle
sol çevrelerde hâkim olan, yüzeysel ve yetersiz eleştiri aşılmalıdır. Zira bu
eleştiri, bugün gerçek tarihsel koşulları derinlemesine inceleyecek çalışmalara
mani olan, düşünme pratiğini durduran bir tür klişe olarak iş görmektedir.
Tıbbi
ve bilimsel firmalar, çoğunlukla vurgunculukla, yani patentler, tekeller ve düzenleyici
kuruluşların kurduğu tuzaklar üzerinden, kıymetli emtiayı fahiş fiyata satmakla
suçlanırlar. Onlara yöneltilen diğer bir suçlama da özellikle üçüncü dünyadaki
bilim insanlarının daha fazla bilim üretmesini sağlayan Library Genesis ve
Z-Library gibi sitelere baskı uygulamakla ve tekel olma vasıflarını ve rant
elde etme imkânlarını yitirmemek amacıyla tıbbi bilgilere kısıtlama getirip
onları kontrol altına aldıklarıyla alakalıdır. Bu eleştiriler, doğru ve
yerindedir. Bu anlamda, ilgili eleştiriler, mevcut koşulların bilimin gelişip
serpilmesi için uygun olmadığını söyleyenlerin argümanını desteklemektedirler.
Ama
bir yandan da çalışmamızın bu bölümünde ele alacağımız bu türden eleştirilerin
önemli bir kusuru olduğunu söylemek gerekiyor: Bu eleştirileri yapanlar, benim
“Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi” dediğim yapının ürettiği emtianın
tüketiciler nezdinde gerçek bir kullanım değerine sahip olduğunu varsayıyorlar.
Bu yaklaşım, esasen tekelleşme, finansallaşma ve emperyalizm meselelerini çöpe
atıyor, bilinçli olarak ya da olmayarak, kapitalist rekabetin hüküm sürdüğü bir
tür barış ve bereket döneminin hüküm sürdüğünü söylüyor.
Bu
türden eleştiriler, tüketicilerin tıbbi-bilimsel emtianın kendileri için kısa,
orta veya uzun vadede hayırlı olup olmayacağı konusunda değerlendirmede
bulunmalarını sağlayacak, düzgün bir hâlde olduğunu, hükümet kurumlarının
halkın çıkarı adına halka fayda sağlayacak ürün ve hizmetleri satın
aldıklarını, hatta kimi zaman onları halka dayattığını, düşük değerde, faydasız
ve tehlikeli olan ürünlerin düzenleme kurullarının ve rekabet piyasasının
testinden geçemeyeceğini varsayıyorlar.
Ama
gerçek, bize bunun böyle olmadığını söylüyor. İlgili alanı tanımlayan
kartelleşme süreci öyle kapsamlı ve yaygın ki yeni bir kavramın üretilmesini
talep ediyor. Zira bu tür sektörleri incelemekle görevli kurumlar tuzağa
düşürülüyorlar, yani şirketlerle birlikte iş tutuyorlar, giderek onlara borçlu
hâle geliyorlar.
Öte
yandan, bugün tıbbi ürünlerin ve hizmetlerin önemli bir kısmını tüketiciler
değil, çoğunlukla işbirliği içerisinde hareket eden sağlayıcılar, sigortacılar
ve hükümetler seçiyorlar. Aşı gibi ürünleri tüketicilere hükümetler, işverenler
ve okullar dayatıyor.
Ivan
Illich, tıbbi bakım hizmetlerinin kimi yönlerinin metalaşmasını incelemiş bir
isim. Olağan kapitalist ilişkiler kapsamında ele alınamayacak olan bu türden
bir sürecin, esasen bugün kapitalizme ana niteliğini veren aşırı tekelcilik ve
aşırı alıcı tekeline uygun düştüğü görülüyor:
“Tıbbi bakım, belirsiz ve
öngörülemez bir süreçtir; birçok tüketici onu istemez, ona muhtaç olduklarını
bilmez, önceden kendilerine neye mal olacağından habersizdir. Deneyim de bir
şeyler öğretmez. Tıbbi bakım hizmetini verenin kendilerine iyi bir hizmet
verildiğine dair sözüne güvenmek zorundadırlar. O aldıkları hizmeti satıcıya
iade edemezler, düzeltilmesini sağlayamazlar. Tıbbi hizmetler, birer mal gibi
reklâmı yapılan bir şey de değildir, üretici, başka ürünlerle kıyaslama
yapılmasını istemez. O hizmeti satın alan tüketici, tedavinin orta yerinde
fikrini değiştiremez. Hastalığı neyin meydana getirdiğini tarif etmek suretiyle
hizmet üreticisi, tüketicini seçme, gerektiğinde kimi zaman polis müdahalesiyle
tüketiciye zorla dayatılan bazı ürünleri pazarlama yetkisine sahip olur:
üreticiler, engellileri zorla bir yere hapsedebilirler, zihin engellileri
tımarhaneye kapatabilirler. Hatalı hekimlik pratiğiyle ilgili davalar sebebiyle
meslekten kişiler belirli konularda güçlerini yitirmiş olsalar da hastaların
gerekli bilgilerden beslenen tıbbi kanaatler üzerinden yeterli görülen tedaviye
devam etmeleri konusunda hastaları yönlendirebilirler.”[2]
Burada
mesele, salt kapitalist ilişkilere indirgenemez.
İnsanlar,
sürekli gündeme gelen ve her fırsatta çevrilen dümenleri görmezden geliyorlar.
Tıp alanında insanlar, sürekli aldatılıyor, sürekli hilelerle yüzleşiyorlar.
Tıp tarihçisi Roy Porter’ın tespitiyle, “tıbbın önemi, hastayı iyileştirme
becerisine dayanıyor. Bu, dün olduğu gibi bugün de geçerli bir durum.”[3] Solcular,
aldatıcı uygulamaları kabul ediyorlar, yan etkilerin üzerinin örtüldüğü
gerçeğini sıklıkla eleştiriyorlar (ki bu eleştiriye Kovid aşıları sonrası yasak
getirdiler) ama tıp biliminin merkezinde çevrilen dolabın kapsamı üzerine kafa
yormuyorlar. Oysa ilâç şirketleri araştırma-geliştirme işine değil de daha çok
halkı belirli ürünleri satın almaya yönlendirme işine daha çok para
harcıyorlar. Örneğin on büyük ilâç şirketinin dokuzu, 2013 yılında
araştırma-geliştirme alanına satış ve pazarlama alanına harcadığından daha az
para harcadı.[4]
Burada
mesele, sadece insanların reklâmlar aracılığıyla ikna edilmesi değil. Lopez’in
tespitiyle, “Bu şirketlerin yürüttüğü pazarlama faaliyetlerinin ana hedef
kitlesi, hekimler.”[5] Reçete hazırlama gibi bir yetkiye sahip olan sağlık
hizmeti sağlayıcılarına rüşvetler veriliyor. Alıcı-satıcı denkleminde önemli
bir yere sahip olan, güvenilir kabul edilen bu isimler, kişisel açıdan çok
etkililer.
Reklâmlar
da çocukça ele alınabilecek, eleştiriden muaf tutulabilecek bir şey değil.
Birçok önemli haber sitesi, bu reklâmları izleyicilerinin gözüne kulağına
sokuyor, bir yandan da o ürünler adına propaganda faaliyeti yürütüyor. Bu
anlamda gücün belirli ellerde yoğunlaşması meselesi, tekelci niteliği ve sahip
olduğu kapsam üzerinden değerlendirilmek zorunda.
2018’de
ABD’de kablolu yayında olan önemli haber kanalları açıktan bir tıbbi ürünün
satışını gerçekleştirdiler.[6] İlâcın sahibi, haber kanalları üzerinde belirli
bir nüfuza sahipti. İlâçla ilgili önyargıları dağıttı, bu konuda sansürü
devreye soktu.
Kimse,
bahsini ettiğimiz kompleksin hile ve aldatmalarının derinliği üzerinde
durmuyor. Alternatif tıp veya alternatif beslenme alanında dürüstçe çalışan
insanlara kara çalınıyor, ağır eleştiriler yöneltiliyor. Aşı şüphecileri,
alternatif sağlık pratikleri konusunda dolandırıcılık yapan vurguncular olarak
takdim ediliyorlar. Buna karşılık, suçları aşikâr olan, belirli şirketler için
çalışan büyük aşı üreticilerinin sütten çıkmış ak kaşık olduklarına inanılıyor.
Hatta bazıları, bu üreticilerin piyasanın ve düzenleyici kurumların
zorlamasıyla, o ürettikleri iyi ürünleri fahiş fiyata sattıklarını söylüyorlar.
Doğal
sağlık ve alternatif sağlık alanı, hileden, dolandırıcılıktan ve üçkâğıttan tabii
ki muaf değil. Ama meşru görülen, şirketlerin yönettiği ana akım tıp
bilimindekilerin yanında diğer alanlardaki hileler, dolandırıcılıklar ve
üçkâğıt, devede kulak kalır. Zira bu rekabetçi piyasa, en çok da kendisi için
kritik olan tüketici sınıfını hedef alıyor.
Bu
süreçte genel anlayışı terse çevirmek için yoğun ve etkili bir psikolojik
operasyon yürütüldü. Herkesin zihnine, Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi
için çalışan doymak bilmez ve oportünist bilim insanlarının ve hekimlerin yalan
söylemedikleri, ama alternatif tıp hizmetini dürüstçe sergileyenlerin
dolandırıcı olduğuna dair fikir zerkedildi. Kompleks için çalışan sağlıkçılar,
bilim insanları ve araştırmacılar, insanlığa âşık idealistler olarak resmedildi
ve piyasada yaşanan keşmekeşteki tüm günahları konusunda bağışlandılar.
Öte
yandan, söz konusu kompleksin karşısına alternatif çıkartan veya en basitinden
onu eleştiren bilim insanları, araştırmacılar ve sağlıkçılar, toplumsal ve
ekonomik risklerle yüzleştiler. Sıkıntıya düştüler, tıp alanında çalışmalarına
imkân veren izin ve ruhsatları yitirdiler, hükümetlerin ve şirketlerin
açtıkları davalarla uğraştılar, toplumdan dışlandılar, hatta Brandy Vaughan
örneğinde görüldüğü üzere, öldürüldüler. Bu kişiler, varoluşlarını ve geçim
kaynaklarını güvence altına alma konusunda mütevazı adımlar attıklarında bile,
şirketlerin uşaklarını savunan aynı kişiler, bu insanları “vurgunculuk yapan
üçkâğıtçılar” olarak yaftaladılar. Nedense aşı gibi yatırım yaptıkları alanlar
konusunda bu bilim sevdalılarını ikna etmek çok güç. Reklâm bütçelerinin boşa
harcanmadığını kabul etmek gerekiyor.
Tıbbi
Toplum
1975
tarihli Medical Nemesis [“Sağlığın Gaspı” Ayrıntı 1995], Ivan Illich, sanayileşmiş
tıbbın yozlaştırdığı batı toplumlarındaki çürümeyi güçlü bir dille
eleştiriyordu. Tespitine göre, sağlık hizmeti sistemi temelinde yeniden düzene
sokulan toplumda bir insanın sağlığının bakımı meselesi giderek daha da
güçleşiyordu. Mal ve hizmetler, özgürlük alanlarını darmadağın ediyor.”[7]
Illich, açığa çıkan bu güçlü eğilimin sebebinin burjuva dönemine damga vuran
atomizasyon ve şeyleşmede olduğunu düşünüyor:
“Antik dönemde hastalık
için bir ölçüt yoktu. Galileo’nun çağdaşları, hastalığı ilk kez ölçmeye
çalışmış, ama pek başarılı olamamışlardı. Galen, idrarın doğrudan ana toplardamardan
salgılandığını ve bileşiminin doğrudan kanının yapısını gösterdiğini
öğrettiğinden beri doktorlar, idrarı tattılar, kokladılar, güneş ya da ay
ışığına tutup incelediler. On altıncı yüzyıldan sonra simyacılar, özgül
ağırlığı oldukça hassas bir şekilde ölçmeyi öğrendiler ve yöntemlerini
hastaların idrarına uyguladılar. İdrarın özgül ağırlığındaki değişimlere bir
sürü ayrı ve farklı anlamlar yüklendi. Bu ilk ölçümle doktorlar, yapmayı
öğrendikleri her yeni ölçümden teşhis ve tedaviyle ilgili anlamlar çıkarmaya
başladılar.
Fiziksel ölçümlerin
kullanılması, hastalıkların gerçekten var olduğuna ve gerek doktorun gerek
hastanın algılamasından ontolojik olarak bağımsız olduğuna inanılmasıyla
birlikte ortaya çıktı. İstatistiğin kullanımı, bu inanca bir destek sundu.
İstatistik, hastalıkların evrende var olduğunu ve insanlara musallat
olabileceğini ya da bulaşabileceğini ‘gösterdi’.”[8]
1721’de
ABD’de yapılan, 1722’de Londra’da yayımlanan, istatistiğin ilk kez kullanıldığı
klinik deneyler, çiçek hastalığının Massachusetts’i tehdit ettiğini, aşılanan
insanların bu hastalığın saldırısından korunduğunu ortaya koyan kesin veriler
sağladı. Bu araştırma, Dr. Cotton Mather tarafından yapılmıştı ve kendisi, “insanları
çiçek hastalığına karşı koruma konusundaki gayretlerinden çok Salem Salem cadı
duruşmaları sırasındaki engizisyoncu öfkesiyle ünlenmişti.”[9]
Mather’in
çiçek hastalığı ile mücadelede karantina ve aşı yöntemine başvuran kampanyası
Boston halkının direnişiyle karşılandı. Mather’in evine el bombası attılar.[10]
Aşıcılar,
ata olarak kabul ettiği Mather’i yere göğe sığdıramıyorlar. Ama onun Salem cadı
davalarına katıldığı, cadıların var olduğu fikrini büyük bir şevkle savunduğu
gerçeğini pek anımsamak istemiyorlar. Silvia Federici, Caliban ve Cadı
isimli çalışmasında cadı avı ile bilimsel devrimin baskı politikaları
karşısında huzursuz olan köylülüğün proleterleştirilmesi ve boyun eğdirilmesi
için verilen genel mücadelede nasıl birlikte devreye sokulduğunu ortaya
koyuyor:
“Mekanik Felsefe’de,
bedenin tabiiyetini pekiştirmekle kalmayan, aynı zamanda ondan en üst düzeyde
toplumsal fayda elde etmeyi amaçlayan, bedenin yetilerini rasyonelleştirmek için
hesaplayan, sınıflandıran, ayrımlar yapan ve bedeni alçaltan yeni bir burjuva
ruhu görürüz […]
Elbette ne Hobbes ne de
Descartes, ekonomik meselelerden çokça bahsetmişti. Onların felsefelerinde
İngiliz ya da Hollandalı tüccarların gündelik kaygılarını okumaya çalışmak
anlamsız olur. Ama gene de onların insan doğası üzerine ortaya attıkları spekülasyonların
yükselmekte olan kapitalist iş bilimine katkıları görmezden gelinemez. Bedeni
herhangi bir içsel teleolojiden, ona hem Doğal Büyü hem de zamanın yaygın batıl
inançlarının atfettiği ‘esrarengiz erdemler’den yoksun, mekanik bir madde olarak
ele alanlar, aslında onu gittikçe daha standart ve öngörülebilir davranış biçimlerine
dayalı hâle gelen bir iş sürecine tabi kılabilme imkânını kavramaya
çalışıyorlardı.
Bir kez aygıtları yapısökümüne
uğratılıp kendisi de bir araca indirgendiğinde beden, güçlerinin ve imkânlarının
sonsuz bir manipülasyonuna açık hâle gelecekti. Böylece hayal gücünün kusurları
ve sınırları, alışkanlığın erdemleri, korkunun ne şekilde kullanılabileceği, belli
başlı tutkulardan nasıl kaçınılacağı, bunların nasıl bastırılacağı ve bunlardan
nasıl daha rasyonel olarak faydalanılabileceği araştırılabilirdi. Bu anlamda,
Mekanik Felsefe, hâkim sınıfın doğal dünya, özellikle de bunun ilk ve en elzem adımı
olarak insan doğası üzerindeki kontrolünü artırmasına katkıda bulunmuştu.
Nasdki, ‘Büyük [bir] Makine’ye indirgenen doğa fethedilebilir ve (Bacon’ın
deyişiyle) onun ‘her bir sırrına nüfuz edilebilirse’, aynı şekilde beden de
esrarengiz güçlerinden arındırılıp artık davranışlarının hesaplanabildiği, düzenlenebildiği,
teknik olarak ele alınıp güç ilişkileriyle kuşatılabildiği “bir tabiiyet
sistemi içine kıstırılabilirdi.”[11]
Şu
husus üzerinde durulmalı: mekanikçi ve atomcu dünya modelleri, yeni ve gerçek
bir dizi görüş ortaya koydu, doğa ve insanın daha etkili ve verimli bir biçimde
kullanılmasının yolunu açtı. Ama sonra bu görüşler, bilimsel gelişmeyi
durdurdu. Bu bağlamda, burjuvazinin toplumsal, politik ve ekonomik hâkimiyet
için verdiği mücadelenin tarihini anlamadan, bu türden görüşlerin ortaya
çıkışını ve yaşamasını tam anlamıyla kavrayamayız.
Illich,
1800’lerin ortaları gibi geç bir tarihte bile, Galen’den yapılan şu alıntıya
onay veren ifadelere rastlanıyordu: “Sağlık ve hastalık konusunda bir hükme
varırken ağırlık, form veya hesaplamalar gibi konulardan yararlanamazsınız. Tıp
denilen alanda hekimlerin duyguları dışında kesinlik arz eden bir şey
yoktur.”[12] Robert Koch’un Lewontin’in ifadesiyle[13], sağlık ve esenliğe dair
genel ölçümler dâhilinde tespit edilebilecek herhangi bir tesire yol açmamış
olan şu ünlü Mikrop Teorisi, yüzyılın sonuna doğru yaşanan köklü ve ani
değişime damgasını vurdu. Illich, bu dönüşümün izlerini sürdüğü çalışmasında
şunları söylüyor:
“Doktorların ilgisi
hastadan hastalığa doğru kaydıkça, hastaneler birer hastalık müzesine dönüştüler.
[…] Hastanelerin, ‘vakaların’ inceleneceği ve karşılaştırılacağı bilimsel
kurumlar olduğu düşüncesi, on sekizinci yüzyılın sonuna doğru gelişti. […]
Hastalıkla ilgili klinik yaklaşımı, yatak başucunda hastalıklar hakkında
konuşulan yeni bir dilin doğuşuna yol açtı. Öte yandan, öğrencilere
sergilenecek biçimde yeniden düzenlenmiş ve hastalıklara göre bölümlere
ayrılmış hastaneler de bu olgunun bir sonucu olarak ortaya çıktılar. […] On
dokuzuncu yüzyıl boyunca patoloji, çoğunlukla anatomik anomalilerin bir
sınıflaması olarak kaldı. Hastalık gibi sağlık da klinik belirtilerin yokluğu
olarak klinik statüsü kazandı ve normalliğin klinik standartları refah ve
mutlulukla birleşti.”[14]
Ancak
1975’te Illich şunları söylüyordu:
“Yükselişiyle düşüşü
arasında bir buçuk yüzyıldan daha fazla bir zaman geçmemiş olan hastane tıbbı
sona ermektedir. Klinik ölçümlerin tümü topluma yayılmıştır. Toplum bir klinik,
tüm yurttaşlar da kan basınçları sürekli gözlenen ve normal sınırlar ‘içine’
düşecek şekilde ayarlanan hastalar hâline gelmiştir. Hastaneleri her yönden
kuşatan insan gücü, para, erişim ve kontrolle ilgili derinleşmiş sorunlar, hastalık
kavramında yeni bir krizin belirtileri olarak yorumlanabilir. Bu, gerçek bir
krizdir, çünkü varolan hastaneleri demode kılacak, birbiriyle çelişen iki
çözümü de kabul etmektedir.”[15]
Her
türden insanı boğan kötülük gibi şirketlerin elindeki Batı tıbbı da tıbbın
konusu olmayan her türden varoluş hâlini yasaklayan, dışlayan, hatta
kriminalize eden testler, ölçüm yöntemleri, tedbirler ve başka türden teşhis
araçları geliştirdi. Bu sürece sadece gayet iyi beslenen, belirli fikirlerin
telkin edildiği sağlık profesyonelleri değil, ayrıca sigorta şirketleri,
siyasetçiler, sosyal hizmet uzmanları, eğitim kurumları ve yargı mensupları da
katkıda bulundu. Modern kapitalizm, bu süreci kadınlara, çocuklara, baskı gören
ırksal ve cinsel azınlıklara etki eden toplumsal kontrolle ilgili başka türden
teknolojilerle birlikte işletti. Ina May Gaskin ve Jennifer Margulis’in[16] dile getirdiği biçimiyle, Batılı kapitalist
toplumlarda doğum süreci şirketlerin elindeki tıp eliyle kadın ve çocukları
için zalimane, akıl dışı, insanlık dışı, ve travmatize edici bir çileye
dönüştürüldü. Illich’in gözlemiyle:
“Gelişmiş bir sanayi
toplumu, insanı hasta eder, çünkü insanları kendi çevreleriyle başa çıkabilme
meziyetlerinden alıkoyar, koparttığı ilişkilerin yerine klinikte veya tedavi
sürecinde imal edilmiş bir protez yerleştirir. Eğer tıp, insanların biyolojik
bozukluklarının onlara dayattığı ya da kendi kendilerine dayattıkları yaşam
biçiminin bir sonucu değil de kendi sağlık durumlarının yarattığı hatalı bir
sonuç olduğunu açıklamasaydı, insanlar böyle bir ortama karşı isyan ederlerdi.”[17]
Bu
noktada bu eleştiriyle “toplum, hasta veya engellileri tedavi ettiği için
kendisini zayıflatıyor” diyen sosyal Darwinci anlayış arasındaki farkı
vurgulamak gerekiyor. Burada “insanlar, tedavi edilmemeli veya bakım hizmeti
almamalı” denmiyor, “varolan toplumsal düzenlemeler, alınan tedavi ve bakım
hizmeti yetersizdir, üstelik bunlar çoğunlukla olumsuz sonuçlara yol açarlar,
insanlara daha iyi bakılmalı” deniliyor. İnsanlara azami düzeyde bilgi
verilmeli, gerekli haklar bahşedilmeli. Buna karşılık, bizdeki tedavi
yöntemleri ve süreçlerinde insanların yetki ve hakları ellerinden alınıyor, hep
birlikte insanlara zarar vermeye odaklanmış bir sağlık aygıtına teslim ediliyorlar.
Esasında bugün modern tıbbi bakım hizmetleri, ön tıbbi müdahalelerin doğrudan
veya dolaylı olarak sebep olduğu hastalıkları iyileştirmek adına faaliyet
yürütüyor.
Illich,
çalışmasında 1973’te emekli olmuş, ABD Sağlık, Eğitim ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın
üst düzey yöneticisinin bir sözünü aktarıyor: “Bakanlığın aktardığı fonların
yüzde sekseni sağlığa hiçbir somut fayda sağlamadı, bu paranın büyük bir kısmı,
hekim kaynaklı zararların telafi edilmesi için harcandı.”[18] Illich, devamında
şu tespiti yapıyor:
“Tıbbi etkinlik, sıradan
bir dille anlatıldığında, en etkili teşhis ve tedavinin, tıp dışından herhangi
bir kişinin düşünüp oluşturabileceğinden daha öteye gitmediği ortaya çıkar.
Yararının zararından daha çok olduğu gösterilebilen teşhis ve tedavi
müdahalelerinin büyük çoğunluğu, aslına bakılırsa, iki özellik taşır: bunlar
için gerekli materyal, aşırı derece ucuzdur ve bunlar, ambalajlanıp aile
üyelerinin kendi kendilerine kullanımı için tasarlanabilir. Örneğin, Kanada’nın
tıp kurumlarında sağlığa önemli katkılarda bulunan şeyler öylesine ucuzdur ki
aynı kaynaklar, Hindistan’ın tüm nüfusu için kolaylıkla sağlanabilir. Hâlbuki,
orada modern tıp adına bir sürü para heba edilmektedir. En yaygın kullanılan
teşhis ve tedavi işlemleri için gereken ustalık öyle basittir ki ilgilenen
kişilerin tavsiyeleri dikkatli uygulaması, bunların, belki de tıp pratiğinin
yapabileceğinden daha yararlı ve sorumlu kullanımını sağlayabilir. Geriye
kalanların çoğu, profesyonel olmayan ‘çıplak ayaklı’ amatörler tarafından, profesyonel
hekimlerden, psikiyatristlerden, diş hekimlerinden, ebelerden,
fizyoterapistlerden veya göz doktorlarından daha derin bir ilgi ve daha etkili
bir biçimde uygulanabilir.”[19]
Burada
Illich, çubuğu bir miktar fazla büküyor. Karmaşık nitelik arz eden tıbbi
hizmetlerin sunulması, hem istenilen hem de faydalı olacak bir öneri, ama
faydalı olabilmesi için ilgili karmaşık yapının şeffaflıktan veya demokratik
halk kontrolü ilkesinden taviz vermeyen bir toplumsal düzenlemeye ihtiyaç var.
Bu seçeneği dördüncü bölümde ele alacağız.
Illich’in
sunumunda aşırı solcu bir dil konuşuyor. Bu dil, kendi kendisini idame ettiren
kültürel faaliyetleri ana fail olarak görüyor, onları sınıf mücadelesi temelli
materyalist değerlendirme dâhilinde belirli bir bağlama oturtmuyor. Bu, Fukocu
fikriyatın ana özelliği. Bu fikir, kendilerine dayatılan suç ortaklığı
konusunda kitleleri suçluyor.
Korona
tedbirlerine karşı geliştirilen tepkiler dâhilinde açığa çıkan harekette insana
düşman olan bir bakış açısı gelişti. Küçük burjuva muhaliflerin ve
eleştirmenlerin benimsediği bu bakış açısı, egemen sınıfı akladı, kitleleri
suçladı. Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi’nin gücünü ve nüfuzunu
görmezden geliyor. Egemen sınıfın kendi çıkarları peşinde koştuğu gerçeğine
bakmıyor.
Tıbbi
Nihilizmin Temeli Yoğunlaşma, Kartelleşme ve Yozlaşma mı?
Hile,
yolsuzluk ve aldatma pratiği, kompleksin sadece piyasayla ilişkili yüzünde
kural hâline gelmiş değil. Kartellerden oluşan ağ, sadece piyasayı değil, o
piyasayı düzenleme görevi bulunan mekanizmaları da kontrol ediyor.
Bu
kontrol öyle bir düzeye erişti ki kompleksin içinde ya da yanında duran burjuva
akademisyenler, araştırmacılar, bilim insanları ve doktorlar bile modern tıbbi
araştırmaların güvenirliğini sorgulamaya başladılar.
2018
tarihli çalışması Medical Nihilism’de [“Tıbbi Nihilizm”] Jacob Stegenga,
tıp bilimindeki çürümenin ulaştığı derinliğin ve genişliğin, bunun yanında, onu
düzeltecek mekanizmaların olmayışının ne anlama geldiğini ortaya koyuyor:
“Etkili tıbbi
müdahalelerin sayısı, insanların sandığından daha az. ‘Tıbbi müdahalelere pek
güvenmemeliyiz’ diyenlerin sayısı ise giderek artıyor.”[20]
Stegenga’nın
argümanlarını ileride derinlemesine ele alacağız. Burada sadece tıbbi
müdahalelere şüpheyle yaklaşanlara dair incelemesinden uzun bir alıntı
aktarmakla yetineceğiz:
“Hekimlerin,
epidemiyologların ve bilim haberleri kaleme alan gazetecilerin tıbbi nihilizmi
besleyen çokça çalışma ortaya koyduğunu görmek gerekiyor. Marcia Angell’ın 2004
tarihli The Truth About Drug Companies [İlâç Şirketleriyle İlgili
Gerçekler”], Moynihan ve Cassels’ın 2005 tarihli Selling Sickness
[“Hastalığı Satmak”], Carl Elliott’ın 2010 tarihli White Coat, Black Hat [“Beyaz
Palto Siyah Şapka”], Ben Goldacer’ın 2012 tarihli Bad Pharma [“Kötü
İlâç”] ve Peter Gøtzsche’nin 2013 tarihli Deadly Medicines and Organized
Crime [“Öldürücü İlâçlar ve Örgütlü Suç”] isimli kitapları bu türden
çalışmalardan. Bunlara John Ioannidis, Lisa Bero, Peter Jüni ve Jan
Vandebroucke’nin makalelerini de ekleyebiliriz.
Bunlar, kafayı kırmış,
meseleye yabancı olan isimler değiller. Dünyanın en önemli ve en saygın
hekimleri ve epidemiyologları. Örneğin üst düzey tıp dergilerinden birinin eski
yayın yönetmeninin iddiasına göre, ‘son yıllarda piyasaya çok az sayıda
gerçekten önemli olan ilâç sürülürken, yeni çıkan ilâçların ekseriyetinin
faydalı olacağı şüpheli.’ (Angell 2004).
Epidemiyolog John
Ioannidis de tavrını daha başlığında ortaya koyan, ‘Yayınlanmış Birçok
Araştırmanın Ortaya Koyduğu Bulgular Neden Yanlış’ (2005) isimli bir makaleyle
bu tartışmalara katkıda bulundu.
Diğer bir önemli tıp dergisinin
şu anki yayın yönetmeni ise benzer bir tespiti günümüzün tıp bilimi için dile
getiriyor: ‘Örnek boyutu ufak olan, küçük etkilere yol açan, keşif amaçlı
analiz konusunda yetersiz olan, çıkar çatışmasıyla malul, önemli olmayan, ama
moda olan akımlara göre hareket etme konusunda takıntısı bulunan bilim, yoldan
çıktı ve bodoslama karanlığa doğru koşuyor.” (Horton, “Offline” 2015).[21]
Peki
bu şüpheciliğin ana sebebi nedir?
Öncelikle
düzenleme kurumlarındaki yozlaşmayı ele almak lazım. Amerikan Tabipler
Birliği Dergisi’nin (JAMA) 2006’da yaptığı bir çalışmaya göre, ülkede faal
olan Gıda ve İlâç Dairesi’nde yapılan toplantıların yüzde 73’ünde danışma
kurulunda yer alan en az bir üyenin çalışmalarında çıkar çatışması mevcut.
Üstelik bu isimler, oylara tesir ediyorlar. Çıkar çatışmalı çalışmalar kaleme
almış isimler oylama dışında tutulduğunda, tartışılan ürüne verilen destek
nedense azalıyor. Bu gerçeğe rağmen kurul üyeleri içerisinde çıkar çatışmalı
çalışmaları bulunan, yani şirketlerle tecimsel ilişkiler içine girmiş olan
kişilerin dışarıda tutulduğu değerlendirme toplantısı oranı yüzde bir.[22] Burada
mesele, tek tek bireylerin çıkarları da değil.
1992’de
çıkan Reçeteli İlâç Kullanıcılarından Alınacak Ücret İçin Kanun gibi kanunlar
sayesinde işi ilâç sektörünü düzene sokmak olan hükümet kurumları, bu
şirketlere ve onların sağladığı fonlara bağımlı hâle getirildiler. Böylelikle
kurumsal açıdan tüm Gıda ve İlâç İdaresi, işlemez hâle geldi. Düzenlemelere tabi
olan şirketler daha fazla kâr elde ettikçe, düzenleyici kurumlar da daha fazla
para kazandılar.[23] Bugün Gıda ve İlâç İdaresi’nin toplam bütçesinin yüzde
45’ini ilâç endüstrisi karşılıyor.[24] Ayrıca bu kurum, ilâç sektörünün
yürüttüğü çalışmalara bağımlı durumda. Tek işi, kendisine sunulan bilgileri
değerlendirmek. Kurum, kendi çalışmalarını yürütecek, kendisine teslim edilen
çalışmaları yineleyecek veya en azından taklit edecek personele de beceriye de
sahip değil.
1986’da
Reagan Ulusal Çocuk Aşıları Kaynaklı Yaralanmalar Kanunu’nu yürürlüğe koydu. Bu
kanun, benim önceki emperyalizmle ilgili makalemle bağlantılı çok şey söylüyor,
aynı zamanda bu makaleyi de besleyecek veriler sunuyor.[25]
Yetmişlerde
halktaki ensefalopati (dejeneratif beyin hastalığı) ile ilgili endişeler, DPT
aşısının gönüllü olarak olunması ile azaldı, ama sonrasında aşıyla bağlantılı
açılan dava sayısı arttı. 1985 yılında aşı üreticileri, mali sorumluluk
sigortası için mücadele yürüttüler. Bu sebeple sürece kongre müdahale etti,
üreticilerin tüm sorumluluklarını kaldırdı ve bu sorumlulukları hükümetin, yani
halkın sırtına yükledi.[26] Bu adımın neticesinde sağlık bakanlığı,
mahkemelerde aşının hasara ve zarara yol açtığı konusunda ortaya atılan her
türden iddiaya karşı kendi onayladığı aşıları savunmak ve aşılar aleyhine
kullanılabilecek her türden bilgiyi ortadan kaldırmak, bu bilgi için harcanacak
paralara, yapılacak yayınlara mani olmak zorunda kaldı.
Engelbrecht
ve arkadaşlarının çalışmalarında dile getirildiği biçimiyle, Tom Insel isminde
sağlık bakanlığından üst düzey bir yetkili, aşı ile otizm arasındaki bağı
inceleyen 16 milyon çalışmayı çöpe atmaya karar verdi. Zira bu çalışmaların aşı
ile ilgili olarak açılmış davaların görüldüğü mahkemelerde bakanlık aleyhine
kullanılma ihtimali mevcuttu.[27]
Sorumlulukların
halkın sırtına yüklenmesi ve o halka ait olduğu söylenen düzenleme kurumunun
aşıların yol açtığı hastalıkları ifşa etmemesi sayesinde bazı ürünler,
tekellerin üretmediği ürünleri piyasadan kovma imkânı buldu. 1986’da ABD’de beş
aşı 12 kez vurulurken, bugün 13 ayrı aşı 54 kez vuruluyor. Bu sayede aşılara eskiden
bir milyar dolar giderken, bugün harcanan para 50 milyar dolar.[28]
Robert
F. Kennedy Jr.’ın tespit ettiği biçimiyle:
“Aşılarda imalatçılar
sorumlu tutulmadığı, piyasadaki aşıların 76 milyon çocuğa vurulmasının zorunlu olduğu
koşullarda, şirketleri güvende tutmak için çeşitli teşvikler sunuldu. […]
Önerilen aşıları yapan dört şirket de suçlu. Bu şirketler, 2009’dan beri düzenleme
kurumlarını kandırdıkları, hükümet yetkililerine ve hekimlere yalan söyledikleri,
onlara rüşvet verdikleri, bilimi tahrif ettikleri, tehlikeli olduklarını
bildikleri, güvenli ve verimli oldukları iddiası ile sattıkları ürünler
üzerinden insanlara zarar verdikleri veya ölüme sebep oldukları gerekçesiyle
toplamda 35 milyar doların üzerinde bir ceza ödediler.”[29]
Sağlık
bakanlığı çalışanları, her yıl telif ücretleri üzerinden 150.000 dolar
topluyorlar. Örneğin önemli bürokratlar, Merck’e ait HPV aşısının her bir satışından
para alıyorlar.[30] Robert F. Kennedy Jr. şunları söylüyor:
“Gıda ve İlâç İdaresi’nin yıllık
bütçesinin yüzde 45’ini ilâç şirketlerinden gelen para oluşturuyor. Dünya
Sağlık Örgütü’nün bütçesinin yarısı, ilâç şirketleri ve onlara bağlı vakıflar
türünden özel kaynaklar üzerinden teşkil ediliyor. Hastalık Kontrol ve Önleme
Merkezleri aslında bir aşı şirketi. 56 aşının patenti bu kurumda. Her yıl Çocuk
Aşıları programı üzerinden 4,6 milyar dolarlık aşı satın alıp dağıtıyor. Bu rakam,
kurumun toplam bütçesinin yüzde 40’ını aşıyor.[31]
Dünya
Sağlık Örgütü’nün bütçesinin yüzde 10’unu tek başına Bill ve Melinde Gates
Vakfı karşılıyor. Örgütün birinci en büyük bağışçısı ABD, ikincisi bu vakıf.[32]
Düzenleme
kurumlarına güvenebiliyor olsaydık, en azından bilimin kendi iç mekanizmalarına
ve birlik ruhuna bel bağlayabileceğimizi söyleyebilirdik. Ama böyle bir durum söz
konusu değil.
Nature
dergisinde yayımlanan, bilim insanlarıyla ilgili 2005 tarihli bir incelemenin
tespitine göre, ankete katılan bilim insanlarının büyük bir kısmı, aldatıcı
faaliyetlerden uzak duramadığını, amaçlarına uygun düşmeyen verileri çöpe
atabileceklerini söylüyor.[33]
Bu
noktada hatırlamak gerekiyor: Nazi partisi, en çok da doktorları ve bilim
insanlarını örgütlemişti. Bu insanlar, o dönemde kapitalist dünyada “bilim
sahasının uzlaştığı ve sahaya hâkim olan sahte öjeni bilimi üzerinden
uygulamalara imza attılar.”
“Bilimin
İki Yüzü” isimli dersinde Richard Levins şu tespiti yapıyor:
“Bilimin sahipleri
açısından temel stratejik sorun, onların aydınlanma kaynaklı şüphecilik ve putkırıcı
faaliyetlerden arındırılmış inovasyon pratiğine ihtiyaç duyuyor olmaları.”[35]
Bu
anlamda bilimin sahipleri, burjuva devriminin kültür değil, bilim alanında
yapılmasını istiyorlar.[36] Bunun için de şu türden bir yola tevessül ediyorlar:
“Öğrenciler kimi sahalara
yönlendiriliyorlar, eğitim aşamasını hızla atlamaya zorlanıyorlar, yeterince
borçlu kılınarak uslandırılıyorlar, sonra da bilginin sahasının genişletileceğini
söylüyorlar. Bugün okullardaki birçok biyoloji bölümü küçük organizma
türlerinin biyolojisiyle ilgileniyor. Bir yağmur ormanında yürümemiş, denize dalıp
bir mercan kayalığını incelememiş, ormanda bir gün boyunca kalıp kızılağaçların
büyümesini izlememiş öğrencilere biyoloji diploması veriliyor.”[37]
Engelbrecht
vd. çalışmalarında benzer bir tespiti dile getiriyor:
“Birçok doktor, moleküler
biyoloji için önemli olan kavramları anlayabilecek düzeyde değil. […] Bu
doktorlara ‘retrovirüslerin özelliklerini tanımlayın’ deseniz, muhtemelen omuz
silkip cevap veremeyeceklerini söyleyecek ya da üstü kapalı, şifrelerle yüklü
bir cevap vereceklerdir.”[38]
Bu
ise bizi bilimsel ilerlemenin merkezinde duran yapısal çelişkiyle karşı karşıya
bırakıyor: mevcut bilimsel bilgi yekûnu büyüdükçe yeni bilimi üretmek isteyip
de bağımsız doğrulama çabalarından ziyade dolaylı yollara, ikincil hatta
üçüncül yollara başvuran kişilerin sayısı da artıyor. Yani insanlar, sırtlarını
yaslamak zorunda oldukları deneyleri veya incelemeleri yapıp doğrulayamıyorlar,
hatta bu türden incelemeleri sorgulayacak aracı kurumu (düzenleme veya uzman
kurulunu, dergiyi, üniversiteyi vs.) bile inceleyemiyorlar. İyice daraltılmış uzmanlaşma
sürecinin dayattığı sınırlar dâhilinde ilerlemek isteyen insanlar, başka
alanlarda ortaya atılan sayısız iddiayı değerlendirme veya doğrulama imkânı
bulamıyorlar.
Modern
tıp bilimini cansiperane savunan, ama bugün bir şekilde zarar gören insanlar,
hayal kırıklıklarını dile getiriyorlar. Burada mesele, inanç değil, tek tek bilim
insanlarının ahlakı! Akran değerlendirmeleri diye bir şey var sonuçta! Oysa bu
kurum, bahsini ettiğimiz kompleksin ürettiği efsanenin en önemli dayanak noktası.
Peki bu mekanizma nasıl etkili oluyor? Yolsuzluk ve hile konusunda bir işe
yarıyor mu?
Önemli
ve itibarlı bilim dergilerinden İngiliz Tıp Dergisi’nin eski yayın
yönetmeninin tespitine göre, “akran değerlendirmesi süreci, yavaş işleyen,
pahalı olan, akademide insanların zamanlarını çalan, önyargılara meyilli,
kolaylıkla suiistimal edilebilen, büyük kusurları tespit etme konusunda
yetersiz kalan, hile ve dolandırıcılık pratiklerinin tespitinde hiçbir işe
yaramayan bir süreç.”[39]
1991’de
aynı yayın yönetmeni, dünya genelinde 30.000 civarında biyotıp dergisi
olduğunu, bu sayının on yedinci yüzyıldan bugüne yılda yüzde 7 oranında düzenli
olarak arttığını söylüyor. [Buna karşılık, somut bilimsel kanıtlarla
desteklenen tıbbi müdahalelerin oranı, sadece yüzde 15.] Bunun bir sebebi tıp
dergilerinde çıkan makalelerinin sadece yüzde 1’inin bilimsel açıdan sağlam
olması, bir sebebi de birçok tedavinin hiç değerlendirmeye tabi tutulmamış
olması.[40]
Engelbrecht
ve arkadaşlarının tespitine göre, Horace Judson’ın 2004 tarihli The Great
Betrayal: Fraud in Science [“Büyük İhanet: Bilimde Dolandırıcılık”] isimli
çalışmasında aktarılan dolandırıcılık vakalarının teki bile makale
değerlendirme sistemi üzerinden tespit edilmemiş.[41] Zira akran
değerlendirmesi denilen süreç de Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi
genelinde yaygın olan, bilim sahasını çürüten, yozlaştıran güçlere tabi. Onun
dışında ve üzerinde değil. Değerlendirmeleri yapanlar, nihayetinde aynı yolun
yolcusu olan bilim insanları.
Bu
çürümenin bir tezahürü de New England Tıp Dergisi’nin aldığı karar. Bu karar
uyarınca dergi, akran değerlendirmesi yapan kişilere derginin bizatihi açıktan
savunduğu ürünleri üreten şirketler de dâhil ilâç şirketlerinden yılda 10.000
dolar para alsalar bile değerlendirme yapmaya devam etme imkânı sundu. Peki bu
şüpheli politika değişikliğinin ana gerekçesi neydi? Dergi bu değişikliği, ilâç
endüstrisiyle mali açıdan bağ kurmamış uzman bulamadıkları için yaptıklarını
dile getirdi.[42]
Bu
cevaba ne denebilir ki.
Engelbrecht
ve arkadaşları, ayrıca akran değerlendirmesinde değerlendirmeyi yapanların
isimlerinin gizlenmesinin de sorunlu olduğunu söylüyorlar. Değerlendirmeyi yapan
kişi, incelediği makalenin yayımlanmasına mani olabiliyor, onu hemen sumen altı
edebiliyor.
Akran
değerlendirmesi, yayımlanmış araştırmaların üzerinde duran az çok tarafsız bir
kurul ve önyargılardan arınmış bir hakem üzerinden yapılmıyor, zaten belirli
önyargılarla tanımlı olan yayımlanmış araştırmalar ele alınıyor. Bu noktada
bugün yapılan tıbbi ve bilimsel araştırmaların kamu yararı için çalışan,
demokratik bir işleyişe sahip, hesap veren kurumlarca değil, özel şirketlerin
kârı ve kontrolü adına gizli tutulan bir dizi güç eliyle yapıldığı gerçeğini
hatırda tutmak gerekiyor. Çalışmalar, istenilen sonuca ulaşmak adına
çarptırılabiliyor. Bu sonuca ulaşıldığı vakit o sonucu teyit etmek adına
çalışmayı yineleyecek herhangi bir adım atılmıyor. İstenilen sonuçlara
ulaştıysanız mevzuyu neden daha yakından inceleyesiniz ki!
John
Ioannidas, 2005 tarihli o ünlü makalesinde bu gerçeği ortaya koyuyor ve şu
soruyu soruyor: “Yayımlanmış birçok araştırmanın ortaya koyduğu bulgular neden
yanlış?” Yazar devamında şu hususu tespit ediyor:
“Yayımlanmış birçok
araştırma bilimsel kanıt ölçütlerini karşılamıyor. Birçok bilimsel araştırmanın
yeniden üretilmesi, tekrar yapılması zor, hatta imkânsız bir iş. […] Bilim
sahasında finansal çıkarlar türünden çıkarların ve önyargıların ağırlığı
arttıkça, araştırma bulgularının doğru olma ihtimali de o ölçüde azalıyor.”[43]
Modern
dönemde araştırmalarla alakalı en önemli gerçek, bunların büyük bir çoğunluğunun
yayımlanmamış olmasıdır. Parayı verenlerin istediği sonuçların dışında
sonuçlara ulaşan bir çalışma, gün yüzü görmüyor. Bunun ana sebebi, piyasaya şu
veya bu şekilde çıkmayı bilmiş bir ürünün verdiği zararın veya işe yaramazlığının
halk tarafından bilinmesinin istenmemesidir. Bir şirket, bir ürünü piyasaya
sunmayı planlamıyor olsa bile, ürünün kusurlarını ortaya koyan verilerin
yayımlanmaması için elinden geleni yapıyor, çünkü verileri yayımladığında potansiyel
rakiplerini aynı deneyleri yapma yükünden kurtaracak, kıymetli zamanını ve
kaynaklarını harcamaktan alıkoyacak. Bu, özel şirketlerin kâr hırsıyla yürüttükleri
araştırmaların da gizli askeriye ve istihbarat kaynaklı bilimsel araştırmaların
da neden verimsiz ve işleviz olduğunun bir kanıtı aslında.
Bu
aleni verimsizliği dışında bilimsel araştırmalar, önemli sonuçlara da yol
açıyorlar. Tıbbi Nihilizm isimli kitabında Jacob Stegenga’nın da dile
getirdiği biçimiyle, yayımlanmış her çalışma, görmediğimiz, göremediğimiz, yayımlanmamış
devasa araştırmalar yekûnu içerisinden seçilmiş, küçük, gözle görünür, temsil
yeteneği olmayan bir örnekleme sahip. Ayrıca yayımlanmış bir araştırma da iki
açıdan taraflı olabiliyor: Verimli olduğu söylenen, zarar düzeyi asgari düzeyde
olduğu iddia edilen bir araştırma, incelenen kârlı bir ürün veya hizmetle
ilgili olabiliyor. Yayımlanmamış araştırmaların önemli bir kısmı ise etkisiz
ve/veya tehlikeli araştırmalardan oluşuyor. Bu tür durumlar, en çok da etki
büyüklüklerinin aşırı ölçüde ufak olduğu tıp ve ilâç sahasında karşımıza
çıkıyor.
Stegenga’nın
tespitiyle, tıbbi ürünleri değerlendirme araçları ihtiyaca göre şekillendirilebilen
şeyler. Bilinçli ve bilinçsiz önyargılar, hikâye kurgulamadan gözlem temelli
incelemeye, oradan meta analize dek uzanan tüm hiyerarşik yapı dâhilinde ortaya
konulan bu şekillendirme çabalarında önemli bir rol oynuyorlar. Dolayısıyla,
bugün yapılan bilimsel araştırmalara şüpheyle yaklaşmak gerekiyor.
Tıp
biliminin bugün mugalata ve safsata temelli işlediği söylenmeli. Bu gerçekten
habersiz olanlara kısa bir açıklama sunmakta fayda var. Bu noktada hastalık
testi denilen, herkesin bildiği bir örnekten bahsedilebilir. Diyelim ki yapılan
bir testin ortaya koyduğu pozitif sonuçların yüzde 5’i yanlış, negatif
sonuçların oranı sıfır olsun. Sonra bu testin yüzde 40’ı ilgili hastalık
üzerinden hastalanmış olan 1000 kişiye uygulandığını varsayalım. Beklenebileceği
üzere, ortaya 430 pozitif, 570 negatif sonuç çıkacak. Tüm negatif sonuçlar
gerçekten de negatiftir. Pozitif sonuçların 400’ü doğru, 30’u yanlıştır. Böylesi
bir test, birçok amaç kapsamında hiç de kötü bir test değildir. Bir kişinin testi
pozitif çıkmışsa doğru pozitif sonuçla ilgili güven oranı yüzde 93 olacaktır. Şimdi
aynı testi o bin kişilik toplam içerisinde sadece 20 kişiye, yani yüzde 2’lik bir
kısma yapıldığını varsayalım. Bu noktada pozitif test sayısı 69, negatif test
sayısı 931 olacaktır. Öncekinde olduğu gibi 931 negatif sonucu gerçekten de
negatiftir. 49 pozitif sonucu yanlışken, sadece 20’sindeki pozitif sonuç doğrudur.
Böylesi bir senaryoda size yapılan ve pozitif sonuç veren test, sizin hasta
olma ihtimalinizin sadece yüzde 29 olduğunu söylemektedir.[44]
Eğer
kimse hastalığı kapmamışsa ve elde 50 pozitif sonuç varsa, demek ki bu pozitif
sonuçların hepsi yanlıştır. Burada özünde şu söylenmektedir: elde kapsamlı bir
veri veya bilgi yekûnu yoksa ve bu yekûn gerekli şekilde idrak edilmemişse, o
yekûndan alınan veri ve bilgi numunesi rahatlıkla yanlış yorumlanacaktır.
Modern
tıp biliminin ana özelliği olan bu mugalata nasıl genelleşti? Diyelim ki akran
değerlendirmesi yapan bir dergide çıkmış bir çalışmayla karşılaştınız. Çalışmanın
kurgusu kusursuz. Önemli sonuçlar ortaya koyuyor. Dolayısıyla pozitif
sonuçların doğru olduğunu varsayarız.
Örneğin
bir ilâcın işleyişini ele alan, onun pratikte işe yaradığını ortaya koyan bir
çalışmayı ele alalım. Tek bir pozitif vakaya bakıp testin iyi olduğunu söyleyemeyiz.
Yanlış pozitif sonuçların oranı dikkate alınmalı. Yapılan test doğru olsa bile kimse
hasta değilse, yeterince insana test uyguladığınızda illaki pozitif sonuca
ulaşırsınız.
Şimdi
işe yaramayan ilâcı ele alalım. Çalışmayı on kez de yapsanız, her seferinde
negatif sonuca ulaşacaksınız. Bu da ilâcın işe yaramadığını ortaya koyacak. Ama
aynı çalışmayı elli hatta yüz kez yaptığınızda ne olur? İhtiyacınız olan yanlış
pozitif sonuçları ortaya koyacak, oldukça iyi bir çalışma yapmış olursunuz.
Akran
değerlendirmesi yapan dergilerde çıkan araştırmalara dair değerlendirmelerde
asıl sorun, doğru temel konusunda ortada bir fikrin olmamasıdır. Bir ilâcın
etkili olduğunu veya zarar vermediğini ortaya koyan bir çalışmayla
karşılaştığınızda, aksi yönde sonuç ortaya koyan benzeri çalışmaları veya
kıyaslanabilecek çalışmaların kaç kez yapıldığı konusunda bir bilgiye sahip
olmazsınız. Yukarıda da dile getirildiği biçimiyle, genelde gördüğümüz
çalışmalar, tespit edemediğimiz, rastgele belirlenmiş örneklem havuzunu temel almakla
kalmıyor, ayrıca bu örneklem, hiçbir temsiliyeti olmayan bir örneklem oluyor. Böylelikle
ilâcın verimliliğine veya güvenli oluşuna dair yanlış pozitif sonuçlara ulaşılıyor.
Bu süreç, ilk planda zaten çok da iyi olmayan çalışmaların yürütüldüğü genel
bağlam içerisinde işliyor.[45]
Stegenga’nın
tespitiyle, mevcut koşullarda, temel bilişsel-yapısal zeminde tıbbi ürünlerin
güvenli oluşu veya verimliliği ile ilgili tıp bilimine ait iddialara pek
güvenmemek gerekiyor. Meseleye esasen burjuva reformist açıdan bakan Stegenga
bile bu sorunun tali kısımlarıyla uğraşmanın, meta analiz için iyi araçlar
geliştirmenin ve araştırmaların yürütülmesi konusunda katı ölçütlerin
belirlenmesinin bu kapsamlı ve yapısal sorunun aşılmasına katkı sunmayacağını
kabul ediyor.
Stegenga,
soruna yenilgiyi kabul eden bir yerden yaklaşıyor: bugünkü dönemin zehirli
tıbbın halka verdiği zararları ancak “soylu bir tıbbın” ortadan kaldıracağını
söylüyor. Oysa sorun, bilim veya tıp değil, onlara kapitalizmin vurduğu prangalar.
Belirli
bir noktada bilim, kapitalizm koşullarında başka bir yola giriyor ve giderek
yozlaşıp karşıtına dönüşüyor. Bunun sebebi, bilimsel bilgiler artarken aracılarla
yürütülen tüm bilimsel faaliyetlerin başkalarının biriktirdiği bilginin
bilimsel olmasını güvence altına alacak kurumlara ve profesyonel yapılara giderek
daha fazla bağlı hâle gelmesi.
Kapitalizm
emperyalist tekelci kapitalizme doğru evrildikçe, bu türden kurumların ve
yapıların egemen sınıfın çıkarlarına (“komplolarına”) teslim olmama becerisi
giderek azalıyor. Halk kitleleri eziliyor, aptallaştırılıyor, bilimle ilişkisi
kesiliyor, böylelikle bilim alanına dâhil olan, beyinleri yoğun biçimde yıkanmış,
aşırı disipline edilmiş, gözetim altında olan küçük bir kesim, ortaya üretilen
bilgi ve malumatı kullanma imkânını yitiriyor.
Daha
önce ortaya koyduğumuz biçimiyle, burada sadece basit bir teorik tahmin dile
getirilmiyor, her şey empirik temelde ortaya konuluyor: akran değerlendirmesi
sistemini Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim Kompleksi içerisinde hâkim olan aşırı
tekelci yoğunlaşma süreçleri yok etti. Kitlelere faydalı olacak gerçek bilim,
ancak onun tüm halkın demokratik çıkarlarına tabi olduğu, bu çıkarlar üzerinden
kontrol altında tutulduğu yerde varlık imkânı bulabilir. Gerçek bilim için halk
angaryadan kurtulmalı, eğitim denilen silâhı kuşanmalı, bağımsız olmalı, bilgi
alışverişinin gerçekleştiği bu geniş ölçek dâhilinde iş görecek kurum ve
mekanizmalar örgütlenip işletilmeli. Uzmanlardan oluşan azınlık grubun egemen
sınıfa tabi olması sebebiyle prangalanmış ve kısıtlanmış olan emeği, düşünsel
ve manevi açıdan tatmin edici olmalı. Bu emek, hepimizin dâhil olduğu kolektif
bir girişim olarak vücut bulmalı. Özetle, bilim, ancak komünizmde gelişebilir.
Korona
programına karşı geliştirilen direniş hareketine küçük burjuva unsurlar belirli
sebeplere bağlı olarak dâhil oldular, virolojiyi genel anlamda eleştirdiler,
ama bu gerçeği kabullenmeye pek yanaşmadılar. Bu unsurlar, genelde saçma,
pratikte karşılığı olmayan bireyci çözümler önerdiler, insanların bu türden
araştırmalara bağımsız olarak dâhil olmasını istediler. Kartezyen düşünce
üzerinden kendine yeterli her bir burjuva atomun kendince kapsamlı bir dünya
görüşü ortaya koyabileceğini düşündüler.
Küçük
burjuva şüpheciler ve eleştirmenler, hep bu türden genel “direniş” programları
öneriyorlar. Bunlar diyorlar ki “oturun, kendi araştırmalarınızı yapın, kendi gıda
ürününüzü yetiştirin, ne yiyeceğinizi ne
yemeyeceğinizi kendiniz araştırın, sistemin dışına çıkın! Aslında bunları
yapmak öyle kolay ki, sadece sınırsız boş zamana, sonsuz kaynağa sahip olmalı,
yükümlülüklerden veya taahhütlerden azade bir biçimde hareket etmelisiniz!”
Büyük
halk kitlelerinin bugün içinde bulunduğu sefil ve aşağılık hâl, Korona karşıtı
sağcıların dediği gibi, onların günahlarının, tembelliğinin, cahilliğinin veya
korkaklığının bir sonucu değil. Onlara karşı gayet iyi koordine edilmiş,
hesaplanmış, acımasız bir biçimde yürütülen bir sınıf mücadelesidir tanık
olduğumuz.
Kitleler,
açıktan veya gizli bir biçimde, eylemle ve eylemsiz olarak direniyorlar, bu
direnişi, küçük büyük tüm mücadele alanlarında sergiliyorlar. Bu direnişe mani
olan, onun başarısını sınırlayan ana husus ise kendilerini lider olarak atayıp
hareketi egemen sınıfla uzlaşma ve bireyin kurtuluşunu öne çıkartan çözümler
üzerine kurulu hayallerle yolundan çıkartan küçük burjuva unsurların cahilliği,
korkaklığı ve aptallığıdır.
Yüzleştiğimiz
sorunun gerçek ölçeğini ve niteliğini kavradığımızda, tek bir sonuca
ulaşacağız: kendi sağlığımızı ve başkalarının sağlığını pratikte korumanın ve
daha iyi kılmanın yegâne yolu, sınıf mücadelesidir.
Ordu-Akademi-Sanayi-Tıp-Bilim
Kompleksi, hâkimiyet kurma, sömürme ve kitleleri zayıf kılmaya dönük çabaları
temel alan bu devasa vahşi mekanizma, tek bir darbeyle yıkılmalı.
Devrimci
teori yoksa devrimci hareket de olamaz. Dolayısıyla, egemen sınıfın halkın kendisine
karşı yürüttüğü mücadeleyi zayıflatmak, kafaları karıştırmak ve mücadeleyi
yolundan saptırmak için kullandığı ideolojiler ifşa edilmek zorunda. Üçüncü
bölümde ana akım virolojinin, neden bu ideolojilerin en tehlikelerinden biri
olarak görülmesi gerektiğini izah edeceğiz.
T. Mohr
23
Ocak 2023
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Norman Bethune, The Wounds (Ontario: Little Books of Hope), ML.
[2]
Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York:
Pantheon, 1976), 4. Bölüm.
[3]
Jacob Stegenga, Medical Nihilism (Oxford: Oxford University Press, 2018)
s. 7. (bundan sonra: Stegenga, Medical Nihilism olarak anılacak).
[4]
German Lopez, “9 Of 10 Top Drugmakers Spend More on Marketing than Research” (11
Şubat 2015), Vox.
[5]
A.g.e.
[6]
Chris Ariens, “Here Are the Biggest Advertisers on Fox News, CNN and MSNBC”, (9
Mart 2018), TVNewser.
[7]
Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York:
Pantheon, 1976), 7. Bölüm.
[8]
A.g.e., 4. Bölüm.
[9]
A.g.e.
[10]
Wikipedia contributors, “Cotton Mather”, Wikipedia, The Free Encyclopedia,
Wiki (erişim tarihi: 15 Ocak
2023).
[11]
Silvia Federici, Caliban and the Witch, (Brooklyn: Autonomedia, 2004), s.
139 – 140. (Foucault’dan alıntılar).
[12]
Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York:
Pantheon, 1976), 4. Bölüm.
[13]
Richard Lewonten, “Biology as Ideology”, 3. Ders.
[14]
Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York:
Pantheon, 1976), 4. Bölüm.
[15]
A.g.e.
[16]
Bkz.: Jennifer Margulis, The Business of Baby (New York: Scribner, 2013)
ve Ina MayGaskin, Ina May’s Guide to Childbirth (New York: Bantam, 2003).
[17]
Ivan Illich, Medical Nemesis: The Expropriation of Health (New York:
Pantheon, 1976), 4. Bölüm.
[18]
A.g.e., 7. Bölüm.
[19]
A.g.e., 4. Bölüm.
[20]
Stegenga, Medical Nihilism, s. 184.
[21]
Stegenga, Medical Nihilism, s. 5.
[22]
Engelbrecht vd., Virus Mania, Giriş.
[23]
A.g.e.
[24]
A.g.e., 8. Bölüm.
[25]
T. Mohr, “Imperialism Today is Conspiracy Praxis”, Magma- Magazin Der Masse,
24 Eylül 2022, Magma. Türkçesi: İştiraki.
[26]
Wikipedia contributors, “National Childhood Vaccine Injury Act” Wikipedia,
The Free Encyclopedia, Wiki (erişim tarihi: 14 Ocak
2023). Archive.
[27]
Robert F. Kennedy Jr., “Deadly Immunity”, Engelbrecht vd., Virus Mania
içinde. 8. Bölüm.
[28]
A.g.e.
[29]
A.g.e.
[30]
A.g.e.
[31]
A.g.e.
[32]
Julia Crawford, “Does Bill Gates Have Too Much Influence in the Who?”, SWI (swissinfo.ch,
7 Mayıs 2021), Swiss.
[33]
Brian Martinson, “Scientists behaving badly”, Nature, 9 Haziran 2005, s.
737 – 738, aktaran: Engelbrecht vd., Virus
Mania, 2. Bölüm.
[34]
Robert F. Kennedy Jr., “Deadly Immunity”, 8. Bölüm, Engelbrecht vd., Virus
Mania içinde.
[35]
Richard Levins, “The Two Faces of Science”.
[36]
A.g.e.
[37] A.g.e.
[38]
Engelbrecht vd., Virus Mania, 1. Bölüm.
[36]
A.g.e., 2. Bölüm.
[40]
Richard Smith, “Where is the Wisdom? The Poverty of Medical Evidence”, British
Medical Journal 303, (5 Ekim 1991): s. 798.
[41] A.g.e.
[42]
A.g.e.
[43]
Aktaran: A.g.e.
[44]
Örnek şuradan alındı: Wikipedia contributors, “Base rate fallacy”, Wikipedia,
The Free Encyclopedia, Wiki.
[45]
Tüm okurlar, Richard Levins’in tüm bu bölümün meselesini özet hâlde tek bir
sayfada ortaya koyan, modern tıbbi araştırmaların mizahını yapan zekâ ürünü
yazısını okumalı: “Scientific Method for Today’s Market”, The Mathematical
Intelligencer, 37 (1), s. 47 – 47, 2015 (1 Mart). Springer.
Kaynakça:
Ariens, Chris. “Here Are the Biggest Advertisers on Fox News, CNN and MSNBC”, 9
Mart 2018. Adweek.
Benjamin,
Walter. Gesammelten Schriften I:2. Suhrkamp Verlag: Frankfurt am Main, 1974.
Bernal,
John Desmond. “The Social Function of Science”, Modern Quarterly (1938).
MIA.
Bethune,
Norman. The Wounds. Ontario: Little Books of Hope.
Yayına
Hz.: Caplan, Arthur L., James J. McCartney, Dominic A. Sisti, Health,
Disease, and Illness: Concepts in Medicine. Washington, D.C.: Georgetown
University Press, 2004.
Crawford,
Julia. “Does Bill Gates Have Too Much Influence in the Who?” SWI. swissinfo.ch,
7 Mayıs 2021. Swiss.
Engelbrecht,
Torsten, Köhnlein Claus, Samatha Bailey ve Stefano Scoglio. Virus Mania:
How the Medical Industry Continually Invents Epidemics, Making Billion-Dollar
Profits At Our Expense. 3. Baskı. Books on Demand, 2021
Federici,
Silvia. Caliban and the Witch. Brooklyn: Autonomedia, 2004.
Feynman,
Richard. “What is Science?” 1966 yılında New York’ta Ulusa Bilim Öğretmenleri
Derneği’nin on beşinci yıllık toplantısında yapılan konuşma. Şurada yeniden
yayımlandı: The Physics Teacher Cilt. 7, Sayı 6, 1969, s. 313 – 320, Feynman.
Fitts,
Catherine Austin. “The Injection Fraud – It’s Not a Vaccine”, Solari Report,
27 Mayıs 2020. Solari.
Hains,
Tim. “Fauci: Attacking Me Is Attacking Science”, Real Clear Politics, Haziran
2021, Clear.
Illich,
Ivan: Medical Nemesis: The Expropriation of Health. New York: Pantheon, 1976;
Lenin,
Vladimir. Imperialism, The Highest Stage of Capitalism. Moskova:
Progress Publishers, 1963. MIA.
Levins,
Richard. “The Two Faces of Science”, Harvard Halk Sağlığı Okulu HealthRoots
Sağlığın Politik Ekonomisi Seminer Dizisi’nde yapılan konuşma. 17 Ekim Çarşamba
| 12: 30. Youtube.
— — – “Scientific Method for Today’s Market”, The
Mathematical Intelligencer. 37 (1), s. 47 – 47, 2015 (1 Mart).
Lewontin,
Richard. “Biology as Ideology”, Radio Lecture for CBC Massey Lectures, Kasım
1990. CBC.
Lopez,
German. “9 Of 10 Top Drugmakers Spend More on Marketing than Research”, 11
Şubat 2015. Vox.
Margulis,
Jennifer. The Business of Baby. New York: Scribner, 2013.
Marx,
Karl. Capital: A Critique of Political Economy. Çev.: Samuel Moore ve Edward
Aveling Cilt. 1. Moskova: Progress Publishers, 1954.
— — – Capital:
A Critique of Political Economy. Çev.: David Fernbach. Cilt. 2. Londra:
Penguin, 1993.
Mohr,
T. “Imperialism Today is Conspiracy Praxis”, Magma – Magazin Der Masse, 24
Eylül 2022. Magma.
Moore,
Michael ve Meghan O’Hara. Sicko. Film. Birleşik Devletler: The Weinstein
Company, 2007.
Smith,
Richard. “Where is the Wisdom? The Poverty of Medical Evidence”, British
Medical Journal Sayı. 303, (5 Ekim 1991): s. 798 – 799. Chiro.
Stegenga,
Jacob. Medical Nihilism. Oxford: Oxford University Press, 2018.
Washington,
Harriet A., Medical Apartheid: The Dark History of Medical Experimentation
on Black Americans from Colonial Times to the Present. Knopf Doubleday, 2008.
West,
Jim. “Everything You Learned About the Cause of Polio is Wrong”, 21 Ağustos
2015. Greenmed.
Wikipedia
contributors, “Base rate fallacy”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, Wiki.
— — — - “National
Childhood Vaccine Injury Act”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, (erişim
tarihi: 14 Ocak 2023). Archive.
Wikisource
contributors. “Page:Congressional Record Volume 81 Part 3.djvu/154” Wikisource.
Wiki (erişim tarihi: 13 Ocak 2023).