Geçtiğimiz
günlerde önce asgari ücrete, sonra kamu çalışanlarına ve emeklilere ücret
artışı yapıldı. Önce asgari ücrete %54 artış yapılınca ücret 8.506 liraya
yükseldi. Ertesinde kamu çalışanlarına önce %25’lik, bir gün sonra %5 daha
eklenerek %30’luk artış gerçekleştirildi. Bir günde yapılan %5’lik artış, son
on yılın TİS’lerinde her 6 ay için belirlenen ortalama artışa denk gelmektedir.
Asgari ücretin belirlenmesi sürecinde DİSK’in herhangi bir kitle çalışması ya
da kampanyasına denk gelinmedi. Aynı DİSK, 2021’de 3,3 milyon çalışanın asgari
ücret ve altında ücretle çalıştığını paylaşıyor.[1] Ülkede AB fonlarından
faydalanan ilk sendikanın DİSK olduğu dikkate alınırsa, işçiyle nasıl bir
ilişkisi olduğu daha yakından anlaşılabilir.
Sürece
en “yabancı” kalan diğer sendika da KESK. Kamu çalışanlarının ücret artışı %30
olarak belirlenince, bu artış açıklamasını ayakta alkışlayan Memur-sen
başkanını eleştiren tweetler paylaştı. KESK’in paylaştığı tweet’in biri şu
şekilde: [2] [3]
Her
yönden sorunlu bakış içeren bu paylaşımı daha yakından incelemek gerekir.
Öncelikle %25’lik artış sefalet zammı olarak belirleniyor, ardından asgari
ücrete yapılan %54 artış isteniyor. Bu paylaşıma KESK’e bağlı işkollarından
birinin İstanbul şube yönetimlerinden bir başkan yorum yapıyor: “KESK %54 zam
isteyemez. Yoksulluk sınırı altındaki bir rakamı ya da yüzdeyi tartışma konusu
yapamaz. KESK, kendi geçmişinden bihaber hareket edemez.” Yapılan yorum, bir
noktada doğru ve bu yazının konusu da bu doğruluk üzerine kurulu (KESK
tarihinden bahseden şube yöneticileri de emekçilerle alay ediyor, KESK’in
alaycı terapisine katılan bir yorumdan başka bir şey değil). Bu doğruluğu
irdelemeden önce paylaşımla ilgili diğer hususların belirtilmesi gerekmektedir.
KESK’in paylaşımında “gülme, gülücük, alay” gibi hangi kavramı seçerseniz onu
çağrıştıran “:)” emojimsi işaret var. KESK’in meseleye bakışı Memur-sen’i
sıkıştırma ve kitle popülizmi üzerine kurulu bir retorikten ibaret.
İnsanlar,
neoliberal düzenin oluşturduğu ortamda hayatlarını sürdürmekte zorlanırken,
KESK, neşesini bulma, geyik muhabbeti yapma ve Memur-sen’e “takılma” derdinde.
Asıl ciddiyetsizlik, KESK’in meseleye problemli bakışında. Hem enflasyonun
yüzde yüzleri aştığını iddia edip “TÜİK verileri güvensiz” diyeceksiniz hem de
bu verilere bakıp iddia ettiğiniz enflasyon oranının altında artış talep
edeceksiniz! Hem de “en az” diyerek tutarsız talep belirleyeceksiniz.
Söyleyecek sözü, mücadele programı olmayanlar emojilere sığınsın, tıpkı
uydurulmuş bir “Z” kuşağının oyunu alabilmek için tuhaf espriler ve işler yapan
siyasi partiler gibi.
Kavramların
içinin boşaltıldığı, akılla mücadelenin zirveye çıktığı, her şeyin pozitif
enerjiyle ölçüldüğü, disiplinin rafa kaldırıldığı, değerlerin tarihsizleştiği
ve hikâyesinden koparıldığı kapitalizmin “şenlik” çağında bu tür ciddiyetsizlik
ve anlamsızlıklarla yaşamak, hayatımızın rutini hâline getirildi. Bu rutin de “Gezi
zekâsı” adı altında mizahın mücadele aracıymış gibi pazarlanmasıyla yaşam
buldu. 1980 eşiği gibi Gezi de başka bir eşik olarak tartışılmalı.
KESK,
kusura bakmasın, ama bize dayatılan düzen karşısında, Ulrike Meinhof’un sözüne
atıfla, “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederiz.” Hatta bu sözü bugünkü duruma
güncellersek “Alaycı/mizahçı olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederiz”. Bu
şartlarda mizah, itici olmaktan öteye geçemeyen Truva atıdır. “Mizah zekânın
çocuğudur” diyorsanız, onun ne şartlarda devreye girip “mücadele edene” (siz
değilsiniz yani) güç olacağı ayrı bir tartışma konusudur. Sizin liberal
tabirlerinizle düzen sizi çok sıkıştırıp “nefes” aldırmıyor, bunaltıyorsa
BKM’nin hazırladığı “İstanbul Komedi Festivali”ne gidebilirsiniz! Onun da
komedi anlayışı ve kahkaha algısı anlamsızlık üzerine inşa edilmiş, kavramsız
ve göstergesiz afişi sizin sendikal paylaşımlarınız gibi:
Her
açıklamasında “insanca yaşam”, “halk için bütçe” talep eden KESK’in işçiye
bakışı da sorunludur. Asgari ücretin iki katı olsun talebi, işçiye “Tamirci
Çırağı” şarkısındaki gibi bir yaklaşımın eseridir. Nietzsche gibi işçiyi “ayaktakımı”
görmenin bir adım gerisidir ya da onun bir adım solunda konumlanmaktır.
KESK,
uzmanlığının karşılığını istemektedir. KESK, uzmanlığı ve bürokratlığı o kadar
benimsemiştir ki gayrıinsani bir düzeni işçiye reva görmekte sakınca
duymamaktadır. KESK’in talebi, eğitim işkolunda kısmen karşılanmaktadır: Ortalama
10 bin lira maaş alan kamu emekçisinin maaşı %30 artış ile 13 bine çıkmaktadır.
Son aylarda eğitim işkolunda getirilen uzmanlık/kariyer basamaklarıyla uzman
olan çalışanlar, 15 bin maaş alarak %54’lük artışı yakalayabilmişlerdir. 10 yıl
önce mesleğe başlayan kamu emekçisinin maaşı 1000 dolarken, bugün 15 bin maaş
800 dolara tekabül etmektedir. KESK’in talebi bu!
TÜRK-İŞ’in
bile yoksulluk sınırı diye hesapladığı meblağ 25 bin! Liberal söylemle akıl
tutulması falan değil, bildiğimiz sınıf uzlaşmacılığı. Hakkını yememek gerekir:
KESK, anında harekete geçip 20-30 kişilik Şubeler Platformlarıyla TÜİK önünde
“protesto” gerçekleştirdi. Sonra da onu sosyal medya hesaplarından “il il”
şeklinde paylaştı. Böylesine etkili sendikacılık, öykündükleri “Avrupa’da” bile
görülmedi. Orada bile yüz binler sokağa çıkıyor: Fransa, Almanya ve
Arnavutluk’un son bir yılına bakılabilir. Orası Batı, öyleyse Doğu’ya ve Güney
Asya’ya da bakılabilir. İstediğiniz bölgeyle kıyaslayınız. Hepsinin gerisinde
konumlanmak. Madem TÜİK önünde açıklama yapacaksınız, bunu enflasyon oranlarını
açıklamadan evvelki günlerde yapsanız ya, olmaz mı öyle? Olmaz! Olursa
sorumluluğa dâhil olunmuş olur, çünkü böylesi en kolayı, her şey olup bittikten
sonra Kırmızı Pazartesi romanındaki kasabalılar gibi davranmak en cazip
geleni. Niye etkisiz görülsün sendika, değil mi! Biraz da sorunlu geçen bir
açıklama olursa protestocu sendikal anlayışlar için bulunmaz medyatikliktir.
Partiler seçimi gösterir, sendikalar da sosyal medyayı.
Mesela
KESK’in “sosyal medya aktivistleri” diye son derece dahiyane yenilikleri var
(Sokakta, işyerlerinde mücadelen olur da onun sesi olması için sosyal medya
“aktivist”in olur). Aralıkta yapılacak miting yasaklandı, KESK neredeydi? DİSK
ile ortak bir miting bile yapamıyor. Yapamazlar. Bugün için genel grev
gündemlerinde bile yok. Asgari ücretlinin şu kadar katı maaş alayım diyen
aristokrat anlayış, işçiyle miting yapamaz.
Öte
yandan paylaşacağımız veriler, ülkede ağırlıklı çalışan sınıfın asgari ücrete
endeksli maaş alması üzerinden şekillenecektir. DİSK’in sessiz kaldığı, KESK’in
alaya aldığı düzenin verileri şu şekilde:
2019
verilerine göre, adrese kayıtlı 38 milyon konut var. Son 3 yıldır yapılan konut
sayısı bilinmiyor. Ülke nüfusu 85 milyon. Yeni doğmuş çocuklar bile hesaba
katıldığında, bu ülkede 2 kişiye bir konut düşüyor, tabii matematiksel olarak.
Gerçek öyle mi? Gerçeği oluşturan veriler bambaşka. Arnavutluk, Romanya ve
Slovakya’da ev sahipliği oranı %96 bandında iken bizde %57. Geriye kalanımız, kendi
ülkesinde kiracı. Evlerin durumu ise şu şekilde: “sızdıran bir çatı, nemli
duvarları, zemin, temel veya pencerelerde çürümeler olan bir konutta yaşayan
toplam nüfus” oranı ise %34.7.[4]
Bugün
“Kiracı olmak ne demek?” diye merak ediliyorsa projektör, metropollere
tutulmalı. Nüfusun üçte biri İstanbul, Ankara, İzmir’de yaşıyor. DİSK, KESK ve
seçimi gösterenlerin çok da dillendirmek istemedikleri gerçek şu: İstanbul
özelinde karanlık bodrum katlarının kirası 6 bin lirayla başlıyor. İki kişiye
bir ev düştüğü hâlde (şimdi 3-4 kişi bir evde kiracı) nüfusun yarısı kiracıysa
ev sahipleri kimlerdir? Araştırmamızın mekânını daha da daraltalım ki kira ve
konut hakkı sorununa neden bu kadar sessiz kalındığı anlaşılsın. İnternet üzerinden
belirli aralıklarla yaptığımız kısa bir araştırmada “Sol’ geleneğin kurduğu
mahallelerde kira ne durumdadır?” sorusu yanıtlanmaktadır. İstanbul özelinde
Gazi, Okmeydanı, Nurtepe, 1 Mayıs, Gülsuyu mahallesinde kiralar şu şekilde:
Bu
beş mahalle özelinde görülen durum gayet açıktır. Sendikalar dâhil solun neden
kira ve konut krizini gündemine alıp bu konuda mücadele yürütmediği daha iyi
anlaşılabilir (Parti başkanlarıyla “dayanışmacı” meyhanelerinde yılbaşı
kutlanan mahalleler. Solun “mahalle” algısı, alkol alınabilme ve rahat yaşam
tarzı ölçütünden ibaret). Bu mahallelerin tarihinden yola çıkıldığında,
açılacak tartışma, apayrı bir noktada, şimdilik bekletilebilir. Bu düşüncelere
tepki “Ne ilgisi var, ekonomik durum ortada!” yönünde olabilir. Evini o meblağ
ile kiraya vermeyen insanlar da var. Bireysel etik tartışmak değil asıl konumuz,
ama bir gerçek var ki sol, bu mahallelere ideolojik ve etik bir değer
katamamış.
Burada
solun ve sendikaların diğer açmazı da zincir marketlere yapılan baskıya dolaylı
yoldan set olmak. “Enflasyonun asıl sebebi onlar değil!” söyleminin ardında
emekçi sınıfların burjuvaziye karşı tepkisini yumuşatmak var, çünkü mizah, en
geçerli mücadele biçimi olarak gösterilmeli. Tekrar kira konusuna dönersek; üçüncü
sayfalarda kalan gerçek şudur ki ezilenin sıkışmışlığı şiddete dönüşerek hem
kendine hem de diğer insanlara zarar verecek noktaya gelmesidir ki bu, kabul
edilemez bir durumdur. Son bir yıllık süreçte ev sahipleri ile kiracılar
arasında yaşanan sorunlar şu başlıklarda toplanabilir:
a. Yaralama – kavga b. Sözlü şiddet/hakaret, küfür, tehdit c.
Mala zarar verme
d. Cinayet e. Adli boyut: 2022’nin ilk 6 ayında
5692 hukuki dosya.
Bugün
8.506 lira olarak belirlenen asgari ücretle sadece ev tutulabilir. O da
şimdilik. Neoliberal piyasa düzeninin sonucu olarak bu ücret artışlarından
sonra kiralara ne kadar zam yapılır, bilinmez. Konut edinebilmek ütopya
olduğundan, garanti ve uygun kiracılık ölçüt hâline getirildi! 2 yıl önce
okullar açıldığında üniversite öğrencilerinin “Barınamıyoruz” eylemlerinin ne
demek olduğunu anlayamayan sol ve sendikalar, sessiz kalarak bugünkü durumu da
geçiştirmeye çalışıyorlar. Diyalektik bilgisinden yoksunluk, tarihin bir
birikim süreciyle geliştiğini de es geçmeye sebep oluyor.
-
Haciz dosyası sayısı 24 milyonu aşarak 78 ile yeni icra dairelerinin kurulacağı
gündemde.[5] Yapılan her harcama, ya borç ya kredi aracılığıyla
gerçekleştiriliyor. Küresel salgın sonrası kart kullanımı daha da arttı. Kredi
kartı çıkarmak için neredeyse hiçbir şart aranmaz hâle geldi.
-
2021’de 4,5 milyon insanın elektrik ve doğalgazı kesildi.[6] Enerji
şirketlerinin elde ettiği kâr ve konutlarda kullanılan gazın toplam gaz hacmi
içindeki oranı düşünüldüğünde, yüksek faturaları kimler için ödediğimiz de
netleşmektedir. Ağrı ve Muğla’da geçen yıl gerçekleştirilen fatura protestolarını
ve yürüyüşlerini sendikalar ve sol doğru okuyup geliştirebilseydi, belki bugün
bu noktanın çok daha ilerisinde olabilirdik.[7] Geçen yıl doğalgazın
kullanımının azaldığı ilçelerin istatistikleri paylaşılmıştı. Bu kıştan sonra
paylaşılacak veriler önemli, çünkü insanlar, artık buzdolabı gibi soğuk evlerde
kombi açmadan soba yakmadan yaşıyor.
-
2021’de antidepresan kullanımı 5 milyon kutu artarak 59 milyona ulaştı. Nüfusun
önemli bir bölümü antidepresan kullanıyor. 2022’nin ekonomik verileri
düşündüğünde, artık o ilaçlar alınabiliyor mudur, sorusu yöneltilebilir. Kaldı
ki insanlar, ilaçlara gelen zamlardan ve birçok ilacın rapor kapsamından
çıkarılmasından dolayı yollarda düşüp bayılabiliyor. Sigortalı bir işte çalışmanın
iki motivasyonu olan emeklilik ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek, bugün
neredeyse güç duruma düştü. Emeklilik yaşı 65. Hastanelerde randevu bulabilmek
çok zor, bulunduğunda da aynı saate birden fazla insan yazılabiliyor.
-
2021’den önceki yıllara göre uyuşturucu kullanımının daha da arttığı
kaydediliyor. Uyuşturucu kullanım yaşının gittikçe düştüğü, madde kullanımının
yoğunlaştığı bölgelerin yoksul semtler olduğu bilinmektedir. Solun belli
kesiminin Alman Yeşilleri gibi uyuşturucu kullanımını “bireysel özgürlük” diye
pazarlaması da kabul edilemez bir gerçektir. 1980 sonrası solun içine düştüğü
çıkmaz, ithalatçılıkla ile ittihatçılık arasında salınıp durmak oldu. Bugün
bunun zorluğunu yaşıyoruz.
-
Ülkede artık emekliler bile çalışmak zorunda kalıyor. Öte yandan, çalışan
nüfusun önemli bir kısmını çocuklar oluşturuyor. TÜİK verilerinde bile çocuk
işçi sayısı 720 bin olarak geçiyor.[8] Son 10 yılda en az 616 çocuk işçinin iş
kazalarında can verdiği kaydediliyor.[9] Çocukların 1 gün okula, 5 gün zincir
marketlere giderek çalışmasını hayata geçiren düzenlemeler mevcut. Bunu
gündemine alıp sürece yayılan bir mücadele programı belirleyen eğitim
sendikasının olmaması da ayrı bir açmaz. Öte yandan, emeğin cinsiyet bağlamında
sömürülmesi aşılabilmiş değil. Ev temizliğine ve tarım işlerine giden kadınlar,
hem sigortaya sahip değiller hem de erkeklerle eşit ücreti alamıyorlar. Emperyalizme
ses çıkaramayan liberal şemsiyeli GazeteDuvar’da çıkan bir araştırmaya
göre, Ege bölgesinde üzüm kesme işinde çalışan erkek ve kadın işçilerin
aldıkları ücretler karşılaştırılıyor: 2021 tarihli habere göre, erkek işçiler
130, kadın işçiler 120 lira yevmiye alıyor. Yazara göre bu durum “Çük Farkı” ve
yazının başlığı da bu.[10] Her konuda her yerde cinsellik ve beden siyaseti
arayan solun çırpınışı. Emek yaşamındaki çarpıklıklara ve eşitsizliğe beden
çıkıntıları üzerinden anlamlar yüklemek, nasıl bir anlayışın ürünüdür ve bu
anlayışın kadın emekçilere sunacağı nasıl bir katkı olabilir? İşte sendikaları
bu anlayış yönetiyor.
Mesela
bir ailede hem kadın hem erkek (ailenin yetişkin tüm fertleri) aynı bağa gidip
üzüm kesiyorsa haneye giren ücret 10 lira azalmaktadır. Burada kadını erkeğe
karşı mı geliştirmeliyiz, yoksa erkek ve kadını ortak mücadele etrafında toplayıp
toprak sahiplerine, patrona, burjuvaziye karşı mı konumlandırmalıyız? Nereden
baksanız ideolojik sakatlanmaya, emek mücadelesini ayrıştırmaya, bireysel
anarşizme yol açacak düşünceler, solu, sendikaları ve gazeteleri etkisi altına
alıyor. Sınıfsız sendikacılık bu zeminde yükseliyor.
Sonuç
olarak, 8.506 lira asgari ücret ve KESK’in talep ettiği %54’lük artışla
ücretlerin yoksulluk sınırının altında sabitlenmesi, işçi ve emekçiler için
çözüm değildir. İçinde yaşadığımız acımasız neoliberal düzende KESK’in yaptığı
gibi gülücüklü paylaşımlara da ihtiyacımız yok. Bugün ihtiyacımız olan, insanca
yaşam “asgari” olmadan, lütuf gibi sunulmadan, her insanın hak ettiği gibi
yaşamasına imkân sağlayacak mücadele hattından geçmektedir. Bu gerçek etrafında
işçi, emekçi ve yoksullar bir araya getirilmelidir.
Asgari
ücretli ile kamu çalışanı ve diğer çalışan kesimlerin yoksulluk sınırı altında
birleştiği bir gerçektir. Bugün aldığımız maaşla kiralık bir dairede bile
oturamayacak aşamaya geldiysek, toplu taşıma araçlarında her gün tıka basa
gidiyorsak, en temel insani ihtiyaçlarımızı karşılayamıyorsak, önümüzde bir
tercih değil zorunluluk duruyor: mücadele etmek. Mücadele etmekten başka
şansımız değil, çaremiz bulunmuyor. Bu şartlar, bu yabancılaşma, bu düzen bizi
rahatsız etmiyorsa kendimize bile yabancılaşmışız demektir.
Kendi
sendikalarımıza, varsa partinize, ideolojik çevrenize doğru mücadele
biçimlerine yönelmeleri için irademizi dayatmak zorundayız. Bireysel anarşizmle,
sosyal medya yazarlığıyla, arkadaş sohbetleriyle bu sıkışmışlığı aşamayacağız.
Sol da sendikalar da uzun zamandır emekçi sınıfı ve halkı kendiliğindenciliğe
terk etti. Ama halk da sınıf da son iki yıldır fabrikalarda, işyerlerinde,
gecekondularda, köylerinde emeğine ve haklarına sahip çıkmak için gereken
kendiliğindenciliği ziyadesiyle göstererek (sol için) “beklenmedik” bir düzeyde
mücadele vermeyi bildi. O kadar farklı zamanlarda ve yerlerde emek ve hak
mücadelesi en meşru şekilde yürütüldü ki tek sorun, bu dağınıklığı
birleştirmekti. O da başarılamadı, ama hâlen geç kalındığı söylenemez.
Sol,
halka sokak röportajlarından bakıp ona kızmaktan ve gülmekten vazgeçmeli. Bütün
memleket, kıyılardan ve Kadıköy’den ibaret değil. Hatırlatmak gerekirse, bu
ülkede 81 il var ve bunun toplamı halktır. İçinde yetiştiğimiz proleter ve
emekçi sınıfın yer aldığı halkı hor göremeyiz. Verdiği oyun yönsemesine göre
halkı değerlendirip toptancılık da yapamayız. Aydınlanma sonrası toplumda
yaşamıyoruz ve değişim dipte yaşayanlardan gelir, umut da mücadele de orada
filizlenir, orada pozitivist değerlere yer yoktur. Malikler de demokratlar da
rahatlarının bozulmasını hiçbir zaman istemezler, aristokratlığı elden
bırakmazlar. Kim nerede yoksa orası boştur ve orayı suçlamaya hakkı yoktur.
Eskiyi yeniden yaratamayız, ama yarını kurmak için bugünü geliştirebiliriz.
Gezi’den
ve sosyal medyadan türeyen her şeyi mizaha alarak tepki verme terapisi
bırakılmalı. Yaşam o kadar komik de değil merhametli de. Sınıftan başka
dayanılacak bir güç, sınıf mücadelesinden başka kurulacak bir program yok. Her
şeye rağmen mevcut sendikaların üyeleri, sendika yönetimlerini bu gerçeğe
zorlamak zorunda. Onlar, emekçileri anlamaktan uzak. Güvenlikli sitelerinde
yaşayıp, yazlıklarında tatil yapıp, AB fonlarıyla Avrupa gezip, çocuklarını
özel okullarda -mümkünse emperyalist ülkelere bağlı kolejlerde- okutup, yatırım
amaçlı daireler alıp yüksek kiralarla geçinebilirler.
Bu
yazıyı okuyup da hâlen haksızlık yaptığımızı düşünen kişi ya da kesim varsa ya
aidiyetleri gerçeği görmesine engel oluyordur ya da düzen onu rahatsız
etmeyecek kadar şatafat sunmuştur, o da sistemden bir şekilde yararlanıyordur. Şartları
iyiyse de toplumsal çürüme onu rahatsız etmeli, çünkü toplumdan yalıtık şekilde
yaşamıyoruz. Bizim gerçeğimiz bu; fazlası var, eksiği yoktur.
Zamanımız
çok değerli; geyik muhabbeti yapacak, her şeyi mizaha vuracak, kendimize
medyatik kahramanlar bulacak, radikal demokrasi hülyalarına teşne olacak, sokak
röportajlarından yola çıkıp sosyolojik çözümleme yapacak vaktimiz yok ve bu
ülke bizim, gidecek başka yerimiz yok, gitmek de istemiyoruz.
Hiçbir
antidepresan, uyuşturucu, bireysel kurtuluş reçeteleri; ideolojiden, insan
ilişkilerinde ve mücadelede yaratılan değerlerden ve güvenden daha güçlü
değildir. Her türlü eksiğimize rağmen birbirimize güvenmek zorundayız. Reformistlerin
bitmeyen “yarın/gelecek” vaatlerini, radikal demokrasi masallarını,
tutarsızlıklarını dinleyerek umutsuzluğa düşüp de yalnızlaşma, bencilleşme ve
yabancılaşma gibi bir lüksümüz olamaz.
Son
sözü Brecht’in Okumuş Bir İşçi Soruyor adlı şiirine bırakalım:
“Yedi
kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil'i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima'nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce
Roma'da zafer anıtı ne kadar çok?
Kimlerdir acaba bu anıtları diken?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans'ta?
Atlantis'te,
o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı.
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan'ı
nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası acaba ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşını i kinci Frederik kazanmış ha?
Yok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların
her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir
sürü olay sana.
Ve bir sürü soru.”[11]
S. Adalı
6
Ocak 2023
Dipnotlar:
[1] Ceren Satıl, “2023’te Net Asgari Ücret: 8506 TL”, 20 Aralık 2022, Doğruluk Payı.
[2]
Kesk Twitter Hesabı, “Sefalet Zammı”, 4 Ocak 2023, Twitter.
[3]
“Kesk Twitter Hesabı, “Kamu Emekçisi Maaşı”, 4 Ocak 2023, Twitter.
[4]
Simge Akkaş, “Türkiye’nin Yüzde Kaçı Ev Sahibi?”, 13 Eylül 2022, Doğruluk Payı.
[5]
“Dosya Sayısı 24 Milyonu Aştı”, 21 Kasım 2022, Birgün.
[6]
Sarp Sağkal, “4,5 Milyon Yurttaşın Elektrik ve Doğal Gazı Kesildi”, 11 Nisan
2022, Cumhuriyet.
[7]
“Ağrı ve Muğla’da Elektrik Faturası İsyanı”, 4 Şubat 2022, Cumhuriyet.
[8]
“Çocuk İşgücü Anketi Sonuçları, 2019”, 31 Mart 2020, TÜİK.
[9]
“İSİG: Son On Yılda En Az 616 Çocuk İşçi Hayatını Kaybetti”, 20 Kasım 2022, Evrensel.
[10]
Tuğçe Isıyel, “Çük Farkı 10 TL”, 25 Eylül 2021, Duvar.
[11] Brecht, Bertolt. Halkın Ekmeği. Çev. A. Kadir- A. Bezirci. İstanbul: YAZKO Yayınları, 1980, s. 112.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder