Trotskiy,
devrimin sadece kahramanı değil, aynı zamanda filozofu, tarihçisi ve
eleştirmenidir. Doğaldır ki hiçbir devrimin lideri, devrimin köklerine ve
kaynaklarına geniş ve kendinden emin bir biçimde bakmak istemez. Örneğin Lenin,
modern tarihin gidişatını ve olayların anlamını kavrama ve hissetmede kişisel
bir beceriye sahip olmakla diğerlerinden ayrılır. Fakat Lenin’in herkesi
etkileyen çalışmaları, sadece politik ve ekonomik meselelerle ilgilidir. Diğer
yandan Trotskiy ise aynı zamanda devrimin felsefe ve sanat üzerindeki
etkileriyle de ilgilenmiştir.
Trotskiy,
yeni bir sanatın, proletaryanın sanatının ortaya çıktığını ilân eden yazar ve
sanatçılarla polemiğe girer. Peki hâlihazırda devrim kendi sanatına sahip
midir? Trotskiy kafasını sallar ve şunu yazar: “Kültür, mutluluğun ilk aşaması
değildir, o nihai sonuçtur.”
Proletarya,
tüm enerjisini, burjuvaziyi yenmek için verdiği mücadelede ve onun ekonomik,
politik ve eğitimsel sorunlarını çözmek amacıyla giriştiği çalışmada harcar.
Yeni düzen hâlâ cenin hâlindedir ve yaşamaya daha yeni başlamıştır. Kendisini
gelişme aşamasının içinde bulmuştur.
Proleter
sanatın ortaya çıkması için henüz erkendir. Trotskiy, sanatın gelişimini çağın
anlamına ve yaşamsallığına dönük en büyük tanıklık olarak tarif eder. Proleter
sanat, devrimci mücadeledeki sahnelerden çok devrimden, onun yaratımlarından ve
ürünlerinden doğan hayatı anlatacaktır. Bu sebeple o, yeni bir sanatın dile
gelmesi meselesi değildir. Yeni toplumsal düzen gibi sanat da deneme-yanılma
aşamasından geçmektedir. “Devrim sanatçı için kendisi dışında gerçekleşen bir
felâket olmaktan çıkınca görünümünü zenginleştirecektir.” Yeni sanatı yeni bir
insanlık türü üretecektir. Gerçekle arasında yaşadığı, ölüp yeniden dirilen
çelişki, uzun yıllar boyunca var olmaya devam edecektir. Bu yıllar, savaşın ve
rahatsızlığın yıllarıdır. Yalnızca bu yıllar geçip gittiğinde ve insanî
örgütlenme inşa edilip güvence altına alındığında proleter sanatın gelişimi
için gerekli koşullar var olmaya başlayacaktır.
Peki
geleceğin sanatının temeli ne olacaktır? Trotskiy bu konuda kimi tahminlerde
bulunur. Onun yargısına göre geleceğin sanatı, “kötümserlik, şüphecilik ve tüm
entelektüel tükenme biçimleriyle uzlaşmazlık içinde olacaktır.” O, tümüyle
yaratıcı bir inanç ve sınırsız geleceğe dönük bir güvenle yüklü olacaktır.
Bu,
kesinlikle lalettayin dile getirilmiş bir tez değildir. Günümüz edebiyatının,
mevcut ölçüleri değiştirmek için bir biçimde muhafaza ettiği çaresizlik,
nihilizm ve hastalıklı hâl, yorgun, dağılmış ve çöküş içerisindeki toplumu
tanımlayan özelliklerdir. Gençlik, iyimser, olumlu ve isteklidir; eski çağ ise
şüpheci, olumsuz ve huysuzdur. Neticede genç bir toplumun felsefe ve sanatı,
yaşlı bir toplumun felsefe ve sanatından farklı bir tona sahip olacaktır.
Trotskiy’nin
düşüncesi bu hattı takip eder ve diğer çıkarımları ve yorumları derinlemesine
inceleyerek ilerler. Burjuva kültürü ve burjuvazinin ortaya koyduğu fikrî
çabalar, esasında teknik gelişim ve üretim mekanizması tarafından
yönlendirilmektedir. Bilim, temelde mekanikleşme sürecine uygulanır ve hızla bu
süreci neticelendirmek için devreye sokulur. Hâkim sınıfın çıkarları, üretimin
aklîleştirilmesi sürecinin tersine işler ve bu sebeple gelenekle de çelişir.
İnsanlığın
endişeleri, neticede faydacıdır. Çağın düşüncesi, kâr ve biriktirme üzerine
kuruludur. Zenginliğin biriktirilmesi, insan hayatının en temel amacıymış gibi
gösterilmektedir. Ayrıca yeni devrimci düzen, geleneği aklîleştirecek ve
insanileştirecektir.
Yapısı
ve işleyişine bağlı olarak burjuvazinin çözemediği sorunları yeni devrimci
düzen çözecektir. Kadınları o kölelikten kurtaracak, çocukların eğitimini o
güvence altına alacak, ekonomik endişelerden kurtulmamızı gene o sağlayacaktır.
Sıklıkla
materyalist olmakla eleştirilen ve kınanan sosyalizm neticede, bu bakış açısına
göre, kapitalizme ait örgütlenme pratiğinin ve yöntemin paramparça ettiği
manevi ve ahlakî değerlerin ıslahı ve yeniden doğumudur. Eğer kapitalizm
çağında maddi hırslar ve çıkarlar hâkimse demek ki proleter çağ, ahlakî
çıkarlar ve ideallerden ilham alan bir yapıya ve kurumlara sahip olacaktır.
Trotskiy’nin
diyalektiği bizi, Batı ve onun insanlığı ile ilgili iyimser bir görüşe
götürmektedir. Spengler, Batı’nın tümüyle çöktüğünü söyler. Eğer öyleyse,
sosyalizm teorik açıdan uygarlığın takip ettiği izlek dâhilinde yüzleşeceği tek
aşamadır.
Trotskiy
krizi, kapitalist toplumun çöküş süreci dâhilinde burjuva kültürün yaşadığı
kriz olarak anlar. Bu kültür, bu eski ve rezil toplum gözden yitip gitmekte,
içinden yeni bir toplum südur etmektedir. Öncüllerine göre kökleri daha derinde
ve içeriği daha yaşamsal olan yeni hâkim sınıfın doğuşu, insanlığın aklî ve
ahlakî enerjisini tazeleyecek ve arttıracaktır. Ardından insanî süreç, aşağıda
sıralanan aşamalara göre bölünecektir: Antikite (kölelik düzeni); Ortaçağ (serf
düzeni); Kapitalizm (ücretli emek düzeni); Sosyalizm (toplumsal eşitlik
düzeni). Trotskiy, proleter devrimin otuz ya da elli yılının bir dönüşüm çağına
işaret edeceğini söyler.
Peki
o sağlam temeller üzerine kurulu teorik çalışmasını büyük bir zekâ ile yapan
kişiyle Kızıl Ordu’nun karşısında konuşan ve onu teftiş eden kişi aynı kişi
midir?
Belki
de sadece savaşçı Trotskiy’yi tanıyan bazı insanlar, birçok portre ve
karikatüre denk gelmişlerdir: buralarda Trotskiy, zırhlı bir trende bir savaş
bakanı ve general ya da Napolyon gibi Avrupa’yı işgal etmekle tehdit eden biri
olarak çıkar karşımıza.
Oysa
böyle bir Trotskiy yok. Bu tasvirler, daha çok basının uydurduğu şeylerdir.
Fiilî gerçekte varolan Trotskiy, kendisini yazılarında ifade eden kişidir.
Kitap, bir insanın üniformadan daha eksiksiz ve daha doğru bir görüntüsünü
verir. Zaten bir generalin insana yakışır, insancıl bir felsefe yapması mümkün
değildir. Foch, Ludendorff veya Douglas Haig ile Trotskiy’nin aklı nasıl
birlikte tahayyül edilebilir?
Savaşçı
Trotskiy kurgusu üzerinden dillendirilen Napolyon tasviri ise Sovyet Rusya’daki
devrime ait tek bir imaj üzerinde durur. Evet Trotskiy, Kızıl Ordu’ya
komutanlık etmiştir. Herkesin bildiği gibi o, ilk önce dışişleri bakanlığı
yapmıştır. Fakat Brest-Litovsk görüşmelerinden son dönüşünde bakanlık
görevinden ayrılır.
Rusya’nın
Tolstoycu bir tavırla Alman militarizmine karşı çıkmasını isteyen Trotskiy’ye
göre ülke kendisine dayatılmış olan barışa itiraz etmeli ve düşmanını
savunmasız bir duruma düşürmelidir. Lenin ise daha büyük bir politik
hassasiyetle, önerilen şartlara uyum göstermeyi ve silâh bırakma seçeneğini
tercih eder.
Savaş
bakanlığına atanan Trotskiy, Kızıl Odu’yu örgütlemekle görevlendirilir. Bu
görevde örgütleyicilik ve icraat konusunda sahip olduğu kapasiteyi ortaya
koyar. Rus ordusu dağıtılmış durumdadır. Çar devrilmiş, devrim ilerlemiş, savaş
sona ermiş, ama tüm bu süreç ordunun yıkımıyla neticelenmiştir. Sovyetler,
orduyu yeniden inşa etmek için elindeki tüm imkânları kullanır. Savaş için
yeterli teçhizat yoktur. Çar yanlısı subaylardan ve general kadrosundan gerici
olmaları sebebiyle yararlanılamaz.
Bu
noktada Trotskiy, İtilaf devletlerinin Almanya’ya karşı Rusya’ya sunduğu
desteği yeniden elde etme niyetlerini istismar ederek, ordularından teknik
yardım almak için uğraşır. Fakat İtilaf devletlerinin asli derdi Bolşeviklerin
yenilmesidir. “Madem Bolşevikler bizimle ittifak kurmak niyetinde, o hâlde
onların altındaki halıyı çekmek en hayırlısı” diye düşünmektedirler.
Bolşevikler, İtilaf devletleri için çalışan yetkililer içerisinde sadece tek
bir sadık dost bulur: Fransa büyükelçiliği mensubu Yüzbaşı Jacques Sadoul.
Sadoul,
sonradan halka ve onun ideallerine inanır ve devrime bağlanır. Sonrasında
Sovyetler, İtilaf devletine bağlı diplomatları ve askerî kadroyu ülkeden kovmak
zorunda kalır. Tüm zorluklarla mücadele eden Trotskiy, düşmanın içeriden ve
dışarıdan gerçekleştireceği saldırılara karşı devrimi koruyacak muzaffer bir
ordu kurmayı başarır. Bu ordunun ilk çekirdeği, öncülerden ve komünist
gençlikten oluşan iki yüz bin gönüllü ile birlikte meydana getirilir.
Sovyetler’in
en fazla riskle yüzleştiği dönemde Trotskiy, beş milyonu aşkın askerden oluşan
bir orduya komuta eder. Ayrıca eski orduyla kıyaslandığında Kızıl Ordu, dünya
ordu tarihi içinde yeni bir gelişmenin somut ifadesidir. Bu ordu, kendisini
devrimci olarak nitelemiş, amacının devrimi muhafaza etmek olduğunu asla
unutmamıştır. Bu sebeple, her türden savaş yanlısı emperyalist fikri özel
olarak dışlamıştır. Disiplini, örgütsel niteliği ve yapısı devrimcidir. Kim
bilir belki de generalleri, Roman Rolland üzerine bir makale kaleme alırken,
askerlerin aklına Tolstoy’un sözleri geliyor veya oturup o askerler Kropotkin
okuyorlardı.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder