Edward Said Söyleşisi
Ari Şavit
Haaretz
25 Ağustos 2000
Mümtaz
bir akademisyen olarak sizin bu yaz başında Lübnan sınırında İsrail ordusuna
ait bir karakola taş atmanız, birçok İsrailliyi ve başka milletlerden insanları
epey hayrete düşürdü. İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi sonrası böylesine
olağanüstü bir eyleme sizi ne yöneltti?
O
yaz ziyaret için Lübnan’a gitmiştim. Üniversitede iki ders verdim. Vaktimin
önemli bir kısmını ailemle ve dostlarımla geçirdim.
Sonra
bir gün Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’la tanıştım. Beni derinden etkileyen
bu insan, epey basit, oldukça genç, alabildiğine sade ve yalansız bir adamdı.
İsrail’e karşı mücadelede Vietnamlıların Amerikalılara karşı geliştirdikleri stratejiye benzer bir stratejiyi benimsemişti: “Onlarla savaşamayız, çünkü ne
kara kuvvetlerimiz, ne donanmamız ne de nükleer silâhımız var, dolayısıyla
yapabileceğimiz tek şey, onların kendilerini ceset torbası içindeymiş gibi
hissettirmelerini sağlamak.”
Nasrallah
ve örgütü tam da bunu yaptı. Kendisiyle gerçekleştirdiğim bir sohbette tanık
olduklarım beni fazlasıyla etkilemişti. Ortadoğu’da bir araya geldiğim tüm
politik liderlerden farklı olarak Nasrallah, buluşmaya tam vaktinde geldi ve
etrafında kalaşnikoflarını sallayıp duran adamlar yoktu.
Sohbet
sonunda ikimiz de Filistinlilerin haklarına kavuşması noktasında Oslo
Anlaşması’nın tümüyle bir çöp olduğu konusunda ortak fikre vardık. Sonra
Nasrallah bana güneye gitmem gerektiğini söyledi, ben de birkaç gün sonra
güneye geçtim.
Orada
dokuz kişiydik. Oğlum, nişanlısı, kızım, arkadaşı ve birkaç kişi daha vardı.
Ayrıca yanımızda Lübnan direnişinden bir rehber de bulunuyordu.
Önce
Hiyam Hapishanesi’ne gittik. Hepimizi fazlasıyla etkileyen bu yerde ömrümde
görmediğim acıları gördüm. Tek kişilik hücreler, işkence odaları yürek
burkuyordu. Odalarda işkence aletleri, elektrik vermek için kullanılan cihazlar
ve kablolar hâlen daha duruyordu.
Odalar
bok ve elektrikle yakılmış et kokuyordu. Orada yaşanan dehşeti ifade edecek
kelime bulmakta güçlük çekiyordunuz. Öyle ki kızım hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başladı.
Oradan
çıkıp doğru sınıra, Fatma Kapısı denilen yere gittik. Yüzlerce turistin
bulunduğu o yerde dikenli teller çıktı karşımıza. İki yüz metre aşağıda bir
gözetleme kulesi vardı, o da dikenli tellerle ve beton bloklarla çevriliydi.
Muhtemelen kulenin içinde İsrail askerleri vardı ama ben onları görmedim. Çok
uzaktaydı kule.
Bu
meselede asıl pişman olduğum husus şu: o yaşadığımız şeyin komik bir tarafı da
vardı ve bunu kimse öğrenemedi. Herkes benim taşı birilerine attığımı düşündü.
Oysa orada kimse yoktu. Aslında oğlum ve diğer gençler, taşı en uzağa kim
atacak diye bir yarış içine girmişlerdi. Oğlum beysbol oynayan bir Amerikalı
idi ve bir miktar da iri cüsseliydi. Dolayısıyla taşı en uzağa o attı. Kızım da
dönüp bana, “baba sen de abim kadar uzağa taş atabilir misin?” diye sorunca bir
anda kendimi ödipal bir rekabet içinde buldum. Ben de yerden bir taş alıp
attım.
Fatma
Kapısı’nda, İsrail’in Güney Lübnan işgaline henüz yeni son verdiği günlerde taş
atmak, biraz kurtuluşu kutlamak, biraz da bir şeylere itiraz etmek gibi bir
anlama sahip galiba. Haksız mıyım?
O
taş, İsraillilere yönelik bir reddiyedir. O anda hâkim olan duygu ise 22 yıl
işgal altında tuttuktan sonra topraklarımızı terk etmiş olmalarıyla ilgilidir.
Burada bir reddediş söz konusudur. O taş, “uğurlar olsun size, gidin artık.
Geri dönmenizi de istemiyoruz” demektedir. O karnaval havası, o sıhhatli
kargaşa ortamı, zafer şarkılarını bizimle birlikte söylemiştir.
Hayatımda
ilk kez, sadece ben değil, o Fatma Kapısı’nda toplaşmış insanlar, hayatlarında
ilk kez zafere tanıklık etti. Hep birlikte kazandık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder