Pages

13 Şubat 2022

Sol Kamyonculara Nasıl İhanet Etti?


Binlerce kamyoncu, kornalara basa basa Ottawa şehrine girdi. ABD-Kanada sınırında da kamyoncular, çiftçiler ve sığır çobanları trafiği kestiler.

Gösteriler bir haftayı devirdi. Ottawa belediye başkanı Jim Watson olağanüstü hâl ilân etti. Başkan, kamyoncuların, Kanada’da uygulamaya konulan pandemi yasaklarını protesto eden insanların kontrolden çıktıklarını söyledi. Watson, olan bitende sadece anarşi görüyordu, oysa kamyoncular, pandemi döneminde dayatılan otoriterliğe ateş püskürüyorlardı. Aslında bu savaş, tümüyle işçi sınıfındaki hoşnutsuzlukla alakalıydı.

Meseleye çocukça yaklaşanları ve bu gösterileri “geç dönem kapitalist toplum”un hayrına işleyecek bir sürecin göstergesi olduğunu düşünenleri mazur görmek mümkün. Neticede onlarca yıldır sol ve sağ, ortaklaşa, yavan bir yaklaşım üzerinden, işçi sınıfının Batı’da politik bir güç olarak hükmünü yitirdiğini, sınıfsal çatışmanın geçmişe ait bir kalıntı olduğunu söylüyor.

Bu fikir, en çok da altmışlarda kabul gördü. Herbert Marcuse, Batılı işçilerin “toplumsal düzlemde imal edilmiş bilinç hapishanelerine mahkûm edildiğini” söylüyordu. İşçilerin mevcut kapitalist düzende sahip oldukları menfaatlerin ve çıkarların onların devrimcileşmesini imkânsızlaştırdığını iddia ediyordu.

O günden beri sol, işçilerin güvenilmez olduklarını söyleyen, onlardaki can sıkıcı muhafazakârlığın altını çizen birçok yeni teorik model geliştirdi. Marksistler, süreç içerisinde kendileri için ürkütücü olan bir şeyi keşfettiler: İşçi sınıfı, onlara sahada hizmet edecek piyade gücü değildi. Joan Didion’un da belirttiği gibi, “mülksüzler, zamanla mülk sahibi olmak isteyen insanlara dönüşmüşlerdi.”

Birçok solcu, bugün sermaye yanlısı sendikalar, sendika başkanları ve politik örgütçüler yoksa işçi sınıfının bir hiç olduğunu, sınıfın onlarsız hiçbir şey yapamayacağını, Marx’ın sözüyle, “boş patates çuvalı”na dönüşeceğini düşünüyor.

“Liderleri yoksa işçiler dinginleşir, aptallaşır, çektikleri çile konusunda kıllarını kıpırdatmazlar.” Bu fikir üzerinden, Sovyetler’in dağılması, ayrıca seksenlerdeki grev dalgasının sönümlenmesini takip eden yirmi-otuz yıl içerisinde birçok solcu, nostaljinin esiri oldu ve işçilerin yetkileri, dizginleri tümüyle kendisine teslim günleri anmayı alışkanlık hâline getirdi. Bu anlamda, 2010’larda artık tümüyle dinmiş olan sol popülizm dalgasının ürettiği estetiğin merkezinde, o eski güzel günleri yücelten, en genel manada “işçinin gücü”ne vurgu yapan yaklaşım var.

Böylesi bir arka plan üzerinden, aşı zorunluluğu, ayrıca Avrupa’daki yüksek akaryakıt vergileri ile birlikte işçi militanlığında yaşanan artış, garip bir biçimde, solcu aktivistler ve örgütçülerce hiçbir biçimde önemsenmedi.

Oysa hiçbir şey, gerçeklikten daha ileri olamaz.

Kanada’daki kamyoncular, kentli sınıfları, kamyoncu Gord Magill’in “epostacı kast” dediği kesimi epey ürküttüler.

İşçilerin, en alttakilerin yol açtığı korku, Kanada’ya özgü bir şey değil. Son dönemde ABD de aşı zorunluluğu üzerinden işçi militanlığında ve kanunsuz, sendika onayı almamış grevlerde ciddi bir artışa tanıklık etti. Kanadalı yoldaşları gibi Amerika’daki işçiler de birilerini korkuttu, kimi kesimleri tahkir etti.

Marksist ekonomist Richard Wolff, Twitter hesabında, pandemi ile ilgili yasaklara ve yaptırımlara karşı greve giden işçilerin sınıf mücadelesi yürütmediklerini, esasında onların faşizmin somut ifadesi olduklarını söyleyince saldırıya uğradı.

Ottawa’daki kamyoncular, Batı’yı bölen sınıfsal ayrışmanın bir göstergesi. Marksistler, bu kuşaktaki gelişme konusunda başlarını kuma gömüyorlar veya saçma sapan, allı pullu cümlelerle bu gerçeği hasır altı ediyorlar.

Kendisini “sosyalist” olarak tarif eden, Kanadalı aktivist ve yazar Nora Loreto, Ottawa’yı işgal eden “faşist” kamyonculara yönelik geliştirilen dirence emeğin dâhil olmamasından şikâyet ediyor. Bu konuşmanın bir yerinde lafa öfkeli bir yoldaşı giriyor ve kamyoncular sendikasının bir temsilcisinin hikâyesinden bahsediyor ve o acı gerçeği aktarıyor: kamyoncuların eylemlerini protesto edenlerin arasında bulunan işçilerin toplamından daha fazlası kamyoncu eylemine katılmış.

Bu diyalog, tam da bugünkü Batı solculuğunu özetliyor. Bu anın çelişkileri bundan daha iyi resmedilemezdi. Bir “eylemci ve örgütçü”, kamyonculardan ürkerek geri çekilirken, bir de utanmadan, hayatta kalmamız için önemli olan gıda ürünlerini ve daha birçok şeyi taşıyan, gerçek ve maddi bir ekonomi dâhilinde işleyen işçilere “iyi de örgütlü işçi sınıfı bu işin neresinde?” diye soruyor. Bu solcu, işçilerin zaten o kamyonların içinde olduğunu görmüyor.

Bu saçmalığa gülüp geçmek kolay. Asıl önemli olan, buradaki komediye gülmek değil, ondan ders çıkartmak.

Sol ve işçiler, geri dönülmez bir biçimde birbirlerinden kopmuşlardır.

Kanada İşçi Medyası Birliği'nin solcu editörü Nora Loreto’nun elleri nasırlı olmayabilir, ayrıca Gord Magill’in dediği gibi Nora “epostacı kast”a da ait olabilir. Bunun bir önemi yok. Önemli olan, solun politik dilinin ve dünya görüşünün uzun zamandan beridir kamyoncu ile aktivistin aynı madalyonun iki yüzü olduğu fikrine tabi olduğu gerçeğidir.

Aktivist ve “örgütçü” yoksa kamyoncu, kendisini ve arkadaşlarını politik düzlemde nasıl örgütleyeceğini bilmez, kamyoncu yoksa aktivist ve örgütçü, uğruna örgütlenilecek bir davaya sahip olamaz.

Anlaşılan o ki bugün kamyoncu, sadece o da değil, temizlik işçisi, pilot ve otobüs şoförü, kendisini lider tayin etmiş kişilerin oluşturduğu bu kasta ihtiyaç duymadığı gibi, artık onu istemiyor da.

Sol ve işçiler arasındaki ayrışma son yılların meselesidir ve tüm dünya genelinde yaşanan bir gelişmedir. Jeremy Corbyn’in ve ona bağlı zeki, kentli ve diplomalı insanlardan oluşan aktivist kitlesinin İşçi Partisi’nin uzun yıllardır tulum çıkarttığı ve “Kızıl Duvar” diye anılan şehirlerde tokat yemesi sonucu, alttakileri, eğitimsiz kesimleri, cahil yoksulları defterden silen bir dil türedi.

Almanya’da Sol Parti iç kavgalardan ve çatışmalardan çıkmışken, İngiltere’de solun genç, kentli ve diplomalı kesimi Sahra Wagenknecht gibi isimleri işçi yanlısı “ırkçı” olarak görüp suratlarına pasta atmayı tercih etti.

Kanada’da yoksul halk kesimlerini defterden silen yaklaşım, yerini korkuya ve nefrete bıraktı. Guardian gazetesinin kaba bir davranış olarak gördüğü korna değil mesele, çünkü er ya da geç o korna susacak. Olağanüstü hâl bitecek. Asıl mesele, bu gösterilerin bize işçi düşmanlarının kafalarının ne kadar karışık, güçten ne kadar yoksun olduğunu ortaya koymuş olması.

Kapanmalar esnasında işlerini eposta üzerinden yapan kast, “zaruri işçiler”den bahsedip durdu, bu kesime yönelik şükranlarını herkesin gözü önünde sergiledi. Ama kibar ve asil kentliler, “zaruri işçi” tabirinin bilinçli bir tercih olduğunu, kötü bir anlamı içerdiğini anlamadılar.

Bugün bazı insanlar, pandemi olsun ya da olmasın, tüm ekonominin işleyişini eleştirme gereği duyuyorlar. Kamyoncular gibi bu insanlar da ekonomiyi eleştirdikçe dinlenilmek isteyecekler, taleplerin işitilmesi için her yolu deneyecekler.

Sol açısından asıl sorun, kamyoncuların politik bağımsızlık için yeni bir zemin bulmuş olmaları. Nostalji, geçmişe ait bir mesele oysa. Uzun zaman önce soyu tükendiğine inanılan dinozorlar geri döndüler ve açlar. Oysa geçmişteki güzel günlerin hayalini kurduğumuz dönem sona erdi. İşçi sınıfı militanlığının önemli bir boyut kazandığı günler, uzak geçmişe ait bir mit artık.

Kamyoncu grevinin, pilotların gerçekleştirdiği bir yürüyüşün veya akaryakıt vergileriyle ilgili bir gösterinin asıl tehlikeli yanı, bu eylemlerin başka eylemler için örnek teşkil etme ihtimali. Birilerini ürküten diğer bir ihtimal de şu: Gord Magills gibi işçiler, artık Nora Loreto gibi solcu yazarlardan emir almayacaklar.

Malcom Kyeyune
9 Şubat 2022
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder