Bu
duruma üç önemli dönüm noktası üzerinden ulaştık. İlk dönüm noktası 11 Eylül
2001’di. Sırtı yere gelmeyen, yara nedir bilmeyen insan fantezisi, o günlerde
uyduruldu.
İlkin
şu “sırtı yere gelmeyen insan” meselesini ele alalım: Sıradan yolcu gibi uçağa
binen bir grubun uçakları binalara çarptırması, iktidar ve halk tarafından bir
tehdit olarak yorumlandı ve bu tehdidin kaynağının herkes olabileceği, onun her
yerden gelebileceği üzerinde duruldu. Herkes şüphe altındaydı. Tehdit genele
teşmil edilmek suretiyle güvenlik meselesi yüceleştirildi.
Bir
de yaralanmama ihtimali meselesine bakalım: artık evlerinde kendilerini güvende
ve korunaklı hissetmeyen Amerikalılar ve dünyanın kuzeyindeki diğer birçok
insan, “kendi vatanımızda bizimle savaşmalarına mani olmak için gidip onların
yurtlarında savaş çıkarmalıyız” fikrine sarıldılar. Tıpkı bugün olduğu gibi o
gün de basit ikilikçi düşünce tarzı hâkim oldu. George W. Bush’un “Ya bizden
yanasınız ya da teröristlerden” lafı, bugün Avustralya Kuzey Bölgesi Başbakanı
Michael Gunner’ın “Kovid’le ilgili talimatlara uymuyorsanız demek ki siz aşı
karşıtısınız” lafına dönüştü. Düşmanın yurduna gidip orada savaşma fikri ise
bugün aşıya talip olmayan, ona pek ihtiyaç duymayan Afrika’ya aşı dayatma
fikrine yerine bıraktı.
İkinci
dönüm noktası olarak 2008-2009’daki finansal çöküş, elitlerin yetersizliğini ve
çürümüşlüğünü ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda herkese giderek artan ve
devasa boyutlara ulaşan eşitsizlikleri anımsattı.
Şirket
teknokratlarının geliştirdikleri modellerin hatalı ama aynı zamanda tehlikeli
oldukları görüldü. Bu teknokratlardaki içe kapalı, uzmanlara özel bilginin
yaldızı döküldü ve bu kişilerin hilekâr oldukları anlaşıldı. “Adalet”
sisteminin dayandığı iki temel sütunu herkes idrak etti, suçluların
hiçbirisinin hapse tıkılmadığını öğrendi.
Söz
konusu dönüm noktasının ardından elitleri endişelendiren iki güçlü hareket
ortaya çıktı. İlk hareket zaman içerisinde sararıp soldu, diğeri ise seçim
dönemlerinde önemli bir güç hâline geldi. İlki Wall Street’i İşgal Hareketi,
ikincisi de Çay Partisi hareketiydi.
Wall
Street’i İşgal Et Hareketi’nin dağılması ile birlikte solcular siyaset
sahnesinde önemli yere sahip mevzileri birer birer terk ettiler ve bu mevzileri
sağcılar ele geçirdiler. Sol, yolunu kaybedip kimlik siyasetinin dar ve
dağıtıcı koridorlarına yöneldikçe işçi sınıfıyla, ulusun kendi kaderini tayin
hakkıyla, ifade hürriyetiyle ve başka ülkelere müdahalelere yönelik itirazla
alakalı politik bayrakları sağ eline aldı. Sağ solcu olurken, sol, milyarder
oligarkların gündemlerine eklemlendi ve popülizm karşıtı duruşu dâhilinde
gericileşti. Bir sonraki dönüm noktası için gerekli temeli ise “popülizm”in
yükselişi teşkil etti.
Üçüncü
dönüm noktası ise 2016’da Brexit’in kabulü, ardından da Trump’ın başkan olması
idi. Bu iki olayın ardından muktedir elitler korkuya kapıldılar. O güne dek
liberal demokrasi kitleleri pasifleştirme ve kontrol altına alma aracı olarak
kullanılan bir ideolojiydi ve hiçbir zaman sisteme meydan okumak için gerekli
bir silâh olarak ele alınmamıştı.
Bugün
liberal demokrasinin kendisi tehdit hâline geldi, çünkü o sistemi tehlikeye
sokacak unsurlara kapı aralamaktaydı. Kitlelerin ayaklanacağına dair uzun
zamandır hissedilen korku, belirli adımların atılmasına neden oldu. 2016
yılından itibaren elitler alaycı bir ifade olarak dillerine doladıkları
“popülizm” meselesini ortadan kaldırmak ve “popülist” ajandaları gündeme
getirip birer “popülist” olarak seçimleri kazananları cezalandırmak için
kolları sıvadılar. Bu noktada korku iklimi yaratmak adına birileri
şeytanlaştırıldı, belirli günahlarla ilişkilendirilen bir öteki imal edildi ve
bu öteki çuvalının üzerine beyaz milliyetçiliği, beyaz üstünlükçülüğü,
ırkçılık, kadın düşmanlığı gibi etiketler yapıştırıldı. Kim küreselleşme
karşıtı ise ona ırkçı damgası vuruldu. Kendi kaderini tayin hakkından kim dem
vuruyorsa “beyaz üstünlükçülüğü” üzerinden eleştirildi. Aşılara karşı olanlarsa
çıkından çıkartılan okların hedefi oldular.
11
Mart 2020’de başlatılan pandeminin önceden planlanmış bir şey olup olmamasının
bir önemi yok aslında. Önceden planlanmış olmasına dair iddialar burada bizim
ilgilendiğimiz önemli sorunlara bir cevap sunmuyor.
Tabii
ki birileri bir pandemi beklentisi içerisindeydi. Yüz yıl içerisinde birkaç
görülmüş olan pandemilerin bir yenisinin geleceğini herkes bekliyordu.
Provaların, tatbikatların veya planlı tepkilerin bu süreçte örgütlenmiş olması,
hiç de şaşırtıcı değil.
Bizi
daha çok pandemiyle bağlantılı olarak atılan ve atılmakta olan adımlar
ilgilendiriyor. Bugün elitler, popülizme karşı bir savaş yürütüyorlar. Bir
yandan da otoriterizm için gerekli tarihsel temeller atılıyor.
Karayipler’in
tarihi, kölelik ve plantasyon üzerine kurulu. Bu tarih, yöneticilerin
geliştirdikleri tepkiler, dilin dayatılması, alınan tedbirler ve ortaya çıkan
tehditlerle mücadele için gerekli zemini teşkil etti.
Kuzey
Amerika’da tarih, Kızılderililerin ayrı okullara gönderilmesi, onlara yönelik
ayrımcılık, yurttaşlık haklarından mahrum edilmeleri, yoğun misyonerlik
faaliyetleri, “insani yardım” kılıfı ardında yapılan müdahaleler ve toplama
kampları üzerine kurulu. Bugünkü politika ve uygulamalar bu tarihi temel
alıyorlar.
Avustralya’nın
tarihinde cezalandırma amacıyla kurulan koloniler yazılı. Bu koloniler, bugün
dünyadaki en ağır kapanma tedbirleri ve en saçma kısıtlamalar formunda tekrar
hayat buluyorlar.
Avrupa’daki
faşizm ve sosyalist totaliterlik geleneği, yeniden can buldu. Bu süreçte dünya
genelinde her bir ulus, kendi zulüm geleneğini ön plana çıkarttı.
Üçüncü
Dünya Savaşı işte tam da bu. Burada savaş, uluslar arasında değil dünya
genelinde tüm uluslar içerisinde cereyan ediyor. Bu savaşı yürütenlerin amacı
ise pandemiyi halka karşı ne pahasına olursa olsun korumak.
Birçok
politik lider, ilk başta söz konusu fırsattan istifade edemese de (ki “pandemi
önceden planlandı” iddiasını çürüten bir durum bu) pandemi şu türden fırsatlar
sundu:
a)
Halkı cezalandırma fırsatı;
b)
Halkı birbirine düşürme fırsatı ve
c)
Halkı (yani emekçi nüfusu) disiplin ve kontrol altına alma fırsatı.
Esasen
pandemi, her şeyden önce politik bir olgudur. Bu gerçeği görmeyi kabul
etmeyenler, onu gizlemek için bilimi kullanıyorlar. Bu krizden çıkış yolunu
gösteren bir bilim yok ortada. Karşımızda “bilgisiz” siyaset ve kanun yapıcılar
yok.
Bu
krizde kullanılan en önemli politik sermaye, olağanüstü hâl düzeni. Bu düzen,
Hitler’den beri seçimle işbaşına gelmiş diktatörlerin en çok sevdiği silâh. Her
türden fantezinin gerçekleştirilmesi için gerekli kudreti bahşediyor. Gözü
dönmüş liderler kendinden geçerek her şeyi yapabilme imkânına kavuşuyorlar.
Endişeli olan bu liderler coşkulu bir ruh hâliyle hareket edebiliyorlar, ama bu
dehşet verici hâlin sürdürülebilir bir tarafı yok.
Esasen
bugün, kimilerinin sandığının aksine, olağanüstü hâl rejimi, “halk sağlığı ile
ilgili olarak ortaya çıkmış olan tehdidin basit bir tezahürü değil. Virüsle
birçok farklı yöntemle mücadele etmek mümkünken nedense olağanüstü hâl düzenine
geçiliyor.
Quebec’te
“halk sağlığı ile ilgili acil durum” dâhilinde gözle görülür birçok hata
yapıldı. Bu dönemde devletin halka güvenmediği, onun virüsün yayılması
konusunda halkı sorumlu tuttuğu görüldü. Oysa bu suçlama, kuşların uçması
konusunda halkı suçlamak kadar saçmaydı.
Acil
durum düzeni, kendisine düşman yaratmak zorunda olan, savaşı esas alan bir
konum aslında. Bu düzene geçiyorsa demek ki devlet, toplumsal konsensüse
insanları ikna edemiyor, bu konsensüsü güvence altına alamıyor, çünkü halka hiç
güvenmiyor.
Acil
durum düzenine geçiliyorsa demek ki elitler meşruiyetlerini yitirdiklerini
kabul ediyorlar. Devlet ve elitler psikolojik savaşa, korku tellâllığına,
davranışların manipülasyonunu temel alan politikalara, sansüre ve tehditlere
tam da bu sebeple başvuruyorlar. Burada amaç, halkı sürekli ve tümüyle devlete
bağımlı kılmak. Böylece devlet, “koruma” görevi adına ebeveyn rolünü
üstleniyor. “Halk sağlığı ile ilgili acil durum”da düzenin işleyişi devleti,
aynı anda hem bir patrona, hem doktora,hem babaya, hem rahibe, hem öğretmene,
hem de çocuk bakıcısına dönüştürüyor.
Buna
karşılık halk ise yardıma ve danışmanlık hizmetine tabi, vesayete kul olan,
izin almaksızın kılını kıpırdatmayan, hatta devletin kıyafet kanunu uyarınca
giyinen bir tebaaya dönüştürülüyor.
Bu
acil durumun kalıcılaştığı koşullarda halkı daima devlete muhtaç bir tebaa
hâline getiren düzen, insanları nesneleştirip metalaştırıyor. İnsanlar, salt
kollardan ibaret bir varlığa indirgeniyorlar.
Bugün
hükümetler, kollara aşı yapma ustası hâline geliyorlar. İnsansızlaştırma ve
insanı nesneleştirme pratiği, bizi ortada dolaşan mahlukatı “eski insan” olarak
nitelemeye zorluyor. Eski insan ise QR kodunun izin verdiği yere gidebilen, bu
iznin süresi ölçüsünde hareket edebilen, bu kod için akıllı telefon taşıyan bir
nesneden başka bir şey değil.
Ortaya
koyduğu ürünler savaş dönemi yürütülen propagandanın ürettiği ürünlere benzeyen
medya ve akademinin bilgiyi kısıtlaması ile birlikte bilgi, ancak Google
aracılığıyla yayılma ve paylaşılma imkânı bulabiliyor. Eskiden üniversite olan
binalardaki sınıflarda eski insanlar, herkesin dogmayı doğru bir biçimde
tekrarlamasını güvence altına almak için uğraşıyorlar.
Bu
noktada “aşı” faydalı bir kaldıraç görevi görüyor. Korku ile çalışan bu
makinenin “sağlık” için programlandığı iddia ediliyor. Büyü benzeri bir çözüm
olarak takdim edilen, teknolojik bir sorunu gideren bir alet olarak gösterilen
aşı, herkesin güvenliğini talep eden “sağlıkla alakalı acil durum”un
dayatılmasıyla kendisine bir zemin buluyor. Güvenlik bu noktada emniyete işaret
ediyor.
On
dokuzuncu yüzyılda sorun düzendi, dolayısıyla yeni gelişen sosyal bilimlerin
ana meselesi de oydu. Bugün sistem ancak düzensizlikle ayakta kalabiliyor, can
bulabiliyor, gelişebiliyor, dolayısıyla sistem, sürekli düzensizliğin
tohumlarını ekiyor.
Düzensizlik,
geleneklerin yok edilmesini ve geçmişten kopma pratiklerini içeren İlerleme
söyleminin doğal bir özelliği. Bugünse sorun, düzenin kendisi değil güvenlik.
Her şeyin güvenliğin konusu kılındığı süreci en iyi, etrafı duvarlarla örülü
cemaatler, alarm sistemleri, ülke insanının kapanma süresince gözetlenmesine
dönük pratikler ve kampüslerdeki “güvenli alanlar” özetliyor. Güvensiz görülen
her şey alarmı çalıştıracak bir davetsiz misafir olarak ele alınıyor.
Eski
insanlar, bugün toplumsal gözetleme sisteminin birer bileşeni olarak hareket
edecek şekilde programlanıyorlar. Deneyimin de ortaya koyduğu biçimiyle bu
kontrol altındaki insanları harekete geçirmek, alarm durumuna sokmak çok kolay.
Maximilian C. Forte
26 Aralık 2021
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder