Doksanlı yıllar, Ortadoğu için kayıp bir on yılmış
gibi görünüyor. Arap-İsrail “barış süreci” olarak bilinen, o özenle inşa
edilmiş iskambil ev, artık yerle yeksan olmuş durumda. Saddam Hüseyin,
komşularını ve bölgeyi hâlâ tehdit ediyor. Bölgenin petrol haricinde ihraç
ettiği başlıca kalemlerden biri olan, köktenciliğin beslediği terör, son
performansı ile Manhattan’daki şehrin en yüksek binalarını siluetten silip
attı. İstikrarla ilgili bilançoda doksanlar, Ortadoğu’nun kana bulanmasıyla
neticelendi. Bilançonun artı hanesinin en tepesinde ise kimsenin itiraz
edemeyeceği bir başarı yazılı: İsrail-Türkiye ilişkileri.
ABD’li siyasetçiler, mevcut harabenin üzerinde bir
düzen tesis etmek istiyorlarsa, İsrail-Türkiye ilişkilerini göz önünde
bulundurmalılar. Bu iki ülke arasındaki demokratik, Batı yanlısı, Araplar
haricinde kurulmuş bağlar Ortadoğu’ya, şu anda Batı’nın hayli çıkarına olan,
istikrar sağlayıcı ve dengeleyici bir unsuru temin edebilirler.
Ne var ki İsrail-Türkiye ilişkileri, karmaşık bir
tarihe sahip. Bu ilişki, muazzam bir potansiyele sahipse de kurulması için
ortaklığın son derece dikkatli bir şekilde geliştirilip yönetilmesini
gerektiriyor.
Aşağıda, ilişkinin Türk mimarlarından birinin ilişkiyi
destekleyen İsrailli bir isimle birlikte yaptığı, geçmişi, bugünü ve geleceği
ele alan değerlendirmeye yer verilmektedir.
Başlangıç Aşaması
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkide anlaşılması
gereken ilk husus şudur: İsrail, bu ilişkiyi çok uzun bir süredir geliştirmek
istemekte, Türkiye bu konuda suskun kalmaktadır. İsrail, gönülsüz bir
Türkiye’ye talip olmuştur.
1949’da Türkiye, dünyanın İsrail’i tanıyan ilk
Müslüman milletiydi ve otuz yıl boyunca bunu yapan tek ülke olarak kaldı.
İsrail ile resmi bağların kurulması, Türkiye’nin uluslararası yönelimi ve
kendisini Batı ile uyumlu hâle getirme arzusu hakkında güçlü bir mesaj
veriyordu. Diplomatik misyonlar, 1950’de elçilik düzeyinde açıldı. Ancak
doksanlara dek ilişkiler, somut değil, sembolik düzeydeydi. Türkiye, ilk kırk
yıl boyunca, Arapların İsrail ile diplomatik bağları kesmesine yönelik
yaptıkları diplomatik ve ekonomik baskılara direndi. Ancak bu bağlar süreç
içerisinde gelişmedi.
Bu konuda İsrail’in herhangi bir çaba ortaya
koymadığından söz edilemezdi. İsrail’in bağımsızlığının ilk yıllarında ilk
başbakanı David Ben-Gurion, Türkiye ile yakın bir bağ kurmak için titizlikle
çalıştı. Gençken Osmanlı İstanbul’unda hukuk okumuş olan Ben-Gurion,
Türkiye’nin o etkileyici jeofizik, malzeme ve insan kaynakları konusunda sahip
olduğu niteliğin sunabileceği faydaların farkındaydı. Ankara ile ilişkiler, o
zamanlar İsrail’in dış politikasının temel direği olan “çevre devletler”
doktrini ile de uyumluydu. İsrail, yakın Arap komşularının dayattığı diplomatik
ve ekonomik izolasyonu, düşmanlık çemberi üzerinde “sıçrayarak” ve Arap olmayan
daha uzak komşularla bağlar kurarak, telafi etmeye çalıştı.
İsrail diplomasisi, özellikle İran, Etiyopya ve
Türkiye ile bağları geliştirmek için büyük çaba harcadı. Üçü arasında en
önemlisi, Türkiye oldu. Birkaç on yıl boyunca İran, İslam devrimine kadar
benzer bir öneme sahipti. Daha sonra İran, İsrail için önemli bir tehdit
kaynağı hâline geldi. İsrail, Kızıldeniz’de konuşlanmış olan Etiyopya ile de
bağlarını güçlendirdi. Ancak ülke, yavaş yavaş iç savaş ve kıtlıktan harap oldu
ve Eritre’nin ayrılması ülkenin stratejik önemini azalttı. Buna karşın Türkiye,
İsrail’in varolduğu süre boyunca nispeten istikrarlı, Batı yanlısı ve müreffeh
bir ülke olarak varlığını sürdürdü. İsrail, en başından beri, Batı’ya bağlı,
Müslüman nüfuslu bir devlet olan Türkiye ile bağların Arap-İsrail
çatışmasındaki din unsurunun etkisini kıracağını, hatta stratejik bir ilişkiye
dönüşerek, İsrail’in NATO ve Avrupa ile bağlarını güçlendireceğini umuyordu.
Buna karşın Türkiye, İsrail ile stratejik bir ilişki
kurma meselesine pek fazla ilgi göstermiyordu. Soğuk Savaş dönemi boyunca
Ankara, Ortadoğu’dan çok Batı’da müttefik aramayı tercih etti ve bölgede
herhangi bir gruplaşmaya dâhil olmama politikasını benimsedi. Türkiye’nin
Ortadoğulu komşularından bazılarının kitle imha silahları ve balistik dağıtım
sistemleri almaya başladığı yetmişli yıllarda bile Ankara, bölgeye açıktan
sırtını döndü. İttifakın amacı Varşova Paktı’na karşı koymak olduğu için,
Türkiye'nin NATO’ya dönük özel güveniyle birlikte önemli bir risk açığa çıktı.
NATO, Türkiye Ortadoğu’dan saldırıya uğradığında onun savunulması için yardıma
koşmalı mıydı? Kâğıt üzerinde, 1949 tarihli Washington Anlaşması bu soruya
“hayır” cevabını veriyordu.[1]
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte nihayet
Türkiye, İsrail’le bağlarını tekrar değerlendirme noktasına ulaştı.[2] Varşova
Paktı’nın dağılmasıyla NATO’nun geleceği belirsizleşti. Avrupa Birliği'nin (AB)
doğuya doğru genişlemesi, AB merkezli güvenlik ve savunma planlarının verdiği
bıkkınlık, Avrupa’da hızlı tepki gücü kurma hamleleri, Ankara için durumu iyice
belirsizleştirdi. NATO ittifakının kıyısında ve AB dışında yer alan Türkiye,
yerleşik stratejik güvenlik doktrinlerinin hâlâ geçerli olup olmadığını ve
herhangi bir “kolektif şemsiye” altında bir yeri olup olmadığını merak etmek
için haklı nedenlere sahipti.[3]
Aynı zamanda, Ortadoğu kaynaklı Türkiye’ye yönelik
potansiyel tehditler, endişe verici bir hızla artmaya başladı. Çeşitli
zamanlarda Suriye, Irak ve İran, kimyasal ve biyolojik silahların yanı sıra
uzun menzilli atış sistemlerine yönelik programları hızlandırdı. Ve çeşitli
zamanlarda Türkiye, bu üç devletten bir veya daha fazlasından yardım alan
terörist grupların tehditleriyle karşı karşıya kaldı. PKK lideri Abdullah
Öcalan’ın 1999’da yakalanıp hapse atılmasından bu yana bu sorun hafiflese de
tamamen ortadan kaldırılmadı. Dahası, devlet destekli maddi katkı, operasyonel
yardım ve manevi rehberlikle beslenen radikal İslam tehlikesi, Türk devletinin
laik, Batı yönelimli dokusunu tehdit etmeyi sürdürdü.
Doksanlarda açığa çıkan iki eğilim, İsrail ile
Türkiye’nin bir araya gelmesini sağladı: Arap ülkelerinde demokratikleşmenin
başarısızlığı ve Avrupa’nın birleşmesi.
Türkiye ve İsrail, kendisini açıktan Batı yanlısı ilân
etmiş, laik-demokratik tercihlere sahip iki ülke. Bu gerçek, onların Arap
Ortadoğusu’na yabancı kılıyor. Önde gelen analizcilerden biri, Türkiye ve
İsrail’in bölgeye hâkim, demokratik olmayan Arap rejimleri karşısında öteki
olma hususunda ortaklaştığından bahsediyor.[4] Bu ötekilik hissi, Arap
Ortadoğusu’nun Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da tecrübe edilen demokratik
geçiş sürecini yaşayamadığı doksanlı yıllar boyunca, daha da derinleşti.
Gene doksanlı yıllarda Avrupa’nın birleşme pratiği,
Türkiye ve İsrail’deki marjinallik hissini derinleştirdi. Her iki ülke de
Avrupa kulübüne üye olmayı arzuluyordu. Ancak Avrupa başkentlerindeki iki
ülkeye hasım olan insan hakları ve siyaset lobileri tarafından sistematik
olarak saldırıya uğrayan Türkiye ve İsrail, Avrupa Birliği’ne dâhil
edilmelerine “evet” diyecek bir konsensüse güvenemezdi. Avrupa’nın birlik
süreci hızlandıkça Türkiye de İsrail de marjinal ve bölgeden kopuk oluşlarının
giderek tehlikeli bir hâl aldığını, aralarında kuracakları ortaklığın en uygun
sığınak olacağını düşündü.
Ancak, Ankara ile Kudüs arasındaki irtibat, sadece
tecrit edilmişler için bir kulüp olsaydı, fazla ileri gitmezdi. Her iki tarafın
da diğeri tarafından karşılanabilecek çok somut ihtiyaçları vardı. Türkiye için
İsrail, diğer Batılı kaynaklar tarafından reddedilen teknolojik olarak gelişmiş
askerî teçhizatın fazlasıyla ihtiyaç duyduğu bir kaynağı temsil ediyordu.
Türkiye ise dar karasal boyutları ile İsrail için jeostratejik derinlik
sunuyordu.
Özetle doksanlar, yeni ilişkiler kurmaları konusunda
İsrail ve Türkiye’yi önemli ölçüde teşvik etti. İki ülke de fırsatı kaçırmadı.
Isınma Turları
İsrail-Türkiye ilişkilerindeki değişim, Türkiye’nin
ilişkileri tam büyükelçilik statüsüne yükseltmek için harekete geçtiği Madrid
barış konferansının ardından, 1991 yılında başladı. Ancak asıl atılım, Türkiye
Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in İsrail’i ziyaret ettiği Kasım 1993’te
gerçekleşti. Çetin, ziyaret sırasında, İsrailli mevkidaşı ile işbirliği
konusunda karşılıklı anlayış ve ilkeler üzerine bir mutabakat imzaladı.[5]
Döndükten sonra Çetin, Türk-İsrail ilişkilerinin her alanda daha da
ilerleyeceğini duyurdu ve iki devletin “Ortadoğu’nun yeniden
yapılandırılmasında” işbirliği yapacağını ekledi.[6] Üst düzey temaslar
dâhilinde, 1994’te Türkiye Başbakanı Tansu Çiller ve 1996’da Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel İsrail’i ziyaret etti. İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve
İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann bu ziyaretlere karşılık verdi.
1996'nın başlarına kadar Ankara, askeri işbirliğinden
çok İsrail ile ekonomik, teknik ve kültürel bağlardan yana görünüyordu.[7]
Ancak 1996’da iki ülke geniş kapsamlı bir askeri koordinasyon anlaşması
imzaladı. Anlaşma, diğer şeylerin yanı sıra, İsrail hava kuvvetleri uçaklarının
Türk hava sahasını eğitim amaçlı kullanmasını sağladı. Aynı yılın Ağustos
ayında iki hükümet, teknik bilgi ve uzmanlık alışverişi için ek bir anlaşma
imzaladı ve İsrail’in Türk hava kuvvetlerine ait elliden fazla F-4 Fantom uçağının
yenilemesinin yolunu açtı.
1996 anlaşmalarını, her ülkenin ilişkiye verdiği geniş
kapsamlı öneme dair karşılıklı açıklamalar ve alelacele gerçekleştirilmiş
ziyaretler izledi. Türk ordusu genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 1997
başlarında İsrail’i ziyaret etti. Bunu, İsrail Dışişleri Bakanı David Levi’nin
Ankara ziyareti izledi. Daha sonra Türkiye Savunma Bakanı Turhan Tayan ve (bu
makalenin yazarlarından biri olan) Çevik Bir, Mayıs 1997 başında İsrail’e
gitti. Aynı yılın Ekim ayında İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Şahak
Türkiye’yi ziyaret etti. Her iki durumda da, bu ziyaretçiler yanlarında
kalabalık bir ekiple geldiler, bu sayede 1997’nin ikinci yarısında her iki
ordudan önemli sayıda komutan, birbiriyle tanışma imkânı buldu.[8]
En yüksek kademelerden gelen siyasi açıklamalar,
ilişkinin stratejik önemini açıkça vurguladı. Örneğin Ağustos 1997’de Başbakan
Mesut Yılmaz, Türk-İsrail işbirliğinin bölgede “güç dengesi için gerekli”
olduğunu belirtti.[9] 1998’de İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu, benzer
şekilde, ilişkinin “istikrarsızlığın hüküm sürdüğü yerde istikrarı
tetikleyeceğini” söyledi.[10] O dönem İsrail’in savunma bakanı olan İzak
Mordeçay, bağların önemini şu terimlerle tasvir ediyordu: “Ellerimizi birbirine
kenetlediğimizde güçlü bir yumruk oluşturuyoruz. […] İlişkimiz, stratejik bir
ilişkidir.”[11]
İki ülke arasındaki bağın kurulmasında karşılıklı
ticari ilişkiler de önemli bir rol oynadı. On yıl önce neredeyse ihmal
edilebilir düzeyde olan İsrail-Türkiye ticareti, doksanlarda istikrarlı bir
şekilde arttı ve 1999'da neredeyse bir milyar dolara ulaştı. Bugün İsrail,
Türkiye’nin Ortadoğu’daki en önemli ihracat pazarıdır. Turistik, akademik,
profesyonel, sportif ve kültürel ilişkilerin alanı da önemli oranda genişledi,
Türkiye, doksanlarda İsrail’in en popüler turizm destinasyonlarından biri
hâline geldi.
Yeni bağlar birçok zorlu sınavı atlattı, bunlardan en
önemlisi de 1996’da İsrail karşıtı ve İslamcı Refah Partisi genel başkanı
Necmettin Erbakan’ın iktidara gelmesiydi. Göreve başladığı ilk günden itibaren
Erbakan, hem iç hem de dış siyaset düzleminde, İslami bir ajandayı yürürlüğe
koydu. Bu ajanda, eğitim sistemini İslamileştirme arzusunu, Türkiye’yi Arap
dünyasına yakınlaştırma vaadini ve İslam devletlerinin “NATO benzeri” bir
ittifakı kurmasıyla ilgili vizyonunu içeriyordu. Erbakan’ın İsrail karşıtı
söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsanelerle doluydu. Onun için
İsrail, “ebedi bir düşman” ve “Arap ve Müslüman dünyasının kalbindeki kanser”
idi. İsrail’i İslam inancını zayıflatmakla suçluyor, Nil’den Fırat’a uzanan
“büyük İsrail” hayali konusunda uyarıda bulunuyor, Türkiye’nin ekonomik
zorluklarından “Siyonist komplo”nun sorumlu olduğunu iddia ediyordu.[12]
Erbakan seçilmeden önce, Ankara’nın İsrail ile ilişkilerini dondurma ve iki
ülke arasındaki ikili anlaşmaları iptal etme sözü verdi. Bazı analizciler,
Erbakan’ın seçilmesinin ilişkiye ölümcül bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı.
Ama öyle olmadı. Türkiye’nin anayasal sistemine ait
hükümlere uygun olarak ordu, modern Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün laik
cumhuriyetçi mirasını korumakla görevlidir. Ordu, boş boş oturup Türkiye’nin
İslam’a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin
tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan’a söyledi. Hem askeri hem de
siyasi liderlerden oluşan güçlü Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) genel
sekreteri, laikliğin yüce değer olduğunu yeniden teyit ederek, Türkiye’deki
laik toplumun ve eğitim sisteminin, ülkenin ulusal güvenliğinin temel
ilkelerini oluşturduğunu ilân etti. Erbakan kontrol altına alındı. Türkiye ve
İsrail, Erbakan’ın MGK’nın baskısıyla istifasını sunduğu Haziran 1997’de sona
eren görev süresi boyunca en önemli askeri işbirliği anlaşmalarını imzaladı.
Diğer bir sınavsa, kendilerini Türkiye veya İsrail’in
(veya her ikisinin) hasmı (veya potansiyel hasmı) olarak görenlerin
eleştirilerinin şiddeti ile ilgiliydi. Örneğin, İsrail-Türkiye ortaklığından
belki de en çok etkilenen ülke olan Suriye’nin başkan yardımcısı Abdülhalim
Haddam, bu ortaklığın “1948’den beri Araplar için en büyük tehdit” olduğu
konusunda uyarıda bulundu ve “ABD-Türkiye-İsrail arasında kurulan ittifakın,
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri tanık olunan en tehlikeli ittifak olduğunu”
söyledi.[13] Irak Dışişleri Bakanı Muhammed Said Sahaf, Ocak 1998’de ortak
deniz manevralarını “kışkırtıcı bir eylem” olarak nitelendirdi.[14] İran
Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ise Türk-İsrail anlaşmasının “İslam dünyasının
duygularını tahrik ettiğini” söyledi.[15] Mısır, eli kolu ABD’ye dönük güveni
üzerinden bağlı olmasına karşın, İsrail-Türk ortaklığını eleştirdi.
Cumhurbaşkanlığı danışmanı Usame Baz, Ankara ile Kudüs arasındaki askerî
işbirliğinin “Ortadoğu’da istikrarsızlığa ve muhtemelen savaşa yol açacağı” ve
“Arap devletlerinin çıkarlarını tehdit ettiği” uyarısında bulundu.[16] Mısır’ın
anlaşmaya karşı husumeti vardı. O günden sonra Mısır’ın anlaşmaya yönelik
düşmanlığı azalsa da Kahire, hâlen daha Ankara-Kudüs anlaşmasını bölgesel
liderlik hedeflerinin önünde büyük bir engel olarak görüyor.
Özellikle Arap mahallelerinden gelen eleştirilerin
çoğu, Türkiye’yi ilişkiden çekilmeye ikna etmeyi amaçlıyordu. Bu tarz
girişimler de başarısız oldu.
Eylül 2000’den bu yana Türkiye-İsrail ilişkileri başka
bir sınavla karşı karşıya. İsrail ve Filistinliler arasındaki yıpratma savaşı,
Türkiye de dâhil olmak üzere Müslüman dünyanın büyük bir kısmında yankı buldu.
İsrail politikalarını eleştiren kimi Türklerin sesleri işitilmeye başlandı.[17]
Ortalığı bir kez daha, anlaşmaların askıya alınabileceği veya iptal
edilebileceği konusunda tahminler kapladı. Buna rağmen anlaşmalara halel
gelmedi.
Kuşkusuz, son iki yılda yaşanan olaylar,
İsrail-Türkiye ilişkileri konusunda gündeme getirilen abartılı yaklaşımların
bir kısmını ortadan kaldırdı. Zaten ortaklık, İsrail-Filistin arasında işleyen
“barış süreci”nin bir sonucu değildi ve sürecin bitmesiyle işbirliği de
bitmedi. Aslında son zamanlarda İsrail’e yönelik eleştiriler, Türkiye’deki
birçok kişiye İsrail-Türkiye ilişkilerinin Ankara’nın kendi ulusal çıkarları
açısından yaşamsal önemini yeniden teyit etme fırsatı sağladı.
Doksanlı yıllardaki gelişmelerin bir sonucu olarak
İsrail-Türkiye ilişkileri, dönüşüme uğradı. Eskiden İsrail’de görülen ilişki
kurma hevesi ile Türkiye’deki suskunluk yerini, genişleyen işbirliği
alanlarında eşit olarak çalışan, karşılıklı çıkarlara bağlı iki ortaktan
oluşan, daha olgun bir modele bıraktı. Ancak ilişkinin henüz
gerçekleştirilmemiş bir potansiyeli var ve bu potansiyel, en fazla stratejik
düzeyde mevcut. Peki ortaklık, şu ana kadar stratejik açıdan ne başardı? Hangi
yönlerde gelişmeli?
Stratejik İçerik
“Stratejik” kelimesi, ağızdan kolay çıkan bir kelime.
İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerle birlikte çok daha fazla kullanıldığına
hiç şüphe yok. Ünlü bir uzmanın ifadesiyle, “İsrail-Türkiye arasında sıkı
ilişkilerin kurulması, Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da tanık olunan en önemli
stratejik gelişmelerden biri.”[18] Önde gelen bir gazeteci, “ittifakın petrol
zengini Ortadoğu’da stratejik güç dengesini değiştirdiğinden” bahsediyor.[19]
Başka bir analizci, “[İsrail ile Türkiye arasında] gelişen yeni ilişki,
İsrail-Mısır yakınlaşmasından bu yana İsrail dış politikasındaki belki de en
önemli gelişmedir” diyor.[20] Bir başkası, bunu Ortadoğu’nun en önemli askeri
ilişkisi” olarak tanımlıyor. [21] Bu tanımlamalardan herhangi birini kabul
etmeden önce, ilişkinin ne olduğunu ve ne olmadığını tanımlamak gerekiyor.
Tanımlanmış gelecek senaryolarında iki ülke arasında
karşılıklı savunma veya askeri işbirliği için resmi bir taahhüt olmadığı
ölçüde, Ankara ile Kudüs arasındaki anlaşmanın geleneksel anlamda askeri bir
ittifak olmadığı açıktır. Her iki devlet de diğerinin kendi savaşını vermesi
beklentisi için değil, ayrıca ikisi de hayati ulusal çıkarlarını doğrudan
etkilemeyen krizlere karışma konusunda temkinli davranıyor. İsrail ve Türkiye
arasında kurulan ilişkide, bir ülkenin diğer ülke adına askerî harekâtta bulunacağı
durum veya durumları tanımlayan bir hüküm belirtilmemiş.
Gene de iki ülke arasındaki ilişki, hâlen daha
stratejik bir ortaklık olarak görülebilir, zira bu ilişki, nitelik itibarıyla
hem bölgesel hem de küresel olan meseleler konusunda geliştirilen fikirlerin
temelde birbirlerine yakınlaşmasından kaynaklanıyor. Her iki ülkenin lideri de
ilişkinin özellikle belirli bir üçüncü tarafı hedef almadığını ısrarla dile
getiriyor, ayrıca İsrail ve Türkiye, Suriye, kitle imha silahlarının yayılması,
İslamî radikalizm tehlikesi, İran ve Irak kaynaklı potansiyel tehditler ve Orta
Asya’nın jeopolitik kaderi gibi konularda ortak endişelere sahip.
Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik ortaklık,
klasik bir güç dengesi oyunu değil. İki ülke birlikte, askerî açıdan, bölgedeki
tüm hasımlarından veya olası düşman ittifaklarından daha güçlü. Bu daha ziyade,
ortak tehditleri önlemek için kaynakları bir araya getiren ve esas olarak
bölgedeki hâkim jeopolitik koşulların zorla kesintiye uğramasını önlemekle
ilgilenen iki “statükocu güç” arasındaki bir ilişki. Ne İsrail ne de Türkiye,
mevcut sınırlarının ötesinde herhangi bir aktif toprak talebine veya görevdeki
bölgesel rejimleri devirmek gibi bir emele sahip. Ancak her ikisi de Suriye,
Irak ve İran gibi bölgesel emelleri olan veyahut da ya bölgedeki rejimleri
istedikleri gibi kontrol etmek ya da değiştirmek isteyen “revizyonist”
düşmanlarla karşı karşıya. (Nitekim Şam ile Ankara arasında Haziran 2002’de
imzalanan son güvenlik koordinasyon anlaşması, İsrail-Türkiye ilişkisini
harekete geçiren temel jeopolitik parametrelerde çok az değişikliğe yol açtı.
Suriye ve Türkiye arasında su konusunda açığa çıkan gerilim ile Suriye’nin
Hatay iddiası, alttan alta kaynayan meseleler).[22]
Ortaklığın stratejik tarafı, yapısal düzlemde belirli
bir resmiyete kavuşturulmamış olsa da, ortak tatbikatlar, personelden personele
koordinasyon, istihbarat paylaşımı ve karşılıklı ziyaretler gibi askeri
işbirliğin mevcut seviyesine ait olan unsurlar, gelecekte olası ortak eylem
için bir altyapı oluşturmuştur. Bu, her iki ülkenin de bazen üst düzey
stratejik diyaloglarını duyurmasıyla birlikte, caydırıcılık ve zorlayıcı
diplomasi potansiyellerini artırmıştır. Uluslararası ilişkilerin ağırlıklı
olarak güç siyaseti şeklinde icra edildiği ve askeri gücün ulusal gücün temel
bileşeni olarak algılandığı bir bölgede, gayri resmi ittifaklar, genellikle
resmi, açık koalisyonlar kadar önemlidir. Üstelik diğer Ortadoğu devletlerinin
çoğu, İsrail-Türkiye ilişkilerindeki askeri bileşene takıntılı hâle
geldiğinden, her iki ülke de, sırf potansiyel hasımları onları müttefik olarak
algıladıkları için, çoktan stratejik kazanç elde ettiler bile.
Her iki ülkenin de ilişkilerinden bugüne kadar elde
ettiği stratejik faydalar aşağıdaki başlıklar altında gruplanabilir:
Artırılmış Caydırıcılık. İsrail-Türkiye arasında kurulan askeri işbirliği,
kuşkusuz her iki tarafın da caydırıcılık gücünü artırmış, bu da ikisinin
birbirine karşı şiddet uygulama şansını azaltmıştır. Türkiye veya İsrail’e
karşı güç kullanmayı düşünen devletler, iki ülkenin birleşik güçlerini göz
önünde bulundurmak zorundadırlar. İlişki, herhangi bir olası düşman için
potansiyel riskleri artırır. İsrail-Türkiye anlaşmasındaki karşılıklı
yükümlülüğün kesin parametreleri belirsiz olsa da, bu belirsizlik, her iki ülke
için de meydan okuyanları caydırma konusunda anlamlı bir değer oluşturuyor.
Baskı Gücü Artırılmış Diplomasi. Baskı gücü artırılmış diplomasi, caydırıcılıkla aynı
unsurları kullanma konusunda ortaklaşsa da, bir düşmanı istenmeyen bir eylemde
bulunmaktan caydırmak yerine, düşmanı istenen bir eylemi yapmaya zorlar.
Türkiye’nin baskı gücü artırılmış diplomasisi, İsrail
ile olan ilişkisinden zaten faydalanıyor. 1998'de Şam, PKK başkanı Abdullah
Öcalan’ı sınır dışı etme ve terörist faaliyetleri on binlerce Türk vatandaşının
hayatına mal olan örgütünün desteğini sonlandırması konusunda Türkiye’nin
yaptığı baskılara boyun eğdi. İsrail-Türkiye ilişkilerinin savunucuları
arasında, Suriye'nin Ankara’nın taleplerine uymasının, Suriyeli liderler
arasında birleşik bir Türkiye-İsrail tehdidiyle başa çıkmak zorunda kalabilecekleri
algısı nedeniyle küçük bir ölçüde teşvik edildiği konusunda genel bir fikir
birliği var. Aslında, bu görüş, ilişkinin muhalifleri tarafından bile
savunuluyor. Nitekim, İsrail-Türk anlaşmasının ateşli bir eleştirmeni olan
Nebil Keylani'ye göre, “Türkiye, İsrail ile ittifakı olmasaydı, Suriye’ye bu
kadar saldırgan bir biçimde karşı koyamazdı.”[23] Esasen bazı isimler, Suriye
ile Türkiye arasında kısa süre önce imzalanan güvenlik koordinasyon
anlaşmasının, Türkiye-İsrail anlaşmasının bir sonucu olarak, Ankara’ya ek bir
fayda sağladığını söylüyorlar. Türkiye-İsrail anlaşması, Şam’ı Ortadoğu’da
oluşan yeni güç denklemine boyun eğmeye, en azından Türkiye’ye yönelik
düşmanlığını askıya almaya zorluyor. Suriyelilerin Türkiye’yi İsrail ile
ilişkilerini kesmeye ikna etmeye çalışmaması, bu görüşü destekliyor.[24]
Washington’ın Gözündeki Saygınlığın Artması. Türkiye ve İsrail arasındaki işbirliği, iki ülkenin
ABD nezdinde sahip olduğu önemi artıran bir sinerji yaratıyor. Bu, özellikle
İsrail-Türkiye anlaşmasının, ABD çıkarlarına fazlasıyla düşman olan bir
bölgenin sınırlarını tayin ettiğini ortaya koyan 11 Eylül 2001 olaylarının
ardından geçerlilik kazanan bir tespittir. Her iki ülke birlikte, istikrar için
ABD’nin çıkarlarını tamamlayan müthiş bir güç oluşturuyor.
Daniel Pipes, ABD’nin gelişen İsrail-Türkiye
ortaklığına olan ilgisi konusunda şu yorumu yapıyor:
“Türk-İsrail
ortaklığı, ABD’ye pek çok avantaj sağlıyor. Büyük bir istekle uygulamaya
konulacak olursa, Washington’ın elli yıldır sırtını yasladığı otoriter
yöneticilerin aksine, demokratik müttefiklerden oluşan Amerikan merkezli
bölgesel bir ortaklığın çekirdeğini temin edebilir. Eisenhower’ın Bağdat Paktı,
Nixon’ın hem Suudi Arabistan’ı hem İran’ı temel alan ‘ikiz sütun’ siyaseti ve
Reagan’ın ‘stratejik konsensüs’ü, (Irak’ın zayıf Haşimileri, İran’ın gösterişçi
şahı, o kötülük abidesi Suudiler türünden) çoğunlukla şüpheyle karşılanan
hükümdarlara ve (bugün Mısır’daki Mübarek rejimi türünden) çirkin otoriter
isimlere dayanıyordu. Ancak Türkiye-İsrail arasındaki uyum, ilk kez, Avrupa’da
olduğu gibi, Amerikan yanlısı demokrasiler arasında bir ittifak geliştirme
olasılığını ortaya çıkartıyor. Dikkatli bir şekilde geliştirilecek olursa bu
ittifaka başkaları da katılabilir. […] Nihayetinde de tüm hedeflerin en zoru
olan barışçıl Ortadoğu hedefine ulaşılabilir.”[25]
Kimi kritik noktalarda ABD, Türkiye-İsrail
ilişkilerini hem destekledi hem de teşvik etti. Bu desteğin ve teşvikin belki
de en somut tezahürü, iki ülkenin sürekli değişen Ortadoğu gerçekliğinde
tartışma götürmez bir askeri üstünlüğü güvence altına almak için iki taraf
arasında ve iki ülkeye yönelik, savunmayla bağlantılı teknolojilerin
transferine gösterilen hoşgörülü tutumdur.
Bir Sonraki Aşama
Uluslararası terörizm ve radikal İslamcılık tehdidinin
liberal demokrasilere yönelik şiddetini reddedilemez bir şekilde ortaya koymuş
olan 11 Eylül’deki dramatik olaylar, uluslararası sistem için bir dönüm
noktasını teşkil ediyor. Sadece sloganlardan ibaret olan “demokratik barış” ve
“teröre sıfır tolerans” gibi kavramlar, artık yeni bir anlama kavuşmuşlardır.
Önümüzdeki aşamada dünya düzenini, benzer askeri ve terörist tehditlerle karşı
karşıya kalan demokrasilerin bir araya gelme becerisi tayin edecektir.
Ortadoğu, bu tehditlerin ana üreticisi olma yolunda
hızla ilerliyor. Bu gelişme, radikal güçlerin tehdidine karşı bir denge olarak
İsrail-Türkiye ilişkilerine yeni ufuklar açıyor. Anlaşma süreci, iki ülkenin
çıkarlarının yakınlaşmasıyla başladı. Şimdi bu anlaşma, Ortadoğu için,
teokratik aşırıcılığı ve askeri despotizmi kontrol altında tutma amacıyla
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa tarafından teşvik edilen daha geniş bir
güvenlik mimarisinin ana sütunu hâline pekâlâ gelebilir.
Anlaşma, bölgeye ve ötesine şu dört temel mesajı
iletmelidir:
* Anlaşmanın amacı, Ortadoğu ve ötesinde güvenlik ve
istikrarın artırılmasıdır.
* Demokratik rejimlerin hem ahlaki hem de politik
erdemlerini ortaya koyar, iki ülke arasındaki işbirliğinin etkin bir biçimde
pekiştirilmesi sayesinde birçok faydada bulunur.
* Saldırgan herhangi bir kurgu ile harekete geçmez ve
asla üçüncü taraflara yönelik değildir.
* İttifak, gayri resmi yapısı ve saldırgan olmayan
hedefleri sayesinde, benzer düşünen diğer bölgesel aktörlere açıktır.
Bu ittifak nihayetinde, Ortadoğu'yu yeniden inşa
etmekten başka bir gayesi olmayan “terörle mücadele” başlığı altında kurulan
bağların oluşturduğu ağla kurulacak ilişkiyi kolaylaştıracaktır.
İsrail-Türkiye ortaklığının, her iki devlet için
değerinin ötesine geçtiği ve karanlıkta kalmış olan bölgeye iyimserlik
konusunda bir ışık kaynağı olarak hizmet ettiği nokta, tam da burasıdır. Bu
ilişkinin önde gelen otoritelerinden Efraim İnbar'ın da gözlemlediği gibi:
“Toplumlarının
Ortadoğu’daki diğer herhangi bir ülkeden çok daha fazla özgürlük ve refaha
ulaşmada gösterdikleri başarı, demokrasinin yalnızca Batı Avrupa ve Kuzey
Amerika'da bulunan bir özellik olmadığını sürekli hatırlatan bir olgudur. Bu,
böyle bir deneyimin komşuları tarafından taklit edilebileceği umudunu
besliyor.”[26]
Bu umudun gerçekçi olup olmadığı görülecek. Bu arada,
Türkiye-İsrail ilişkileri, istikrarlı ve demokratik bir Ortadoğu’da çıkarları
olan herkes tarafından beslenmeyi ve ödüllendirilmeyi hak ediyor. İsrail ve
Türkiye, ittifakı açık uçlu bir yapı olarak kabul etmeli, ana öncülleri
paylaşan herkesi kucaklamalıdır. Düzensizlikten beslenen güçlerin giderek daha
karmaşık ağlar ördüğü bir Ortadoğu’da, istikrarı savunanların daha azını yapma
lüksü bulunmamaktadır.
Çevik Bir
Martin Sherman
Güz 2002
Kaynak
[Çevik Bir, 1995-1998 yılları arasında Türk Silahlı
Kuvvetleri Genelkurmay Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı ve çok sayıda
önemli Türk-İsrail askeri anlaşmasını imzaladı. Martin Sherman, Herzilya’daki
Disiplinlerarası Merkezdeki Politika ve Strateji Enstitüsü’nde kıdemli
araştırmacıdır ve Tel Aviv Üniversitesi'nde siyaset bilimi dersleri
vermektedir.]
Dipnotlar:
[1] Mustafa Kibaroglu, “Turkey and Israel Strategize”, Middle East Quarterly,
Kış 2001, s. 62. Beşinci maddeye göre NATO üyeleri “Avrupa veya Kuzey
Amerika’daki üye devletlerden birine veya birkaçına yapılacak silâhlı
saldırıyı herkese yapılmış saldırı kabul ederler.” [vurgu yazarlara ait].
[2] Meltem Müftüler Baç, “Turkey and Israel: An Evolving
Partnership”, Ariel Center for Policy Research, Policy Paper Sayı. 47,
1998, sinopsis, Acpr.
[3] Kibaroglu, “Turkey and Israel Strategize,” s. 63.
[4] Daniel Pipes, “A New Axis: The Emerging
Turkish-Israeli Entente,” The National Interest, Kış 1997-98, DP.
[5] Ayşegül Sever, “Turkey and the Syrian-Israeli Peace
Talks in the 1990s,” Eylül 2001, Biu.
[6] Efraim Inbar, “Regional Implications of the
Israeli-Turkish Strategic Partnership,” MERIA, Haziran 2001, Biu.
[7] Sever, “Turkey and the Syrian-Israeli Peace Talks.”
[8] Pipes, “A New Axis.”
[9] Inbar, “Regional Implications.”
[10] A.g.e.
[11] A.g.e.
[12] Pipes, “A New Axis”; Alan M. Schneider, “Turkey and
Israel: Shared Enemies, Shared Interests”, The Jerusalem Journal, Bnaibrith.
[13] Ha’aretz, 30 Nisan 1996 ve 3 Haziran 1997.
[14] Aktaran: Inbar, “Regional Implications.”
[15] Aktaran: A.g.e.
[16] Aktaran: A.g.e.
[17] British Broadcasting Corporation, BBC.
[18] Alan Makovsky’den aktaran: “Special Policy Forum
Report, The Turkish-Israeli-Syrian Triangle” Peacewatch, Sayı. 249, 15
Mart 2000, WI.
[19] Sami Kohen’den aktaran: Pipes, “A New Axis.”
[20] Efraim Inbar, “The Israeli-Turkish Connection,” Massachusetts
Institute of Technology Security Studies Program Seminar Series, Bahar 1999, 3
Şubat 1999, Mit.
[21] Sabri Sayari’den aktaran: Pipes, “A New Axis.”
[23] Nabil Kaylani, “Israeli-Turkish Alliance May Prove to
Be New Destabilizing Factor in Middle East”, The Washingon Report on Middle
East Affairs, Ocak/Şubat 1999, s. 47, 94.
[24] Haziran 2002’de Suriye ve Türkiye arasında imzalanan
güvenlik koordinasyonu anlaşması Ankara’nın İsrail’le bağlarını kopartması
konusunda Şam kaynaklı hiçbir talebi içermiyordu. Türk yetkililere göre bu,
“Suriye’nin Ortadoğu’daki gerçeği ve Türkiye-İsrail ilişkilerini makul bir
yaklaşımla kabul ettiğini gösteriyordu.” [Ha’aretz, 3 Temmuz 2002.]
[25] Pipes, “A New Axis.”
[26] Inbar, “Regional Implications.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder