Giriş
Belirli sol mahfillerde işçi aristokrasisi teorisi
popülerlik kazanıyor. Teoriyi ilk olarak Lenin ortaya koydu. Lenin, bu teoriyle
Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin 1914 sonrasındaki ihanetlerinin sebebini
izah etmeye çalışıyordu. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüsek Aşaması isimli
çalışmasının önsözünde şunları yazıyordu:
“Bu makalede de ortaya konulduğu biçimiyle kapitalizm
bugün tüm dünyanın yağmalandığı sürecin kırıntılarıyla beslenen, bilhassa
zengin ve güçlü devletlerde (dünyanın nüfusunun onda birinden az, en iyi
ihtimalle, en abartılı tespitlere göre beşte birinden azını ifade eden) küçük
bir kesimi meydana getirdi. Savaş öncesi dönemin fiyatlarını ve burjuvazinin
hazırladığı istatistikleri temel alacak olursak, sermaye ihracı her yıl
ortalama sekiz ilâ on milyar franklık bir gelir üretti. Bugün elbette bu gelir
çok daha fazla.
Şurası açık ki sağlanan bu muazzam aşırı kârlarla
(zira bu kârlar, kapitalistlerin ‘kendi’ ülkelerinin işçilerinden sızdırdıkları
kârların çok daha üzerindedir) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini meydana
getiren bu yüksek tabakayı rüşvetle satın almak mümkün hâle gelmiştir. Rüşvetin
kaynağı aynı zamanda doğrudan veya dolaylı, örtük ya da açık kimi yöntemler
üzerinden ‘ileri’ ülkelerin kapitalistleridir.
Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle
tümüyle küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da
‘işçi aristokrasisi’, İkinci Enternasyonal’in ve temel dayanak noktasıdır. O,
aynı zamanda bugün burjuvazinin toplumsal (askerî olmayan) dayanak noktasıdır.”[1]
Almanya’da çıkan neoliberalizm yanlısı günlük gazete Junge
Welt [“Genç Dünya”] türünden solcu yayınlar, bu tür pasajları alıntılamayı
çok seviyorlar. Böylece kendi ülkelerindeki işçilere sırtlarını dönen
siyasetlerine belirli bir kılıf bulduklarını düşünüyorlar. Sık sık alıntılanan
bir pasaj, 1907’de Stuttgart Sosyalist Kongresi’nde göçle ilgili alınan karar,
diğeri de Engels’in insanla doğa arasındaki ilişkiye dair yazılarına ait
pasajlar. Bu metinler, neoliberalizme göre yorumlanıyorlar. Junge Welt gazetesi
ve yazarları Marksist-Leninist ifadeleri dillerine dolamış neoliberalizm
uşakları aslında.
Bu gazetenin yazarlarından Peter Schaber, Lenin’in
işçi aristokrasisi teorisini kendince genişleterek, onu emperyalist yaşam
tarzını meşrulaştıran bir teoriye dönüştürüyor. Bu teoriye göre Alman işçi
sınıfı böylesi bir yaşama sahipmiş. Gelişmekte olan ülkelerin sömürülmesinden
kârlar elde eden sınıf, tümüyle işçi aristokrasisi içerisinde
değerlendiriliyor.[2] Bu tür kişiler esasen şunu söylüyorlar: “Gelişmekte olan
ülkelerin sömürülmesinden suçluyuz. Bu suça son vermek için kemerlerimizi
sıkmalıyız.”
İşçi aristokrasisi teorisine dönük bir eleştiri, bu
teorinin dayandığı, olguları temel alan önermelerin doğru olup olmadığını
sorgulamak, ayrıca bu tür ifadelerin stratejik sonuçlarını ele almak
zorundadır.
Kapitalizmde tek tek her bir sermayenin sahip olduğu
kâr oranının ortalama kâr oranı ölçüsünde eşitlenmesi gibi bir eğilim söz
konusudur. Bu, bir şirketin ürettiği katma değerle alakası olmayan bir
gerçekliktir. Hatta aslında o katma değer yeniden dağıtılır. Sermayenin kârı,
kârın bir ülkedeki ortalama toplam sermayeye oranı olarak düşünülebilir. Onun
miktarı, şirkette üretilen katma değere değil, sermayenin büyüklüğüne bağlıdır.
Kâr oranlarının eşitlenme süreci esas olarak belirli sektörlerdeki sermayenin içe ve dışa doğru akışı üzerinden işler. Yeni sermaye temelde yüksek kâr getiren sanayi kollarına yatırılırken sermaye, düşük kâr getiren sanayi kollarından kaçar.[3] Ama bu, biraz zaman alır. Dolayısıyla, kâr oranının eşitlenmesi ancak bir eğilim olarak mevcut olan bir olgudur. Bu noktada Ernest Mandel’e verelim sözü: “Kapsamı genişlemiş olan yeniden üretim sürecinin olağan hâlinde kâr oranları farklıdır, sermaye birikimindeki artışı esas olarak fazla kâr arayışı teşvik eder."[4]
Mandel’e göre, kapitalist ekonomide fazla kârın
kaynağı şu şekildedir[5]:
1. Sermayenin organik bileşimi toplumsal ortalamanın
altında olduğunda, kurumsal veya yapısal faktörler bu sektörlerde üretilen ve
fazla artı-değerin kâr oranının genel anlamda eşitlendiği sürece dâhil olmasına
mani olurlar. Bu faktörlere örnek olarak kapitalist arazi rantı örnek
verilebilir.
2. Kâr oranları eşitlendiğinde, sermayenin organik
bileşimi toplumsal ortalamanın üzerine çıkar, yani belirli bir sermaye üretim
konusunda belirli bir avantajdan yararlanır, böylelikle diğer sektörlerde
üretilen artı-değerin bir kısmını temellük eder.[6]
3. Meta olarak işgücünün fiyatı değerinin altına
çekilebilir veya işgücü değerinin ürünlerin satıldığı ülkelerdeki değerin
altında olduğu yerlerde de işgücünün fiyatı değerinin altındadır. Bu durumda
fazla kâr, artı-değer oranının çok yüksek olduğu koşulların bir sonucudur.
4. Sabit sermayenin muhtelif unsurları için ödenen
bedel toplumsal ortalamanın (üretimin bedelinin) altına çekilebilir. Kural
olarak bu, ancak sürekli dolaşımdaki sermaye için geçerlidir, sabit sermaye
için değil.
5. Dolaşımdaki sermayenin yeniden üretilme oranı,
toplumsal ortalamanın üzerindedir.
Kısa vadede fazla kâra yol açan bu türden kaynaklara
kâr oranındaki genel eşitlenme süreci de dâhil edilebilir. Fakat fazla kâra
ortalama kâr oranındaki düşüş eşlik eder. Hatta çok kâr düşüş sürecini
hızlandırır. Tekellerin kârında böylesi bir durum söz konusudur.[7]
Rekabetçi kapitalizm döneminde (1790-1895) fazla kârın
ana kaynakları Avrupa’daki sanayileşen ülkeler içerisinde bulunuyordu. On
dokuzuncu yüzyılın başlarında dünyadaki büyük ölçekli kapitalist endüstri çok
sınırlıydı. Bir ürünün değerini ilk başlarda onu üretmek için gerekli olan işin
miktarı belirliyordu. Örneğin buhar gücüyle çalışan mekanik dokuma
tezgâhlarında kumaş üreten az sayıdaki kapitalist bu işi oldukça düşük
maliyetle yapıyor, dolayısıyla ciddi miktarlarda fazla kâr elde ediyordu.
Zanaatkârların kepenk indirmesi ve tarımsal faaliyetin zamanla kısıtlanması ile
birlikte büyük kalabalıklar prangalarından kurtuldular. Bu insanlar
şehirlerdeki fabrikalara aktılar. Böylelikle işsizlerin sayısı hızla arttı.
Neticede ücretler düştü ve bu düşüş on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek devam
etti. Ama artı-değer oranı tersten çok yüksekti.
1850 sonrasında Batı Avrupa’da büyük ölçekli endüstrinin
her yana yayılması ile birlikte bu fazla kârlar yavaş yavaş kaybolmaya başladı.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kârların
azaldığı yeni bir döneme girildi. Batı Avrupa’da endüstrileşme ilk sınırına
gelip dayandı. Emtia değerindeki değişken ve sabit sermaye oranı azaldı. Hammadde
fiyatlarının arttığı koşullarda sürekli dolaşımdaki sermayenin oranı da arttı. Bu
eğilim güneydeki ülkelerde bulunan hammaddelerin çoğunlukla kölelik veya
serflik gibi kapitalizm öncesi üretim koşullarında üretiliyor olması ile
birlikte daha da derinleşti.
Artık fazla kâr, sömürgelerdeki hammadde üretiminden,
am aynı zamanda demiryolu ve liman gibi altyapı tesislerinin inşa edilip
işletilmesinden ve bu yapılar için tedarik edilen çelikten kaynaklanıyordu. Endüstride
devasa bir rezerv ordunun oluşması sebebiyle sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde
ücretler oldukça düşüktü. Bu sebeple makine kullanımı kârlı görülmüyordu. Öte yandan
sermaye, sanayileşme öncesi, imalat aşamasındaki kapitalizm dönemine has bir
biçimde, hammadde üretimini yeniden organize etti, böylelikle üretim sürecini
daha da üretken kıldı.[8]
Emperyalist ülkelerden gelen fazla sermaye sömürgelere
ve yarı-sömürgelere yatırıldı, kârlar bu ülkelere aktarıldı. Bu da karşımıza
Lenin’in tarif ettiği emperyalizme ait klasik özelliklerin çıkmasını sağladı.
Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası kârların seviyesi gene
yükseldi. Emperyalist ülkelerin endüstrisindeki emek üretkenliğinin artmasıyla
birlikte sömürgelerde gerçekleşen endüstriyel hammadde üretimi fazla kârın
kaynağın olmaktan çıkıp, ortalama kâr oranındaki düşüşe ait bir faktör hâline
geldi, böylelikle hammadde fiyatları tekrar arttı. Bu gelişme zirvesine
ellilerin başlarında ulaştı.
Endüstride kullanılan yüksek teknikler, artık hammadde
üretimi sektöründe de kullanılıyordu. Bu sebeple endüstriler sömürgelere kaydı.
Ucuz emek artık eskisine nazaran daha ufak bir rol oynuyordu. Mümkün olduğu her
durumda endüstrinin yüksek teknolojisiyle üretilen hammadde üretimi yeniden
emperyalist ülkelere kaydırıldı. Örneğin doğal gübre yerine atmosferdeki azottan
gübre üretildi, sentetik elyaf, sentetik kauçuk, tatlandırıcılar gündeme geldi,
tarım giderek endüstrileşti.
Sömürgeci imparatorlukların çökmesi ve gerçekleşen
sömürge devrimleriyle birlikte bu ülkelere yatırılan sermayenin yitip gitme
riski arttı. Bu da uzun vadede sermaye akışlarının yönünü değiştirdi.[9]
Fazla kârın diğer kaynaklarının yitirilmesi sonucu
teknolojiyi yenileme süreciyle elde edilebilen teknolojik rant peşine düşüldü. Fazla
kâr artık yeni üretim süreçlerini ilk kullanan veya yeni teknolojik gelişimleri
piyasaya, örneğin tüketim malları piyasasına ilk taşıyan şirketlerin eline
geçiyordu. Bu da sabit sermayenin maliyetinin çıkartılması için gerekli sürenin
azaltılmasını ve teknolojiyi yenileme sürecinin de hızlandırılmasını gerekli
kıldı.[10]
Araştırma-geliştirme faaliyetlerine harcanan muazzam
ölçülerdeki sermaye, yeni geliştirilen ürünlerin üretim ve satış rakamlarının en
üst seviyelere çıkartılmasını gerekli kılar. Bu nedenle üretim uluslararası
ölçekte teşvik edilir. Bu süreç, endüstrileşmiş ülkelerdeki büyük piyasalara
girişlerin kolaylaştırılması ile desteklenir.
Bu sayede uluslararası işbölümü, ürünün özelleşmesi
sürecini temel alan yeni bir biçime kavuşur. Bu biçim, geç kapitalizme has
çokuluslu şirketlere uygun bir biçimdir.
Azgelişmişliğin Yol
Açtığı Fasit Daire
Ücretlerin uzun vadede gelişimi, rezerv ordunun takip ettiği uzun vadeli seyre tabidir. Bu seyri de iki faktör tayin eder:
* İşgücü talebi ve arzındaki ilk konum;
* Sermaye birikiminin süreklileşme eğilimi.
İlk faktör, ABD, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda’daki
yerleşimlerde ücretlerin ta başından beri neden yüksek olduğunu, ikinci faktörse,
on sekizinci yüzyılın ortalarından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek uzanan
dönemde Batı Avrupa’da ücretlerin neden düştüğünü, bu eğilimin on dokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısından itibaren neden terse döndüğünü izah ediyor.
Sermaye birikimi, iç piyasada kapitalizm öncesi üretim
süreçlerinin tahrif edilmesi ve yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkışıyla
birlikte gerçekleşiyor. Bu birikim süreci iş imkânı açısından yarattığından
daha fazlasını yok ediyor, rezerv ordu uzun vadede büyüyor, işçiler güçlü bir
sendikal hareket inşa edemiyorlar. Bir meta olarak işgücü üzerinde tekel oluşturuluyor.
Reel ücretlerse uzun vadede düşüyor.[11]
Emperyalizm çağında sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde
ilk sermaye birikimi, emperyalist ülkelerin büyük sermaye birikimine dönük
ihtiyacına tabi. Emperyalist ülkelerin sermaye ihracı, bu ülkelerdeki ekonomik
gelişmeyi tayin ediyor. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ekonomileri, emperyalist
ülkelerdeki kapitalist üretimin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde gelişiyor. Emperyalist
burjuvazi ancak kendi çıkarlarına uygun düşen yerlere sermaye yatırımları
yapıyor.
Emperyalist dönemdeki sermaye ihracı, sömürgelerin bağımsız ekonomik gelişim sürecini boğuyor, bunun için de şu tür adımlar atıyor:
* Azgelişmiş ülkenin gelişimi için hayati önemde olan sektörlere ülke içi kaynakların aktarılmasını sağlayan ilk sermaye birikim sürecine ait kaynakların kaymağını topluyor.
* Dış ticaret, emperyalistlere sunulan ara hizmetler, arazi spekülasyonu, suç ve kumar gibi faaliyetlerde aslan payını emperyalistler alıyor.
* Kırsal alandaki egemen sınıfla uzun vadeli bir ittifakın içerisine girerek ilk sermaye birikim sürecini sınırlıyor. Böylece köy nüfusunun önemli bir kısmı emtia üretimi alanının dışında kalıyor.
Rezerv ordunun büyük olması sebebiyle hammadde üretimi
ilkel düzeyde. Bu sebeple makinelerin modernizasyonunu teşvik edecek bir zemin
oluşmuyor. Bu süreçte emperyalist ülkelerdeki endüstride üretkenlik azalıyor,
bu da azgelişmişliği kalıcılaştırıyor. Mandel bu konuda şu yorumu yapıyor:
“Marksizm, yani kendi iç tutarlılığı olan emek-değer
teorisi üzerinden baktığımızda azgelişmişlik (kitlesel işsizlikten dem
vurduğumuz ölçüde) her daim nicelikseldir ama aynı zamanda (düşük emek
üretkenliği anlamında) nitelikseldir.” [Mandel 1974, a.g.e., s. 57]
Güneyin yoksul ülkelerinde kapitalizm öncesi üretim ve
dağıtım ilişkileri ile kapitalist üretim ve dağıtım ilişkileri iç içe gelişti. Bu
da kapitalist üretim tarzının genele teşmil edilmesine, büyük ölçekli
kapitalist endüstrinin her yana yayılmasına mani oldu.
Geç dönem kapitalizmde tekelci beynelmilel sermaye,
üçüncü dünya ülkelerinde ürünlerini tamama erdirmenin kârlı olduğunu gördü.
Azgelişmiş ülkelerde endüstrileşme sürecinin
başlamasıyla işgücünün yeniden üretiminin sahip olduğu maliyet azaldı, zira bu
ülkelerde toplumsal emeğin üretkenliği arttı. Ancak enflasyon sebebiyle, bir
meta olarak işgücünün değerindeki azalmaya her zaman paranın değerindeki düşüş
eşlik etmedi.
Rezerv ordudaki büyüklük, bir meta olarak işgücünün
değerine ahlaki-tarihsel bileşenlerin dâhil olmasına mani olur.
Rezerv ordu şu tür faktörlere bağlı olarak varolur:
* Topraktan uzaklaşan köylüleri ancak yavaş yavaş büyüyen bir endüstri sindirebilir.
* Ülkede tamamlanan ürünlerin üretimi yeni bir gelişmedir ve bu üretim sermaye yoğunlukludur. Hammadde üretimi ise emek yoğunlukludur. Endüstrideki işlerin sayısı bu sebeple durağanlaşır, hatta azalır.
Büyük rezerv ordusunun varlığının gerekli kıldığı
biçimde kapitalistlerle işçiler arasındaki güç dengesi, işçi sınıfının etkin
bir sendikal örgütlenme süreci içerisine girmesine büyük ölçüde mani oldu. Neticede
işgücü değerinin altında satıldı.
Sermaye, artı-değer oranını artırmak suretiyle kâr
oranındaki düşüşü telafi edebilir. Yabancı sermayenin üçüncü dünya ülkelerinin
endüstriyel faaliyetlerine yatırım yapmasının sebebi, artı-değer oranının
yüksek, dolayısıyla kâr oranının da yüksek oluşudur. Ancak bu yatırım sermaye
birikimi konusunda kimi kısıtları da beraberinde getirir, zira iç piyasa,
işçilerin ihtiyaçlarının karşılanamaması ve reel ücretlerin düşük oluşu sebebiyle
genişleyemez.[12]
Özetle: geç kapitalizm dönemine girildiği 1945 yılından
itibaren fazla kârın ana kaynağı teknoloji üzerinde elde edilen rantlardır. Bu kâr,
artık sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin sömürülmesi üzerinden elde
edilememektedir. Neticede kârlar dışa doğru akmış, eşitsiz değiş tokuş
ilişkileri içine girilmiştir.
Gelişmekte olan ülkelerdeki düşük ücretlerin ana
sebebi, o ülkelerdeki rezerv ordunun büyük olmasıdır. Bu ülkelerin kapsamlı bir
biçimde endüstrileşmesine mani olunmuştur. Endüstrileşmiş ülkelerde yüksek
ücretler, ancak rezerv ordunun küçültülmesi sayesinde gündeme gelebilir.
Mandel’e göre geç kapitalizminin 1989’da sona eren
döneminde gidişat bu şekildedir.
1989 yılıyla başlayan neoliberalizm döneminde ise endüstriyel
üretimin gelişmekte olan ülkelere yeniden aktarılma süreci hızlanmıştır. Bunun neticesinde
endüstrileşmiş ülkelerdeki rezerv ordu büyümüş, yani işsizlik artmış, bu da
kapitalistlerin ücretleri düşürmelerini veya sabit tutmalarını mümkün
kılmıştır. Bu dönemde ayrıca kapitalistler, gelişmekte olan ülkelerde üretilen
ürünlerin fiyatlarını düşürme imkânı bulmuş, böylelikle endüstrileşmiş
ülkelerdeki nominal reel ücretler olması gereken düzeyin altına inmiştir. Böylelikle,
gelişmekte olan ülkelerdeki insanların hilâfına olacak şekilde yaşayabileceğimize,
adalet adına ulaştığımız refahın büyük bir kısmından vazgeçmek zorunda
kalacağımıza dair yanlış bir algı oluşmuştur.
Ancak tümüyle ahlakî olan bu argümanı dillendirenler, ücretlerin
düzeyinin temelde sınıf mücadelesinin sonucunda şekillendiği, bu düzeyin
kapitalistlerin ve işçilerin nispi gücüne bağlı olduğu gerçeğini göremiyorlar. Burada
mesele, rezerv ordunun büyüklüğü ve bu büyüklükle gördüğü işlevdir. Birçok şirketin
üçüncü dünya ülkelerine kaydırılsa bile bu ülkelerin endüstrileşme süreci
kapsamlı hâle getirilemez. Rezerv ordu çok büyük, ücretlerse düşüktür. Gelişmekte
olan ülkeler azgelişmişliğin yol açtığı fasit daireden ancak aktif bir endüstri
politikası uyguladıkları takdirde kurtulabilirler. Ancak bu tür bir politikayı ancak
Çin gibi büyük ülkeler uygulamaya koyabilir.
Kapitalistlerin hayrına olacak şekilde, ücretlerin
önemli bir kısmından feragat etsek bile, bu, gelişmekte olan ülkelerin durumu
zerre miskal gelişmeyecektir.
İşçi Aristokrasisi
Teorisindeki Sosyolojik Sorunlar
Ernest Mandel’in tespitiyle, 1918 sonrasında komünist
hareketin öncü kadroları, Almanya ve Fransa’daki proletarya içerisinde en iyi
ücretleri alan metal işçilerinden oluşuyordu. Komünizm, metal endüstrisi
bünyesinde faal olan büyük şirketlere işçi akını gerçekleştiği noktada bir
kitle hareketi hâline gelmiştir.[13] Fransa’da 1968’den
beri Renault gibi büyük metal fabrikaları komünistlerin kontrolü altındaydı. Komünist
hareketin nüfuzu ancak aynı yıl içerisinde FKP’nin ihaneti neticesinde kırıldı.
1917’de gerçekleşen Rus Devrimi’nde Putilov’daki fabrikada
çalışan metal işçileri çok önemli bir rol oynadılar.
Tersten, Fransız imparatorluğunun çöküşüyle birlikte
işçi bürokrasisi ortadan kayboldu. Bu süreci değerlendirirken ilgili tespite “Fransız
burjuvazisi sömürgelerdeki sömürüyü yeni sömürgeci sömürü pratikleriyle ikame
etti” cümlesiyle itiraz etmek mümkün tabii. Ama 1967’de Fransa eski
sömürgelerinden çok kısıtlı miktarlarda kâr elde ediyordu. Bu, bilhassa ABD
için de geçerli bir durumdu. İlgili dönem boyunca başka ülkelerden gelen
kârların miktarı, tüm ABD burjuvazisinin elde ettiği kâr içerisinde devede
kulaktı.[14]
Bu anlamda, Mandel’e göre, ücret düzleminde, gelişmiş
bir ülkedeki işçileri işçi aristokrasisi olarak tarif etmenin bir anlamı
bulunmuyor.[15]
Birinci Dünya Savaşı’ndan bile önce Rosa Luxemburg şu
tespitleri yapıyordu:
“İşsiz kalındığı sürecin kesintili ilerlediği veya
işsizliğin geçici olduğu, iyi ücretler ödenen endüstri işçilerinin üst katmanı
örgütlenmeye açık.
Köyden kente akın eden ve vasıfsız olan inşaat
işçilerinin alt katmanı ile tuğla imalatında ve hasat toplama işinde çalışan
yarı köylü ve düzensiz çalışan işçi kesiminde sınırlı ve geçici istihdam koşulları
ve toplumsal ortamlarına bağlı olarak sendikal örgütlenme düşük düzeyde.
Küçük ölçekli üretim sahasında ara sıra çalışan ve
rezerv ordusunun geniş olan alt katmanını teşkil eden işçiler ile ara sıra işe
girip çıkan yoksulların yönetilmesi mümkün değil.
Genel manada proleter sınıf içerisindeki ihtiyaç
düzeyi ve baskılar arttıkça onu bir sendikaya örgütleme imkânı da aynı ölçüde
azalıyor.”[16]
Bu tespit belirli iş kolları için hâlen daha geçerli.
“İşçi Aristokrasisi” Denilen
Sorunlu Slogan
Strateji açısından bakıldığında işçi sınıfını pasif
olmakla suçlamak ve bu pasifliği “burjuvaziden alınan rüşvet”le açıklamak doğru
değil. Esasında olağan koşullarda yönetilenlerin büyük çoğunluğu yönetenlerin
ideolojik kılavuzunu her daim kabul ederler. İdeolojik saldırının etkisinden
sınıfın ancak küçük bir kısmı kurtulabilir. Sakin ilerleyen dönemlerde
burjuvazi daha derinlikli ve gelişkin propaganda araçlarını devreye sokar.
En ileri işçiler sosyalist programlarını bıkıp
usanmadan propaganda etmelidirler. Ancak öte andan başarıya ancak bugün tanık
olduğumuz türden kriz dönemlerinde ulaşılabilir.
Ajitasyon faaliyetlerinde sınıfı kapitalistlere karşı
bir araya getirecek formüller bulunmalıdır. Fakat bu noktada işçi aristokrasisi
suçlaması olumsuz bir etkiye yol açacaktır. Böylesi bir suçlama zaten bölünmüş olan
işçi sınıfını bölecek, bu da kapitalistlerin ekmeğine yağ sürecektir. Ne pahasına
olursa olsun böylesi bir yanlıştan uzak durulmalıdır.
Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların maruz
kaldıkları kötü koşullar ancak sosyalist devrimden sonra gelişir. Sanayi işçilerinin
kuracağı bir devlet gelişmekte olan ülkelerin kapsamlı ve hızlı bir biçimde endüstrileşmesi
için elindeki devasa kaynakları artıracaktır. Ancak bu noktada birikimin oranı
hem gelişmekte olan ülkelerin hem de endüstrileşmiş ülkelerin refah düzeyinin
sürekli artmasını sağlayacak şekilde hesaplanmalıdır. Gelişmekte olan ülkelerin
refahı önemli ölçüde artacak, böylelikle yirmi otuz yıl içerisinde sosyalist
blok genelinde yaşam koşulları eşitlenecektir. Kitlelerdeki ülkeyi inşa etmeye
dair şevk, üretici bir güçtür.[17]
Jan
Müller
1 Haziran 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Lenin: Der Imperialismus, Lenin Werke 22. Cilt içinde, s. 198,
Berlin 1971.
[2] Peter Schaber: “Split world proletariat, into
young world”, 26 Temmuz 2019, Junge.
[3] Bkz.: Ernest Mandel: Marxist Economic Theory,
1. Cilt, s. 185ff, Frankfurt am Main 1985.
[4] Ernest Mandel: Der Spätkapitalismus, Frankfurt
am Main 1974, s. 71.
[5] Mandel 1974, s. 72.
[6] Mandel 1974, a.g.e., s. 72.
[7] Bkz.: Mandel 1974, a.g.e., s. 73.
[8] Mandel 1974, a.g.e., s. 51ff.
[9] Mandel 1974, a.g.e., s. 59ff.
[10] Mandel 1974, a.g.e., s. 178f, 205ff,
230ff, 296.
[11] Mandel 1974, a.g.e., s. 334.
[12] Mandel 1974, a.g.e., s. 61 ve devamı.
[13] Bkz.: Ernest Mandel: Die Bürokratie,
ISP-Theory 4, Frankfurt am Main 1976 (ilk olarak 1967’de yayımlandı), s. 32.
[14] Mandel 1976, a.g.e., s. 31.
[15] Mandel 1976, a.g.e., s. 31 ve devamı.
[16] Rosa Luxemburg, Introduction to National
Economics, s. 276 ve devamı, aktaran: Mandel 1974, a.g.e., s. 144
[17] Ernest Mandel: Marxist Economic Theory, 2. Cilt, Frankfurt am Main 1979, s. 768.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder