“Felsefenin (teorinin) ürettiği insan denilen mit
ateşe
atılmadan, insanlara dair hiçbir şey bilinemez.”
[Louis Althusser]
Mevcut
tarihsel dönem, bireyin kolektif karşısında galebe çaldığı bir dönemdir. Birey,
siyasette yüceye yerleştirilmiştir, zira bireysel hakları ve özgürlükleri esas
alan bir tür etik, kolektif kurtuluşa dair her türden projenin yerini almıştır.
Bilhassa bu durum, ekonomi sahası için geçerlidir. Bu sahada faydanın en üst
seviyeye çıkartılması meselesi, sadece ekonomik ilişkilerle ilgili başka her
türden fikri ezmekle kalmamakta, ayrıca tüm toplumsal ilişkilere de
hükmetmektedir. Gelenekler ve kurumlar üryan kalmış, hesap yapan, sadece kendi
çıkarını düşünen, her daim derinlerde bir yerde pusuya yatıp beklemiş olan
birey, açığa çıkmıştır. Tüm eylemler, artık bireyin çıkarı denilen kalıba göre
yorumlanmaktadır. Bireye dair politik ve ekonomik her türden iddia, kişinin kendisini
tüm yönleriyle, eksiksiz ifade etmesi ve bağımsızlık ile ilgili kültürel bir
ülkü ile beslenmektedir. Söz konusu hâkimiyeti inkâr edip, siyaseten başka
güçlerin de faal olduklarını, ekonomi düzleminde başka sebeplerin de dikkate
alınması gerektiğini, ahlaken veya kültürel açıdan başka değerlerin de arzulanabileceğini
söyleyenler, “kolektivist” damgası yemekte, bu kişiler, geçen yüzyılın suçlarının
ve felâketlerinin geride bıraktığı ağır yükü omuzlamış kişiler olarak tarif
edilmektedirler. Birey, sadece politika, kültür ve ekonomiye dair her türden
anlayışın zemini olmakla kalmamış, aynı zamanda tüm arzularımızın ölçüsü hâline
gelmiştir: birey, hem yöntemsel açıdan hem de kurallar oluşturma anlamında
baskın unsurdur. O, hem dünyanın anlamı hem de ümit edebileceğimiz en iyi
şeydir.
Bireyin
politika, ekonomi ve ahlak sahasında hâkim unsur hâline geldiğine dair bu
eksiksiz ve kat’i iddia, aynı zamanda kendisindeki güçsüzlükle maluldür.
Kontrolü dışındaki güçler onu sürekli cüce bırakmaktadırlar. Geçmiş yirmi otuz
yılın ekonomik, toplumsal ve politik değişimlerini muhakeme ederken sıkça
kullanılan, küreselleşme, finansallaşma gibi adlandırmalar, ayrıca teknoloji,
medya ve internete dair her türden bahis, ortak bir özellik olarak, örgütleri,
ideolojileri veya hedefleri, ayrıca değişimlere yön veren her türden pratiği ya
da özneyi adlandırma konusunda belirli bir kifayetsizliğe sahiptir. Bunun
yerine, elimizde, maddi olmayan finansal güçler ve teknolojideki soyut gelişme
ve ilerleme ile ilgili fikirler, dünyanın ve küresel bağlantıların kaçınılmaz
olarak varolduklarına dair tespitler kalmaktadır. Toplumsal veya politik olan
ele alındığında ise toplum ve politika, değiştirilemeyen, üzerinde işlem
yapılamayan, sadece gayri maddi bir güç olarak varolan bir şeymiş gibi
görülmektedir. Dolayısıyla, hâkim ideolojinin kaba taslak karalamalarının birey
denilen ülkü ile sadece düşman veya kaçınılmaz bir güçmüş gibi algılanan
toplumsal ilişkilere ve toplumsal koşullara dair silik bir bilinç arasında
salındığını söylemek mümkündür.
Topluma
dair bu türden bir tahayyül, sadece kolektifin değil, daha da önemlisi,
kolektifle veya toplumsal ilişkilerle birey arasındaki kesişim noktasının da
üzerine gölge düşürmüştür. Kolektif ve birey, esnemeyen, katı bir ikilik hâlini
almıştır. Buna göre ya birey ölçüsünde düşünülecek, birey düşüncelerimizin hem
analiz hem de değerlendirme bağlamında merkezinde olacak ya da bir gecede tüm
bireylere gri tulumlar giydirilip, herkesi kuşatan bir kolektife sahip
çıkılacak.
Bireyle
kolektif arasında yapılan bu türden bir ayrım, felsefe tarihinin bireyi
savunanlar/kolektifi savunanlar diye bölünüp, kolektifin doğa, tarih veya
devlet üzerinden ele alındığı, felsefenin o uzun soğuk savaşına ait bir
kalıntıdır. Birey, hâkim bireyci uzlaşmanın, kolektif ise gulagların ve her
türden zulmün alamet-i farikası hâline gelmiştir.
Soğuk
savaştan kalma bu ayrım, bir yandan da başka bir şey söylemektedir: ilgili ayrımın
aşılması, bireyle toplum arasında kurulan ikiliğin, hem kaba hem de fazla
köşeli olduğunun düşünülmesi şarttır. Ayrıca bu ayrım, mevcut toplumsal
ilişkilerin değişmekte olan sınırları ve boyutlarını görmeyen bir yerde
durmaktadır. Ayrıma tabi tutulan birey de kolektif de tarihsel düzlemde
değişmiştir. Dolayısıyla, bu denli sabit ve durağan bir ikilik, bireylerin ve
kolektiflerin tarihini incelememizi imkânsızlaştırmakta, birey-toplum
karşıtlığını esas alan durağan ikilik içerisinde hem bireyi hem de kolektifi
karanlığa gömmektedir.
Bugün
yeni medya biçimleriyle bağlantı kuran kitleler, on dokuzuncu yüzyılda
gördüğümüz ekonomik bağlılık ve hâkimiyet ilişkilerinden farklı ilişkilere
tabidirler. Aynı şekilde, maruz kaldığımız yalnızlaşma ve parçalanma süreci de
dönüşmüştür. Teknoloji ve ekonomik ilişkiler, yalnız kalma, başkalarıyla ilişki
kurmadan çalışıp yaşama konusunda giderek daha fazla imkân sunmaktadır.
Mesele,
artık sadece kolektife dair belirli bir anlayıştan yoksun olmamız değil,
bireyselliğin ve kolektifliğin birbirini etkileyip dönüştürme yol ve
yordamlarına dair belirli bir anlayıştan yoksun olmamızdır. Sadece hâkim
söylemler olarak neoliberalizm ve rasyonel tercih teorisi değil, dünyayı
değiştirme gayreti içerisinde olan farklı politik momentler ve söylemler de
aynı eksiklikle maluldürler. Eğer hâkim düzen, rasyonel birey ile küresel düzen
arasında salınan bir yapı olarak tarif edilecek olursa, o vakit, bu düzene
karşı muhalefet de anarşist manada kendini ifade etme deneyimleri ile dünyayı
değiştirecek kadar büyük olan belirli bir yapıya ya da kolektife yönelik
nostalji arasında salınıp duracaktır.
1857
Tarihli Giriş olarak bilinen metinde Karl Marx, yalnız ve
bağımsız bireyi çıkış noktası olarak alan klasik politik ekonomi veya burjuva
politik ekonomisi içerisindeki bir eğilimle cebelleşiyordu. İlk başta Marx’ın
ilgili eğilime yönelik eleştirisi, herkesin bildiği tarihselleştirme başlığına
vurgu yapıyor, ekonomistlerin “tarihin çıkış noktası olarak aldığı şeyi
tarihsel sonuç olarak görmek gerektiği”ni söylüyordu.[1] Robinson Crusoe’da
simgeleşen yalnız birey, on sekizinci yüzyılda tarihsel planda dağılmakta olan
feodalizmin bir ürünüydü. Bireyi tarihin kökeni değil de bir ürünü olarak
almak, bireyi bir kurgu addedip çöpe atmanın yanında, onu tarihin bir koşulu ve
sonucu olarak anlamak demekti.
Marx’ın
ifadesiyle:
“Ancak on sekizinci
yüzyılda ‘sivil toplum’da toplumsal düzeyde kurulan bağların farklı biçimleri
bireyin karşısına dışsal zorunluluk olarak, o bireyin özel amaçlarına hizmet
eden basit birer araç şeklinde çıktılar. Fakat bu yalnız birey denilen çıkış
noktasını üreten dönem, aynı zamanda bugüne dek en fazla gelişmiş toplumsal (bu
açıdan en genel) ilişkilere tanıklık eden bir dönemdir. Neticede mecazi bir
ifadeden kaçınarak söylersek: insan ‘politik hayvan’dır, sadece sürü hâlinde
yaşayan bir hayvan değil, aynı zamanda toplumun içerisinde kendisini birey
kılabilen bir hayvandır. Yalnız bireyin toplum dışında gerçekleştirdiği üretimden
söz etmek […] dilin birlikte yaşayan, birbirleriyle konuşan bireyler olmaksızın
geliştiğini söylemek kadar saçmadır.”[2]
Bu
pasaj, bireyin tarihsel koşullarıyla ilgili tartışmaya birkaç önerme ilave
etmektedir:
1.
Pasaj, ilgili koşulları belirli bir çelişki dâhilinde ele alır: birey, toplum
parçalı, soyut ve bağımsız olduğu için değil, toplumsal ilişkilerdeki artış ve
gelişme sebebiyle, tarihsel bir üründür. Toplum içi bağlar arttıkça, kişilerarası
ilişkiler çoğaldıkça, yalnızlaşma imkânı da artmaktadır. Bu çelişki paradoksmuş
gibi gelebilir: neticede gelişme, yalnızlaşmaya, kurulan bağlar parçalanmaya
nasıl sebep olmaktadır?
Marx’ın
yabancılaşmadan meta fetişizmine dek uzanan, düşünce pratiğine ait eleştirel
kavramların önemli bir kısmını bu soruya verilmiş birer cevap olarak okumak
mümkündür. Marx bu kavramlarla, söz konusu yalnızlaşmanın genel koşullarını
farklı yollardan kavramaya çalışmaktadır.
2.
Marx, nasıl okumak istediğine bağlı olarak, yürüttüğü tarihsel tartışmayı
felsefi antropoloji veya ontoloji olarak görülebilecek bir şeyle besler.
Aristo’nun o ünlü “insan politik hayvandır” formülünden istifade eden Marx,
polisi (şehri) insanî varoluş pratiğinin zaruri koşulu olarak görmek yerine,
yüzünü ancak toplum içerisinde gerçekleştirilebilecek bireyselleşme denilen
olguya çevirir. Politika veya toplum, sadece bireyin varoluşu, bireyler
toplamının yüzleşmeye hazır olmadığı tehlikelerden insanlığı korumak ve onun
güvenliğini sağlamak için değil, ayrıca bireyleşme için de gerekli koşuldur.
Bireyleşme denilen şey, ancak politika ve toplum aracılığıyla mümkündür.
Marx
bu gerçeği, dile atıfta bulunarak vurgulamaya çalışır. Dil, bireysel ifadenin
ve eklemlenmenin kolektif koşuludur. Bireyleşme, topluma karşı değildir ve
ancak toplum aracılığıyla gelişir. Birey olmak için kişinin insansız bir adaya
değil, şehre ihtiyacı vardır.[3]
Elbette,
Marx’ın burjuva bireyciliği eleştirisi, kolektifin birey karşısında
yüceltilmesine dönük bir çaba olarak görülebilir. Bu tür bir okuma, Marx’ı
kolektif/birey ayrımının belirli bir tarafına bağlar.
Marx’ın
bu türden bir görüşle yan yana getirilmesine iki husus mani olur:
1.
Marx, bireyin üzerinde duran toplum anlayışını eleştirdiği gibi, bireyin
toplumun dışında durduğunu söyleyen anlayışı da eleştirir. Burjuva
ideolojisinin eleştirisi, aynı zamanda politik ekonomiye ve kapitalist
toplumsal ilişkilere dair bakış açısının eleştirisidir. Marx’ta kapitalist
toplumda olguların görünüşleri ve bu görünüşleri üreten toplumsal ilişkiler
eleştirilir. Başka bir ifadeyle: burada kapitalist toplumdaki toplumsal
ilişkiler ve bu ilişkileri doğal şeylermiş gibi gösteren politik ekonomi
türünden söylemlerin eleştirisi söz konusudur. Marx’ın Alman İdeolojisi ile
birlikte başlayan eleştiri pratiğinin asıl üzerinde durduğu hususlar, bireyler
arasındaki bağları ve ilişkileri silen yaklaşımlar, yalnız bireyi çıkış noktası
alan görüşler, toplumu onu teşkil eden bireylerden bağımsız bir güçmüş gibi ele
alan anlayışlardır.
Birey
ve toplum, onları sürekli birbirine karşıt şeylermiş gibi gören kaba ikilikçi
yaklaşımda birbirini tamamlayan anlayışlar olarak ele alınır. Luca Basso’nun da
dediği gibi, bu karşıtlığı aşmak için kolektifi birey hilafına yeniden değerli
kılıp yüceltmekle yetinilmemeli, ayrıca birey ve kolektif dönüştürülmelidir.[4]
2.
Marx’ın bakış açısında birey, toplumsal ilişkilerin kurucu unsuru, toplum da
bireyin kurucu unsurudur. O, tam da bu noktada “toplumsal birey”den
bahseder.[5]
Marx’ın
bakış açısı, bugünkü konjonktüre dair çok şey söyler. O, on dokuzuncu yüzyıldan
beri derinleşen insanlararası bağ ile insanın yalnızlaşması arasındaki karşılıklı
ilişkinin üzerinde duran bir görüştür.
Marx,
tabii ki toplumsal ilişkiler alanındaki genişlemeyi, küresel üretim
ilişkilerinin neredeyse herkesin varoluşunu belirleyeceğini, dünya genelinde
sayısız birey arasındaki ilişkileri ve bu bireylerin emeklerini kapsayan, yemek
yemekten yazı yazmaya dek en basit eylemleri bile kapsayacak şekilde bu üretim
ilişkilerinin tayin edici rolünü önceden öngöremezdi. Dahası, başkalarıyla
kurulan tüm ilişkileri kendi kişisel gayesine hizmet eden birer araç olarak gören
yalnız burjuva denilen öznenin, günümüz toplumunda mümkün hâle gelen
yalnızlaştırıcı ve parçalayıcı yeni güçlerini tahmin edemezdi. Tüketim, çalışma
ve eğlence, kolektif faaliyetler olmaktan çıktı, yalnız başına, tecrit edilmiş
ortamlarda icra edilen işlere dönüştü.
Marx’ın
bakış açısı, aynı zamanda iki sorun belirliyor: bu sorunlar, bireyleşmenin
tarihsel ve ontolojik boyutlarıyla alakalı. Birbiriyle kesişen bu iki sorundan
ikincisi, ontolojik boyut, tarihsel boyutun koşulu. Ayrıca bu iki sorun,
odaklandıkları yer açısından da ayrışıyor.
Marx’tan
alıntıladığımız yukarıdaki metinde de dile getirildiği biçimiyle, ontolojik boyut,
kolektif koşulları bireyi nasıl ürettiğini anlamakla ilgili iken, tarihsel
boyut, bireyleşmenin kolektif koşullarının ortadan nasıl kaybolduğunu anlamakla
ilgili. Bu noktada sorulması gereken soru şu: toplumsal ilişkiler, kendi yok
oluş sürecine nasıl yol açabiliyorlar?
Jason Read
[Kaynak:
The Politics of Transindividuality, Brill, 2016, s. 1-5.]
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy,
Çev.: Martin Nicolaus, New York: Penguin, 1973, s. 83.
[2]
Marx, A.g.e., s. 84.
[3]
Marx’ta gördüğümüz, toplumsal ilişkiler üzerinden bireyleşme fikrinin ilk hâlini,
tuhaf bir biçimde, Descartes’ta buluruz. Yöntem Üzerine Söylev isimli
çalışmasında Descartes kentteki toplumsal koşulları bireyleşmenin ve
toplumsallaşmanın bir bileşimi olarak ele almaktadır: “Uzak diyarlardaki
çöllere gidebildiğim gibi, emekli hayatı yaşayıp yapayalnız kalma şansı
bulabiliyordum fakat öte yandan da en kalabalık şehirlerde bulabildiğimiz
imkânlardan da mahrum kalıyordum.” (René Descartes, Discourse on Method and
Meditations on First Philosophy, Çev.: Donald Cress, Indianapolis, IN: Hackett,
1988, s. 18).
[4]
Luca Basso, Marx and Singularity: From the Early Writings to the Grundrisse,
Çev.: Arianna Bove, Leiden: Brill, 2012, s. 116.
[5]
Marx, Grundrisse, s. 772.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder