11
Ağustos 2016 günü Butuh köyündeki bir tarlada Suhartono ve Sulistiorini isimli
iki yoksul köylünün cesetleri bulundu. İkisi de artık tahammül edilemeyecek
boyuta ulaşan borçları sebebiyle zehir içerek intihar etmişti. İki köylü de
dindardı, ama tefecinin istediği, onların duası değildi. Onların ölümünün,
Endonezya Ulema Şurası’ndan alacağı onaya da, İslamî Liberal Ağ’ın samimiyetsiz
diline de, her daim kendisini “Müslüman ilericiler” olarak takdim eden
gençlerin tutacağı yasa da ihtiyacı yoktu.
Bu
iki köylünün ölümü, sadece borçlarını ödemek ve tefecinin canlarını almasına
mani olmak için bu iki proleter Müslüman köylünün paraya ihtiyaç duyduğunun
ispatıdır. Peki onların Müslüman olarak ortaya koydukları amel veya
etraflarındaki Müslümanların dindarlıkları, onları kurtarabilir miydi? Hayır
kurtaramazdı. Oysa İslam inancımızın en temel meselesi şuydu: ezilenleri
kurtarmak.
Lafı
dolandırmadan söyleyelim: İslam inancımız, burjuva bir inançtır. Bencilliği ve
kişisel arzuyu daimi kılıyor, dayanışmayı zayıflatıyor, maddi zevklere sahip
olmanın verdiği gururu toplumsal eşitsizliğin üzerine koyuyor. Bu, basit manada
ahlak meselesi de değil. Her şeyden önce maddi bir mesele.
İslam
inancımız, belirli bir politik ekonomi anlayışını esas alan bir ideolojinin
hegemonyası üzerinden inşa edilmiş. Bu ideoloji dâhilinde İslam, dikkatini
maddi meseleler yerine düşünsel meselelere veriyor, maddi-somut koşullar yerine
teoloji ve hakikat iddiasında bulunan sözlere odaklanıyor. Bu ideolojik
hegemonyayı iki şey ayakta tutuyor: kapitalizmin neoklasik politik ekonomisi ve
onunla el ele ilerleyen, İslamî liberalizmin politik ekonomisi.
Peki
bu iki politik ekonomi nasıl eleştirilmeli? İki köylünün ölümüyle Özgürlük
Enstitüsü’nde at koşturan Ulil Ebşar Abdullah gibi Müslüman aydınların
düşünceleri veya Cakarta Borsası’yla, hatta Endonezyalı vaiz Abdullah
Gymnastiar ile Ary Ginandjar’ın İslamî kapitalizmi teşvik eden vaazları
arasında ne tür bir ilişki var?
Bugün
aradaki bağ görünmüyor ve o bağı görünmez kılan da ideolojinin ta kendisi.
İdeoloji, maddi çelişkilerin temeli olan maddi koşulların üzerini örtüyor.
Politik ekonominin işlediği, birbirine düşman güçlerin var olduğu alan olarak
maddi koşullar karşısında ideoloji, çıkıp bu düşman güçler arasında cereyan
eden çatışmayı gizliyor, bu noktada da sözler arasında cereyan eden satranç
oyununa başvuruyor.
Yoksul
köylülerin kaderiyle kimse duygusal bağ kurmuyor. Mevcut toplumsal değerler
sistemi dâhilinde bireycilik, bencillik ve açgözlülük, bu bağa mani oluyor.
İlgili değerler sistemini ise politik ekonomi temelli ideoloji besliyor. Bu
ideoloji, bireyciliğe alan açıp onun gelişmesini sağlıyor. Piyasa ideolojisi
toplumu dönüştürerek, onu ekonomik rekabet sahası hâline getiriyor. İlgili
ideoloji, kendisini kurumlar şahsında ortaya koyuyor. Kurumsal desteği arkasına
alan ideoloji, birikimin artması adına, rekabetin ve sermaye akışının sürmesini
güvence altına alıyor. Şirketler, finans piyasaları, bankalar, borsa gibi
kurumlar, söz konusu ideolojiyi besliyorlar.
Bunlar
arasında sıkı bir ilişki var. Bu yapılardan biri krize girdiğinde diğerleri de
etkileniyor ve kapsamlı bir değişim sürecine giriyor. Son birkaç yıldır dünya
genelinde yaşanan finans krizi, politik ekonomi kurumlarını, bilhassa
piyasaları ve bankaları mahvetti. Piyasa devlet korumasına alındı, böylece
sermaye varlıklarındaki değer düşüşü durdurulmuş oldu. Piyasaların serbestçe
hareket etmesi gerektiğini söyleyen görüş başarısız oldu, piyasanın finans dışı
reel sektöre dayanan devlet politikasının kontrolünde olması gerektiği görüldü.
Bu
politik ekonomi kurumlarına yönelik güvenin azaldığı koşullarda bu kurumların
sırtlarını dayadıkları ideolojiye yönelik güven de azaldı. Bir ideoloji olarak
liberalizm, krize girdi. Bireyciliği telkin edip duran liberalizm, halkın yeni
dayanışma ilişkilerine, toplumsal bağlara, toplumu veya toplumsal örgütlenmeyi
esas alan yaklaşımlara yönelmesiyle birlikte, geri çekildi.
Buna
karşılık yeni toplumsal değerler sistemi oluşmaya başladı. Bireycilik, hükmünü
yitirdi. Toplumsal değerler sisteminin ortaya çıkmasıyla birlikte bireysel
arzuların gerçekleştirilmesi meselesini kutsal gören kapitalist yaşam tarzının
koparttığı toplumsal bağlar, tamir edilmeye başlandı.
Bugün
bir geçiş sürecinin içinden geçiliyor. Ama şunu da bilmeliyiz: biz, Endonezya
Müslümanları arasında geçmiş ilişkilerin bilgi düzleminde bıraktığı tortuları
kırıp atmazsak, politik ekonomi ideolojisini eleştirmezsek, bu geçiş süreci
yeni bir şey getirmeyecek.
Bugün
kapitalizmin yol açtığı krize rağmen kapitalizm, toplumsal hayat içerisinde bir
asalak olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Bu yeni tür kapitalizm,
sermaye akışını sağlamak için sömürüye devam ettiği, sermaye için her daim
kaynak bulduğu sürece, toplumsal ilişkiler oluşturmayı biliyor. Buna “sosyal
liberalizm” deniliyor.
Şirketlerin
teşvik ettikleri sosyal sorumluluk anlayışı, bu sosyal liberalizmin bir
versiyonu. Diyorlar ki “dilediğiniz gibi işçileri sömürebilirsiniz, çevreyi
kirletebilirsiniz, yeter ki şirketinizin ne kadar ‘sosyal’ olduğunu göstermek
için sosyal sorumluluk projeleri yürütün.”
Bu
sosyal liberalizmin yol açtığı mistifikasyon ve illüzyon, ancak toplumun
çıkarlarıyla şirketlerin çıkarlarının çatıştığı gerçeği ortaya konduğu vakit
yok edilebilir. Bu eleştiri dâhilinde toplumsal açıdan sahici bir politik
ekonominin, yani sosyalizmin inşasının gerekliliği üzerinde durulmalıdır.
Söz
konusu mistifikasyon ve illüzyon, aynı zamanda Endonezya’da gelişmekte olan
İslamî politik ekonomiyi de etkilemektedir. İslamî politik ekonomi, ideolojik
planda kapitalizmle İslam’ın uyumlu olduğuna, bu ikisinin, Endonezya’da adil ve
müreffeh bir toplum inşası noktasında el ele yürüyebileceğine inanmaktadır.
Bu
politik ekonomi anlayışı, gelişim süreci içerisinde iki aşamadan geçmiştir.
2000’lerin başında tanık olduğu ilk aşamanın adı, İslamî liberalizmdir. 2005
sonrasında ise şer’i (kapitalist) ekonomi aşamasından geçmiştir.
Endonezya’da
Müslüman liberal gruplar, sürecin başında politik ekonomiyi pek dikkate
almadılar. Bu kesimler, daha çok İslam’daki özgürlükle ilgili öğretilerden,
çoğulculuktan ve dinlerarası ilişkilerle ilgili meselelerden dem vurdular.
Liberaller, politik ekonomi alanına bakmaksızın İslam’da reform meselesine
odaklandılar. Bir yandan da petrol fiyatlarındaki artışla ve ABD’deki
liberallerden gelen paralarla ilgilendiler. Bu ilgi, onların politik ekonomi
anlayışını ele veriyordu.
Sonra
bu liberal Müslüman gruplar, seksenlerde Yeni Düzen rejiminin ekonomi mimarları
olarak iş gören şirket yanlısı seküler liberallerle iç içe geçtiler. Bu iki
kesim, serbest piyasa ekonomisine destek sundular. Piyasayı devletin ve
toplumun üzerinde gördüler. Serbestleşmeyi, özelleştirmeleri, finansallaşmayı
övüp durdular.
Ulil
Abşar Abdullah yazdığı bir makalede, İslam’ın devletin piyasaya müdahalesine
karşı olduğunu yazdı.[1] Bu türden politik ekonomi söylemleri, sistematiklikten
uzaktı ve esas olarak belirli bir hattı takip etmekteydi: “İyi İslam,
kapitalistlere karşı cömert olan İslam’dır.” İyi İslam rekabetçi İslam’dı,
görünmez elin yönettiği “piyasa”ya dosttu. Piyasanın herkesin birbirini yediği
bir yer olduğu gerçeğini ciddiye almayan Müslüman liberaller açısından piyasa,
politik ekonomi kurumlarının her bireyin özgürlüğünü güvence altına alması için
gerekli koşuldu.
Niteliği
açısından elitist olan bu söylem fazla etki yaratmasa da Müslüman
müteşebbislerin talep ettikleri şer’i ekonomi üzerinden başka bir düzlemde
destekçi buldu. Yeni ekonomik yönelim dâhilinde işlemler İslamîleştirildi,
hâlen daha riba ve helâl esasına göre hareket eden Müslümanların tüketimleri de
kapitalizm dairesinde dönüştürüldü.
Riba,
mevcut bankacılık sisteminin bir parçası. Bu sebeple şer’i ekonomi, bankaları
şeriat ilkeleri uyarınca İslamîleştirmeyi görev bildi. Bu aşamada kapitalizm
İslamîleştirildi. Bir anlamda kapitalizm, Max Weber’in analizinde dillendirilen
Protestan etikle örtüştüğü bir gelişme aşamasına girdi.
Finans
kapitalizmi, klasik kapitalizmin bir mirası. Bu miras, İslamî söylemle birlikte
şeriata uygun yeni ekonomi anlayışı ile dönüştürüldü. Bu politik ekonomi ise
özünde liberaldi. Sadece ılımlı ve dinî bir tona sahipti. Söz konusu şer’i
(kapitalist) ekonomi, yoksul köylülerin hayatını kurtarma konusunda başarısız
oldu.
* * *
Biz,
Müslümanların iki temel sorununu çıkış noktası olarak alıyoruz. Bize göre bugün
belirli bir hegemonyaya sahip olan ekonomi ideolojisi olarak liberalizm ve
liberal “İslamî ekonomi”, aşağıda aktarılan temel sorunlara çözüm
getirememiştir:
1.
Ekonomik özgürlüklerdeki yaygınlığın yanında Gini katsayısında (gelir
eşitsizliği ölçüsünde) görülen önemli artış.[2]
2.
Doğanın sömürülmesi, doğal kaynakların yok edilmesi ve bu sürecin toplum ve
çevre üzerinde yol açtığı olumsuz etkiler.
Bu
iki mesele karşısında Müslüman liberal ekonomistler ve şeriat ekonomisinin
mimarları, dut yemiş bülbül misali susmaktan gayrı bir şey yapmıyorlar.
Endonezya
halkının sadece yüzde birinin yüzde kırkın servetine denk bir servete sahip
olmasını nasıl izah edeceğiz?[3] Bugüne dek İslamî ekonomideki gelişimin
yapısal eşitsizliği neden değiştiremediğini, onu neden daim kıldığını nasıl
açıklayacağız?
Demek
ki İslamî politik ekonominin mevcut uygulamalarında önemli bir yanlışlık var.
Yapısal düzlemde oluşan uçurumu ortadan kaldırmak yerine İslamî ekonomi,
kapitalist, korporatif ve oligarşik ulusal ekonominin omurgası olarak iş
görüyor. Halkı mevcut ekonominin prangalarından kurtarmayı vaat etmeyen İslamî
ekonomi, halkı yeni ekonomik yüklerin altına sokuyor. Din okulları da dâhil tüm
İslamî eğitimin maliyeti artıyor, çiftçiler, köylüler ödedikleri kiraların
altında eziliyorlar, hiçbir güvencesi veya iş güvenliği bulunmayan binlerce
Endonezyalı Müslüman, yurtdışına çıkmak zorunda kalıyor.
Öte
yandan kimi Müslüman müteşebbisler, göçmen işçi çalıştırıyorlar. Bir yandan
dindarlar, namazlarını kılıyorlar, oruçlarını eksiksiz tutuyorlar, ama bir
yandan da başkalarının hayatlarını, terlerini sömürüyorlar. Tam da Endonezya’ya
has bir dindarlık bu!
Esasında
söz konusu gelir eşitsizliği meselesi, bir gerçeğin tüm çıplaklığı ile
görülmesini sağlıyor: İslamî politik ekonomi, bugün belirli bir sınıfsal
hiyerarşiye (elitlerden, orta sınıflardan ve alt sınıflardan oluşan bir
hiyerarşiye) hizmet ediyor.
İslamî
politik ekonomi, Müslüman orta sınıfı da belirli bir konuma itti, zira bu
anlayış, güçlü Müslüman müteşebbislerin gelişiminin halkın refahını
artıracağına inanıyordu. Bu anlayışın göz ardı ettiği gerçekse şuydu: Orta
sınıfın güçlenmesi, sadece sömürüyü ve alt sınıflar üzerindeki baskıyı artırır.
Çünkü bizim orta sınıfımız, yoksul düşmanı olmanın yanında, feodal ve elitist
özelliklerinden kopamamış bir sınıftır.
Doğal
kaynakların sömürüldüğü, yok edildiği sürece İslamî politik ekonomiyle mani
olmak imkânsız. Bu yıkıma dair elde yığınla veri var. Biz, kapitalizmin doğadan
kopamayacağını, zira doğanın istifade edilecek ve sömürülecek bir sermaye
olarak görüldüğünü biliyoruz.
Endonezya’daki
doğal kaynakların yüzde yetmişinden fazlası, rüşvet ve istismar üzerine kurulu
tavizlerle bezenmiş anlaşmalarla özelleştirildi. Bugün İslamî politik ekonomi,
herhangi bir çözüm önerisi sunamaz. O, sadece doğal kaynakların sömürüldüğü ve
yok edildiği sürecin devam ettirilmesi görüşüne destek verebilir.
Bugün
birçok maden ve orman, Müslüman müteşebbislerin elinde. Doğayı mahveden bu
şirketler, kendilerini dindar olarak takdim ediyorlar. (Sandiaga Uno vakası)[4]
İslamî politik ekonomiye bağlı kurumlar ve şeriat bankacılığı, doğal
kaynakların sömürüldüğü sürecin birer parçası. Yürüttükleri altyapı işleri,
tarım sahasında çatışmalara sebep oluyor. 2009’da şeriat bankacılığı,
madencilik alanına 1,9 trilyon rupi, altyapı işlerine 3,648 trilyon rupi
aktardı.[5] Bu rakamlar, ileride yavaş yavaş artacak.
Asıl
üzerinde durulması gereken soru ise şu: İslamî politik ekonominin güttüğü
amaçlarla onun değiştireceğini, ilerleteceğini iddia ettiği halkın içinde
bulunduğu koşullar arasında neden belirgin bir uyumsuzluk var?
Neoliberal
kapitalizmi en iyi ekonomi anlayışı olarak gören ve meşrulaştıran İslamî
liberal politik ekonomiye karşı çıkmak için kapitalizmin ortakçı,
yarı-sosyalist ve aileyi esas alan bir anlayışa yaslanan Endonezyalı
Müslümanlara yabancı olduğunu ortaya koymak gerekiyor.
Neoliberal
kapitalizm, aynı zamanda sermaye birikimini (tekasürü) mahkûm eden İslamî
ekonomiye ait değerlere de yabancı. Şeriat ekonomisini savunanların da
eleştirdiği bu husus bağlamında neoklasik kapitalist politik ekonomiyi karşıya
atan yeni bir ekonomi anlayışına sahip olmak gerekiyor.
Şunu
da görmek gerek: alternatif olarak sunulan şeriat ekonomisi de sistem
düzleminde kapitalizme tabi. Bu yanlış, temelde şeriat ekonomisine has bir
faktörden kaynaklanıyor. Ondaki idealizm, maddeyi görmeyen bir anlayışı temel
alıyor. Böylece şeriat ekonomisi, maddi koşullara değil, düşünsel-ahlakî
koşullara odaklanıyor. Halkın refahı konusunda maddi koşullara değil de
düşünsel-ahlakî koşullara bakanlar, refahı artıracak çabalara mani oluyorlar.
Kurumsal
pratik düzleminde bu anlayış, dağıtım ve tüketim meselesine odaklanıyor. Üretim
sahasına hiç bakmıyor. Dolayısıyla işin kendisinin ve maddi koşullarının
üzerinde durulmuyor. Buradan da mücadele alanı ve sömürünün gerçekleştiği
düzlem, sağlam bir zemin üzerinden değerlendirmeye tabi tutulamıyor.
İşin,
çalışma pratiğinin maddi koşulları ve sahası olarak üretim alanı göz ardı
edilince şeriat ekonomisi dağıtım alanına odaklanıyor (meseleleri sadece
paranın dağıtılmasına ve bankaların verdiği kredilere kilitliyor), böylece
işlemler ve tüketim meselesi öne çıkartılıyor. Bu anlayış, politik ekonomi
düzleminde alım satımı eksen alıyor. Burada ekonominin merkezine, kâr elde
etmek için yapılan alım satım işlemleri konuluyor.
Dolayısıyla
adaletsizlik meselesi, sadece eşitsiz kâr dağıtımı çerçevesinde anlaşılıyor.
İslamî politik ekonomi alanında çalışmalar yapmış olan Muhammed Bakr Sadr,
“İnsanlar arasında görülen adaletsizlik, kendisini ekonomi sahasında kötü
dağıtım olarak ortaya koyuyor”[6] diyor. Bu türden bir düşünce, doğal olarak,
kredi dağıtımı uygulamalarını meşrulaştıracaktır. Oysa bu türden uygulamalar,
refahı artırmak şöyle dursun, ödenmemiş borçlar sebebiyle, uçurumu daha da
derinleştirecektir.
Mevcut
eşitsizliği ortadan kaldırması mümkün olmayan infak ve sadaka türünden
uygulamalar, kendi kasalarını doldurmak ve toplumda itibar kazanmak isteyen
müteşebbislerin yardım çalışmalarının konusu olmak dışında bir anlama sahip
değildir.
Genel
anlamda üretim alanına bakılmaması, İslamî politik ekonominin bir seraba teslim
olmasını beraberinde getirmektedir. Emtianın üretildiği, işçilerin çalıştıkları
alan olarak üretim alanını dikkate almayan İslamî politik ekonomi, emtiayı
kendi kendine varolan şeyler olarak görmektedir. Buna göre emtia, emeğin
mülksüzleştirilmesinin, toprağın ve hayatın diğer kaynaklarının sömürülmesinin
bir sonucu değildir. Emtia, ticaretin ve tüketimin konusudur ve kendiliğinden
varolmaktadır.
Ticaret
ve tüketim sahasında uygulandığı söylenen helâl anlayışı da üretim alanı
bağlamında ele alınmamaktadır. Emekçinin haklarının elinden alındığı koşullarda
yapılan üretim helâl midir? Üretimi ele alan fıkha, üretimin düzenlenmesi ile
ilgili fıkha (fıkhu’l intac) İslamî politik ekonomi literatüründe tam da bu
sebeple yer verilmemektedir. Bunun sebebi ise İslamî politik ekonomide
“İş/Emek” kategorisinin bulunmamasıdır.
Bugün
İslamî politik ekonomi, en az üç epistemolojik sorundan muzdariptir:
İslamî
politik ekonomi, günümüz kapitalizmi bağlamından ayrı bir şey olarak
algılanmaktadır. Bu yaklaşım, üniversitelerde kaleme alınan İslamî ekonomi ile
ilgili akademik metinlerde kolayca karşımıza çıkmaktadır. Sanki İslamî ekonomi,
insanlığın tarihsel seyri içinden, bir üretim tarzı olarak kapitalizmle
herhangi bir biçimde kesişmeden ortaya çıkmış gibidir. İslamî ekonomi evrensel
kabul edilmekte, kullanıma hazır bir üslup olarak değerlendirilmektedir. Bu
akademik, daha doğrusu sözde akademik söylem, metodolojik açıdan sahtekârlıktan
başka bir şey değildir.
Söz
konusu sahtekârlığı ise en iyi Efzalurrahman’ın Tüccar Olarak
Muhammed isimli kitabı örneklemektedir. Kitapta Hz. Muhammed, başarılı
bir kapitalist olarak takdim edilir. Oysa Hz. Muhammed, üretim düzleminde ele
alındığında, sermayesi bulunmayan bir işçidir.
Kitap
özünde, İslamî ekonominin ta ilk gününden beri o dönemin politik ekonomi formu
ile uyumlu olduğuna dair bir yanılsamayı temel almaktadır. Burada kapitalizm
bağlamı görmezden gelinmekte, kapitalizm evrensel kabul edilmekte, buradan da
İslamî ekonominin on dördüncü yüzyıldan beri kapitalist olduğu
varsayılmaktadır. Oysa biz, kapitalizmin İslam toplumunun genel yapısına
sömürgecilik döneminde girdiğini biliyoruz.
İslamî
politik ekonomi ile bugünün kapitalizm bağlamını ayırmak sorunludur ve bu
sorunlu yaklaşım, epistemolojik düzlemde kimi etkilere yol açmaktadır. Zerre
eleştirilmeden İslamî politik ekonomi, neoklasik ekonominin tüm kavram ve
kategorilerini benimsemiştir. Böylece kapitalizmin aklı, İslamî politik
ekonomiyle zina etmektedir.
Genel
kabule göre İslamî politik ekonomi, modern kapitalizme yönelik bir tepki olarak
görülür ama bu yaklaşım, bugünün neoliberal kapitalizm bağlamını gözden
kaçırır. Söz konusu yaklaşımın izlerini, M. Davam Rahardjo gibi İslamî politik
ekonomiyi kapitalizm ve sosyalizm-komünizm karşısında üçüncü bir yol olarak
gören isimlerde bulmak mümkündür.
Hakiki
bir komünizmden ziyade bir tür devletçilik olarak Stalinizmin yıkılışının yol
açtığı travma, bu politik ekonomi anlayışında belirleyicidir. Bu sebeple İslamî
politik ekonomi sosyalizmin-komünizmin antitezi olarak görülmekte, ama bir
yandan da İslamî politik ekonominin kapitalizmi düzeltmek için ona uyumlu hâle
gelmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Bu düzeltme işlemi, kapitalizmi sona
erdirme değil, reforma tabi tutulmuş, daha iyi bir kapitalizm meydana getirme
çabası olarak anlaşılmaktadır. Bu anlayış sonuna dek götürüldüğünde işçi sınıfı
ile kapitalist sınıfın birlikte çalışabileceğini söyleyen refah devleti
modeline ulaşılır.
Davam
Rahardjo, İslamî politik ekonomi anlayışının karşısına “dinî sosyalizm”
terimini çıkartır ve sosyalizmin toplumsal devrim veya sınıf mücadelesi yerine
kapitalist sistemin iyileştirilmesi suretiyle kurulabileceğini söyler. Bu
politik ekonomi anlayışı, politik genişlemeye (emperyalist savaşa) paralel
sermayenin genişlemesi ve hareketliliği ile birlikte refah devleti anlayışını
benimsemiş ülkelerde kapitalizmin mevcut dinamiklerine dair gözlemde bulunan
oldukça klasik bir anlayıştır.
Bu
anlayış, günümüz kapitalizmini idrak edemez, dolayısıyla ürettiği İslamî
politik ekonomi, demode değilse bile nostaljik fikirler ortaya atar. Davam
Rahardjo’nun önerdiği İslamî politik ekonomi anlayışı, kapitalizme temelden bir
eleştiri yöneltmez ve özünde “İslamî burjuva ahlakı”ndan gayrı bir şey
önermez.[7] Söz konusu ahlak ise politik ekonomiyi düşünceye ve ahlaka
indirger. Şurası açık ki bu ahlak, bugün kapitalizmin üzerine geçirilmiş İslamî
maskenin özünü teşkil etmektedir. İslamî politik ekonomi, tümüyle kapitalizmle
uyumlu bir şey olarak görülmektedir. İslamî liberal politik ekonomi, tam da
budur.
Yukarıda
bahsi edilen üç sorun da ortaya koyuyor ki İslamî politik ekonomi, ezilen ve
dışlanmış sınıfın politik ekonomisi değildir. Bu politik ekonomi anlayışları,
iktidarı elinde bulunduran toplumsal sınıflardan istifade eder, bu sınıfların
özel mülklerini zemzem suyuna daldırmak için bir tür kılavuz olarak görülen
İslamî öğretiyi temel alır, böylece ekonomik faaliyetlerini güvence altına
alacak fıkhî bir çerçeve sunar.
Oysa
İslam’ın ezilen ve dışlanmış sınıfın çıkarlarını savunabilmesi için bizim
materyalist bir İslamî pratiğe ihtiyacımız vardır. Mevcut politik ekonomiye
yönelik eleştiriyi temel alan bir İslamî amel, İslamî ekonomi öğretilerinin
materyalist temelini kavrayan yeni bir politik ekonomi meydana getirecektir.
İslam’ın
materyalist ameli nedir? Bu amel, somut toplumsal koşullardan yola çıkar,
olması gerekenle olan arasındaki uyuşmazlığı, uçurumu ve çelişkiyi ele alır, bu
toplumsal koşulları kuşatan maddi olgulardaki değişimlere bakar ve İslamî
öğretilerin sunduğu kaynaklardan yararlanarak, söz konusu toplumsal koşulların
devrimci değişime tabi tutulması yönünde kitleleri teşvik eder.
İslam’ın
her bir ameli, materyalist anlamda başaşağı çevrilene dek, ilk başta
idealisttir. Zira İslam’ın her bir ameli, İslamî öğretilerin sunduğu düşünce ve
ahlaktaki kırılmadan neşet eder. Düşünce ve ahlak düzleminde kalan bir kişi,
tümüyle idealist olmak zorundadır. Tüm İslamî düşünce, ele almaya çalıştığı
Müslümanlara ait somut maddi ve fiilî koşullar üzerinden inşa edilene dek,
tabiatı gereği idealisttir.
İslam’ın
materyalist ameli, dinin pratiğe dökülmesi noktasında ilerici bir ameldir. Dinî
pratik olarak materyalist amel, imanı ve İslam’a bağlılığı farklı tanımlar.
Buna göre sadece inanmak ve ibadet etmek yetersizdir, müminlerin aynı zamanda
dinî pratiği tamama erdirme ve İslam’a bağlılıkla ilgili şartı yerine getirme
anlamında, halkın nesnel koşullarını değiştirmeleri gerekir.
Materyalist
ve ilerici bir Müslüman, sadece beş vakit namazla ve zekâtla yetinmez,
etrafındaki insanların koşullarının iyileşmesi noktasında o namazın ve zekâtın
önemli bir etkiye sahip olduğunu görmek ister.
Şeriatın
uygulanması ile birlikte onun rahmet getireceğine inanan kişi, şeriatın
başkalarını sömüren veya onlara zulmeden unsurlar içermemesi gerektiğini bilir.
Bir Müslüman, başkalarının ücretli emeğini sömürerek veya yoksul bir işçinin
elindeki toprağı satarak elde ettiği parayla hacca gidemez. O, ancak kendi
emeği ve teriyle kazandığı parayla hacca gidebilir. Bu da o insanın İslamî
amelin mevcut toplumsal koşullarla doğrudan bağlantılı olduğunu anlamasını
sağlar.
İslamî
amelin dayandığı bu değerler sistemi, bir yandan da materyalist bir politik
ekonomi anlayışı içerir. Bu politik ekonomi, anlayış olarak, ekonomik faaliyet
dâhilinde söz konusu İslamî amele pratik bir temel teşkil eder. Bu politik
ekonomi yedi anlayış üzerine kuruludur:
1.
İslam, zamanın akışına uyumlu, akışkan ve esnek bir ekonomi anlayışına
sahiptir. Bu yaklaşım, İslam’da belirli bir ekonomi anlayışı bulunmadığını
iddia eden Bakır Sadr’ın argümanıyla çelişmektedir.
İlerici
bir İslamî politik ekonomi bağlamında İslam, belirli bir ekonomi anlayışına
sahiptir. Ancak bu anlayış, metni değil aksiyomları temel alan bir anlayıştır.
Bu aksiyom ise değer sistemiyle ilgili değildir, ekonomik pratiğin düzeltilmesi
girişimi olarak maddiyata atıfta bulunur. Buna örnek olarak tekasürü
(birikimi), ribayı (rantın/değerin temellük edilmesini) ve ifsadı örnek vermek
mümkündür. İslamî ekonomi pratiği, bu üç aksiyomu içermek zorundadır.
Dolayısıyla buradan, kapitalizmin aksiyomunun İslam’ın aksiyomu ile
uyuşmadığını söylemek mümkündür.
2.
İslamî politik ekonomi, insanî kurtuluş ütopyasının bir bileşenidir. Statükocu
İslamî politik ekonomide İslamî ekonomi, sadece Müslümanların hizmetindedir.
Oysa İlerici İslam’da İslamî politik ekonomi, başka dinlerin mensuplarına da
hizmet eder ve tüm toplumun sömürüden, zulümden ve dışlayıcı pratiklerden azade
olacağı ütopyanın bir parçası olarak iş görür. Hâkim politik ekonomik sistemin
yol açtığı ekonomik güçlüklere veya baskılara tahammül etmeye çalışan ezilen ve
dışlanmış kesimler, İslamî ekonominin tüm nimetlerinden istifade
edebilmelidirler.
3.
İslamî politik ekonomi, ahlakla ilgili öğretilerin gizlediği belirli bir
materyalist boyuta sahiptir ve bu boyut, İslamî öğretinin özünü ahlakî
görüşlerin oluşturduğunu söyleyen Müslüman ekonomistlerin anlayışından çok
farklıdır.
Adalet
ve salih amel gibi ahlakî öğretiler ve zekât, infak ve sadaka gibi hukukî
öğretilerin İslam’ın materyalist boyutuyla diyalektik bir ilişkisi söz
konusudur. İki taraf arasındaki ilişki, karmaşıktır. Bazen ikisi iç içe geçer,
bazen de birbirini inkâr eder. Örneğin adaletin maddi boyutunu anlamak için
adaletteki düşünce ve ahlakla ilgili yön redde tabi tutulmalıdır. Buna karşılık
adalet, maddi koşullar bağlamında ele alınmalı, kapitalistler için adaletle
emekçiler için adalet farklı düzlemde değerlendirilmelidir. Öğretideki
materyalist boyut, bu şekilde idrak edilecektir.
4.
Ahlakî öğretiden devşirilen materyalist boyut, karşılığını adil ve bağlayıcı
ekonomi uygulamalarında bulacaktır.
5.
İslamî politik ekonomi kritik bir boyutu içerir: o, hâkim politik ekonominin
yol açtığı etki dâhilinde, sömürücü uygulamaları tespit eder.
6.
İslamî politik ekonomi sınıf analizinden yola çıkar ve bu analizi, Müslümanlar
arasında görülen meslekî ayrımlar ve emek temelli bölünme üzerinden yapar.
7.
İslamî politik ekonomi harekete dair bir yön de içerir. Onun yönelimi,
kurumların (ekonominin) güçlendirilmesi değil kesintisiz örgütlenme yönündedir.
Mevcut durumu sınıf temelli analiz eden hareketin amacı, İslamî politik
ekonomiyi mücadelenin ana çerçevesi olarak kurtuluşa yöneltmektir.
İlerici
İslam, gelecekte, İslamî pratiğin materyalist yönünü derinleştirmek için
mücadele verecektir. Bu, kolay bir mücadele olmayacaktır, dolayısıyla bizim
İslamî liberalizmi ve onun dayandığı neoklasik politik ekonomiyi eleştirmeye
devam etmemiz gerekmektedir.
Kur’an
ve Sünnet’in materyalist okumasına ihtiyaç vardır. Aynı tespit, İslamî düşünce
mirası, İslam tarihi ve Müslümanların toplumsal tarihi için de geçerlidir.
Müslümanlar bu okumaları yapmak zorundadırlar. Söz konusu teorik görev,
İslam’daki kurtuluş mesajlarını toplumsal, politik ve ekonomik hareket
üzerinden fiiliyata dökmekle ilgili pratik görevle birlikte ifa edilmelidir.
Münkeri nehyetmek, yeryüzünde zulmü daim ve kaim kılan kapitalizmi nehyetmek
demektir.
Muhammed Fayyadl
27 Ekim 2018
Kaynak
[Bu
makale, 19 Eylül 2016 tarihinde Cakarta’da Şerif Hidayetullah Devlet İslam
Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Siyaset Bilimi Fakültesi’nde düzenlenen
“İslam’ın Politikası Sol mu Sağ mı? İlerici İslam-Liberal İslam Tartışması”
başlıklı tartışmada sunulmuştur.]
Dipnotlar:
[1] Ulil Abshar-Abdalla, “Nabi Muhammad dan Intervensi Pasar” (“Muhammed
Peygamber ve Piyasaya Müdahale”), islamlib.com, 11.08.2015. Bu makale, liberal
Müslümanların kapitalizme yönelik savunularını sistemsel olmayan, dağınık bir
üslup dâhilinde ortaya koyan İslamlib.com sitesindeki diğer birçok makaleden
biridir. Meselesini açık bir biçimde ifade eden bu makalede liberal
Müslümanların politik meselelerle ilgili görüşlerine yer verilmektedir. Örneğin
Lütfü Asyaukaniye ve Guntur Rumli gibi isimler, kapitalistlerin çıkarlarını
savundukları yazılarında, Cakarta’da yoksulların evlerinden atılması gibi
meselelere dair yaklaşımlarını aktarmaktadırlar.
[2]
“Ekonomik özgürlük” ekonomik kazançtan yararlanma özgürlüğünü değil, piyasanın
genişletilmesini ifade eder. Ekonomik kazançtan yararlanma özgürlüğü, uçurumun
derinleşmesiyle birlikte giderek azalmıştır.
[3]
“Baznas: Kendalikan Kesenjangan Turunkan Rasio Gini” (“Baznas: Uçurumun
Kontrolü, Gini Oranının Düşürülmesi”), republika.co.id, 10 Mayıs 2016.
[4]
Basın Açıklaması: FNKSDA (Front Nahdliyin untuk Kedaulatan Sumber Daya Alam/
Nahdliyin Doğal Kaynaklar Egemenliği Cephesi),
[5]
Rifki Ismal Raporu, ‘The Indonesian Islamic Banking’, 2011; aktaran: M. Dawam
Rahardjo, “Arsitektur Ekonomi Islam”, Mizan 2015, s. 54.
[6]
Chibli Mallat, “Menyegarkan “Islam: Kajian Komprehensif Pertama atas Hidup dan
Karya Muhammad Baqir al-Shadr”, Mizan 2001, s. 179.
[7] M. Dawam Rahardjo, Arsitektur Ekonomi Islam, Bab 7.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder