Pages

15 Nisan 2021

Pandemi Ehlileştirme Girişimidir


Suçluya, teröriste ve virüse karşı sihirli bir kelime olarak ‘güvenlik’ empoze ediliyor ve sağlık krizi, devletin bizi sağlık adına ne ölçüde teslim aldığını ortaya koyuyor.

[Gilles Dauvé]

 

Sermaye toplumunda bize “hakikat” olarak sunulan söylemler, geleneksel kitle iletişim araçlarından sözde alternatif medyaya ve sayısız dijital toplumsal ağa kadar, iktidardaki sınıfın farklı sözcüleri tarafından ifade ediliyorlar. Böylelikle 2020’nin başından beri bizi Covid-19 salgını konusunda uyaran bilgilendirici söylem, iktidardan gelen bilgilerin itiraz edilemez gibi göründüğünü kanıtlıyor, öyle ki bu söylem, sadece burjuvazinin örgütleri arasında fikir birliği meydana getirmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal ağların ve sözde muhalif medyanın kamuoyuna sunduğu görüşler üzerinden de pekiştiriliyor.

Mesele, hastalığın yüksek derecede bulaşıcı olup olmadığı veya koruma ve bakım önlemlerine uyulup uyulmaması gerektiği değildir. Zira hızlı yayılan bir virüsle karşı karşıya olduğumuz ve bu virüsün enfekte olan insanların ancak çok az bir kısmında ölüme neden olduğu aşikâr.

Buradaki mesele, kapitalist devletin, kendisine ait herhangi bir eylemi geçerli kılmak için tüm bilgileri çarpıtıyor ve araçsallaştırıyor olmasıdır. Bu, belli bir nüfusu zorunlu olarak eve hapsetmeyi, sokağa çıkma yasağı sırasında dışarı çıkma talihsizliği yaşayan insanları öldürmeyi, bireylerin kendilerini sevdiklerinden izole etmelerini veya yiyecek hiçbir şey olmadan kendilerini soyutlamaları gerektiği gerçeğini haklı çıkarmaktır; çünkü gezegenin pek çok yerinde olduğu gibi burada da “her koyun kendi bacağından asılıyor.’’

Virüs tüm dünyaya yayıldığından beri çıkan haberlerle, binlerce ölümün olduğu haberleriyle, hastalarla dolup taşan hastanelere ilişkin notlarla, bugün yalnızca şaşkınlığa neden olan oldukça çelişkili varsayımlarla, sözde “uzman”ların servis ettikleri pek çok olasılık dışı, kafa karıştırıcı ve önyargılı bilgilerle bombardımana tutulduk. Tüm bunlar, hapsolunmayı kabul etmemiz için bizi rahatsız etme amacı taşıyor. Bu boktan durumsa zerre sorgulanmıyor. Ruh sağlığımızı “halk sağlığı” adına, ortaya çıkacak sonuçları zerre umursamadan bozdular ve gün geçtikçe hayatta kalmayı daha da zorlaştırdılar.

Kutsal “Gerçek”

Geçmişte bizi bir şeye inandırmak, bize bir inanç dayatmak veya bizi bir efendinin kurgusuna teslim etmek istediklerinde, bir yandan İncil’i diğer yandan kılıcı tutmaları gerekiyordu. Bugün pek bir şey değişmedi. Yalnızca İncil’in yerini o kof “bilimsel” argümanlar aldı, ama elbette bir yandan da aba altından sopayı göstermeyi de ihmal etmiyorlar. Şimdi önümüze yeni “bilim” inancını koyan o inatçı pozitivist görüş, bizi kendi (sürekli ya da süreksiz) gerçeklerinden başka gerçek olmadığına; vakıflar tarafından onaylanmayan ve bilimsel “makalelerde” doğrulanmayan her yorumun ve analizin ilk fırsatta çöpe atılması gerektiğine inandırmaya çalışıyor.

Bilimsel düşünce ya da burjuva vakıflarının kendi damgalarını vurdukları, sanki üzerinde toplumsal disiplin, kontrol ve çeşitli tahakküm projeleri denenen basit birer fareymişiz gibi bizi bir deneyin nesnesi yapan o şey, hayatlarımızın yönlendirilmesinde temel dayanak mı olmalıdır?

Sermayenin sıhhi tasarımları, daha en başta hijyenin, temizliğin ve sağlığın ne olduğu konularında burjuva bir anlayıştan türediyse, bunların tarafsız olduğuna neden inanalım? Dünya Sağlık Örgütü, bilim kurumu, hastaneler ve ilaç sanayi, ne zamandır insanlığın müttefiki?

Bu anlamda mevcut durumun sermayenin kökeninde başlayan şeyin bir devamı olduğunu anlamak gerekir: insanı kendi bedeninden ve kolektif varlığından ayırmak, onu önce kendi varoluşundan koparmak, daha sonra da onun kendisi üzerindeki kontrolünü redde tabi tutmak; bunun için onu fiziksel ve ruhsal olarak ehlileştirme amacıyla kurumlar yaratmak, sanki bir çobanın bizi otlatmaya götürmesine muhtaçmışız gibi, içimizde iktidar organlarına yönelik bir bağımlılık geliştirmek. Sermayenin diktatörlüğünde bizim bedenimiz, bize ait değildir.

Yaşasın Toplumsal Kontrol

Koronavirüs krizinin yönetiminin en güzel örneği, birçok Doğu ülkesinde ve özellikle de Çin’de, hastalığı bahane ederek, o ülkede yıllardır mükemmelleşen baskı ve gözetleme mekanizmasının dizginlerinin serbest bırakılmasıdır. Önce hastalığın gelişimini gizlediler ve sonra onu “kontrol altına” aldılar. Bunu yaparken de tüm nüfusa suçlu muamelesi yapıldı, halkı bilim-kurgu filmlerinde olduğu gibi aşırı karantinalara soktular, sokağa çıkma yasakları ve özdenetimler getirdiler.

Sanki bu felâket yetmezmişçesine, bir de tüm dünya kamuoyu, bu türden önlemleri pandeminin kontrol altına alınmasında bir örnek olarak alkışladı. Bu beyinsiz şakşakçılar, bilgilerin gizlenmesi ve baskıcı kurumların cüretlerinin aklanmasının yanı sıra, siyasi tutuklamaları, suikastları ve ülkede yaratılmış olan yeni yapay figürleri de gizliyorlar.

Her ne kadar bu kontrol altına alma önlemleri Batı demokrasileri tarafından bir şekilde “aşırı” olarak görülse de, bu, iyi ve kötü polisin çifte söylemini geliştirerek, dünyanın çeşitli ülkelerinde uygulanmalarına bir engel oluşturmadı: “Bizler Çin’deki kadar baskı ile hareket etmiyoruz, kendinizi şanslı hissedin ve evde kalın ... yoksa size para cezası veririz ya da hapse atarız” (ya da söylemeye gerek yok, sizi öldürürüz).

Dünya Proletaryasına Suçu Kabul Ettirme

Öte yandan, tartışmanın en kolay ve defalarca denenip test edilen formülü ise, suçu proletaryanın üstüne atmaktır. Bu suç, ister proletaryanın evlerinde kalmaması ve pandemi normalliğine uymaması yoluyla olsun, isterse günde 24 saat maske takmayıp dikkatli, sorumlu ve yeterince medeni olmayı tercih etmeme yoluyla olsun, her halükârda proletaryanın sırtına yüklenmektedir.

Günün sonunda ise toplumsal ağlardaki gerici korku tellâllığı, evini terk eden ya da parti veren komşuyu, ağzına bez takmayan ya da ihtiyaçlarını almak için gittikleri pazarları kalabalıklaştıran kişileri suçlar. Bu durumun sorumluluğunun ve insanların birbirleriyle ilişki kurmaya zorlanma şeklinin sermayenin yapılanmasından kaynaklandığını ve bunun herhangi bir bireyin ya da toplumsal grubun seçimine bağlı olmadığını bir kenara bırakarak, sorunun esas noktası buymuş gibi davranırlar.

Şimdi, kapanmaların idealleştirilmesine ve sıhhi önlemlerin hayatımızı kurtaracak sihirli formüller olduğuna dair aptalca inanışın varlığına rağmen, ticari dolaşım ve kapitalist ilişkilerin gerçekliği, kendimizi herhangi bir virüsten veya hastalıktan korumayı mümkün kılmıyor. Dahası, herhangi bir virüsün enfeksiyonu istisnai bir olay olmayıp, yeryüzündeki organik yaşamın gelişmesinin bir sonucu olmasıyla birlikte, patojenlerin oluşumu ve yayılmasının üretim tarzıyla yakından ilişkili olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Proleterlerin yaşamının sürekli bozulmasına eklenen yeryüzünün tahribatı, artı sermayenin dolaşım dinamikleri, birkaç yüzyıldır tüm dünyaya yayılan hastalıkların üreme alanıdır.

Hatta şunu da belirtmek gerekir ki, evde izole kalmak “bizim dileğimiz” olsa bile, proletaryanın böyle garantili bir yaşamı yoktur. O, kendisini bir meta olarak satmaya ve bu şekilde kamusal alanda dolaşmaya mecburdur. Proletarya, ürünleri onların daha maliyetle satıldığı yerlerde tüketmek zorunda kalıyor, kalabalık olsa dahi toplu taşıma ile seyahat etmek zorunda kalıyor, çünkü başka bir seçeneği yok. Daha da kötüsü ise, hiç kimse sağlıklı bir şekilde izolasyona dayanma yeteneğine sahip değil, dolayısıyla nüfusun fiziksel ve toplumsal aktivitesini sanal alternatiflerle ikame etmeyi amaçlayan egzersizler ve aktiviteler, er ya da geç tamamen başarısızlıkla sonuçlanırlar.

Sermayenin Mantıksız Mantığı

Şimdiye kadar pandemi üzerine yapılan her türden analiz, sadece rakamları, ölümleri, kamu politikalarını, kontrol önlemlerini ve aşırı korku tellâllığına, panikçiliğe odaklandı. Son birkaç aydır, bu sağlık krizinin sermaye ekonomisi içindeki politik ve toplumsal yapılanma ile ilişkisine dair tek laf edilmedi, böylesi bir sesin çıkmayacağı artık görüldü. Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da burjuva düzenin propagandacıları, ellerini yıkayacak ve “bu sistemin değil, halkın hatasıdır” diyecekler.

Peki bugün kapitalizm bu felâkete, karantina, ağız kapatma ve dezenfektan şişelerinin ötesinde, o övülen toplumsal kontrol önlemlerinin dışında nasıl bir yanıt verdi? Ne yazık ki önemli bir şey yapılmadı. Aşı gibi pek de umut verici olmayan fakat özlem duyulan önlemlerin bu soruna çözüm olduğuna inanılmaya devam edildiği takdirde çoğumuz aşı olmayı beklerken öleceğiz, burası kesin. Her halükârda bu özlem duyulan önlemler de yerine getirilse bile bunların “normalliğe” dönüşü garanti etmeyeceği ve dünya nüfusunun çoğunluğunun zaten berbat hâldeki varoluş koşullarını bir nebze de olsa iyileştirmeyeceği açık.

Ekonomi (sermaye) alanında piyasa, endüstri ve finans bir yıldır felâketle yüz yüze. Haberler ve diğer şarlatanlar bunu böyle ifade ediyorlar. Bununla birlikte mevcut rakamlar, hammadde üretiminin tarihî bir artış gösterdiğini, telekomünikasyon, ilaç ve diğer sektörlerdeki çalışanlar gibi sanayideki işçilerin çalışma saatlerinin de uzadığını ortaya koyuyor. “Evde kal” derken hükümetlerin taşıdığı niyetle çatışıyormuş gibi görünen bu durum, en genel manada işçiler için geçerli değil.

Kâr miktarı, son zamanlarda sermayenin başına gelen en iyi şeydi. “Mantığın” söyleyeceğinin aksine, bu salgında iflas edenler, büyük şirketler değil, yalnızca günübirlik yaşayan proleterler ve iş dünyasının kaprisli tanrısına iman etmiş küçük işletme sahipleri oldu.

Ancak, tüm üretim ve hizmet sektörlerinin bir düzelme yaşadığını söylemek, indirgemeci bir yaklaşım olacaktır; bu krizde, diğer pek çok yerde olduğu gibi, mağazalar, barlar, spor salonları ve müşterilere doğrudan hizmete bağlı olan mağazalar gibi sektörler de etkilenmiştir. Fakat iyi bildiğimiz gibi, kapitalist ekonomide bazıları çökerken, diğerleri dünya sahnesinde her şeye kâdir olarak yükselir.

Aynı şekilde, bu olayların yeni bir ekonomik sıfırlamanın veya yeniden yapılanmanın işaretleri olduğu da açıktır. Bunu, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında kapitalist ekonominin kriz ve çöküş dönemlerini esas alırsak görebiliriz. Bütün bunlar, yalnızca üretici güçleri ileri fırlatacak, bunların başkaları ile değiştirmesine sebep olacak savaş dinamiklerinin, dünya ekonomisinin cesedine yeni bir hayat vererek, üretimin ve meta değerlenmesinin yeniden yapılandırılmasını mümkün kıldığını doğruluyor.

Proletaryanın Antagonizmi ve Zayıflığı

Son on yılda gelişmekte olan ilginç bir şey de sözde eleştirel komplo retoriğini çoğaltan Hıristiyan köktendinciler, muhafazakârlar ve neo-Nazilerden oluşan grupların medya yoluyla elde ettikleri etkidir. Bu gülünç azınlıklar, böylece yerleşik düzene “muhalefet” ettikleri izlenimini veriyorlar.

Bu söylemlerin, Bildenbergler, Soros ve Rockefeller gibi kötü adamların Trump gibi mavi prenslerine, beyaz Hıristiyanlara ve hatta Rus hükümetine karşı çarpıştığı çarpık fantezilerle dolu olduğunu çok iyi biliyoruz! Sanrılarının ötesinde, bu grupların ve propagandalarının çoğunlukla sınıfımız arasında kafa karışıklığı yaymanın başka bir yolu olduğunu anlamalıyız.

Onların sözde eleştirel söylemleri, yalnızca bir kolaylık sağlamaktadır, neticede bu söylemler, “yeni dünya düzenine” yönelik eleştirileri, muhafazakâr ve gerici burjuvaziyi aziz mertebesine çıkartarak, yalnızca “liberal kanat” burjuvazisine işaret etmekle sınırlıdır. Pandemideki bu öznelerin olumsuzlamacılığın kahramanları olduğunu ve özgürlük için “isyankâr” yurttaşların rolünü oynuyormuş gibi yaptıklarını ve işyerlerinin, eğlence merkezlerinin eski normalliklerinde tekrar işlemesini istediklerini söylemek gerekir.

Beklendiği gibi, bu tür muhafazakâr protestolara verilen yanıt, aynı şekilde muhafazakâr vatandaşlardan geldi, ama resmi söyleme bağlı kalarak. Bu da bu durumu aşma olanakları kapsamında olağanüstü bir rol oynadı; çünkü baskın söylemin ve gerekçelerin karşısına çıkarsanız, bir “komplocu”dan başka bir şey değilsiniz, böylece resmi söylemin bataklığına gömülürsünüz ve baskı önlemlerini, proleter mücadelesinin hareketsizliğini ve mevcut sefalet koşullarının kabulünü onaylarsınız.

Kendilerini sermayeye muhalif kimseler, anarşistler, sermaye eleştirmenleri olarak gören yoldaşlar bile, virüsü ve pandemiyi “insanlığın canavar düşmanları” olarak sunan ve sürekli olarak korku, belirsizlik ve terör havasını takviye eden medya terörizminin kurbanları oldular. Yıllarca süren devlet karşıtı vaazlardan sonra artık devletin söylem ve eylemlerinin desteklenmesi, “evde kalmaya” ve DSÖ tarafından dikte edilen sıhhi önlemlere uymamız için teşvik edilmemiz ise ironiktir.

Asıl mesele, ortaya çıkan problem karşısında kimin daha aşırı veya daha “radikal” olduğuna dair kaba bir oyuna girmek değildir. Buradaki önemli husus, eğer bir teori (bu durumda devlete ve sermayeye karşıt bir radikal teori) gerçekliğin getirdiği ilk engelde ıskartaya çıkıyorsa, o zaman o teori faydasızdır.

Mevcut sürecin ilerleme hızının onlarca yıldır eşi görülmemiş bir düzeyde olduğunu ve bu durumun da yakın gelecekte onu sindirmeyi ve anlamayı imkânsız hâle getirdiğini biliyoruz. Ancak algımız, asla sınıf düşmanımızın mantığından veya aklından hareket edemez. Sermayenin ve onun salgınının içerdiği çelişkilerin ve yanılgıların daha görünür olduğu bu noktada, artık sermayenin dayattığı sıhhi diktatörlüğe karşı taviz vermenin ve onunla uzlaşmanın herhangi bir bahanesi olamaz.

Kavga Zamanında Proleter Mücadele Üzerine

Daha önce de belirtildiği gibi, pandemi durumu proletaryanın yaşam koşullarının kötüleşmesi anlamına gelmektedir; bir yandan sektörler sömürü süresini uzatmakta, bir yandan da birçok işçi işsiz kalmaktadır.

Buna ek olarak, aynı şekilde uzaktan çalışma veya uzaktan eğitim gibi şeyler, bu üretim tarzı altında uygulanan ani değişikliklere sadece çok küçük bir kesimin uyum sağlama olasılığına sahip olduğu savını güçlendirdi. Ancak tele-çalışma veya tele-eğitim tasarımlarına uymak için gerekli araçlara sahip olanlar bile bunun neden olduğu fiziksel ve zihinsel bozulmadan kurtulamadılar. Bunu belirtme nedenimiz, “eski normal”in çalışmasını ve eğitimini haklı çıkarmak değil, özveri üzerine kurulu ahlak anlayışının iflas edeceği noktaya dek yoğunlaştığını vurgulamak istememizdir.

Fakat düşündüğümüzün aksine, bu, aynı zamanda proleter grupların, her şeyin üstünde karantina ile sokaklara dökülmesine ve düzen güçlerinin karşısında konuşlanmasına yol açtı. Bunun sebebi “normalliğin geri dönmesi” değil, açlık ve salgından çok daha önce de yaşadığımız boktan hayatın kendisiydi. Hastalık, sokaklarda polis cinayetlerine veya insanların hayatta kalmak için birkaç madeni para bile almalarını engelleyen kötü kontrollere tepki olarak isyanları şiddetlendirdi, ırkçılığı ve artık yapısal bir sorun hâline gelmiş olan kadın düşmanlığını tetikledi. Bir salgın olsun ya da olmasın, hayatlarımıza katil ve insanlık dışı bir düzenin şiddetinin damga vurduğu, artık gün gibi ortadadır.

Sınıfımızın her zamanki düşmanlarına karşı ayağa kalktığı bu gerilim ortamında, tüm “gönüllü” teslimiyet önlemlerine rağmen, “evde kal” talebini dillendirmek, egemen sınıfın yönettiği bu şekilsiz ve çelişkili felâketi güçlendirmeye katkıda bulunacaktır, çünkü bu talep, devletin uyguladığı askeri gücü ve toplumsal kontrolü kabul etmek anlamına gelmektedir. Bu talebi dillendirenler, maruz kaldığımız tüm aptallığı ve cehaleti kabul ediyorlar, bizi muhbirlerin, paranoyak vatandaşların, temizliğin ve saflığın savunucularının yönettiği panoptikona hapsediyorlar, bu panoptikonsa tanıdığı tanımadığı herkesi virüs bulaştırması muhtemel bir ajan olarak kodluyor, hâsılı, bu pandemide herkesin düşman olduğu konusunda bir uyarıda bulunuyor.

“Evde kalmak” demek, tek ve gerçek suçlu olan sermayenin ve onun devletinin sorumluluğunu reddetmek demektir. “Evde kalmak” demek, atomizasyonu ve izolasyonu teşvik etmek demektir. Herkes kendinden mesuldür. Böylece içine sokulduğumuz hapis durumunda geriye pasif ama umutlu olan, dehşete düşmüş, iğdiş edilmiş bir beden ve zihin kalır.

Bu süreçle birlikte toplum içinde azalan mücadeleyi yeniden inşa etmek, hâkim olan aklı bir kenara bırakmak, önemli ve gereklidir. Sermaye kendi kendine çökmeyecektir ve en çok ihtiyaç duyulan anlarda geri çekiliyorsak eğer, bizim, düşmanlarımızın bize vermek istediklerinden daha fazlasına dair bir umudumuz yok demektir.

Bu sefaletin en iyi nasıl yönetileceğine dair boş tartışmaların ötesine geçip, sunulan seçenekleri kabul etmeye karşı çıkmalı, gerekli cevabı öfke patlamalarının yaşandığı yerde olup o eylemlere destek sunarak vermeli, sınıfın bağımsız bir süreç dâhilinde birleşmesini teşvik etmeli, tavizlerde bulunmadan savaşmalıyız. Son olarak şu notu da düşmek gerek: devletlerin ve sermayenin desteğini arkasına almış bu kepazeliğe kesin olarak son vermek için dünyayı kucaklayan bir toplumsal devrim perspektifine bağlı kalmalıyız.

Contra la Contra
Aralık 2020
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder