Pages

01 Haziran 2021

Liberal Elitlerin Gözde İdeologu: Harari

I

21. Yüzyıl İçin 21 Ders isimli yeni kitabında Yuval Noah Harari, kendisini uluslararası bir yıldız hâline getiren Sapiens: İnsanlığın Kısa Tarihi ile Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi isimli çalışmasının yarattığı başarı dalgasından istifade ediyor.

İlk iki kitabında Harari, “bugüne ve şimdiye odaklanmak” istiyor, bu noktada da Brexit’e yönelik desteği, Trump’ın seçim zaferini ve popülizmdeki yükselişi ele alıyor. Harari’nin fikirlerine aşina olan okurlar, 21 Ders kitabında fazla bir şey bulamayacaklar, çünkü kitabın büyük bir kısmı eski çalışmalarından alınmış pasajlardan oluşuyor. Ama gene de bu kitap, Harari’nin “liberal elitler”in düzenini yeniden tesis etmeyi amaç edinmiş, ona rehberlik eden politik mantık konusunda önceki kitaplara göre daha fazla şey söylüyor.

Sapiens’ta Harari, bahsini ettiğimiz düzeni, kendi sınırları içerisinde barışı, başka bir ifadeyle dünya barışını güvence altına alan uluslararası elitlerin yönettiği küresel imparatorluk üzerine kurulu ütopik vizyonun gerçekleşmesi olarak tasvir ediyordu. Bu liberal elitlerin, Harari’yi bağırlarına basma konusunda neden bu kadar acele ettikleri, şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Patronların dergisi Fast Company onu, “Silikon Vadisi’nin gözde tarihçisi” olarak nitelendiriyor. Mark Zuckerberg, Facebook kitap kulübüne Sapiens’ı dâhil ederek, Harari’nin şöhretine şöhret katıyor. Ayrıca, yazarımızın kitaplarının kapaklarında Obama’nın övgü dolu sözlerine yer veriliyor, Gates kitabın kapağını onurlandırıyor.

Gates, ayrıca Harari’nin sonraki kitaplarının tanıtımı konusunda elinden geleni yapıyor: Homo Deus, Gates’in 2017 yazı için hazırladığı okuma listesi önerisinde kendisine yer buluyor. 2018’de ise New York Times’a 21 Ders kitabı için bir eleştiri yazısı kaleme alıyor.

Peki Obama, Zuckerberg, Gates ve Silikon Vadisi, Harari’yi neden gözde tarihçileri olarak benimsiyorlar? Bu soruya şu şekilde cevap vermek mümkün: muhtemelen bu isimler, Harari’nin neoliberal programın ciddi bir alternatifi bulunmadığına dair görüşü ile bizim burada “Sapiens mitolojisi” olarak adlandıracağımız, Sapiens kitabından beri bizatihi ördüğü üst anlatı arasındaki sıkı bağdan politik fayda elde etme umuduyla onun kitaplarının reklâmını yapıyorlar.

II

21 Ders, Harari’nin modern dünyadaki güçlüklere karşı koyma konusunda en uygun model olarak gördüğü liberal demokrasinin krizinin ele alınması temelinde teşkil edilmiş bir çalışma. Harari, krizin kökenlerinin ideolojik olduğunu düşünüyor. Ona göre popülizm muzaffer oldu, çünkü “liberal hikâye” 2008’deki finans krizi sonrası, nükleer tehdit, küresel ısınma ve teknolojik inovasyon kaynaklı küresel tehlikelere “net cevaplar” sunamaması ardından, itibarını yitirdi. Harari’nin ifadesiyle, “liberal elitler, iktidarı yeniden ele geçireceklerse dünyaya yeni bir hikâye anlatmalılar.” Bunu yapamadıklarını düşündüğünden Harari, o liberal elitlerin ideologu rolünü üstleniyor ve 21 Ders kitabında Sapiens mitolojisine dayanan, güncellenmiş bir liberal hikâye anlatıyor.

“Nostalji üzerine kurulu hayaller”i teşvik ettiği, milliyetçi ayrılıkçı hareketleri tetiklediği ve yirmi birinci yüzyılda küresel sorunların çözümünde hayatî önemde olan uluslararası işbirliğini olumsuz etkilediğinden, popülizm dünyanın geleceği için bir tehlike teşkil ediyor. Bu sebeple Harari, “günün sonunda insanlığın liberal hikâyeye sırtını dönemeyeceğine, zira onun alternatifinin bulunmadığına” inanıyor ve bu noktada “insanların sistemin midesine öfkeli bir yumruk atabileceğini, ama gidebilecek başka bir yerlerinin bulunmaması sebebiyle o hikâyeye en nihayetinde geri döneceklerini” düşünüyor.

Popülizmle mücadele edebilmek için bu öfkenin dindirilmesi gerekiyor, bu da neticede henüz anlatılmamış olan yeni bir liberal hikâyeye ihtiyaç duyuyor. Bu işin sorumluluğu da liberal elitlerin omuzlarında.

Biraz da seksenlerdeki Sovyet elitleri gibi liberaller de tarihin önceden tayin edilmiş seyrinden nasıl saptığını anlamıyorlar, bu noktada gerçekliğin yorumlanmasını sağlayacak alternatif bir bakış açısından yoksunlar. “Yönlerini kaybetmiş olmaları sebebiyle liberaller, kıyamet senaryoları üzerinde duruyorlar ve tarihin kendilerinin tahayyülündeki mutlu sona doğru ilerleyemiyor olması sebebiyle onun son sürat bir Armageddon’a, kıyamete doğru ilerlediğini düşünüyorlar” diye yazan Harari, söz konusu paniğin siyasetin felç olmasına yol açtığını, bunun da popülizmin paniği artıracak şekilde daha kolay yayılmasını mümkün kıldığını, neticede de bir fasit dairenin oluştuğunu söylüyor.

III

Harari’nin anlattığı yeni liberal hikâyenin asli özelliği, onun toplumsal gerçeklikle politik alternatifleri bulanıklaştırması. Yazarımız, liberal demokrasinin krizi ardındaki etmenleri tartışıyor, ama her bir tartıştığı konuyu getirip belirsizliğin ve muammanın kapısına bağlıyor, neticede de daha soyut ve manevi başka bir etmenin tartışmasına yöneliyor. Örneğin, savaşla ilgili bölümde Harari, Barbara Tuchman’ın “Aptallığın Yürüyüşü” yaklaşımını benimsiyor ve insandaki aptallığın tarihteki en büyük güçlerden biri olduğunu, kişisel ve kolektif düzeyde insanların kendilerini yıkıma sürükleyecek faaliyetler içine girmeye meyilli olduklarını söylüyor. Popüler psikoloji teşhisleri üzerine kurulu politik analizi dâhilinde Harari, tıpkı bir kâhin gibi, Üçüncü Dünya Savaşı’nın ille de yaşanmayacağını, ama onun gerçekleşmesinin de imkânsız olmadığını iddia ediyor. Bu manasız tahmin üzerinden Harari, politikadan çok teolojiyle alakası olan bir yaklaşım dâhilinde, savaşın “bir miktar tevazu” ile önlenebileceğinden bahsediyor.

Savaş meselesine tahsis edilen bölümün ardından Harari, tevazu, Tanrı, laiklik, hakikat, adalet gibi soyut kavramları tartışıyor, bu da toplumsal gerçeklik üzerine yaydığı sisi kalınlaştırıyor, o gerçekliğin politik boyutlarını silikleştiriyor. Kitabının “Meditasyon” başlığını taşıyan son bölümünde Harari, eşyayı “net bir biçimde” görme güçlüğüyle nasıl başa çıkabileceğine dair cevaplarını sunuyor. Bu noktada dünyayı incelemek için “odak ve vuzuh” denilen iki pencereden faydalandığını, bu ikisine de içebakış anlamına gelen Vipassana meditasyonu ile kavuştuğunu söylüyor. Buradan da hepimize, Vipassana gibi tekniklerle kendimizi gözlemlememiz, bilincimizi bilmemiz telkininde bulunuyor.

Liberal demokrasinin krizini politik düzlemde tartışmak yerine Harari bize içebakış öneriyor. Bu önerisiyle Harari, “mevcut kriz”in sebeplerinin üzerini örtüyor, krize çözüm bulma çabalarını boşa düşürüyor.

IV

Harari’nin politik öneriler düzleminde yaptığı, analizle alakalı hatalar en net, uluslararası gündemi tanımlayan iki acil meseleye, göç krizi ve terörizm tehdidine dair tartışmasında görülüyor. Harari, AB’ye yönelik göç sürecinin Avrupalılar nezdinde “bir dizi farklı tepki”ye yol açtığını tespit ediyor ve bu göçün kamusal alanda süren konuyla ilgili tartışmanın kolayca çözüme kavuşturamayacağı yoğun bir ihtilafı beslediğini söylüyor. Meseleleri netleştirmek için piyasacı mantığa başvuran Harari “göçü, ev sahibi ülkelerle göçmenler arasında yapılan bir anlaşma olarak görmeyi” öneriyor, göç destekçileriyle göçe karşı olanlar arasındaki ihtilafı ise tarafların hiçbirisinin bu hayalî anlaşmanın şartlarını yerine getirmemesi ile ilgili, bir miktar hukukla alakalı tartışmaymış gibi ele alıyor.

Onca tartışmanın ardından ihtilafın genel hatlarını silikleştirdikten sonra Harari, “kimin haklı olduğunu söylemek imkânsız” diyor. Ardından, çokkültürcü söylemin argümanlarını kullanarak, göçmenlere yönelik tutumları inceliyor, bu noktada ırkçılık terimi yerine kültürcülük terimini kullanıyor. Ama bu hamlesi, göç konusunda oluşan ihtilafın genel hatlarını netleştirmesine zerre katkıda bulunmuyor. Bölümün sonunda Hariri bize şunu söylüyor: “Bu, olağan demokratik usuller üzerinden karara bağlanması gereken iki meşru politik konum arasındaki bir tartışmadır.”

Başka bir ifadeyle Harari, ta başından beri tartışmayı harlandıran o politik açmazdan kurtulmamayı öneriyor, dolayısıyla güya netleştireceğini vaat ettiği manzaranın önüne kalın bir perde çekiyor.

Harari’nin gerçekleri karartma çabası, “Terörizm” başlıklı bölümde zirvesine ulaşıyor. Burada Harari, terörizm tehlikesini ufaltıyor, onu “tiyatro” olarak adlandırıyor ve onun, politik değişim için kamuoyundaki genel güvenlik anlayışının altını oyan “nispeten zayıf partiler”in stratejisi olduğunu söylüyor.

Buradan yola çıkarak hükümetleri ve medyayı paylayan Harari, onların verdikleri tepkilerin terörün ekmeye çalıştığı tohumların sayısını artırdığını, hatta terörün hedeflerine ulaşmasına katkıda bulunduğunu söylüyor. Buradan da devletin “terör denilen tiyatroya kendi güvenlik tiyatrosu ile cevap vermesi ve onunla sakince ve verimli bir biçimde mücadele etmesi” önerisinde bulunuyor. Histeriden uzak durması gerektiğini düşündüğü medyanın, fazla haber yapıp, terörizmin kendisini daha fazla reklâm etmesine ve korkuyu yoğunlaştırmasına katkı sunmaması gerektiğinden bahsediyor.

Oysa Harari’nin bu acilen yerine getirilmesi gerektiğini düşündüğü taleplerin çoktan modası geçti. Kendisi, esas olarak 11 Eylül saldırıları üzerinde duruyor, ama sonraki terörist operasyonların seyrine hiç bakmıyor. Devletin kurduğu terörist örgütlere veya yarı devletli bir niteliğe sahip örgütlere hiç değinmiyor. Bu eksiklik, tüm önermelerini ve çıkarımlarını temelsiz bırakıyor.

Ayrıca Harari’nin terörizmle medya arasındaki karşılıklı ilişkiye dair analizi, gazete ve dergilerin aracılığı olmadan kamuoyuna doğrudan hitap etme imkânı sunan sosyal ağların ortaya çıkışını önceleyen dönemle sınırlı.

Bugünkü terörizmle nasıl başa çıkılacağı konusunda önemli bir iki fikir sunmak yerine Harari, sağı solu paylayan ahlakçı bir çift kelâmdan başka bir şey etmiyor. Ona göre imgelemini teröristlerden kurtarmak, her yurttaşın kendi sorumluluğu. Teröre karşı hükümetin ve medyanın gösterdiği uygunsuz tepkinin asıl sebebi “içimizdeki terör”. Harari buradan şu sonuca ulaşıyor: “Terörizmin başarısı veya başarısızlığı, bize bağlı.”

Kişisel gelişim kitaplarından alınan sloganlar üzerinden terörle mücadele özel bir mesele derekesine düşürülüyor ve tüm o cümleler, terörle baş etmek için kullanılan en güncel yöntemlerin karşısına çıkartılıyor. Örneğin, siyaset bilimci Dafna Canetti, devlete ve topluma ait mekanizmaların müdahalesinin terörle mücadelenin birey üzerinde bıraktığı psikolojik etkileri kıracağını, yol açtığı korkuyu azaltacağını söylüyor.

Harari’nin savaş, göç ve terörle ilgili derin fikirleri, onun başvurduğu yöntemin mantığını ele veriyor: Harari, bu tür meseleleri toplumsal bağlamından çıkartıyor, onları politik düzlemde çözüme kavuşturulamayacak şeylermiş gibi takdim ediyor ve bu tür meselelerin ancak birey düzleminde çözüme kavuşturulabileceğini söylüyor. Harari’nin yaratmaya çalışmak için çok çaba sarf ettiği bu kafa karışıklığı, pratikte kamusal alanı özelleştiriyor, çünkü yazarımız bu özelleşmeyi, liberal elitlerin düzeni için bir önkoşul olarak görüyor.

V

Harari’nin liberal elitlerin düzeninin yeniden tesis edilmesine dönük gayretlere yaptığı katkı, kitabın “Eşitlik” başlıklı bölümünde kendisine dil buluyor. Burada bu yüzyılın en eşitliksiz toplumların ortaya çıkışına tanıklık ettiğinden söz eden yazar, teknolojik atılımların zenginlere ellerindeki avantajı biyolojik avantaja çevirme imkânı sunduğunu, sınıfsal farklılıkların insanı biyolojik kastlara ayrıştıracağını söylüyor. Yazara göre bu gelişme, “sınıflar, ırklar ve toplumsal cinsiyetler arasındaki eşitsizliği önemli ölçüde azaltmak için uğraşan yirminci yüzyılın yol açtığı gelişimin ters yönünde seyredecek.” Dolayısıyla, 2000’lerin dünyası 1900’lerin dünyasına kıyasla daha eşit bir yer, gelgelim, bu eğilim, yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında değişmeye başladı.

Yazar, dünya ile ilgili yürüttüğü tartışmada, öncülüğünü Milton Friedman, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın yaptığı, ekonomist Thomas Piketty’nin “muhafazakâr devrim” olarak adlandırdığı gelişme ile desteklenen, yirminci yüzyılın son otuz yıllık döneminde Batı’nın güçlü devletinde meydana gelen sosyo-ekonomik eşitsizlikteki hızlı artışa hiç değinmiyor. Bu “devrim”in amacının refah devletini rafa kaldırmak olduğunu herkes biliyor. İlgili süreç, toplumsal altyapıları ve hizmetleri özelleştirmek, artan oranlı vergi sistemini kaldırmak, sermayeyi serbestleşip hareketini kısıtlayan mevzuatları iptal etmek ve piyasaları metalaştırmak suretiyle eşitsizliği artırdı.

Döneme dair değerlendirmeleri ardından Harari, yakın gelecekte teknolojik devrimin refah devletini yürürlükten kaldıracağına dair yanlış ve yanıltıcı bir tespitte bulunuyor. Oysa pratikte bu süreç, neoliberal devrimin parçası olarak, kırk yıl önce zaten başlamıştı. Bu tespit üzerinden anlaşılıyor Harari, geçmişi bugünde belirlediği politik ihtiyaçlara göre değerlendiriyor. Yirmi birinci yüzyılda liberal elitlerin düzenini yeniden ıslah etmek adına bu elitlerin yirminci yüzyılın son çeyreğinde sosyo-ekonomik eşitsizlikleri arttırmak suretiyle kendilerine bir yol açtıkları gerçeğinin üzerini örtüyor.

VI

Harari, aynı zamanda Facebook ve kurucusu Mark Zuckerberg’i ele alan “Toplum” başlıklı bölümde, liberal elitlerin imajını düzeltmek adına bir şeyler söylüyor. Facebook’un tekelci bir güç hâline gelişinin kamuoyunda yol açtığı öfkeyi dindirmek için Harari, şirketin ekonomik yönelimini eleştirilerin hedefinden çıkartmak ve bireyler olarak kullanıcıların hayatları üzerindeki zararını dikkatlerden kaçırmak için uğraşıyor.

Harari bu bölümde, insanın ekrana kilitlenmesinin bedeninden uzaklaşmasına neden olduğunu, kendi deneyimleriyle bağ kuracak aletlerden mahrum kaldığını söylüyor. Bu tespit ışığında Facebook’tan, kullanıcılarının internet kullanım sürelerini kısaltıp onların dikkatlerini fizikî çevrelerine ve bedensel hislerine çevirecek bir iş modeli geliştirmesini istiyor. Aynı yaklaşım dâhilinde Harari, sosyal ağların sınırları ile ilgili tartışmada Facebook’un konumunu karartma ve şirkete yönelik eleştirilerin politik içeriğini gizleme ihtiyacı duyuyor.

Facebook’a yönelik eleştiriler, bir süre sonra onun kullanıcılarına yönelik saygısız ve sorumsuz tavırlarını da içerecek biçimde genişledi ve nihayetinde insanlar, onun devlet düzenlemesine tabi kılınmasını istediler. Onu bir ara eleştiriyormuş gibi yapan Harari, aslında bu taleplerin politik sonuçlarını hükümsüz kılmak ve mümkün olduğu ölçüde şirketin faaliyetlerini kısıtlayacak bir devlet müdahalesine mani olmak için uğraşıyor. Bu noktada yazarımız, Facebook’un tümüyle iyi niyetli bir biçimde davranışlarını iyileştireceğini söylüyor, böylelikle kullanıcılarının gizlilik haklarını güvence altına alıp vergi ödemekten kaçmayacağını iddia ediyor.

Politik müdahaleye karşı çıkmasının yanında Harari, Facebook’un gücüne gene piyasacı yöntemlerle karşı konulmasını öneriyor, bu noktada onunla rekabet etsinler diye şirketlere, kurumlara ve devletlere teşvik sunulması önerisini getiriyor, hatta “bunlar kendi sosyal projelerini sunsunlar” diyor.

Aslında kitaptaki Facebook’la ilgili bölüm, ilkin Mart 2017’de Financial Times’da yayınlandı ve muhtemelen onu Zuckerberg de okudu. Okumuş olmasa bile Zuckerberg süreç içerisinde, Harari’nin Facebook’un yanlışlarını kabul edip yaşamsal çıkarlarını korumak adına uzlaşma yoluna gitmek zorunda olduğuyla ilgili eleştirisini içselleştirmişçesine hareket etme gereği duydu.

Geçen Nisan ayında, Facebook’un da adının karıştığı bir dizi skandalın ardından Zuckerberg, Senato’ya çağrıldı. Oradaki açıklamasında, “bu aletlerin zararlı şeyler için kullanılmasına yeterince mani olamadığımız açık” dedi. Pişmanlığını dile getirip nedamet getiren Zuckerberg, yapılan yanlışların sorumluluğunu üstüne aldı ve ilk başta sitenin dar bir toplumsal işlevi olduğunu söyledi. Zuckerberg’de pişmanlığın ömrü çok fazla olmadı. Daha Senato’daki oturumdan önce, internette yayınlanan politik reklâmların düzenlemeye tabi tutulması fikrine destek sundu ve bu kısıtlamaların sadece Facebook değil, tüm platformlarda uygulanması gerektiğini söyledi. Aslında Zuckerberg’in bu geri adımı, tümüyle şirketinin amaçlarıyla uyumluydu. Kendisi, senatörlere Facebook’un eleştirileri ciddiye alıp yolunu değiştireceğine dair söz verdi. Yorumculara göre burada Zuckerberg, esasında yeni düzenlemelerin önünü almak için uğraşıyordu. Ondaki bu tevazu, Harari’nin önerdiği taviz stratejisi ile uyumluydu.

Liberal elitlere sunduğu desteğin yanında Harari’nin anlattığı liberal hikâye, son on yıldır neoliberal hegemonyaya meydan okuyan protesto hareketlerini ve sol partileri de görmezden geliyor. Liberal elitler, Nancy Fraser’ın “ilerici neoliberalizm” dediği politik bloğun parçası. Clinton ve Obama’nın yürüttüğü bu politika, ABD’de birçok insanı fakirleştirdi. Bu insanlar, tepki olarak gidip Trump’a destek oldular.

Harari’nin karşısında yer alan bir isim olarak Fraser, liberal elitleri çözüm değil sorun olarak görüyor ve Trump’ın karşısına çıkartılacak gerçek bir alternatifin Bernie Sanders’taki demokratik sosyalizm biçimini almış “yenilenmiş bir sol” olduğunu söylüyor. Ona göre, “işçi sınıfının güvenini kazanması için bu yenilenmiş olan solun “özgürlük” ve “sosyal koruma” arasında kurulan sahte karşıtlıkları aşıp, başka bir ifadeyle, ilerici neoliberalizmden kopup iki okul arasındaki kavramsal ve politik ayrımın üzerindeki örtüyü kaldırması gerekiyor.

Aynı politik mantık üzerinden Fraser, solun yenilenmesi ve kendisi ile ilerici neoliberalizm arasındaki, Harari’nin de silikleştirmeye çalıştığı farklılıkları belirginleştirmesi gerektiğinden söz ediyor.

Esasında sosyo-ekonomik eşitsizliklerin üzerinin örtülmesi ve sosyalizmin hayattan silinmesi, politik mücadelenin yalnızca liberalizmle popülizm arasında cereyan eden bir kavga olduğuna dair bir yanılsamaya yol açıyor, buradan da popülizme karşı olanların liberalizmin yanına sıralanması gerektiğine dair bir anlayış ortaya çıkıyor. Oysa popülizme karşı olanlar, zaten bu liberalizmin toplumsal mağdurları.

Gerçekte ilerici neoliberalizm ile Trump’taki popülizm, aynı madalyonun iki yüzü. Dolayısıyla Harari’nin 21 Ders kitabında anlattığı yeni liberal hikâyede kendisini yenilemeyi başarmış bir solun esamisinin okunmaması, temelde hem liberalizmin hem de popülizmin ekmeğine yağ sürüyor.

VII

Tarihi politikadan arındıran ve tarihin gelişimi konusunda sebep-sonuç ilişkisi üzerine kurulu açıklamalar getirmekten imtina eden Harari, kendisine şöhretin kapılarını aralayan Sapiens çalışmasından beri geliştirdiği meta-anlatıyı ısıtıp ısıtıp sunmaktan başka bir şey yapmıyor.

Bu Sapiens mitolojisi ise birbiriyle çelişen iki önermeye dayanıyor. Birinde Harari, beyinle aklın avcı-toplayıcılara ait olduğunu, bizim dünyamıza değil, avcı-toplayıcıların dünyasına uygun olduğunu söylüyor. Diğerinde ise dil devriminden beri “doğal yaşam tarzı” diye bir şeyin olmadığını iddia ediyor. Buradan da yalnızca yığınla ihtimal içerisinden yapılan farklı kültürel tercihlerin bulunduğundan bahsediyor.

Sapiens çalışmasının temelini oluşturan piyasacı mantık, kendisini bu çelişki üzerinden ortaya koyuyor. Harari, “dünyadaki zulümlerin ve adaletsizliklerin büyük bir kısmının sebebinin bireysel önyargılardan ziyade büyük yapısal eğilimler olduğunu, avcı-toplayıcı beynimizin yapısal eğilimleri tespit edecek şekilde evrimleşmediğini” söylüyor.

Harari’nin bireyin sistemsel bir “yapı” içerisinde bu eğilimleri belirleyemediğine ilişkin tespiti, Sapiens çalışmasının piyasayı doğal bir koşul olarak gören anlayışa dair bir mecaz olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bizim Harari’nin 21 Ders çalışmasındaki şu ikazını bu bağlamda okumamız gerekiyor: “Eğer insanlık, biyoteknolojinin ve enformasyon teknolojisinin kendisine bahşettiği güçle ne yapacağını bilemezse o vakit piyasa güçleri, insan cevap bulacak diye bin yıl beklemez. Piyasanın görünmez eli, körü körüne geliştirdiği cevabı, insana illaki dayatır.” “Avcı-toplayıcı beynimizin yapısal eğilimleri tespit edecek şekilde evrimleşmediğini” söyleyen Hariri’ye göre insanlık, nedense piyasa güçlerinin gizli elini bir türlü aşamıyor. Elinden sadece o güçleri tanımak ve onların belirlediği çerçeve dâhilinde hareket etmek geliyor.

Sapiens mitolojisi bu anlamda, Harari’nin analizinin merkezinde duran, politik eylemle içebakış arasındaki çelişkinin diğer bir versiyonudur. İlerici neoliberalizmin genel anlayışı dâhilinde Harari, demokratik siyasetin elindeki nüfuz ile piyasaya getirdiği kısıtlamalara antropolojik bir açıklama getiriyor, bu noktada bireyin çıkarını piyasanın genel çerçevesi içerisinde, kültürel tercihlere indirgiyor.

Sapiens mitolojisi, tarihsel araştırmalarda yorumlama çabası dâhilinde devreye sokulan eski yöntemleri yürürlükten kaldırıyor, süreçlere değil de olaylara odaklanıyor, nedensellik yerine rastgeleliği öneriyor. Bu anlamda 21 Ders’te liberal demokrasinin krizini açıklamak yerine Harari, sadece daha fazla vaka ve örnek sunuyor, her iki tarafa ait daha fazla argüman dillendiriyor, bu da kitabın mevcut çelişkileri dâhilinde tarihin üzerini örtüyor.

Öte yandan Harari’nin kitaplarının neden bu kadar çok sattığı konusunda tarihi esas alan bir açıklama getirmek gerekiyor. Doksanlardan beri neoliberalizmin sebep olduğu mülksüzleşme süreci, şirket yanlısı küreselleşmeciliğe ve toplumsal eşitsizliğe yönelik direnci iyice artırdı. Buna, neoliberalizmin siyasetine ve tepkileri soğurma yöntemlerine dönük bir ilgi eşlik etti. Naomi Klein’ın No Logo’su ve Şok Doktrini, Michael Moore’un Sicko isimli belgeseli, hep bu türden olguları ele alıyordu.

2008’deki ekonomik kriz, 2011’deki protesto hareketleri, neoliberalizmin başarısızlıklarını ve yol açtığı adaletsizlikleri reform mücadelesine evrilttiler, bu da liberal elitlerin düzenini tehdit etti. Anlaşılan o ki 2011 yılından itibaren basılmaya başlanan Harari’nin kitapları, başarıyı böylesi bir arka plan üzerinden elde ettiler.

Sapiens mitolojisi, politik ve ekonomik krize bir açıklama sunduğu yanılsamasından epey beslendi. Kitap, piyasacı güçlerin karşısında açığa çıkan güçsüzlüğe dair antropolojik gerekçeler sundu, aynı zamanda liberal elitleri mevcut durumu düzeltecek yegâne imkân olarak tasvir etti.

Harari’nin tespitleri okurun dikkatini çekti, ama öte yandan liberalizmi tehlikeye sokabilecek yorumların kamuoyunda süren tartışmalardan silinip gitmesine neden oldu. Esasında Klein’ın toplum eleştirisi, eşitsizliğin ve baskıların sürmesini sağlayan mekanizmaları ifşa ediyor, onları genel neoliberal siyaset bağlamında ele alıyorken Sapiens, davranışlara ve bireylere odaklanıyor, toplayıcı beynimizi sistemsel analiz ve yapısal değişim ihtimali önünde bir engel olarak görüyordu.

21 Ders’te ise Harari, kendi farklılığını başka bir açıdan da ortaya koyuyor: Klein ve Moore, bugünkü eşitsizliklerin yol açtıkları yanlışları tarif ederken, Harari, dikkatleri gelecekteki tehlikelere çekiyor.

Harari’nin ürettiği Sapiens mitolojisi, bu anlamda neoliberal hegemonyayı pekiştirme ve liberal elitlerin düzenini normalleştirme amacı güden yeni bir kültürel mekanizma olarak işliyor. Bu bağlamda kitap, reality show’lara benziyor. Eğlence üzerinden izleyicilerinin beyinlerine neoliberalizmin ölçütlerini aşılıyor. Yeniçağcı ifadelerle piyasacı görüşleri tekrar üretip, onları farklı birer yönetim kuralı gibi takdim ediyor.

Sapiens’te liberal elitlerin dünyaya barış getireceğini söyleyen Harari, 21 Ders’te karşımıza, o liberal elitlerin tercih edecekleri bir tarihçi olarak çıkıyor. Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi isimli çalışmasında Harari, liberal idealleri herkesin kabul etmesi gereken evrensel idealler olarak takdim ediyor. Fakat pratikte liberal elitler, diğer ekonomik, sosyal, politik ve kültürel araçların yanında, bu ideallerin herkes tarafından kabul edilmesini sağlamak için esasen Sapiens mitolojisine ihtiyaç duyuyorlar. Bu anlamda, neoliberal mantığa, ekonomik eşitsizliklere, toplumsal güvensizliğe ve bunların zaruri kıldığı çilelere karşı yürütülecek mücadele, Harari’nin ürettiği mitolojiyi ve yalanları aşmayı, böylece bu tür kitapların tarihyazımı noktasında yaptıkları yanlışları ifşa etmeyi gerekli kılıyor.

Danny Gutwein
20 Kasım 2018
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder