Pages

06 Ocak 2023

Komedi Festivali


Geçtiğimiz günlerde önce asgari ücrete, sonra kamu çalışanlarına ve emeklilere ücret artışı yapıldı. Önce asgari ücrete %54 artış yapılınca ücret 8.506 liraya yükseldi. Ertesinde kamu çalışanlarına önce %25’lik, bir gün sonra %5 daha eklenerek %30’luk artış gerçekleştirildi. Bir günde yapılan %5’lik artış, son on yılın TİS’lerinde her 6 ay için belirlenen ortalama artışa denk gelmektedir. Asgari ücretin belirlenmesi sürecinde DİSK’in herhangi bir kitle çalışması ya da kampanyasına denk gelinmedi. Aynı DİSK, 2021’de 3,3 milyon çalışanın asgari ücret ve altında ücretle çalıştığını paylaşıyor.[1] Ülkede AB fonlarından faydalanan ilk sendikanın DİSK olduğu dikkate alınırsa, işçiyle nasıl bir ilişkisi olduğu daha yakından anlaşılabilir.

Sürece en “yabancı” kalan diğer sendika da KESK. Kamu çalışanlarının ücret artışı %30 olarak belirlenince, bu artış açıklamasını ayakta alkışlayan Memur-sen başkanını eleştiren tweetler paylaştı. KESK’in paylaştığı tweet’in biri şu şekilde: [2] [3]


Her yönden sorunlu bakış içeren bu paylaşımı daha yakından incelemek gerekir. Öncelikle %25’lik artış sefalet zammı olarak belirleniyor, ardından asgari ücrete yapılan %54 artış isteniyor. Bu paylaşıma KESK’e bağlı işkollarından birinin İstanbul şube yönetimlerinden bir başkan yorum yapıyor: “KESK %54 zam isteyemez. Yoksulluk sınırı altındaki bir rakamı ya da yüzdeyi tartışma konusu yapamaz. KESK, kendi geçmişinden bihaber hareket edemez.” Yapılan yorum, bir noktada doğru ve bu yazının konusu da bu doğruluk üzerine kurulu (KESK tarihinden bahseden şube yöneticileri de emekçilerle alay ediyor, KESK’in alaycı terapisine katılan bir yorumdan başka bir şey değil). Bu doğruluğu irdelemeden önce paylaşımla ilgili diğer hususların belirtilmesi gerekmektedir. KESK’in paylaşımında “gülme, gülücük, alay” gibi hangi kavramı seçerseniz onu çağrıştıran “:)” emojimsi işaret var. KESK’in meseleye bakışı Memur-sen’i sıkıştırma ve kitle popülizmi üzerine kurulu bir retorikten ibaret.

İnsanlar, neoliberal düzenin oluşturduğu ortamda hayatlarını sürdürmekte zorlanırken, KESK, neşesini bulma, geyik muhabbeti yapma ve Memur-sen’e “takılma” derdinde. Asıl ciddiyetsizlik, KESK’in meseleye problemli bakışında. Hem enflasyonun yüzde yüzleri aştığını iddia edip “TÜİK verileri güvensiz” diyeceksiniz hem de bu verilere bakıp iddia ettiğiniz enflasyon oranının altında artış talep edeceksiniz! Hem de “en az” diyerek tutarsız talep belirleyeceksiniz. Söyleyecek sözü, mücadele programı olmayanlar emojilere sığınsın, tıpkı uydurulmuş bir “Z” kuşağının oyunu alabilmek için tuhaf espriler ve işler yapan siyasi partiler gibi.

Kavramların içinin boşaltıldığı, akılla mücadelenin zirveye çıktığı, her şeyin pozitif enerjiyle ölçüldüğü, disiplinin rafa kaldırıldığı, değerlerin tarihsizleştiği ve hikâyesinden koparıldığı kapitalizmin “şenlik” çağında bu tür ciddiyetsizlik ve anlamsızlıklarla yaşamak, hayatımızın rutini hâline getirildi. Bu rutin de “Gezi zekâsı” adı altında mizahın mücadele aracıymış gibi pazarlanmasıyla yaşam buldu. 1980 eşiği gibi Gezi de başka bir eşik olarak tartışılmalı.

KESK, kusura bakmasın, ama bize dayatılan düzen karşısında, Ulrike Meinhof’un sözüne atıfla, “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederiz.” Hatta bu sözü bugünkü duruma güncellersek “Alaycı/mizahçı olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederiz”. Bu şartlarda mizah, itici olmaktan öteye geçemeyen Truva atıdır. “Mizah zekânın çocuğudur” diyorsanız, onun ne şartlarda devreye girip “mücadele edene” (siz değilsiniz yani) güç olacağı ayrı bir tartışma konusudur. Sizin liberal tabirlerinizle düzen sizi çok sıkıştırıp “nefes” aldırmıyor, bunaltıyorsa BKM’nin hazırladığı “İstanbul Komedi Festivali”ne gidebilirsiniz! Onun da komedi anlayışı ve kahkaha algısı anlamsızlık üzerine inşa edilmiş, kavramsız ve göstergesiz afişi sizin sendikal paylaşımlarınız gibi:


Her açıklamasında “insanca yaşam”, “halk için bütçe” talep eden KESK’in işçiye bakışı da sorunludur. Asgari ücretin iki katı olsun talebi, işçiye “Tamirci Çırağı” şarkısındaki gibi bir yaklaşımın eseridir. Nietzsche gibi işçiyi “ayaktakımı” görmenin bir adım gerisidir ya da onun bir adım solunda konumlanmaktır.

KESK, uzmanlığının karşılığını istemektedir. KESK, uzmanlığı ve bürokratlığı o kadar benimsemiştir ki gayrıinsani bir düzeni işçiye reva görmekte sakınca duymamaktadır. KESK’in talebi, eğitim işkolunda kısmen karşılanmaktadır: Ortalama 10 bin lira maaş alan kamu emekçisinin maaşı %30 artış ile 13 bine çıkmaktadır. Son aylarda eğitim işkolunda getirilen uzmanlık/kariyer basamaklarıyla uzman olan çalışanlar, 15 bin maaş alarak %54’lük artışı yakalayabilmişlerdir. 10 yıl önce mesleğe başlayan kamu emekçisinin maaşı 1000 dolarken, bugün 15 bin maaş 800 dolara tekabül etmektedir. KESK’in talebi bu!

TÜRK-İŞ’in bile yoksulluk sınırı diye hesapladığı meblağ 25 bin! Liberal söylemle akıl tutulması falan değil, bildiğimiz sınıf uzlaşmacılığı. Hakkını yememek gerekir: KESK, anında harekete geçip 20-30 kişilik Şubeler Platformlarıyla TÜİK önünde “protesto” gerçekleştirdi. Sonra da onu sosyal medya hesaplarından “il il” şeklinde paylaştı. Böylesine etkili sendikacılık, öykündükleri “Avrupa’da” bile görülmedi. Orada bile yüz binler sokağa çıkıyor: Fransa, Almanya ve Arnavutluk’un son bir yılına bakılabilir. Orası Batı, öyleyse Doğu’ya ve Güney Asya’ya da bakılabilir. İstediğiniz bölgeyle kıyaslayınız. Hepsinin gerisinde konumlanmak. Madem TÜİK önünde açıklama yapacaksınız, bunu enflasyon oranlarını açıklamadan evvelki günlerde yapsanız ya, olmaz mı öyle? Olmaz! Olursa sorumluluğa dâhil olunmuş olur, çünkü böylesi en kolayı, her şey olup bittikten sonra Kırmızı Pazartesi romanındaki kasabalılar gibi davranmak en cazip geleni. Niye etkisiz görülsün sendika, değil mi! Biraz da sorunlu geçen bir açıklama olursa protestocu sendikal anlayışlar için bulunmaz medyatikliktir. Partiler seçimi gösterir, sendikalar da sosyal medyayı.

Mesela KESK’in “sosyal medya aktivistleri” diye son derece dahiyane yenilikleri var (Sokakta, işyerlerinde mücadelen olur da onun sesi olması için sosyal medya “aktivist”in olur). Aralıkta yapılacak miting yasaklandı, KESK neredeydi? DİSK ile ortak bir miting bile yapamıyor. Yapamazlar. Bugün için genel grev gündemlerinde bile yok. Asgari ücretlinin şu kadar katı maaş alayım diyen aristokrat anlayış, işçiyle miting yapamaz.

Öte yandan paylaşacağımız veriler, ülkede ağırlıklı çalışan sınıfın asgari ücrete endeksli maaş alması üzerinden şekillenecektir. DİSK’in sessiz kaldığı, KESK’in alaya aldığı düzenin verileri şu şekilde:

2019 verilerine göre, adrese kayıtlı 38 milyon konut var. Son 3 yıldır yapılan konut sayısı bilinmiyor. Ülke nüfusu 85 milyon. Yeni doğmuş çocuklar bile hesaba katıldığında, bu ülkede 2 kişiye bir konut düşüyor, tabii matematiksel olarak. Gerçek öyle mi? Gerçeği oluşturan veriler bambaşka. Arnavutluk, Romanya ve Slovakya’da ev sahipliği oranı %96 bandında iken bizde %57. Geriye kalanımız, kendi ülkesinde kiracı. Evlerin durumu ise şu şekilde: “sızdıran bir çatı, nemli duvarları, zemin, temel veya pencerelerde çürümeler olan bir konutta yaşayan toplam nüfus” oranı ise %34.7.[4]

Bugün “Kiracı olmak ne demek?” diye merak ediliyorsa projektör, metropollere tutulmalı. Nüfusun üçte biri İstanbul, Ankara, İzmir’de yaşıyor. DİSK, KESK ve seçimi gösterenlerin çok da dillendirmek istemedikleri gerçek şu: İstanbul özelinde karanlık bodrum katlarının kirası 6 bin lirayla başlıyor. İki kişiye bir ev düştüğü hâlde (şimdi 3-4 kişi bir evde kiracı) nüfusun yarısı kiracıysa ev sahipleri kimlerdir? Araştırmamızın mekânını daha da daraltalım ki kira ve konut hakkı sorununa neden bu kadar sessiz kalındığı anlaşılsın. İnternet üzerinden belirli aralıklarla yaptığımız kısa bir araştırmada “Sol’ geleneğin kurduğu mahallelerde kira ne durumdadır?” sorusu yanıtlanmaktadır. İstanbul özelinde Gazi, Okmeydanı, Nurtepe, 1 Mayıs, Gülsuyu mahallesinde kiralar şu şekilde:


Bu beş mahalle özelinde görülen durum gayet açıktır. Sendikalar dâhil solun neden kira ve konut krizini gündemine alıp bu konuda mücadele yürütmediği daha iyi anlaşılabilir (Parti başkanlarıyla “dayanışmacı” meyhanelerinde yılbaşı kutlanan mahalleler. Solun “mahalle” algısı, alkol alınabilme ve rahat yaşam tarzı ölçütünden ibaret). Bu mahallelerin tarihinden yola çıkıldığında, açılacak tartışma, apayrı bir noktada, şimdilik bekletilebilir. Bu düşüncelere tepki “Ne ilgisi var, ekonomik durum ortada!” yönünde olabilir. Evini o meblağ ile kiraya vermeyen insanlar da var. Bireysel etik tartışmak değil asıl konumuz, ama bir gerçek var ki sol, bu mahallelere ideolojik ve etik bir değer katamamış.

Burada solun ve sendikaların diğer açmazı da zincir marketlere yapılan baskıya dolaylı yoldan set olmak. “Enflasyonun asıl sebebi onlar değil!” söyleminin ardında emekçi sınıfların burjuvaziye karşı tepkisini yumuşatmak var, çünkü mizah, en geçerli mücadele biçimi olarak gösterilmeli. Tekrar kira konusuna dönersek; üçüncü sayfalarda kalan gerçek şudur ki ezilenin sıkışmışlığı şiddete dönüşerek hem kendine hem de diğer insanlara zarar verecek noktaya gelmesidir ki bu, kabul edilemez bir durumdur. Son bir yıllık süreçte ev sahipleri ile kiracılar arasında yaşanan sorunlar şu başlıklarda toplanabilir:

a. Yaralama – kavga              b. Sözlü şiddet/hakaret, küfür, tehdit               c. Mala zarar verme

d. Cinayet            e. Adli boyut: 2022’nin ilk 6 ayında 5692 hukuki dosya.

Bugün 8.506 lira olarak belirlenen asgari ücretle sadece ev tutulabilir. O da şimdilik. Neoliberal piyasa düzeninin sonucu olarak bu ücret artışlarından sonra kiralara ne kadar zam yapılır, bilinmez. Konut edinebilmek ütopya olduğundan, garanti ve uygun kiracılık ölçüt hâline getirildi! 2 yıl önce okullar açıldığında üniversite öğrencilerinin “Barınamıyoruz” eylemlerinin ne demek olduğunu anlayamayan sol ve sendikalar, sessiz kalarak bugünkü durumu da geçiştirmeye çalışıyorlar. Diyalektik bilgisinden yoksunluk, tarihin bir birikim süreciyle geliştiğini de es geçmeye sebep oluyor.

- Haciz dosyası sayısı 24 milyonu aşarak 78 ile yeni icra dairelerinin kurulacağı gündemde.[5] Yapılan her harcama, ya borç ya kredi aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Küresel salgın sonrası kart kullanımı daha da arttı. Kredi kartı çıkarmak için neredeyse hiçbir şart aranmaz hâle geldi.

- 2021’de 4,5 milyon insanın elektrik ve doğalgazı kesildi.[6] Enerji şirketlerinin elde ettiği kâr ve konutlarda kullanılan gazın toplam gaz hacmi içindeki oranı düşünüldüğünde, yüksek faturaları kimler için ödediğimiz de netleşmektedir. Ağrı ve Muğla’da geçen yıl gerçekleştirilen fatura protestolarını ve yürüyüşlerini sendikalar ve sol doğru okuyup geliştirebilseydi, belki bugün bu noktanın çok daha ilerisinde olabilirdik.[7] Geçen yıl doğalgazın kullanımının azaldığı ilçelerin istatistikleri paylaşılmıştı. Bu kıştan sonra paylaşılacak veriler önemli, çünkü insanlar, artık buzdolabı gibi soğuk evlerde kombi açmadan soba yakmadan yaşıyor.

- 2021’de antidepresan kullanımı 5 milyon kutu artarak 59 milyona ulaştı. Nüfusun önemli bir bölümü antidepresan kullanıyor. 2022’nin ekonomik verileri düşündüğünde, artık o ilaçlar alınabiliyor mudur, sorusu yöneltilebilir. Kaldı ki insanlar, ilaçlara gelen zamlardan ve birçok ilacın rapor kapsamından çıkarılmasından dolayı yollarda düşüp bayılabiliyor. Sigortalı bir işte çalışmanın iki motivasyonu olan emeklilik ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek, bugün neredeyse güç duruma düştü. Emeklilik yaşı 65. Hastanelerde randevu bulabilmek çok zor, bulunduğunda da aynı saate birden fazla insan yazılabiliyor.

- 2021’den önceki yıllara göre uyuşturucu kullanımının daha da arttığı kaydediliyor. Uyuşturucu kullanım yaşının gittikçe düştüğü, madde kullanımının yoğunlaştığı bölgelerin yoksul semtler olduğu bilinmektedir. Solun belli kesiminin Alman Yeşilleri gibi uyuşturucu kullanımını “bireysel özgürlük” diye pazarlaması da kabul edilemez bir gerçektir. 1980 sonrası solun içine düştüğü çıkmaz, ithalatçılıkla ile ittihatçılık arasında salınıp durmak oldu. Bugün bunun zorluğunu yaşıyoruz.

- Ülkede artık emekliler bile çalışmak zorunda kalıyor. Öte yandan, çalışan nüfusun önemli bir kısmını çocuklar oluşturuyor. TÜİK verilerinde bile çocuk işçi sayısı 720 bin olarak geçiyor.[8] Son 10 yılda en az 616 çocuk işçinin iş kazalarında can verdiği kaydediliyor.[9] Çocukların 1 gün okula, 5 gün zincir marketlere giderek çalışmasını hayata geçiren düzenlemeler mevcut. Bunu gündemine alıp sürece yayılan bir mücadele programı belirleyen eğitim sendikasının olmaması da ayrı bir açmaz. Öte yandan, emeğin cinsiyet bağlamında sömürülmesi aşılabilmiş değil. Ev temizliğine ve tarım işlerine giden kadınlar, hem sigortaya sahip değiller hem de erkeklerle eşit ücreti alamıyorlar. Emperyalizme ses çıkaramayan liberal şemsiyeli GazeteDuvar’da çıkan bir araştırmaya göre, Ege bölgesinde üzüm kesme işinde çalışan erkek ve kadın işçilerin aldıkları ücretler karşılaştırılıyor: 2021 tarihli habere göre, erkek işçiler 130, kadın işçiler 120 lira yevmiye alıyor. Yazara göre bu durum “Çük Farkı” ve yazının başlığı da bu.[10] Her konuda her yerde cinsellik ve beden siyaseti arayan solun çırpınışı. Emek yaşamındaki çarpıklıklara ve eşitsizliğe beden çıkıntıları üzerinden anlamlar yüklemek, nasıl bir anlayışın ürünüdür ve bu anlayışın kadın emekçilere sunacağı nasıl bir katkı olabilir? İşte sendikaları bu anlayış yönetiyor.

Mesela bir ailede hem kadın hem erkek (ailenin yetişkin tüm fertleri) aynı bağa gidip üzüm kesiyorsa haneye giren ücret 10 lira azalmaktadır. Burada kadını erkeğe karşı mı geliştirmeliyiz, yoksa erkek ve kadını ortak mücadele etrafında toplayıp toprak sahiplerine, patrona, burjuvaziye karşı mı konumlandırmalıyız? Nereden baksanız ideolojik sakatlanmaya, emek mücadelesini ayrıştırmaya, bireysel anarşizme yol açacak düşünceler, solu, sendikaları ve gazeteleri etkisi altına alıyor. Sınıfsız sendikacılık bu zeminde yükseliyor.

Sonuç olarak, 8.506 lira asgari ücret ve KESK’in talep ettiği %54’lük artışla ücretlerin yoksulluk sınırının altında sabitlenmesi, işçi ve emekçiler için çözüm değildir. İçinde yaşadığımız acımasız neoliberal düzende KESK’in yaptığı gibi gülücüklü paylaşımlara da ihtiyacımız yok. Bugün ihtiyacımız olan, insanca yaşam “asgari” olmadan, lütuf gibi sunulmadan, her insanın hak ettiği gibi yaşamasına imkân sağlayacak mücadele hattından geçmektedir. Bu gerçek etrafında işçi, emekçi ve yoksullar bir araya getirilmelidir.

Asgari ücretli ile kamu çalışanı ve diğer çalışan kesimlerin yoksulluk sınırı altında birleştiği bir gerçektir. Bugün aldığımız maaşla kiralık bir dairede bile oturamayacak aşamaya geldiysek, toplu taşıma araçlarında her gün tıka basa gidiyorsak, en temel insani ihtiyaçlarımızı karşılayamıyorsak, önümüzde bir tercih değil zorunluluk duruyor: mücadele etmek. Mücadele etmekten başka şansımız değil, çaremiz bulunmuyor. Bu şartlar, bu yabancılaşma, bu düzen bizi rahatsız etmiyorsa kendimize bile yabancılaşmışız demektir.

Kendi sendikalarımıza, varsa partinize, ideolojik çevrenize doğru mücadele biçimlerine yönelmeleri için irademizi dayatmak zorundayız. Bireysel anarşizmle, sosyal medya yazarlığıyla, arkadaş sohbetleriyle bu sıkışmışlığı aşamayacağız. Sol da sendikalar da uzun zamandır emekçi sınıfı ve halkı kendiliğindenciliğe terk etti. Ama halk da sınıf da son iki yıldır fabrikalarda, işyerlerinde, gecekondularda, köylerinde emeğine ve haklarına sahip çıkmak için gereken kendiliğindenciliği ziyadesiyle göstererek (sol için) “beklenmedik” bir düzeyde mücadele vermeyi bildi. O kadar farklı zamanlarda ve yerlerde emek ve hak mücadelesi en meşru şekilde yürütüldü ki tek sorun, bu dağınıklığı birleştirmekti. O da başarılamadı, ama hâlen geç kalındığı söylenemez.

Sol, halka sokak röportajlarından bakıp ona kızmaktan ve gülmekten vazgeçmeli. Bütün memleket, kıyılardan ve Kadıköy’den ibaret değil. Hatırlatmak gerekirse, bu ülkede 81 il var ve bunun toplamı halktır. İçinde yetiştiğimiz proleter ve emekçi sınıfın yer aldığı halkı hor göremeyiz. Verdiği oyun yönsemesine göre halkı değerlendirip toptancılık da yapamayız. Aydınlanma sonrası toplumda yaşamıyoruz ve değişim dipte yaşayanlardan gelir, umut da mücadele de orada filizlenir, orada pozitivist değerlere yer yoktur. Malikler de demokratlar da rahatlarının bozulmasını hiçbir zaman istemezler, aristokratlığı elden bırakmazlar. Kim nerede yoksa orası boştur ve orayı suçlamaya hakkı yoktur. Eskiyi yeniden yaratamayız, ama yarını kurmak için bugünü geliştirebiliriz.

Gezi’den ve sosyal medyadan türeyen her şeyi mizaha alarak tepki verme terapisi bırakılmalı. Yaşam o kadar komik de değil merhametli de. Sınıftan başka dayanılacak bir güç, sınıf mücadelesinden başka kurulacak bir program yok. Her şeye rağmen mevcut sendikaların üyeleri, sendika yönetimlerini bu gerçeğe zorlamak zorunda. Onlar, emekçileri anlamaktan uzak. Güvenlikli sitelerinde yaşayıp, yazlıklarında tatil yapıp, AB fonlarıyla Avrupa gezip, çocuklarını özel okullarda -mümkünse emperyalist ülkelere bağlı kolejlerde- okutup, yatırım amaçlı daireler alıp yüksek kiralarla geçinebilirler.

Bu yazıyı okuyup da hâlen haksızlık yaptığımızı düşünen kişi ya da kesim varsa ya aidiyetleri gerçeği görmesine engel oluyordur ya da düzen onu rahatsız etmeyecek kadar şatafat sunmuştur, o da sistemden bir şekilde yararlanıyordur. Şartları iyiyse de toplumsal çürüme onu rahatsız etmeli, çünkü toplumdan yalıtık şekilde yaşamıyoruz. Bizim gerçeğimiz bu; fazlası var, eksiği yoktur.

Zamanımız çok değerli; geyik muhabbeti yapacak, her şeyi mizaha vuracak, kendimize medyatik kahramanlar bulacak, radikal demokrasi hülyalarına teşne olacak, sokak röportajlarından yola çıkıp sosyolojik çözümleme yapacak vaktimiz yok ve bu ülke bizim, gidecek başka yerimiz yok, gitmek de istemiyoruz.

Hiçbir antidepresan, uyuşturucu, bireysel kurtuluş reçeteleri; ideolojiden, insan ilişkilerinde ve mücadelede yaratılan değerlerden ve güvenden daha güçlü değildir. Her türlü eksiğimize rağmen birbirimize güvenmek zorundayız. Reformistlerin bitmeyen “yarın/gelecek” vaatlerini, radikal demokrasi masallarını, tutarsızlıklarını dinleyerek umutsuzluğa düşüp de yalnızlaşma, bencilleşme ve yabancılaşma gibi bir lüksümüz olamaz.

Son sözü Brecht’in Okumuş Bir İşçi Soruyor adlı şiirine bırakalım:

“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil'i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima'nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?

Yüce Roma'da zafer anıtı ne kadar çok?
Kimlerdir acaba bu anıtları diken?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans'ta?

Atlantis'te, o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı.
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.

Hindistan'ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası acaba ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşını i kinci Frederik kazanmış ha?
Yok muydu ondan başka kazanan?

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?

İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru.”[11]

S. Adalı
6 Ocak 2023

Dipnotlar:
[1] Ceren Satıl, “2023’te Net Asgari Ücret: 8506 TL”, 20 Aralık 2022, Doğruluk Payı.

[2] Kesk Twitter Hesabı, “Sefalet Zammı”, 4 Ocak 2023, Twitter.

[3] “Kesk Twitter Hesabı, “Kamu Emekçisi Maaşı”, 4 Ocak 2023, Twitter.

[4] Simge Akkaş, “Türkiye’nin Yüzde Kaçı Ev Sahibi?”, 13 Eylül 2022, Doğruluk Payı.

[5] “Dosya Sayısı 24 Milyonu Aştı”, 21 Kasım 2022, Birgün.

[6] Sarp Sağkal, “4,5 Milyon Yurttaşın Elektrik ve Doğal Gazı Kesildi”, 11 Nisan 2022, Cumhuriyet.

[7] “Ağrı ve Muğla’da Elektrik Faturası İsyanı”, 4 Şubat 2022, Cumhuriyet.

[8] “Çocuk İşgücü Anketi Sonuçları, 2019”, 31 Mart 2020, TÜİK.

[9] “İSİG: Son On Yılda En Az 616 Çocuk İşçi Hayatını Kaybetti”, 20 Kasım 2022, Evrensel.

[10] Tuğçe Isıyel, “Çük Farkı 10 TL”, 25 Eylül 2021, Duvar.

[11] Brecht, Bertolt. Halkın Ekmeği. Çev. A. Kadir- A. Bezirci. İstanbul: YAZKO Yayınları, 1980, s. 112.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder