Pages

17 Ocak 2021

Kutsal ve Seküler Arasında


Marksizm, dinle uzun ve sıkıntılı bir ilişkiye sahip. 1843’te genç Karl Marx, Alman felsefesiyle ilgili bir eleştirel makalede, dinin “halkın afyonu” olduğunu söylüyor ve bu ifade, her ne kadar teoriyi kuran kişinin gerçek görüşlerini pek temsil etmiyor olsa da, komünist hareket nezdinde resmi ateizmin pekişmesini sağlıyor.

Oysa Marx, dinin “kalpsiz dünyanın duygusu” ve “ruhsuz koşulların ruhu” olduğunu da söylüyor. Bu açıdan Marx, bir anlamda en fantastik inançların bile kendi içlerinde dünyevi çileye karşı bir tepkiyi ve her türden olası değişimin kapısını kapatan koşullardan bizi kurtarma vaadini taşıdığı iddiasında bulunuyor.

Bu anlamda Marx’ı “seküler” bir isim olarak nitelemek, oldukça basit bir yaklaşım olurdu. Marx dini bir yanılsama olarak görüyordu, ama o diyalektikçi bir düşünür olarak, yanılsamaların bile esrarengiz bir biçimde hakikate işaret edebileceklerini bildiğinden, dini bir çırpıda kenara atmıyordu.

Yirminci yüzyılda bu hikâye, daha da çetrefilli bir hâl aldı. Sovyet Marksizmi, bir dönem dindarlara intikamcı bir tutumla yaklaştı ve dinî kurumları yıkmaya çalıştı. Batı’da Marksizmi felsefi düşünce kaynağı olarak gören kimi isimler, diyalektiğin daha incelikli bir din anlayışını talep ettiğini düşündüler, dolayısıyla dinin sahip olduğu enerjinin yüzü ötedünyaya değil de budünyaya dönük olan kurtuluş mücadelesini güçlendirebileceğini söylediler.

Bilhassa Weimar Almanyası’nda Marksizm ve din, çok sayıda çalışmayı tetikleyecek bir terkip dâhilinde bir araya gelebiliyordu. Ernest Bloch gibi yaratıcı ve kitap dışı düşünürler, devrim için “ütopyanın ruhu”nu diri tutacak mesihçi umudun sunduğu, henüz istifade edilmemiş kaynakları içeren dinî geçmişe işaret eden tarih felsefesi çalışmaları kaleme aldılar.

Misal, 1918 sonrasında gerçekleşen sosyalist ayaklanmanın liderlerinden, sonrasında Bavyera’da aşırı sağcılarca katledilen anarşist Gustav Landauer, Marksizmden kopup, egzotik bir bağdaştırmacılıkla, mistik ve devrimci düşünceyi bir araya getirmeyi denemişti.

Marksist düşünce tarihinin bu hayli ilginç olan kısmı, “Frankfurt Okulu” olarak da bilinen, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü ile bağlantılı teorisyenler arasında dinin edindiği çift anlamlı konumu dikkate alındığında özel olarak incelenmesi gereken bir olgu olarak öne çıkıyor.

Yirmilerin başında esasen Marksizm ve işçi sınıfı tarihi çalışmaları yapmak için kurulmuş olan enstitüdeki önemli isimler, toplumsal dönüşüme dönük ümitlerini bir biçimde yitiriyorlar ve kötümserlik girdabına giriyorlar. Bu süreçte okul mensuplarına karşı olan Marksist teorisyen Gyorgy Lukács, enstitü üyelerini “Büyük Otel Uçurumu” olarak nitelendiriyor. Esasında bu ifadesiyle Lukács, okulu bir miktar karikatürize ediyor.

Frankfurt Okulu, özetlenmesi hayli güç olan eleştirel teoriye dönük düşünsel katkıları sebebiyle hayatta kalıyor. Hatta kimileri, bu sebeple okulu komploya göre hareket etmekle suçluyorlar. Okulu kuran düşünürlerin eserlerindeki zorluk, bugün okul kaynaklı eleştirel teori geleneği üzerine çalışan akademisyenler arasında tartışmalara sebep oluyor. Bu tartışmalar, bilhassa din konusunda yaşanıyor. Zira enstitünün ilk düşünürleri, din konusunda pek anlaşamıyorlar.

Enstitüyle bağını uzun süre koruyan Berlinli edebiyat ve kültür eleştirmeni Walter Benjamin, Marksizm ile din arasındaki ilişkiyi izah etmeye çalışıyor. Ona göre Marksist teori, ilkin on sekizinci yüzyılda Viyana’da sergilenen, satranç oynayan otomata benziyor. Bu otomatın hareketlerini hiçbir şey yönetmiyor, onda kaldıraçların ve tekerleklerin mekanik hareketinden başka bir şey bulunmuyor.

Buna karşın Marksist teorinin hakiki bir gayesi var, o da teoloji. Modern çağda kendisini kamusal alanda gizlemek zorunda olan teoloji, Marksizme özerk kudretini bahşetmeyi sürdürüyor, tıpkı satranç oyuncusu kabininde zekice bir tutumla gizlenip zaferini güvence altına alan kişi gibi.

Benjamin burada (Marksist öğretinin resmi adı olan) tarihsel materyalizmin sırrından söz ediyor. Her ne kadar resmiyette dine karşı olsa da bu öğreti, dinî anlayışların sahibi olduğu, hep engellenmiş olan gücü seküler ifadelere kavuşturmak suretiyle, o anlayışların ve kavramların gücünden yararlanmaya devam ediyor.

Benjamin, esasen ikna edici şeyler söylüyor. Ne var ki onun eserleri, bir izahat sunmaktan çok bir muammaya işaret ediyorlar. Benjamin, kendi dönemindeki resmi Marksizmin devrimci potansiyelini yitirdiğini, onun ilerlemeyi kaçınılmaz bir şeymiş gibi gören, cansız ve düşünmeyen bir öğretiye dönüşüp katılaştığını, ayrıca ütopyanın tek başına teknolojinin kesintisiz ilerleyişinden neşet edeceğine inandığını söylüyor. Bu kaskatı kesilmiş anlayış, geleceğin hiçbir müdahale olmaksızın, herhangi bir pürüzle karşılaşmadan, bir çiçek misali açılacağını, dolayısıyla devrim yapmanın, bu öğretide insanlık tarihinin nihayet akort edilmiş hâlinden başka bir şey olmadığını iddia ediyor.

Benjamin’e göre bu anlayış, kesinlikle yanlış. Zira ona göre tarihsel materyalizm, eleştirel gücünü tarihsel ilerlemeye dair o iç rahatlatıcı dogmaya karşı koyabildiği için elde ediyor. Bu açıdan tarih süreklilik değil, her bir anın radikal bir başlangıç konusunda gerekli potansiyeli bağrında taşıdığı parçalardan oluşan bir bütün olarak anlaşılmalı.

* * *

Gelgelelim bu parçalı tarih anlayışı, resmi Marksizme yabancı bir anlayıştır. Gerçekten devrimci bir tarih anlayışı, ancak tarihsel materyalizmin Marksizmin kurallarını ihlal etmesi, pek kaynak olarak kabul görmeyen teolojiden belirli bir zaman anlayışını ödünç alması ile mümkündür. Mesih’in gökten yere inmesinde olduğu gibi tarihteki her bir an da devrim için bir eşik hâline gelir. Satranç oynayan otomat, anlamını bu sayede bulur.

Benjamin’e göre teoloji, artık savuşturulması gereken bir vesvese veya bir yanılsama değil, Marksist teoriye can katan güçtür. Tarih, devrimci imkânlar sahnesi olarak anlaşılacaksa, teoloji, tam da gerekli olan kaynaktır.

Benjamin’in Marksizmi teolojiyle aşılamaya çalışması, epey itiraza maruz kalmıştır. Söz konusu girişim, her iki kampın destekçilerince ağır bir biçimde eleştirilmiştir.

Bertolt Brecht, Benjamin’i “feci şekilde” tasavvufa meyilli biri olarak takdim etmiş, (Marksizme şüpheyle yaklaşan bir isim olarak) Yahudi tasavvufu tarihçisi Gerşom Şolem ise dostunun “kendisini aldatıp duran biri” olduğunu söylemiştir.

Bu türden eleştirilere rağmen Benjamin’in din ve siyasetle ilgili düşünceleri, akademide birçok isme cazip gelmiştir. Bunun sebebi ise sadece bu düşüncelerin dinle siyaseti ayrı uzamlarda, diyarlarda tutmanın gerekli olduğunu söyleyen liberal teorideki eski önermeleri dillendirip duranları rahatsız etmesi değildir. Benjamin, yalnızca liberal teoriyi savunanları değil, ayrıca Marksizmi sekülerleşme pratiğine ait bir öğreti olarak görenleri de huzursuz etmiştir.

Herkesin bildiği gibi Komünist Manifesto’ya göre, bir süreç olarak modernleşme tüm dinî değerleri çözüp dağıtacaktır: “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor.”

Benjamin’in yazılarında ise bu sekülerleşme zorunluluğuna dair görüş, hükmünü yitiriyor. Zira en azından dine ait değerlerden en az biri, inatla mevcut konumunu koruyor. Din, gözden kaybol(a)muyor, o tarihsel materyalizme can katan güç hâline geliyor.

Enstitüdeki arkadaşları, Benjamin’i derin fikirleri Frankfurt Okulu’nun geliştirdiği eleştirel teorinin belirlenmiş programıyla kolay kolay örtüşmeyen, yaratıcı ama yaramaz ve sorunlu bir çocuk olarak görüyorlar. Oysa seküler siyasetin hizmetine koşulmuş teoloji kavramları uzun bir liste meydana getiriyor. Sosyal teori, bilhassa sekülerleşme ihtimaline ve isteğine şüpheyle yaklaşan eleştiriler, bu kavramları farklı biçimde kullanıyor.

Burada mesele, sekülerleşmenin nasıl anlaşıldığı. Nazi savunucusu Carl Schmitt gibi sağcı siyaset teorisyenleri, bir hukuk sisteminin, o olmadığında cansız olacak olan devlet türünden mucizevi bir gücün sahip olduğu mekanizmaya egemenlik bahşetme kararı verilmeksizin eksik kalacağına inanıyorlar. Bu politik teoloji anlayışı, Benjamin için önemli bir ilham kaynağı, zira ilgili anlayış, Benjamin’in tarihsel materyalizmdeki gizli gaye olarak ifade ettiği teoloji anlayışına benzerlik arz ediyor.

Ne var ki her iki durumda da otoriterizm riski söz konusu, zira demokratik bir siyasette bir karar, akıl temelli incelemeye ve değişikliğe açık değilse, geçerli olamıyor. Politik hayata zemin teşkil eden, ama politik eleştiriden muaf tutulan bir teolojik ilke, kolaylıkla teokrasinin güvencesi hâline gelebiliyor.

Bu riskten kaçınmak için, dinî değerler dâhil tüm değerlerin halkın eleştirisine açık olması gerekiyor. Bu anlamda modern siyasette teoloji anlayışlarının herhangi bir imtiyazı bulunmuyor. Onlar da kamusal tartışmanın girdabına giriyor, ancak müminleri veya başka dinlerin mensuplarını içerecek biçimde, genelin rızasını aldığı takdirde hayatta kalıyor. Bu koşul, dinle siyasetin birbirine bir şeyler öğretmesi ihtimalini ister istemez ortadan kaldırmadığı gibi arada oluşan bu iletişim kanalı, seküler toplum, o korktuğu teokrasi gibi sekülerizmi de dışlayıcı ve dogmatik bir şey hâline getirmenin sunduğu iğvadan kaçındığı sürece, açık kalmaya devam ediyor.

Gelgelelim dinî çoğulculuğun günümüzde tabi olduğu koşullarda ancak kamusal aklın sunduğu tarafsız ortam, böylesi bir diyalog için müşterek dil olarak iş görebiliyor, ancak orada bir dinin egemen olduğu otoriter çerçeveye asla geri dönülmüyor.

Benjamin, demokratik çoğulculuğu savunan bir teorisyen olarak görülemez. O, dinle akıl arasında nasıl arabuluculuk yapılacağı sorusu üzerinde de durmaz. Teolojinin tarihsel materyalizmin manevi motoru olduğu görüşüne bağlı kalan Benjamin, teolojinin hep baskılanmış olan gücünün ve enerjisinin herkesin erişebileceği bir dile tercüme edilebileceğini görmüştür.

Benjamin’in ölümünden hemen sonra felsefeci Theodor W. Adorno, Benjamin’in düşüncesini etkileyici bir formül dâhilinde özetlemiştir: “Teolojik bir muhtevası bulunmayan şeylerin dönüştürülmeksizin hayatta kalması mümkün değildir; her muhteva, kendisini seküler âlemde, dünyevî planda dolaşarak kendisini sınamaya mecburdur.”

Benjamin’den farklı olarak Adorno, teolojik anlayışların kendi değerlerini ancak sekülerleşme sınavına girmek suretiyle muhafaza edebileceklerini düşünür. Din, kehribar içindeki sinek gibi muhafaza edilebilecek bir şey değildir. insanî tecrübenin tüm yönleri gibi zamanın müdahalelerine maruz kalır. Din, yeni ve öngörülemeyen koşullar karşısında değişir.

Adorno, bu anlamda eskinin iç içe yaşayan topluluklarını bir arada tutmuş olan teolojik değerlerin, bugünün parçalı toplumlarında geçerliliğini sürdürüp sürdürmeyeceğinden emin değildir: “Günlük tayın, belirsiz ve yetersiz olan maddi üretimin hüküm sürdüğü koşullarda yaşanan mahrumiyetin ürettiği bir kavramdır, dolayısıyla bu kavramın bugün ekmek fabrikalarının ve fazla üretimin görüldüğü dünyaya aktarılması, mümkün değildir.”

Ayrıca Adorno, her şeyin tanınmaz bir hâle gelecek kadar değişip dönüştüğü bir dünyada Schmitt’in egemen bir tanrının bir şekilde ilk kudretini muhafaza edeceğine dair görüşüne de karşı çıkar. Ona göre “cesur bir karara dönük özlem, inancını yitirmiş bir dünyaya yeniden mana katmaya yetmeyecektir.”

Ne var ki Adorno’nun bugünkü koşullarda dinin geçerli olmadığına dair şüphesini “ilk kuşak” eleştirel teorisyenlerin hepsi paylaşmaz. Adorno’nun arkadaşı ve uzun yıllar enstitünün resmi direktörlüğünü yapan Max Horkheimer, bu noktada üzerinde durulması gereken bir isimdir. Kariyerinin başlarında Marksist materyalizmden uzaklaşma yolu olarak gördüğü metafizikten nefret etse de ömrünün sonuna doğru Horkheimer, bir dönüşüm geçirmiş, ateizmin ümitsizlik yayan bir öğreti olduğuna, teizmse tek başına modern toplumun dayattığı çıkışsızlık karşısında diri kalan bir umut olduğuna inanmaya başlar.

Martin Jay’in Frankfurt Okulu’na dair, artık klasikleşmiş olan Diyalektik İmgelem (1973) isimli kitabına yazdığı, o hayranlık uyandıran takdim yazısında Horkheimer, daha da ileri giderek, dinle eleştirel teori arasındaki sıkı bağdan bahseder. İddiasına göre dinin özü, “tümüyle başka bir şey”e dönük arzu, “son sözü dünyevî korkunun söylemeyeceğine dair ümit”tir.

Horkheimer ve Benjamin’den farklı olarak Adorno, “dünyevi olana sığınma”nın zaruri olduğu görüşünü ve sekülerleşme ilkesini büyük bir şevkle savunur. Adorno, dinî değerlerin hayatta kalmasına ancak dinî gelenekten kopmaları durumunda izin verir. Kutsal olan, gözden kaybolmaz; o değişir ve dışlayıcı bir biçimde olmasa da modern sanattaki budünyacı aşkınlık dâhilinde yeniden ortaya çıkar.

Buna karşın Adorno, ateizm konusunda hiç de dogmatik bir isim değildir. Felsefî çalışmalarının hiçbirinde teolojik kategorilerle materyalist kategorileri karşı karşıya getirmez. Ondaki düşünce tarzı öylesine diyalektiktir ki o, kutsaldan dünyevi olana geçiş ihtimalini reddeder.

Öte yandan benzer bir fikre Jürgen Habermas’ın son çalışmalarında da rastlanır. Adorno’nun eski öğrencisi ve enstitünün geliştirdiği eleştirel teorinin “ikinci kuşağı”na mensup olan Habermas, akli argümanlara şüpheyle yaklaştığı yaşlarında, her ne kadar modern demokrasinin ancak dinî geleneğin sunduğu dersler tümüyle dikkate alınmadığında hayatta kalabileceğini düşünse de, aklın demokratik imkânlarını savunmayı sürdürür.

En son çalışması, iki ciltlik Bu da Tarih Felsefesi’nde (2019) Habermas, akılla iman arasında bin yıldır süren diyalogu yeniden yapılandırmaya çalışır ve bu diyalogun tüm dinî değerlerin halkın eleştirisine tabi olması şartına uyum göstermek suretiyle, dine ait görüşlerin seküler akıl tarafından benimsendiği bir “öğrenme süreci” olduğunu söyler. Adorno gibi Habermas da dünyevi olana sığınmanın şart olduğunu düşünür.

Marx, dinî yanılsamanın sebep olduğu sisin, ancak budünyada mutluluğun tümüyle gerçekleştiği, yanılsamalara artık ihtiyaç kalmadığı koşullarda dağılacağına inanır. Bugün eleştirel teorinin açtığı yoldan ilerleyen felsefeciler ve toplum eleştirmenleri, Habermas’ın “post-metafiziksel düşünme” dediği şeyle ilgili belirsizliklerden muzdariptirler. Bu insanlar, bilgi düzleminde tevazua sahiptirler, bir yandan da her türden görüşü metafizik hakikatmiş gibi sunmama eğilimi içerisindedirler.

Göç krizinin ağırlığı altında ezilen bir dünyada çok dinli ve çok etnisiteli toplumun geriye döndürülemez bir olgu hâlini aldığı koşullarda, bu türden bir tevazu, acilen edinilmesi gereken bir haslettir, zira mevcut durumda dinin kısa süre içerisinde gözden kaybolacağına dair tahmini doğrulayacak çok az şey vardır.

Dindar ve dindar olmayan yurttaşlar, demokratik kurumların bekasını hep birlikte dert edinirlerse, her ne kadar ilgili diyalog ancak seküler bir devlet çerçevesinde mümkünse de, dinle akıl arasında diyalog kurulması talebinin politik bir zorunluluk olduğunu görmek gerekmektedir.

Peter E. Gordon
22 Aralık 2020
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder