Henri
Barbusse'ün yeni kitabı Zincirler bir roman mı yoksa bir şiir mi? Bu,
eleştirmenleri endişelendiren bir soru. Normalde, eleştirmenlerin bir eseri
yargılamadan önce onun türünü anlaması gerekir. Ancak, bu durumda, sorgulama
bana biraz banal görünüyor. Zincirler, kendisinin edebi tekniğin
şablonlarından herhangi birine hapsedilmesine izin vermiyor. Barbusse,
çalışmasının önsözünde onu sınıflandırmanın zorluğu konusunda bizi uyarır.
Zamanının bir Dante'si gibi, Ateş’in şairi de evrensel acının uçurumuna
inmiştir. Tarihin derin gerçekliğine nüfuz etmiştir. Her yaştan kalabalığı
sorgulamıştır. Daha sonra, bölümlerini birbirine bağlayarak insanlık
trajedisinin birliğini yeniden inşa etmiştir. Bu şiiri ya da bu romanı yazmak
için, şairin “yeni bir plana atılması” gerekiyordu. “Çoklu çağrışımları
yoğunlaştırmaya çalıştığımda,” diye yazıyor şair, “farklı sanat biçimlerini
araştırıyormuşum gibi geldi: romanı, şiiri, dramayı ve hatta büyük
sinematografik perspektifi ve fresklerin sonsuz cazibesini.” Gerçekten de Zincirler’de
tüm bu sanatsal ifade araçlarının öğelerini bulabilirsiniz. Barbusse'ün yeni
kitabı hiçbir tarife uymuyor. Paul Souday bu eseri Goethe'nin Faust’unun
ve Flaubert'in The Temptation of St. Anthony’sinin [“Aziz Anthony’nin
Baştan Çıkışı”] türüne ekliyor. Souday’in eleştirel sağduyusu, onu bu eseri
daha spesifik bir sınıflandırmanın içine alma riskinden kurtarıyor.
Zincirler’de roman
bir bahanedir. Kahraman da bir bahanedir. Şair Serafin Tranchel, hemen hemen
şimdiki hayatını yaşamamaktadır. O, diğer yüzyıllardaki hayatını yeniden
yaşıyor. Onda gördüğümüz şey, kendisinde atalarının anısı uyanmış bir bireyin
vakasıdır. Barbusse, romanında bilimsel bir teori uyguluyor. “İstisnasız tüm
izlenimlerin yalnızca potansiyel olarak ve gizli bir durumda beyinde
kaydedilmediği, aynı zamanda bireyden bireye bütünsel olarak aktarıldığı"
teorisini. Tabii ki burada, bazıları için estetik prosedürle ilgili başka bir
soru ortaya çıkıyor: Bilim, bir hayal gücü çalışmasına dâhil olmalı mı? Bunu
tartışmak gereksiz olurdu. Bu soru küstah, tuhaf ve yersiz. Bu boyutlardaki bir
eser, ait olduğu çağın ve uygarlığın damgasını taşımalıydı, Batılı bir adamın
duyarlılığını ve kültürünü temsil etmesi gerekiyordu. Yüzyılının yarattığı bir
insan olarak Barbusse, karakterinin hatıralarını, atalarının hatıralarını ancak
bilimsel olarak açıklayabilirdi. Aksi takdirde, romanın atmosferinde ezoterik
bir şey yüzerdi, bu da onun çizgilerini bozacak doğaüstü bir şey olurdu.
Maeterlinck'in laboratuvarındaki hiçbir malzeme Barbusse’e hizmet edemezdi.
Kullanılan
yöntem, Zincirler’in mimarisini de son derece basitleştiriyor. Serafin
Tranchel'in vizyonları, çağrışımları birbiri ardına açık, berrak, plastik bir
şekilde gelir, aralarında hiçbir yapay bağlantı yoktur. Barbusse bizi Cehennem,
Cennet ve Araf'ta cimri bir şekilde yönlendirir. Onun tekniği yolculuğu
bastırırken, bizi bir çağdan başka bir çağa götürmektedir. Her bölümde, her
karede aynı dram farklı bir ortamda yeniden ortaya çıkar. Bu dramada geçişler,
tuhaf aralıklar yoktur. Bu sıfatın asil anlamıyla Zincirler’i sinematik
yapan da budur. Ancak her bölüm, her kare titrek, kaçak bir sinematik görüntü
değildir, her birisi harika birer fresktir. Figürler, Michelangelo’nun
fresklerindeki gibi heykelsi değildir. Puvis de Chavannes'ın fresklerindeki
türden bir belirsizliğe sahiplerdir. Barbusse’ün kahramanların neredeyse her
zaman sahip olduğu bu tür bir belirsizlik.
Zincirler’in tüm
tekniği, eğer birisi onun oluşumunu araştıracak olursa, esasen ve tipik olarak
Barbüsçüdür. Barbusse, bu eserinde önceki eserlerinin yöntemini kullanır. Ateş
de bir roman değildir; siperlerin bir kronolojisidir, savaşın dehşetinin bir
ifadesidir. Eğer bilmek isterseniz, Zincirler’in sahip olduğu usul L'Enfer’de
[“Cehennem”] oluşturulmuştur. Karakter, bir aktörden ziyade, herkesin dramı
olduğu için aynı zamanda kendisinin de dramı olan, insanın dramının bir
seyircisi gibi davranır. Fakat o, sadece bir izleyici değil, her şeyden önce
aydınlanmış bir görücüdür. Onun gözleri, hayatın aldatıcı görünümleri altında
sonsuz trajik bir gerçeği kavramaktadır. O, düşündüğü tüm olgularda özdeş bir
duyguyu yener.
Çağımız,
edebi olarak, epik türün çöküş zamanı olarak ortaya çıktı. Ancak Barbusse
destansı bir eser yazmıştır. Onun eseri epiktir, çünkü çok sayıda duygudan
ilham alıyor. Destansıdır, çünkü bir eylem şarkısının aksanı var. Çok önemli
olmasa da, aynı zamanda bir o kadar liriktir. Kurallar, katı ve özlü tanımları
ile destanın ve lirik olanın anlamını çok fazla deforme etmiştir. Şimdi destan
yeniden doğuyor. Fakat artık kapitalist uygarlığın aynı destanı değil bu
destan. Bu, proleter uygarlığın larva aşamasındaki destanıdır ve henüz tamamlanmamıştır.
Kapitalist
medeniyetin kurduğu dünyanın edebiyatındaki insan, bireyin haricinde başka bir
şeyi kavramayı pek beceremez. Onun edebiyatı, bir ruh hâlinin incelikli
tasvirinde, bir günahın veya bir zevkin şehvetli tadımında, hastalıklı bir
fantezi oyununda yeniden yaratılır: Psikolojik edebiyat, konularını gezegenin
hasta kabuğundan seçen psikanalitik edebiyattır.
Devrimin
edebi insanı içinse başka insan kategorileri ve başka evrensel değerler vardır.
Bakışları, sadece yüzeydeki istisnai varlıkları keşfetmez. O, diğer kürelere
doğru uçar. Başka ufuklar keşfeder. Devrimin sanatçısı, kitlenin karanlık
rüyasını, kalabalığın kaba eylemini yorumlama ihtiyacı duyar. Devrimin
sanatçısı, durumla münhasıran ve hastalıklı bir şekilde ilgilenmez; panoramik
ve bütün olarak, yaşamın ta kendisiyle ilgilenir. Eski destan, kahramanın
yüceltilmesiydi; yeni destan, kalabalığın yüceltilmesi olacak. Yeni destanın
şarkılarında insanlar, toplumun anonim ve görmezden gelinen korosu olmaktan
çıkacaktır.
Hâlâ
çökmekte olan ve can çekişen bir edebiyatın sınırları içinde, henüz bir
potansiyel olarak gelişen yeni bir sanatın ana hatlarını ve rüşeym hâlindeki
renklerini hissedemeyecek veya kavrayamayacak kadar hapsedilmiş şekilde
yaşıyoruz. Örneğin Barbusse, etkisinden henüz tam olarak kurtulamadığı çökmekte
olan bir okuldan gelmektedir. Ancak Les Enchainements [“Zincirler”]
çağdaş tarihte tek başına bir olgu değildir. Gotik katedraller gibi çok çeşitli
bir inanca dayanacak bir sanatın öncüllerinin işaretleri uzun zamandan beri
görülmektedir. Barbusse gibi çağımızın bir insanı olan Alexandre Blok’un bazı
şiirlerinde The Scythians’ta, sözlü anlatımı, yürüyüşte olan bir halkın akan
söylentisini zaten hissedebilirsiniz. Rus devriminin şairi Vladimir
Mayaskovski, daha sonra “150.000.000” adlı şiirinde bir eylem şarkısının
başlangıcını yapar. Yeni Rus tiyatrosunun eylemcileri, Bertrand Russell’ın
heybetli ve dini karakterleri nedeniyle Orta Çağ Gizemleri ile karşılaştırdığı
binlerce kişinin katıldığı Moskova gösterilerinin provasını yaptı. Dördüncü
Gücün [medyanın] yüzyılı, toplumsal devrimin yüzyılını, onun destanının ve
destanlarının malzemelerini hazırlamaktadır. Kitlelerin bir sembolü olan meçhul
asker için en büyük saygıyı dünya savaşının kendisi talep etmedi mi?
Batı’nın
hiçbir edebiyatçısı, sanatlarında, insana karşı hassasiyet, kalabalığa karşı
tutku göstermede Henri Barbusse kadar olamamıştır. L'Enfer’in yazarı,
tek bir karakterden etkilenmiyor, insanlardan etkileniyor. Onun tüm
sayfalarının konusu insan dramıdır. Bu dram hem birdir hem de bir fazladır. Her
çağın dramıdır. Barbusse, sonsuz bir sevgiyle, güçlü bir enerjiyle, kitlelerin
alçakgönüllü görkemini haklı çıkarırken, “[Kitleler] Başkalarının tüm altın
tarihini boynunda taşıyan karyatiddir” diye yazar.
Zincirler’de bu
duygu her an su yüzüne çıkmaktadır: “Sayıların harikulade serüveninin peşine
düşün... Savaşan çokluklar... Bir şeyleri yaratan çokluklar... Sayılar, doğanın
çehresini değiştirdi. Sayılar üretti şehirleri. Karanlık kitleler, dağların
temelidir, dünya, yavaş yavaş bir fırtına gibi kararmakta. Bir araya gelmekte
olan rotalar, yollar ve seferler, kralların güçlerini, yaşamlarını ve
yüceliklerini aldığı sığlıklara batmakta. Bir karyatid görüyorum, yarısı
yeryüzüne batmış, yarısı gökyüzünde boğulmuş olan.”
Bu
duygu, Barbusse’ün yeni kitabının arka planını oluşturuyor. Les
Enchainements, karyatidin dramıdır. Dünyayı kıvrımlı ve kanayan sırtında
taşıyan Atlas’ın romanıdır bu. Bu duygu, Barbusse’ün destanını eski destandan,
klasik destandan ayırır. Barbusse, başkalarının kolayca görmezden geldiği
şeyleri tarihte görür. Acıyı görür, çileyi görür, trajediyi görür. Bazı
insanların unutarak ve inkâr ederek maceralarını ve şöhretlerini üzerine
işledikleri o karanlık ve yoğun komployu görür. Tarih, ünlü biyografilerin bir
koleksiyonudur. Barbusse, tarihin özünü inceliyor. Kitabında insanlığın tüm
büyük yanılsamaları, tüm büyük mitleri maskelerini düşürüyor. İlâhi vahiy, asi
söz hiçbir zaman saf kalmamıştır. Bunlar, ancak bir an için umut oldular. Sanki
dünyayı yeniliyor ve kurtarıyorlarmış gibi göründüler. Ancak yavaş yavaş
köhneleştiler. Bir formüle dönüştüler. Bir törene dönüştüler. “Hak, ona
benzemek dışında, sapıklığa galip gelemez.”
Kitabın
temposu çok acı. Kitabın vizyonları, L'Enfer’inkiler gibi, keskin bir
şekilde dramatiktir. Ama bütün peygamberler gibi, bütün dinler gibi, karamsar
bir kitap olan Les Enchainements de aydınlanmış ve yüce bir vaadi
içerir. Gerçek daha önce zafer kazanmadı çünkü o, yoksulların gerçeği olmayı
bilmiyordu. Şimdi ise nihayet, yoksulların, sefillerin, kölelerin krallığı
yaklaşıyor. Şimdi gerçek, Spartaküs’ün sert kolları arasında geliyor. “İnsanın,
sadece kokusu olan ve yine insanın sadece etiyle düşünmeye zorladığı insanlar;
toprak ve su kadar çok olan bu insanlar, büyük ölüler, öz-bilinç kazanmıştır.”
Barbusse, Devrim'in çılgınca tatlı müziğini duymaktadır. “Bakın,” diye
haykırıyor, "bu şey tiz bir sesle titriyor, bu gösteri şunu haykırıyor: Debout
les damés de la terre! [Yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın!]” Kitap, tüm
insanlara bir çağrı ile kapanıyor: Par sagesse, par pitié, revoltez vous [“Bilgelik
ve merhamet için isyan ediniz”].
Barbusse
kendi şaheserini mi ya da genel anlamıyla bir şaheser mi yazdı? Bu da başka bir
hadsiz soru. Les Enchainements, sıradan ölçülerle ölçülemeyen olağanüstü
bir kitaptır. Edebiyat tarihindeki yeri, elbette çok yüksek olan olumsal
sanatsal değerine bağlı değildir. Bu kitabın kıymeti, onun Devrimin müjdesi,
geleceğin kehaneti olup olmamasına, birçok ruhta iman ateşini tutuşturmayı ve
bir isyan hareketiyle birçok yumruğu sallamayı başarıp başaramadığına bağlıdır.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder