Pages

25 Eylül 2021

Edward Said’in Taşı

Edward Said Söyleşisi

 

Ari Şavit

Haaretz

 

25 Ağustos 2000


Mümtaz bir akademisyen olarak sizin bu yaz başında Lübnan sınırında İsrail ordusuna ait bir karakola taş atmanız, birçok İsrailliyi ve başka milletlerden insanları epey hayrete düşürdü. İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi sonrası böylesine olağanüstü bir eyleme sizi ne yöneltti?

O yaz ziyaret için Lübnan’a gitmiştim. Üniversitede iki ders verdim. Vaktimin önemli bir kısmını ailemle ve dostlarımla geçirdim.

Sonra bir gün Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’la tanıştım. Beni derinden etkileyen bu insan, epey basit, oldukça genç, alabildiğine sade ve yalansız bir adamdı. İsrail’e karşı mücadelede Vietnamlıların Amerikalılara karşı geliştirdikleri stratejiye benzer bir stratejiyi benimsemişti: “Onlarla savaşamayız, çünkü ne kara kuvvetlerimiz, ne donanmamız ne de nükleer silâhımız var, dolayısıyla yapabileceğimiz tek şey, onların kendilerini ceset torbası içindeymiş gibi hissettirmelerini sağlamak.”

Nasrallah ve örgütü tam da bunu yaptı. Kendisiyle gerçekleştirdiğim bir sohbette tanık olduklarım beni fazlasıyla etkilemişti. Ortadoğu’da bir araya geldiğim tüm politik liderlerden farklı olarak Nasrallah, buluşmaya tam vaktinde geldi ve etrafında kalaşnikoflarını sallayıp duran adamlar yoktu.

Sohbet sonunda ikimiz de Filistinlilerin haklarına kavuşması noktasında Oslo Anlaşması’nın tümüyle bir çöp olduğu konusunda ortak fikre vardık. Sonra Nasrallah bana güneye gitmem gerektiğini söyledi, ben de birkaç gün sonra güneye geçtim.

Orada dokuz kişiydik. Oğlum, nişanlısı, kızım, arkadaşı ve birkaç kişi daha vardı. Ayrıca yanımızda Lübnan direnişinden bir rehber de bulunuyordu.

Önce Hiyam Hapishanesi’ne gittik. Hepimizi fazlasıyla etkileyen bu yerde ömrümde görmediğim acıları gördüm. Tek kişilik hücreler, işkence odaları yürek burkuyordu. Odalarda işkence aletleri, elektrik vermek için kullanılan cihazlar ve kablolar hâlen daha duruyordu.

Odalar bok ve elektrikle yakılmış et kokuyordu. Orada yaşanan dehşeti ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyordunuz. Öyle ki kızım hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Oradan çıkıp doğru sınıra, Fatma Kapısı denilen yere gittik. Yüzlerce turistin bulunduğu o yerde dikenli teller çıktı karşımıza. İki yüz metre aşağıda bir gözetleme kulesi vardı, o da dikenli tellerle ve beton bloklarla çevriliydi. Muhtemelen kulenin içinde İsrail askerleri vardı ama ben onları görmedim. Çok uzaktaydı kule.

Bu meselede asıl pişman olduğum husus şu: o yaşadığımız şeyin komik bir tarafı da vardı ve bunu kimse öğrenemedi. Herkes benim taşı birilerine attığımı düşündü. Oysa orada kimse yoktu. Aslında oğlum ve diğer gençler, taşı en uzağa kim atacak diye bir yarış içine girmişlerdi. Oğlum beysbol oynayan bir Amerikalı idi ve bir miktar da iri cüsseliydi. Dolayısıyla taşı en uzağa o attı. Kızım da dönüp bana, “baba sen de abim kadar uzağa taş atabilir misin?” diye sorunca bir anda kendimi ödipal bir rekabet içinde buldum. Ben de yerden bir taş alıp attım.

Fatma Kapısı’nda, İsrail’in Güney Lübnan işgaline henüz yeni son verdiği günlerde taş atmak, biraz kurtuluşu kutlamak, biraz da bir şeylere itiraz etmek gibi bir anlama sahip galiba. Haksız mıyım?

O taş, İsraillilere yönelik bir reddiyedir. O anda hâkim olan duygu ise 22 yıl işgal altında tuttuktan sonra topraklarımızı terk etmiş olmalarıyla ilgilidir. Burada bir reddediş söz konusudur. O taş, “uğurlar olsun size, gidin artık. Geri dönmenizi de istemiyoruz” demektedir. O karnaval havası, o sıhhatli kargaşa ortamı, zafer şarkılarını bizimle birlikte söylemiştir.

Hayatımda ilk kez, sadece ben değil, o Fatma Kapısı’nda toplaşmış insanlar, hayatlarında ilk kez zafere tanıklık etti. Hep birlikte kazandık.

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder