Pages

02 Ocak 2022

İşgal Altındaki Toprak: Kadınlık

Kadınlar, tıpkı 1500'lerdeki Amerika gibi işgal edilmiş bir toprak hâline geldi. Tıpkı topraklarına tutunmaya çalışan yerliler gibi kadınlar da cinsiyete göre ayrılmış alanlara tutunmak için mücadele ediyorlar, lâkin birçoğu, cinsiyete göre ayrılmış alanları yok etmenin sömürgecilerin nihai hedefi olmadığının farkında bile değil.

Şirketler, zaten istenen alana yerleştiler ve kaynakların çıkarılmasına devam etmek için hazırlanıyorlar. Erkeklerin kadın banyoları ve hapishaneler gibi cinsiyete göre bölünmüş alanlar üzerindeki hak iddiaları, iş bittikten sonra bir yere bayrak dikmek gibidir; ama buna “sömürgeleştirme” denilemez.

Bugün kadın biyolojisi, bilhassa üreme becerisi, işgal altındadır.

Şirketler, “toplumsal cinsiyet kimliği” denilen dini, Amerika’nın ilk sömürgecilerinin Hıristiyanlığı “ruhları kurtarmak” için kullandıkları şekilde kullanıyorlar. LGBT STK’ları gibi şirketler de yeni peyda olan duyarcılık dini için toplumsal cinsiyet kampları ve kurumları kuruyorlar, bu dini yaymak adına misyonerlik faaliyetleri yürütüyorlar.

Şirketler de LGBT STK’ları da selamet/kurtuluş hayali ile sömürgeyi sakinleştirmek suretiyle kaynakları soğurmak, sömürmek, en nihayetinde yok etmek için gerekli zemini oluşturuyorlar.

Bugün kadın bedeni, kâr için fethedilen yeni topraktır. Queer (lubunya) teorisi, insanları iki cinsliliğin “hetero-üstünlüğü”nden kurtarmak için çabalarken, kapitalist sömürgeciler de yeni ülkeyi yağmalıyor.

Sömürgeci, karargâhını sadece kadınlık değil, tüm cinsiyet arazisine kuruyor. Erkeklerin üreme kapasiteleri (hayatı yaratmak için tek bir sperm hücresi yeterlidir) sömürünün ve yağmanın konusu olurken, kadınların biyolojisine el konuluyor, o yok ediliyor. Bu sürece “insan hakları hareketi” demekse psikolojik savaşın bir parçasıdır.

Kadın biyolojisine yönelik bu işgal ve sömürgeleştirme faaliyeti, soyut âlemde cereyan eden bir olay değil. Olan biten her şey, sadece dil veya hukuk alanında değil, tüm maddi gerçeklikte cereyan ediyor.

Bu yıl içerisinde RadFem Italia için yazan Marina Terragni, kadın gibi davranan erkeklerin, erkek gibi davranan kadınlara nispetle sahip oldukları oranın arttığından bahsediyor. Terragni, seçimdeki farklılıkları işaret ederek şunları söylüyor:

“İki kesim arasında önemli bir farklılık söz konusu: kadın gibi davranan erkeklerde hormon tedavisi ve ameliyat (kastrasyon) bedene hiç dokunmadan kendisini kadın gibi tanımlamaya kıyasla daha nadir görülürken, erkek gibi davranan kadınlar, kimyasal desteğe ve memelerin alınması ameliyatına (mastektomiye) daha sık başvuruyorlar.”

Terragni, devamında tespitine şu cümleyi ekliyor:

“Sembolik düzeyde her iki geçiş türü de aynı hikâyeyi anlatıyor: geçiş, esasında her daim kadın bedeninin iptaliyle ilgilidir.”

Bence bu iptal etme işlemi, hiç de sembolik düzlemde gerçekleşmiyor. Kadın ve biyolojisi, gerçek anlamda iptal ediliyor, yapısal anlamda dağıtılıyor, siliniyor ve çalınıyor. Tüm bunları yapansa teknoloji ve onu kullanan zenginler.

2019 yılında, Johnson & Johnson ilâç devi tarafından işe alınan Dr. Giancarlo McEvenue, kendinden geçmiş bir dinleyici kitlesine yaptığı konuşmada, sağlıklı genç kadınların kimlikle alakalı amaçlar doğrultusunda memelerini aldırması meselesinden bahsetti. 2018’de Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Kampüsü’nde bir kadın doğum uzmanı, erkek olmak isteyen genç kadınlara uygulanan çeşitli histerektomi (rahim alma ameliyatı) türlerini anlatan bir sunum yaptı. Para toplama amaçlı kampanyalarda kullanılan GoFundMe aplikasyonunda para dilenen kadın sayısı kırk bini aştı. Tüm bu kadınlar, aslında toplumsal cinsiyet kimliği denilen dinin tanrılarına sunulmuş birer kurban.

2018’de NPR için kaleme aldığı yazıda Michaeleen Doucleff, dünya çapında sezaryen ameliyatı yapan cerrahların artan oranları konusunda uyarıda bulunuyor. Lancet'te yayımlanan üç çalışma, “1990 yılından beri toplam doğum içerisinde sezaryen doğumlarının oranının yüzde altıdan yirmi bire çıkarak üç kat arttığını ortaya koyuyor. ABD’de bu oran, 2015’te yüzde 32’ye sıçradı, bu sıçrama, bir kuşak baz alındığında, yüzde 540’lık bir artışa tekabül ediyor. Brezilyalı kadınlar için oranlar daha da yüksek, Brezilya, dünyadaki en yüksek cerrahi doğum oranına sahip. Brezilya’da özel hastanelerdeki kadınlar için sezaryen oranı %80-90’a fırlıyor. Pek çok kadın, teknolojinin üreme sahasını ele geçirmesine karşı direnmeye devam etse de elitler, sezaryen doğumu bir statü sembolü hâline getirdi bile.”

Sezaryen doğum yapması konusunda baskı gördüğünü söyleyen bir kadın, “sezaryenin para basan bir darphane” olduğuna vurgu yapıyor. Devamında ise şu hususa işaret ediyor:

“Hastanelerde sezaryen bölümleri kolaylıkla planlanıp hızlı bir biçimde işletilebilen yerlerdir. Dolayısıyla doktorlar, bir ya da doğal doğumun tamamlanmasını beklemek yerine günde sekiz işlemi planlıyor, daha çok işlem için fatura kesme imkânı buluyorlar.”

Dünya Sağlık Örgütü, isteğe bağlı olarak kullanılan sezaryen bölümlerinin sayılarının azaltılması yönünde uzun zamandır kampanya yürütüyor. Kurumun iddiasına göre sezaryen doğum, doğal doğuma göre en az iki kat daha tehlikeli, ayrıca anne ile bebeğin toparlanma süreleri sezaryende daha uzun. Bu somut bilgiye rağmen, kâr, çağın ana kuralı olduğu için, sezaryen tercih ediliyor.

Brezilya’da bulunan Oswaldo Cruz Vakfı’ndaki Ulusal Halk Sağlığı Okulu’nda araştırmacı olan Maria do Carmo Leal, “Yüksek sezaryen oranının, doğumu doğal bir süreç değil de bir sağlık sorunu olarak ele alan mevcut tıp kültürünün somut bir tezahürü” olduğunu söylüyor. Aynı endüstri, “toplumsal cinsiyet kimliği” ideolojisi yoluyla sağlıklı çocukların doğal ergenliklerinden bir sağlık krizi yaratıyor, normal cinsel büyüme süreçlerini tıbbi mesele hâline getiriyor, karşılığında da teknolojik üreme endüstrisini besliyor.”

Arcus ve Açık Toplum vakıfları türünden büyük STK’ların “trans” çocuklar kavramını normalleştirip kurumsal zemine kavuşturduğu koşullarda kimlikler tıbbi mesele hâline geliyor, buradan da kısırlaştırma işlemi çocukları, doğurganlık sahasında tekel olup kârına kâr katan şirketler için sermaye hâline getiriyor.

Karşı cins gibi davranan insanlar için kurulan doğurganlık tedavisi pazarı hâlâ küçük olsa da, bu bireyler için doğurganlığı koruma girişimleri şimdiden kendilerine bir yol bulmaya başladı. Kimliğiyle ilgili gördüğü sorun üzerinden cinsel organlarını ameliyat ettirenleri sömüren pazar, 2026 yılına dek milyarlar dolarlara ulaşması bekleniyor. Bu tür tedaviler dâhilinde çok fazla sayıda genç, yanlış cinsellik hormonları almak durumunda kalıyor. Tedavilerin yapıldığı klinikler, eskinin toplumsal cinsiyet kliniklerinin yerini alıyor ve sayıları hızla çoğalıyor.

Toplumsal cinsiyet ideolojisi, iki cinsliliği ortadan kaldırmaya çalışıyor, bağlardaki kopukluğu ve dağılmayı normalleştiriyor, böylece insanlar, teknolojik üreme işlemlerinin nispeten daha fazla müdahale gerektiren biçimleriyle rahatlama yoluna gidiyorlar. Bu ideoloji, tüm çocukları belirli bir cinsiyete sahip olan bedenlerinden kopma konusunda eğitiyor. Çocuklara cinsel üreme işlevlerinin kim ve ne olduklarından ayrı bir süreç olduğu öğretiliyor.

Toplumsal cinsiyet endüstrisi, bugün taşıyıcı annelik endüstrisiyle şahikasına ulaşma imkânı buluyor. Bu endüstri, Marc Benioff gibi milyarderlerin ve kimi şirketlerin parasına sırtını yaslıyor. Benioff, çocukların doğal olarak tecrübe ettikleri buluğ çağlarını tıbbın konusu hâline getirmek amacıyla birçok yere klinik açmış bir isim. Bu adam, aynı zamanda embriyoloji laboratuvarını otomasyona bağlamayı amaçlayan, in vitro (lab ortamında) döllenmeyi eskisine nazaran daha erişilir kılan Overture Life şirketinin de sahibi.

Tüm bu süreçte Amazon’un eksik kalması mümkün mü? Şirket, 2019’da ilk doğurganlık merkezini açtı. Bezos ailesinin kimliğiyle ilgili amaçlar doğrultusunda cinsel organlarını ameliyat ettirmek isteyenlerin gittiği Brooklyn’de bulunan Langone Hastanesi’ne yaptığı bağış, kısa süre önce 166 milyon doları buldu.

Taşıyıcı annelik endüstrisi ise LGBT cemaati ile toplumsal cinsiyet endüstrisi arasındaki bağı teşkil ediyor. Bu endüstri, aynı zamanda uyuşturucu ve karşı cinse geçiş ameliyatları yüzünden üreme becerilerini yitirmiş ama bir yandan da çocuk sahibi olmak isteyen kişilere de hitap ediyor.

Biyoetik ve Kültür Ağı Merkezi’nin kurucusu ve başkanı Jennifer Lahl, kadınların yumurtaları ve rahimlerinin ticarileştirilmesi ve sömürülmesinin yol açtığı zararları ortaya döken ve milyonlarca dolarlık sperm donörü piyasasını ifşa eden bir film üçlemesi çekti.

Kısa süre önce bir veri tabanındaki taşıyıcı annelerin ve yumurta donörlerinin hikâyelerini kayda alan yeni kurulmuş bir teknoloji şirketi, ABD ve İsrailli yatırımcılardan bir milyon dolarlık sermaye topladı.

Cinselliğin ve bedenin kâr amacıyla sömürgeleştirilmesi, bir yandan da dünya genelinde kadınlara yönelik saldırıları tetikliyor. Yüzyıllar önce yaşamış yerli halklar gibi, kadınlar da ilerleme yolunda kendi bedenlerinden kopartılarak, birer “acımasız vahşi”ye dönüştürüldüler. Kadınların, kendilerine yönelik saldırıları olduğu gibi, adlı adınca anlattıkları için gördükleri nefret, bir yandan da sömürgeleştirme sürecini besliyor.

Kadınların yumurtalarını ve kadınların kendilerini rahim olarak kullanmak, üremeyi teknolojiyle ele geçirmeyi amaçlayan toplumsal cinsiyet endüstrisinin ulaştığı nihai zirvedir. Kadınların silinmesini ve insan sınırlarının ötesine geçen bir nüfusu tamamlayacak şirketlerin ulaşmaya çalıştıkları başka bir zirve daha var.

Guardian’da çıkan habere göre İsrailli bilim insanları, yapay bir rahim içinde yüzlerce fareyi başarıyla hamile bıraktılar. Yeni döllenmiş yumurtaları havalandırmalı bir kuluçka makinesinde dönen cam şişelerin içine yerleştirdiler ve embriyoları annelerinin vücutlarının dışında 11 gün boyunca (fare hamileliğinin orta noktası) büyüttüler. Guardian’daki makale, aynı zamanda Martine Rothblatt ve Petra De Sutter gibi önde gelen transseksüellerin yanı sıra kadın gibi davranan ve emzirmekle, çocukları emzirmekle ve rahim nakli yaptırmakla ilgilenen erkeklerin ulaşmak istedikleri hedef anlamında, hamileliksiz üreme meselesini inceliyor.

İlk “toplumsal cinsiyet yasası”nı kaleme alan isim olan Rothblatt, İnsan Genomu Projesi ile ilgili çalışmasını temel alan Unzipped Genes adlı kitabında teknolojik üreme konusunu ele alıyor.

Petra De Sutter, İngiltere’deki “fedakâr taşıyıcı annelik” hareketinin merkezinde duran bir isim. Yeşiller Partisi’ni temsil eden Belçikalı bir jinekolog ve politikacı olan bu zat, 2020’den beri Başbakan Alexander De Croo hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev yapıyor. Ayrıca Gent Üniversitesi’nde jinekoloji profesörü ve Gent Üniversite Hastanesi Üreme Tıbbı Bölüm Başkanı olarak çalıştı. Kendileri aynı zamanda Avrupa’nın ilk transseksüel bakanıdır.

Petra De Sutter, Senato’daki rolüne ek olarak, 2014’ten 2019’a kadar Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde Belçika delegasyonu üyesi olarak görev yaptı. Taşıyıcı annelik düzenlemeleriyle ilgili olarak Meclis’te çocuk hakları raportörlüğü yaptı (2016), aynı zamanda insanlarda yeni genetik teknolojilerin kullanımı üzerine çalışmalar yürüttü (2017). 2018’de gerçekleştirdiği bir TED sohbetinde De Sutter, gen düzenleme, transhümanizm ve kadın harici teknolojik üreme meselesinin geleceğini tartıştı.

Kadın bedeni işgal edilmiş topraktır ve bu toprağın madenlerini, taşıyıcı annelik endüstrisi sömürüyor. Kadınların rahimleri kullanılıyor, yumurtaları toplanıyor, koruma altına alınıyor, fallop tüpleri ve rahimleri ameliyatla alınıyor (kadınların üçte biri rahim alma ameliyatı oluyor), sağlıklı memeleri kesiliyor. Tüm bunlar, ilerleme olarak takdim ediliyor. Üstelik bu işgal ve sömürü normalleşiyor.

Tek istediğimiz şey kendimizi güvende hissetmek, dolayısıyla, cinsiyete göre ayrışmış mekânlar için dövüşmek artık bize kâfi gelmiyor. Tüm dünya, cinselliğin konusu hâline gelmiş bedenlerin gözetlendiği, hepimizin teslim alınıp aşağılandığı bir yer hâline geldiyse saklanacak bir yerimiz olsa ne olur olmasa ne olur?

Bedenlerimizin belirli sınırları var ve artık o sınırlar yeniden çizilmeli. Porno endüstrisi tarafından aşağılandık, horlandık, seks ticaretinde kullanıldık. Erkekler, cinselleştirilmiş kadın bedenini kendi bedenleriymiş gibi poz kesiyorlar, kendilerine “feministim” diyenlerin ağzıyla konuşuyorlar, hatta kadın olduklarını söylüyorlar. Erkekler, kadınlar adına konuşmakla kalmıyorlar, kadınmış gibi konuşuyorlar.

İşte şirketlerin uğruna mücadele ettiği şey tam da bu: Onlar, sınırların silinmesini, böylelikle hepimizi tümüyle işgal edebilmeyi istiyorlar. Trans hakları aktivistlerinin tuvaletler ve hapishaneler için üçüncü seçenek fikrine bu yüzden tahammül edemiyorlar.

Kadınların, tüm bu gerçekleri başkalarının görmesine ve anlamasına katkıda bulunabilmeleri gerekiyor. Bunun için hâlâ vakit var, ama önce kadınların gerçekleri dile getirme ve haykırma konusunda yaşadıkları korkuyu aşmaları şart. Çünkü üreme meselesini pazarın ve ticaretin konusu hâline getirmiş olan Büyük Doğurganlık Endüstrisi hızla büyüyor.

Toplumsal cinsiyet endüstrisinin ve Büyük Doğurganlık endüstrisinin kadınların başlarına ördükleri çoraplar, sahip oldukları büyüklük ve önem bakımından, artık fahişelik, porno endüstrisi ve seks ticareti gibi meseleleri bile gölgede bırakıyor. Sırf kâr elde etmek adına iki cinslilik gerçeğini ortadan kaldırmaya ahdetmiş olan endüstrileri yönetenler, krallığın anahtarlarına sahip olduklarında, iliğimizi sömürüp, içimizi boşalttıklarında, üreme kapasitemizi, cinsiyetimizi bizden alıp yerine teknolojiyi koyduklarında, böylelikle bizi içi boş patates çuvalına dönüştürdüklerinde, bu bedenlerimizden geriye hiçbir şey kalmayacak.

Jennifer Bilek
27 Kasım 2021
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder