Toplumumuzda
biriken sayısız sorun hakkında tutarlı bir şeyler söylemek, zor bir meseledir,
bu yönde bir adım attığınızda ise genelde karşı taraf, size şunu sorar: “Senin
çözümün ne?”
İnsanlar
hayal kırıklığına uğrarlar ve büyük ölçüde parçası oldukları yapısal soruna
anında cevap bulunmasını isterler. Tüm sorunlara tek seferde çözüm ve tedavi
imkânı sunacak bir cevap konusunda ısrarcı olmak, sorunun yapısal ve sistematik
doğasını görme konusundaki isteksizliği besler. Bu tür bir çözüm ve tedavi
arayışı içerisinde olanlar, esasen sorunları yaratanların sundukları
“çözümler”e bağlanırlar. Neticede bu “çözümler” kesinlikle aşamacı ve reformist
olacaklardır, aksi takdirde, genel gidişatın kendine hizmet eden niteliği, tüm
çıplaklığı ile görünür hâle gelecektir.
“Çözümler”deki
kusurlarla yüzleşmekse duygusal bir tepkiyi tetikler: sonuçta sistemin
kendisini ve ondaki açık kusurları eleştiren kişi, bir bakıma o sistemin
parçası olan kendi varlığını da eleştiriyordur. Demek ki sistemi olduğu gibi
görmeyi reddetmek ve bu konuda duygusal tepkiler ortaya koymak, istismarcı
iktidara yönelik patolojik bağlılığın bir emaresidir. Amerika’da birçok insan,
kapitalist hiyerarşiyi tam da bu sebeple desteklemekte, ona dönük bağlılığını
her daim ispatlamak zorunda kalmaktadır.
Gerçek
çözümse yapısal bir değişikliği içermelidir. İnsanları ehlileştirip yapısal
düzlemde onlara zulmeden, şiddet uygulayan, kendisinden kapitalist düzen
içerisinde tekrar tekrar istifade edilen feodal hiyerarşi, insanlık dışıdır ve
insana düşmandır. Birbirimizle ve çevremizle uyumlu yaşayacaksak, bu tür bir
fikir, savunulması mümkün olmayan bir tür idealizm olarak görülüp kenara
atılmamalıdır.
Kapitalist
Kafes
Uzayın
enginliği ve hayal edilemeyen jeolojik zaman aralığında, ufak bir varlığa
sahibiz, üstelik bu varlık, tüm gezegen üzerindeki bir toz zerresinden bile
küçüktür. Bilinçli varlıklar olarak, bu gizemli madde ve zaman denizinde
olmanın ne anlama geldiğini açıklamak için anlatılar ve teoriler ürettik.
Sosyal organizasyonumuzun ve kendimizi onunla nasıl ilişkilendirdiğimiz
meselesinin merkezinde bu fikirler durmaktadır. Onlar, nesneleri bireyler ve
kolektifler olarak nasıl algıladığımızı fazlasıyla etkilerler. Bu fikirler,
din, tarih, ideoloji, gelenek, mit gibi biçimler alırlar ve kolektif ruhun yanı
sıra bireysel ruhun parçalarını da teşkil ederler.
Bu
fikirlerin topluluk üyeleri tarafından desteklenmesi ve sürdürülmesi gerekir,
çünkü o fikirler, o üyelere onların en önemli çıkarlarına hizmet eden mevcut
toplumsal düzene onay vermek suretiyle hizmet ederler. Yaşamın gizemini saygı
ve huşu ile kabul etmenin yollarını bulduğumuz kolektif tavırlarda bu fikirler,
bize meçhulle uzlaşma yolları sunmalıdır.
Sunuyor
olduklarını söylemek mümkün mü?
Bu
fikirlerin pekiştirildikleri ve fizikî düzlemde toplumsal bir çerçeve olarak
tezahür ettikleri verili toplumsal düzende doğduğumuzda, bu fikirleri
içselleştiririz, toplumsal mekanizmanın bir parçası oluruz ve fikirler
“gerçeklik” hâline gelirler.
Ama
kesin olan şu ki bu “gerçeklik”, maddi anlamda doğası gereği gerçek olandan
biraz farklıdır. “Gerçeklik” olarak algıladığımız şey, toplumsal düzenin
buyrukları tarafından şekillenen madde yorumumuzdur.
Örneğin,
kapitalist bir toplumda bir olgu, maddi gerçeklikten sapabilir, çünkü gerçekte
uzmanlaşmış bir kurum, yönetici sınıfın çıkarlarından etkilenir. Örneğin,
endüstriyel atık, zararsız bir maddeymiş gibi depolanabilir. Kâr, sömürülen ve
yalana boyun eğdirilenlerin hilâfına olacak şekilde elde edildiğinden, yalanın
etkisi ezilenlerin aleyhine olacak şekilde artar. İnsanlar, yanlış bilgilerin
çilesini farklı düzeylerde çekerler. En çok acı çekenler en katı önlemlere tabi
tutulurlarken, sömürenler ve ezenler, maddi zorluklara karşı koyma konusunda
gerekli teçhizata sahip olurlar, bir yandan da alınacak tedbirleri kendi
ihtiyaçları doğrultusunda değiştirirler.
Çetrefilli
olguları idrak etmek için uzmanlara ait görüşlere ihtiyaç duyulacağından,
kapitalizm koşullarında toplumsal kurumlar, her daim başarısız olma riskiyle
yüzleşirler. Lafı daha fazla dinlenen insanlar, olguları da hâkimiyetleri
altında tutarlar, zira halk, olguları incelemek için gerekli vakte ve
kaynaklara sahip değildir. Sesini daha fazla dinletenin görüşü, kendisine
ilerleyecek kanallar illaki bulur. Ekonomi sahasında işlemekte olan hiyerarşi,
gerçeği doğru bir şekilde anlaması gerekenlerin ellerinin kollarının
bağlanmasını sağlar.
Bugün
söz konusu mekanizma, dikine işlemektedir. Yanlış algılanan gerçekler ve
olgular, farklı kurumları farklı şekilde etkilerler. Özel çıkarların çarpıttığı
bir gerçek, kurumlar arasında çatışmalar yaratır. Bu da insanlar arasında
çatışmalara yol açar. Bununla birlikte, ayrışmaların derecesi, egemen sınıfın
düzeyine yaklaştıkça giderek daralır, burada yalan, zaten zengin ve güçlü
insanlara daha geniş yararlar sunar, çünkü bu insanlar, kendilerine hizmet
edecek olan “gerçekliğin” oluşturulması noktasında tüm paralı kurumlara erişim
imkânına sahiptirler. Tehlikeli politika, tehlikeli madde, tehlikeli uygulama
vs. onlardan uzak durmak için gerekli araçlardan yoksun olanları etkilerken, bu
insanlar, muktedir sınıf için kazançlı iş planlarını yürürlüğe koyma sürecinin
parçası olurlar.
Yalan,
birkaç önemli gelişmeyi tetikler. İlk olarak, muktedir sınıf, kapitalist
hiyerarşinin korunması noktasında başarılı olur ve/veya sömürü ile boyun
eğdirme pratiklerinden kâr elde etmeyi bilir. İkinci olarak, yalan ezilenleri
böler. Üçüncü olarak yalan, insanları maddi gerçekliğe nispetle kendileriyle,
birbirleriyle ve doğayla ilişki kurma yeteneğinden mahrum bırakan, o yalanın
üzerini örtecek daha fazla yalana ihtiyaç duyar. Mevcut dinamik, birçok yönden
kendini tekrar eder; yanlış bilgi, dezenformasyon ve propagandanın gerçeklerle
birleştiği, insanların geri kalanı bölünürken, kafaları karışırken ve
güçsüzleştirilirken, kurumlar yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet etmek için
manipüle edilirken, sahte bir gerçeklik yaratır.
ABD'nin
Kurucu Babaları, ABD hükümeti içinde “güçler ayrılığı”nı tesis ettiklerinde,
muhtemelen bu mekanizmayı çok iyi biliyorlardı. Bu ayrılık, pratikte
mekanizmayı kurumsallaştırdı, halk hükümetin tüm odalarına girme hakkı bulunan
muktedir sınıf eliyle kontrol edildi ve halkın çıkarlarının karşısına o
muktedir sınıfın çıkarları konuldu.
Bazı
“muhalifler” ve “topluluk aktivistleri” kadar paralı sosyal kurumlar da
kapitalist hiyerarşinin çok önemli bir parçası olarak iş görebilirler,
niyetlerinden bağımsız olarak, sistemi sürdürürler ve onu daimi kılarlar. Bu
süreç üç yoldan ilerler:
1.
Yalnızca suç pratiklerine işaret edip sömürü mekanizmasını tanımayı reddederek
muktedir sınıfın amaçlarını açıklama görevini ihmal edenler, insanları
gerçekten kopartırlar.
2.
Kapitalist hiyerarşi içinde yapısal sömürü mekanizmasını görmeyi reddedenler,
muktedir sınıfa hizmet ederler, bir yandan da kendi konumlarını en alttaki
insanlar hilâfına olacak şekilde muhafaza ederler.
3.
Yalanları görmeyenler veya pratikte onları yineleyenler, sosyal kurumların
güvenilirliğini ve bütünlüğünü yok ederken, gerçeklerin kapitalist çerçeveye
tabi kılınmasına yardımcı olurlar, toplumsal ilişkilerin istikrarsızlaşmasına
yol açarak bizi yalanlara ve manipülasyonlara daha duyarlı hâle getirirler.
Hareket kabiliyeti sıfırlanmış olan devlet, bu düzlemde kurumların
özelleştirilmesi noktasında kullanılır ki bu da insanlığın ve doğanın kapsamlı
bir biçimde ehlileştirilmesiyle sonuçlanır.
Bunlar,
kapitalist hiyerarşi içindeki görünüşte kurucu toplumsal dinamiklerin
kapitalist hiyerarşiyi desteklemek için nasıl işleyebileceğine dair birkaç
örnektir. İnsanların uzmanlarla teçhizatlanmış, birlik içerisindeki kapitalist
hiyerarşinin doğasını gerçek anlamda idrak edebilmeleriyle ilgili ihtimal ve bu
ihtimalin yol açtığı risk gerçektir, çünkü dünya genelinde sosyalist devrime
işaret eden gelişmeler yaşanmaktadır. Kapitalist kurumlar, kendilerine hizmet
eden toplumsal yapıyı sürdürürken, kapitalist çerçeveye temel bir tehdit teşkil
etmeyen insanları tek tek seçip bünyesine katar.
Kapitalizmdeki
Asalaklık Eğilimi
Bazıları,
madem sistem bu kadar faşist ve acımasız, neden “muhaliflerin” toplumsal yapı
içerisinde bir rol oynamasına izin vereceğini merak edebilir. Bunun sebebi,
emirleri, kararnameleri ve katı kuralları olan otoriter bir yapının ve bunların
cezalandırıcı sonuçlarının, kendisini ayakta tutmak için aktif toplumsal
ilişkileri geliştiremiyor oluşudur. İnsan zihni, bu koşullar altında
yaratıcılık potansiyelini açığa çıkartamaz.
Kapitalist
hiyerarşi için kafesin içerisinde hareket etme noktasında gerekli özgürlük bir
şekilde bahşedilir. Ayrıca, kendi çerçevesi içinde bir dereceye kadar
“özgürlüğe” izin vermeden, bazı insanlar, toplumsal yapı içinde sisteme tehdit
oluşturabilecek gerçek bir özgürlük duygusuna sahip topluluklar kurabilirler.
Bu nedenle, kapitalist çerçeve dâhilinde güvenlik ve özgürlük yanılsamasına
belli ölçüde izin verilir. Bu ortamda insanlar yaratıcı faaliyetlerde
bulunurlar, fikir ve ürünleri takas ederler, gündelik rutin çalışmalarını
yürütürler. Bu çalışmalarsa, sınırların kapitalist çerçeveyi devam ettirecek
şekilde belirlenmesini sağlayan paralı toplumsal kurumlar tarafından
yönlendirilirler. Devlet kurumları, medya, kültür kuruluşları, STK'lar vb.
halkın mevcut çerçeve dâhilinde ehlileştirilmesini sağlama noktasında önemli
roller oynarlar.
Bu
organizasyonların rolleri, kapitalist hiyerarşinin anbean sürdürülmesine
odaklanır. Ama aynı zamanda, mevcut yapı içerisinde “krizler”i kabul edilir
kılıp onları belirli bir şekle sokarlar. Burada amaç, kaçınılması mümkün
olmayan ve belli aralıklarla gerçekleşen yapısal ekonomik gerilemelerle
mücadelede sömürü ve zulüm pratiklerinin yönünü değiştirmek ve insanlıkla
doğanın sömürgeleştirilmesi sürecini temellendirmeye devam etmektir.
Kapitalist
hegemonyaya meydan okuyan bir ülke, o ülkenin halkına bomba yağdırılmadan önce
“insanlık için ölümcül bir tehdit” olarak adlandırılabilir. Bazı ülkelerdeki
nüfus artışı, onlara karşı çeşitli sömürgeci önlemler uygulanmazdan önce,
“nüfus bombası” olarak adlandırılabilir. Kâr üreten ve kapitalist çerçeveyi
genişletmeye katkı sunan, kanser salgını, uyuşturucu salgını, kitlelerin hapse
tıkılması gibi meseleler, ne kadar büyük olursa olsunlar, kapitalist
hiyerarşinin daimi kılınması için mücadele edilecek birer unsur hâline gelene
dek göz ardı edilirler veya normalleştirilirler.
Bununla
birlikte, egemen sınıfın herkes için görünmez hapishane inşa etme çabalarına
rağmen, yaratıcı enerjimiz, ara sıra da olsa kapitalist tahakkümün koyduğu
yapay sınırları aşma imkânı bulur. Bu noktada kimi bireyler, daha geniş bir
nüfusun desteğini almayı başarabilirler. Ne var ki bu kişiler, medyanın
hakaretine maruz kalırlar, toplumsal kurumların saldırılarıyla yüzleşirler,
hatta devlet kurumlarınca öldürülürler. Korku unsuru, yaratıcı enerjimizin
kapitalist kafesin ötesine geçmesine mani olma noktasında çok önemlidir.
Meçhule
dair korku, türümüzün başlangıcından beri bizim algımızın temel bir unsuru
olagelmiştir. Kendimizi ve çevremizi anlama çabalarımızın kaynağı, korkudur.
Doğa ve maneviyat gibi hususlara yönelik hürmetimiz, korkunun sahip olduğu
gizemden ve tahayyül edilemeyen derinliğinden kaynaklanır. Servet biriktirme
pratiğinin ve anlayışının hâkim hâle gelmesiyle birlikte meçhule dair korku,
kaba güçle yüzleşmiştir. Kapitalistler, vahşi yaşamlarla ve karmaşık
sistemleriyle dolu, el değmemiş bir ormanı yok ettiklerinde, meçhule yönelik
korkuyu da silerler, bir yandan da doğal ortamı yok edip onu
sömürgeleştirirler. Kapitalistler, kültürleri ve gelenekleri ortadan kaldırıp
onları kapitalist pazarla ikame ettiklerinde, Para Tanrısı’ymış gibi hareket
etmek adına, silemedikleri şeyleri yok ederler.
Korku
Tohumlarının Ekilmesi
Koruma
meselesi, halkların gündemine bir tür şantaj olarak gelir. Söz konusu program
en iyi, o şantajı yapan güç, tam da sizin uzak durmak istediğiniz şiddeti
uygulama becerisini ortaya koyduğunda işe yarar. 11 Eylül, bu türden bir
karanlık pazarlama stratejisinin ürünüdür.
Bize
nelerin yaşandığı anlatılıyor ve buna göre düşünmemiz söyleniyor. Fakat bariz
tutarsızlıklar var ortada: Hava Kuvvetleri kaçırılan uçaklara müdahale etmedi,
şüpheli bir tutum dâhilinde, istihbarat teşkilatları, saldırıdan önce
korsanlara karşı eyleme geçmediler, birçok tanık, 11 Eylül’de yıkılan binalarda
bombaların patladığını söyledi, eldeki başka kanıtlara bakılırsa 11 Eylül
saldırısı, halkın yurttaşlık haklarını ve yasal haklarını ortadan kaldırıp
Ortadoğu’ya karşı bir dizi sömürgeci savaşı başlatmak için gerekliydi. Otorite,
sanki "bu konuda elinden ne gelir?” dermişçesine, bu hususları inkâr
etmiyor. Bize “ya bizimle birliktesin ya bize karşısın” deniliyor.
11
Eylül, imparatorluk için sömürgeciliğin, korporatizmin ve militarizmin temel
gerekçesi hâline geldi. Batı’nın kapitalist hegemonyasına meydan okuyan ülkeler
yok edildiler. Buna karşı çıkan insanlar alaya alındı, dışlandı, hapse atıldı
veya öldürüldüler.
Devlet
politikalarının bariz tutarsızlıkları temelde korkuya dönüşür ve bu da emperyal
koruma şantajının devreye sokulması ihtimalini artırır. Ne de olsa
imparatorluk, dünya çapında 800 kadar askerî üs ve çok sayıda kitle imha silahı
ile donanmış bir güçtür.
Mutlak
şiddetin mantığı ve insanlığı ayaklar altına alan gücü, ABD imparatorluğunun
özü olan zenginliğin ve gücün tezahürüdür: O öz ise insanlara yedi yirmi dört
zor uygulayan feodal hiyerarşiyi teşkil etmektedir.
ABD
imparatorluğu, otoriteye baskıcı tedbirleri dayatması konusunda açık çek
sunduğu koşullarda, halk kendi toprağına bahsi dahi edilmeyen korku tohumları
eker. Bu konuda sayısız örnek verilebilir. Önemli simalara suikast
düzenlenmesi, buna bir örnektir.[1] Bu ve diğer olaylara bir de istihbarat
kurumlarının bu tür olayların gerçekten meydana gelebileceğini doğrulayan
açıklamalarındaki eylemler de eklenmelidir. Bu tür olaylar, halkın tüm o yıkıcı
niteliğiyle mevcut sistemi sorgulamasına mani olmayı bugün de sürdürmektedir.
Kapitalizm, kendisini Para Tanrısı olarak teşkil ederken, meçhule yönelik
korkumuzu sömürgeleştirir, onu kendi çıkarı için kullanır.
Covid-19
Tıpkı
grip mevsiminde ara sıra okulların kapatılmasında olduğu gibi, hastalanmaktan
kaçınmak için alınan temel sağlık önlemleri ve savunmasız kişilerin korunması
türünden virüs riskine yönelik önlemler meşrudurlar ve mantığa uygundurlar.
Fakat
bugün toplumun, baskıcı sansür önlemlerine, toplanmaya yönelik yasaklara,
toplulukların dağıtılmasına, insan haklarının kısıtlanmasına ve muktedir sınıf
için kâr sağlayıcı fırsatlar yaratılmasına dönük yollar dâhilinde
yapılandırıldığı gerçeğini görmek, bu konuda ciddi sorular yöneltmek
gerekmektedir.
Bilhassa
“yeni virüs”ün bilim insanlarınca pek de o kadar yeni olmadığının ortaya
konduğu[2], virüsün söylendiği kadar öldürücü olmadığından bahsedildiği[3]
koşullarda bu tür sorular zaruridir.
Covid-19
sebebiyle insanlar evlere tıkılırken, zenginler ve muktedirler için kurtarma
paketleri hazırlanmakta, onlara ekonomik fırsatlar sunulmakta, “kurtarılmaları”
yönünde politik kararlar alınmakta, zenginler milyarlarına milyarlar katmakta,
ama öte yandan fakirler, neoliberalizmin yeniden yapılandırma çalışmalarının
ağır yükünü omuzlamakta, işlerini kaybetmekte, işçiler haklarından mahrum
kalmakta, hukukî hakları ve insan hakları konusunda önemli sorunlarla
yüzleşmektedirler.[4]
Covid
önlemleri, tam da koruma şantajı üzerine kurulu programın yürürlüğe girdiği
dönemde gündeme geldi. Tıpkı 11 Eylül veya JFK suikastının geride, olayların
ekonomik projelerin iletilmesinde çok önemli olduğunu gösteren çok sayıda inkâr
edilemez kanıt bırakmış olmasında olduğu gibi, Covid paniği de bir finansal
çıkarlar ağı bağlamına denk düşüyor.[5]
Dünya
Ekonomi Forumu, Dünya Sağlık Örgütü, Bill & Melinda Gates Vakfı, muhtelif
önde gelen STK’lar, devlet kurumları ve devasa şirketler türünden güçlü
kurumsal ve askerî bağlara sahip büyük uluslararası yapılar arasındaki çıkar
çatışmaları, bize sunulan yanlış ve eksik bilgilerde ve önemli kanıtlarda
karşılık buluyor. Halksa, bu bilgiler üzerinden, önlemlere kayıtsız şartsız
uyum göstermek gerektiğini düşünüyor.
Bu
koşullarda virüsle ilgili gerçekler, bu bilgilerdeki tutarsızlıklar ve sorulan
diğer sorular, zihinlerde şüphe uyandırıyor. Bu şüphe, sizi koruduğunu iddia
edenlerin aslında acı ve ıstırabın sebebi olma ihtimalini düşünmenizi sağlıyor.
Bugün
insanlar, kimlikleriyle ilgili yıkıcı bir krizle karşı karşıyalar ki bu kriz,
esasen bilişsel düzlemde yaşanan uyumsuzlukla alakalı. Hiçbir gerçek, onların
konumlarını değiştirmiyor. Aslında insanlar ne kadar çok şey bilirlerse, o
kadar çok korkuyorlar ve Covid salgını konusunda devletin dayattığı
yaptırımlara daha fazla uyum gösteriyorlar.
Germafobi
Obsesif
kompülsif davranış, bir kontrol hissine kavuşmak isteyende ortaya çıkar. Bu
davranış, fizikî düzlemde sağlıklı bireyleri, vücutlarının belirli kısımlarını
ve çevrelerini düzenli olarak temizlemeye mecbur eder, öyle ki bu eylemleri
günlük yaşamlarına galebe çalar. Eylemin kendisi tümüyle psikolojiktir ve
ritüel olarak icra edilir. Germafoblar, rasyonel, sıhhi veya sağlıklı
değildirler. Bu durum, tekrar tekrar giyilen maskeler, ayrıca sokakta yürürken
maske takan ama kapalı bir restoranda yemek yemek amacıyla masasına oturduğunda
o maskeyi hemen çıkartan kişiler için de geçerlidir.
Mantık
ve akıl, sistem hakkındaki nihai gerçekle ve sistemdeki kendi konumlarıyla
yüzleşmekten kaçmak için arınma ritüellerine girenler için önemli hususlar
değildir. Sosyal mesafe, maske ve kalabalık ortamlarda bulunmamak gibi ritüel
hâlini almış davranışlar, sistem tarafından belirlenmiş davranışlardır.
Önlemler virüs riskini azaltmada etkili olmasa ve önlemlerin zararlı etkileri
virüsün sözde ölümcüllüğünü aşsa bile, itaat ve kayıtsızlık zaruridir.[6]
İnsanların
davranışları günlük tekrarlar dâhilinde alışkanlık hâline gelirken, bu
davranışlara eşlik eden sloganlar halkın ruhuna sinerler. Taciz ve acı korkusu,
ritüeller dâhilinde ele alındığı ölçüde, bilinçaltına itilir. Polis memurları
tarafından vurulan siyahların, devletin gizli bilgilerini ifşa eden, bu sebeple
hapse atılan kişilerin görüntüleri, herkesin maskelerini taktığı koşullarda
silinip gider.
Kapitalizm,
en savunmasız insanların iliğini sömürüyor, bunun sebebi, ona tabi olan halkın
kendi konumunu korumaya çalışmayı sürdürmesidir. Görünüşte zeki olan kişiler,
birden zihinlerini bloke ediyorlar ve sistemin yüzünü kendilerine çevirip
kulaklarına “bu konuda ne yapabilirsin ki?” dediği noktada, ekonomik gasp ve
dışlama üzerine kurulu yapısal mekanizmayı göremiyorlar. Ama gene de halk,
temelsiz resmi anlatılara yüzü dahi kızarmadan destek sunduğu durumda,
kapitalist hiyerarşinin varlığı görünür hâle geliyor. Bu noktada “Irak'taki
kitle imha silahları insanlığa karşı en büyük tehdittir”, “Şehirlerde azınlık
çocukları, dize getirilmesi gereken yıkıcı unsurlardır”, “Ruslar geliyor”,
“Ölümcül bir salgın çaldı kapımızı” türünden yalanlar söyleniyor. Neden? Çünkü
insanların, kendi hâkimiyet anlayışı dâhilinde insanları öldüren, tecavüz eden,
çalıp çırpan, dünya genelinde sekiz yüz kadar askerî üssü bulunan, köle sahibi
sömürgecilerce kurulmuş bir ülkenin pratikte özgürlüğü savunduğuna inanmaları
isteniyor. Para Tanrısı, her yana korku salıyor.
Tüm
bunlar olurken, sürece uyum göstermeyenler dışlanıyor, kendi kabuklarına
çekilmeye zorlanıyor. Mevcutta dinamik, şirketlerin teşkil ettikleri politik
çerçeve dâhilinde işliyor. Bu süreçte ABD’deki emperyalizm yanlısı iki politik
partinin hâkim olduğu “demokrasi”ye dair yanılsama, sürekli besleniyor.
Partilerin çekirdek unsurları, halka anlatılacak hikâyeler kaleme alıyorlar.
Alınacak konumlar belirleniyor. O konuma karşı iseniz üzerinize çamur
sıçratılıyor. Sonuçta ABD başkanlık seçimi denilen, artık ritüel hâlini almış
kavgayı seyreder buluyorsunuz kendinizi. Zeki insanlara, para ve şiddet üzerine
kurulu feodal hiyerarşiyi daimi kılan iki emperyalizm yanlısı parti arasında
cereyan eden gladyatör dövüşünü seyredip alkış tutmak kalıyor. Sizi ezilen insanları
kurtarmak için oy vermeye çağıranların çığlıkları, sömürgeciliğin açık
hedefiyle uyumludur.
Aslında
insanlar, “düşman ülkeler”deki insanları öldürecek hükümet için oy
kullanıyorlar. Seçimde, çocukları kafeslere koyan, göçmenleri hapse tıkan
hükümeti belirliyorlar. Suç işlememiş insanları parmaklıklar ardına gönderecek
hükümeti tespit ediyorlar. Deri rengi yüzünden insanları öldürecek hükümeti
seçiyorlar. Ezilenleri kurtarma iddiasındaki insanların oy kullanmıyor olması
gerekiyor. Bu insanlar oy kullanmamalı, zira kendi kaderini tayin etmek adına
gerekli seçimi yapacak olan, asli kurtarıcı olarak Amerikan halkının
kendisidir. ABD’de şirketlerin yönlendirdiği siyaset, Para Tanrısı için gerekli
temel ritüelleri belirlemekten ibarettir.
Genel
olarak bilgili ve meselelerin farkında olan muhalifler, aktivistler ve
diğerleri bile, yukarıda aktarılan sebeplere bağlı olarak, virüsün
öldürücülüğünü, maske takmanın etkili olup olmadığını, çeşitli izolasyon
önlemlerinin geçerliliğini vs. sorguladıkları için yoldaşlarına saldırdılar.
Bununla birlikte, çeşitli türden faşist ideolojilere bağlı olanların da
pratikte kendilerini devletin kısıtlayıcı önlemleriyle uyumlu hâle
getirdiklerini belirtmek gerekiyor. Bu insanlar için kapitalist hiyerarşinin yapısal
sonuçları ve aldatmacaları herhangi bir sorun teşkil etmiyor. Neticede “kriz”
zamanlarında anti-kapitalist ve anti-emperyalist hareketi ortadan kaldırma
noktasında faşizm, her daim işe yarayan bir silâh.
Emperyalizm,
bizi uygun ve uyumlu biri olmaya zorluyor, üstelik bu işi yedi yirmi dört
yapıyor. Yarattığı girdaba müesses nizama rıza gösterenleri çekiyor. Kast
düzeninin belirli katmanlarında varolabilmeyi amaç edinmiş olan insanlar,
mecburen hiyerarşinin muhtelif katlarında bir araya geliyorlar. Onların
değerleri, inançları ve kuralları kapitalist çerçeve dâhilinde inşa edilmiş ve
tümüyle o kişileri korumak için var. Hiyerarşiye rıza göstermeyen, aşağıdaki
veya yukarıdaki düşmanlarına karşı çıkıyorlar. Otoriterlik, anti-kapitalistleri
ve anti-emperyalistleri ortadan kaldırıyor. Hiyerarşide belirli bir konumda
kalsın diye her bir katta varolması gereken toplumsal ağlar, otoriteye boyun
eğiyorlar. Emperyalizm, hiyerarşinin her katına sızıyor.
İnsanlar,
bağımlılık, takıntı, depresyon, öfke ve intihar düşüncesi ile yüklü hâl ile baş
edebilmek için patolojik açıdan kimi yollara yöneldiler. Henüz reşit olmayan
insanlar arasında akıl sağlığı sorunları hızla arttı. Tabii bu tür meseleler,
müesses nizamın gündemine asla gelmiyor.
Ama
öte yandan maske takmayı reddedenlerin “psikopat” oldukları söyleniyor. Eskiden
malikâneden kaçan kölelerde bir tür ruhsal bozukluk olarak drapetomani (evden
kaçma hastalığı) bulunduğu iddia edilirdi ya da cinsel ayrımcılığın her türden
çilesini çeken ve bu hâle artık tahammül edemeyen kadınlarda histeri olduğu
söylenirdi.
Otoriter
hiyerarşi, zihinleri sürekli öğrenilmiş çaresizliğin büyüsüne teslim ediyor.
Bazıları, her türden seçeneği reddeden bir sinizme yöneliyor. İstismarın ve
ihmalin acısı, çocukları istismar ediliyor oluşu bir tür savunma mekanizması
dâhilinde içselleştirmeye itiyor. Çocuklar, travmaları aşmak için ruhsal
âlemlerinde istismarcılarla muhabbet kurmak durumunda kalıyorlar. Bu süreçte
onlar, kapitalist hiyerarşide başkalarına acı veren kişiler hâline geliyorlar.
Para
Tanrısı, psikolojik düzeyde itaat edenleri sömürgeleştirirken, meydan
okuyanları yok ediyor.
İnsanları
uyumlu bir şekilde birbirine bağlamaya yardımcı olan, doğal yoldan
geliştirilmiş topluluklar, Covid tedbirleri üzerinden bölünüyor, hükümsüz
kılınıyor, kapitalist çerçeveye teslim ediliyor. Covid tedbirleri, insanları
bir yandan samimiyet, iletişim, organizasyon gibi araçları ortadan kaldırmak
suretiyle birbirine yabancı kılarken, bir yandan da alınıp satılan verilere
dönüştürüp dijitalleştiriyor. “Yeni normal”in kahrını kendine kapalı cemaatleri
içerisinde çekebilenlere ise sanat ve doğayı takdir etmek, ayrıca distopik bir
şimdide kurulan hayal dünyasına çekilmek için gerekli zaman lütfediliyor, ama
bu, insanların zorbalığın yapısal hâle geldiği rejimlerde alınan katı tedbirler
dâhilinde ehlileştirilmesi pahasına gerçekleşebiliyor.
Bu
süreçte doktor ziyaretleri, kâr getiren çevrimiçi sohbetlere dönüşüyor. Eğitim,
paylaşımın karmaşıklığı ve yaratıcı arayıştaki derinlik olmaksızın, dijital
beyin yıkama faaliyeti hâlini alıyor. Toplumsal değerleri besleyebilen küçük
işletmeler, yerlerini emperyal değerlere sahip küresel şirketlere bırakıyorlar.
Baskıcı tedbirler, esas olarak ezilenlere odaklanıyor. Sağlık hizmetlerinden
yoksun olmanın, zayıflamış bağışıklığın ve hüküm süren sağlık sorunlarının
sonucunda ezilenleri eve kapatmayla alakalı tedbirler daha fazla uygulanıyor,
onların çektikleri çileler, daha fazla finansa dair bir mesele hâlini alıyor.
Kapitalizm:
Geceleri Seri Kundakçı, Gündüz Cesur İtfaiyeci
Dünya
Ekonomi Forumu başkanı Klaus Schwab şunları söylüyor:
“Covid-19 salgını
sebebiyle uygulanan karantina tedbirleri zamanla kademeli olarak hafifletilse
de dünyanın toplumsal ve ekonomik beklentileriyle ilgili endişe, azalmak şöyle
dursun, giderek artıyor. Zira endişelenmek için iyi bir neden var: Ani ekonomik
gerileme süreci çoktan başladı, neticede bugün otuzlardan beri görülen en kötü
bunalımla karşı karşıya olabiliriz. Ancak, bu sonuç muhtemel olsa da,
kaçınılmaz değildir. Daha iyi bir sonuca ulaşmak için dünya, eğitimden toplum
sözleşmelerine ve çalışma koşullarına kadar toplumlarımızın ve ekonomilerimizin
tüm yönlerini yenilemek için ortak ve hızlı hareket etmek zorunda. Bu sürece
ABD’den Çin’e her ülke dâhil olmalı, petrol ve gazdan teknolojiye tüm endüstri
kolları dönüştürülmelidir. Kısacası, bizim kapitalizmin ‘Büyük Sıfırlanması’na
ihtiyacımız var.”
Bağımsız
araştırmacı Cory Morningstar ise şu tespitleri yapıyor:
“Schwab, Covid-19 krizini
dördüncü sanayi devrimi teknolojileri için bir dönüm noktası olarak
nitelendiriyor. İnsanların dikkati, endişelendirmek ve uyumu temin etmek için
sürekli hakkında ikazlarda bulunulan maskeler ve Covid pozitif vakaları
yüzünden dağılırken, iktidar, dünya genelinde gerçek zamanlı olarak konsolide
ediliyor. Dünya Ekonomi Forumu kurucusu ve CEO’su Klaus Schwab, iktidara bağlı
seçkinlere hizmet eden bir isim olarak, yeni bir ‘küresel yönetişim’le
desteklenen ‘yeni bir küresel mimari’ geliştiriyor. 18 Mayıs 2018’de Dünya
Bankası’nın ortakları, Birleşmiş Milletler’de bir araya gelerek bu hususu
tartışıyorlar. 13 Haziran 2019’da Dünya Ekonomi Forumu’nun ortakları BM’de
toplanıyorlar. 18 Ekim 2019’da Dünya Ekonomi Forumu ve Bill & Melinda Gates
Vakfı ortaklığında kurulan Johns Hopkins Sağlığın Güvenliği Merkezi, hayali bir
koronavirüs salgını modeli oluşturuyor. Yaklaşık beş ay sonra, 11 Mart 2020’de
Dünya Ekonomi Forumu, Dünya Sağlık Örgütü ile birlikte Covid Eylem Platformu’nu
yürürlüğe koyuyor. Bu platform, dünyadaki iki yüzü aşkın en güçlü şirketin
meydana getirdiği bir koalisyon. (6 Mayıs 2020 itibarıyla bu sayı 1.106’ya
çıkıyor.) Aynı gün, yani 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü Covid-19’u pandemi
olarak tasnif ediyor.
26 Mart 2020’de, Covid-19
sebebiyle okullar kapanıyor. Bu gelişme, dünyadaki öğrencilerin yüzde 87’sini
etkiliyor. Dördüncü Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi doğrultusunda piyasaları
birleştirmeye dönük adımlarla birlikte, dünya genelinde dördüncü sanayi devrimi
uyarınca eğitimin dijitalleşmesi meselesi gündeme geliyor. Bu geçiş sürecini
hızlandırmak amacıyla Küresel Eğitim Koalisyonu’nun kuruluşu ilân ediliyor.
Koalisyonun kurucu ortakları arasında Microsoft, Google ve Facebook bulunuyor.
BBC, McKinsey, IBM, Johns Hopkins Eğitim Politikası Enstitüsü ve Dünya Eğitim
İçin İş Dünyası Koalisyonu, diğer ortaklar. Çocukların bu geçiş süreciyle
birlikte metalaşması, birer veriye dönüşmesi öngörülüyor. ‘Sürdürülebilir
kalkınma hedefi’ denilen, Dünya Ekonomi Forumu’nun savunduğu yeni piyasa,
çocuklara ait verilerin izlenmesi ve onların insan sermayesi olarak birer
ekonomik varlık hâline gelmeleri üzerine kurulu.”
Winter
Oak,
Klaus Schwab’ın dünya görüşünü açıktan “faşist” olarak tanımlıyor ve Covid-19
salgınının “büyük faşist sıfırlama”yı gerçekleştirmeye nasıl yardımcı
olabileceğini anlatıyor:
“21. yüzyıl faşizmi,
insanlığı açıktan otoriter bir dizi yol üzerinden, kapitalizme uyacak şekilde
yeniden şekillendirme denilen asli projeyi sürdürmek için farklı siyasi
biçimler keşfetti.
Bu yeni faşizm, bugün
küresel yönetişim, biyogüvenlik, ‘Yeni Normal’, ‘Doğa için Yeni Düzen’ ve
‘Dördüncü Sanayi Devrimi’ kisvesi altında gelişiyor.”
Küresel
kapitalizmi yöneten seçkinler, salgının ilk günlerinden beri ‘paniğin neden
olduğu şoktan yararlanmak’ için ellerinden geleni yapıyorlar ve bize, salgının
başladığı ilk günden beri, anlaşılmaz bir nedenden ötürü, hayatımızda hiçbir
şeyin aynı olamayacağını söylüyorlar.
Schwab
ve Malleret, virüsün “hafif” olduğunu kabul etmelerine karşın, Yeni Normal’i
kullanma konusunda gayet istekli.
Sürekli
“Bu, geleceğimizi tayin edecek moment” deyip duruyorlar. “Birçok şey sonsuza
dek değişecek. Yeni bir dünya kurulacak” diyorlar. Onlara göre Covid-19’un yol
açtığı altüst, yıllarca, muhtemelen birkaç nesli içine alacak şekilde sürecek.
“Birçoğumuz, işlerin ne zaman normale döneceğini düşünüp duruyoruz. Bu soruya
net ve kısa bir cevap vermek mümkün: hiçbir zaman!”
Tarihçi
Luciana Bohne, Facebook duvarında şunları söylüyor:
“Dünya Bankası’nın
ağzından kaygı verici sözler dökülüyor. Dediklerine göre Covid salgını sonrası
‘farklı bir ekonomimiz’ olacak. ‘Farklı’dan kasıt, ‘yeni işletmeler ve
sektörler’. Bu insanlar, ‘eskilerin iflas edeceğini veya tekellerin eline
geçeceğini’ söylüyorlar. Dolaylı olarak şunu diyorlar: ‘İşlerinizi
kaybedeceksiniz, bir vasfınız, yeteneğiniz olmadığı için yeni sektörlerde iş
bulamayacaksınız.’ Bu noktada Covid’i suçluyorlar, oysa suçlu, eski ekonomi.
Almanya gibi yerlerde sıfır büyüme gösteren ekonomiler, salgından çok önce
kapıya kilit vurmuşlardı zaten. Birçok Batı ülkesinde ekonomi, kabul edilebilir
asgari eşik olarak yüzde üçlük sınırın altına düşmüştü. Dolayısıyla ekonomiyi
Covid öldürmedi. Onlar duvara tosladı, sıfırı tüketti, şimdi de ekonomiyi
yeniden yapılandırdıklarını, küçülttüklerini söylüyorlar. Esasen bu, steroidli
neoliberalizm. Böyle bir şey mümkünse tabii. Fakat onlar, mümkün olduğunu
düşünüyorlar.
Covid ile birlikte
kalkınma sürecinde ve yoksulluğun azaltılmasına ilişkin girişimlerde yaşanan bu
önemli başarısızlık hâlinden kurtulmak için ülkelerin Covid sonrası dönemde
oluşacak farklı ekonomiye hazırlanmaları, bu noktada sermayenin, emeğin, becerilerin
ve inovasyonun yeni işletmelere ve sektörlere yönelmesine izin vermeleri
gerekiyor. Dünya Bankası’nın Ekim 2020 tarihli raporu bunları söylüyor.”
Geçmişte
ABD hükümetinin, insanları yoksulluğa, şiddete, uyuşturucu salgınına mahkûm
ederek toplulukları, sırf onların evini yıkan, evlatlarını hapse tıkan,
katleden, malını mülkünü çalan “çözüm girişimleri”ni uygulamaya koymak adına,
yok etmeye giriştiğini gördük.
Batılı
hükümetlerin yaptırımlar, sırf birileri gitsin, birileri kendi insanını
öldürsün, Batılı kapitalist hegemonya askerî güçle korunsun diye, ekonomik
ambargo, propaganda kampanyaları ve vekâlet savaşları ile ülkeleri
istikrarsızlaştırmaya giriştiklerine tanık olduk.
Covid-19
süresince yaşanan olaylar, ders kitaplarında aktarılan ana güzergâhı takip
ediyor. Kapitalizmde korku, kriz ve ekonomik saldırılar, hep birlikte, daha
fazla sömürü ve teslimiyet için gerekli koşulları oluşturmak için kullanılıyor.
Virüs
önlemlerinin aciliyetinin ve bu önlemlerdeki baskıcı yönlerin imparatorluk
içinde ve dışında “düşman”a karşı şiddet içeren stratejileri, doğaya karşı
kurumsal çevreci planları, dijitalleştirilmiş toplumsal ilişkilerin
metalaştırılmasını ve ezilen halkların finans güçlerine kulluğunu
perçinleyeceği, güçlü bir dille ifade edilmelidir.
Yağmacılığın
insanî ve çevresel maliyetleri çok büyük olacak. Çeşitli bağımsız gazeteciler
tarafından anlatılan planlar, maddi gerçeklikten yoksun bu tahakküm
hayallerinin ne kadar tehlikeli olabileceğini ortaya koyuyorlar.
Bugün
pratikte, insanlığın ve doğanın kapitalizm eliyle sömürgeleştirilmesine dönük
adımlara, algoritma, makineler ve yapay zekâdan oluşan bir yapıyı insanlığın ve
doğanın yerine ikame etmeye dönük girişimler eşlik ediyor. Nihayetinde
toplumsal ilişkilerin ve paranın dijitalleştirilmesi, kapitalist nizamın
insanların davranışlarını kontrol altına almasını sağlıyor. Aynı şekilde
kapitalist hiyerarşi de insanların davranışlarını ekonomik yapısal zorbalıkla
kontrol ediyor (Bu noktada Alison McDowell’ın aşağıda anılan araştırmasına
bakılabilir.). İnsanlar atomize oluyor, metalaştırılmış birer veri olarak
ayrıştırılan insanlar, ilişki kuramadıkları zemin dâhilinde kontrol altına
alınıyorlar, ılımlılaştırılıyor, sağılıyorlar.[7]
“İyi
Amerikalılar”
Amerikan
halkı, “Amerikalı” olmak denilen o narsisizmle alabildiğine ehlileştirilmiş,
evcil kılınmış bir halktır. Ülke, sömürgeci politikalar ve savaşlarla dünyaya
çok fazla acı ve ıstırap çektirdi, ancak Amerikan halkı, genellikle kendisini
özgür yurttaşlar topluluğu olarak görüyor. İşin tuhaf yanı, kendi
rahatlıklarının sonuçlarına ne kadar çok katlanmak zorunda kalırlarsa, en
azından “Amerikalı” oldukları gerçeğine o kadar çok tutunuyorlar. Çünkü
yukarıda anlatıldığı gibi, ülkelerini reddetmek kendilerini reddetmek demektir
ki bu, gururlu Amerikalıların en çok korktuğu şeydir.
Böyle
bir durum, polis dayağı yerken beyazların “Ben beyazım!” diye bağırdıklarını
gördüğümüzde açığa çıkıyor. Bu, sömürücü boyun eğdirme sistemini ortadan
kaldırmadan, “çeşitlilik” konusunda ısrar ettiklerinde, kast sisteminin
tabakalı yapısının doğasını bilmedikleri anlamına gelmiyor. Amerikalıların
büyük bir kısmı bu gerçeği, hatta o sistem içerisindeki konumlarını bal gibi
biliyor, ama işlerin eskisi gibi sürmesini istiyor.
Bu
yüzden pek çok insan, Rusların “demokrasileriyle” uğraştığı yalanına kanıyor.
Aslında Rusların kendilerine bir şeyler yaptığına inanmıyorlar, ama emperyal
çerçevede Rusya’nın konumunu hissediyorlar. “Ruslar, Amerika Birleşik
Devletleri’nin önüne geçmeye nasıl cüret ederler!” diyorlar. Ne tuhaf ki
SSCB’nin yıkılmasından sonra Rus halkına ekonomik şok terapisi uygulayanlar
eliyle bugün ekonomik şok terapisine maruz kalanlar, bu gerçeği göremiyorlar.
Emperyalizmin yarattığı girdabın küresel bir mesele olduğunu söylemeye bile
gerek yok.
Öte
yandan bazı batılı vekil güçler, emperyal hiyerarşide daha iyi konumlar elde
etmek için uyum sağlama ve fazladan yol katetme konusunda epey hevesli.
Ekonomilerinin neoliberalizme uygun olarak yapılandırılması, askerî stratejik
ihtiyaçlara uygunluk gösterilmesi, “düşman ülkeler”in şeytanlaştırılması gibi
meselelerin ABD’den çok bu ülkelerde öne çıkması muhtemel.
Çin
ve Covid-19
Bu
noktada şu meseleyi tartışmak gerekiyor: Çin, virüs sürecinde sert tedbirler
aldı ve bu tedbirler, ya Batı’nın virüse yönelik adımlarını doğruymuş gibi
sunmak ya da tedbirler konusunda Çin hükümetini şeytanlaştırmak için
kullanıldılar.
Öncelikle
şunu söylemem lazım: Çin’in aldığı tedbirlerle Batılı ülkelerin aldıkları
tedbirler arasında büyük bir fark var. Çin, bu süreçte işlerin güvence altına
alınması meselesini ciddiye aldı, çalışanların ücretlerini tazmin etti, tedavi
seçenekleri sundu. Ölüm oranını asgari düzeyde tutma noktasında etkili
tedbirler aldı. Son yapılan bir anketin de ortaya koyduğu biçimiyle Çinliler
arasında tespit edilen mutluluk düzeyi, Batılı ülkelerde ölçülen seviyenin çok
üzerinde.
Emperyalist
güçlerin müdahalesine maruz kalan Çin, uzun vadeli bir plan dâhilinde
Marksist-Leninist bir toplum inşa etmeyi planladı. Önemli güçlüklerle
karşılaşan ülke, Batı tarafından birkaç kez sömürgeleştirilmek istendi. Bu
sebeple Çin, kendi sanayileşme yolunu yürüdü, bu noktada merkezî planlamaya
önem verdi. Burada amaç, halkın ihtiyaçlarını karşılamak, bir yandan da Batı
kapitalizminin sömürüsüne ve boyunduruğuna karşı koymaktı.
Bu
amaç doğrultusunda Çin, Barışçıl Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi’ni oluşturdu:
egemenliğe ve toprak bütünlüğüne saygı, karşılıklı saldırmazlık, birbirlerinin
içişlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı yarar, barış içinde bir arada
yaşama. Bu içişlerine karışmama ilkesi uyarınca Çin, bugün söz konusu ilkeleri
benimsemeyen ülkelerle ekonomik faaliyetler yürütüyor ki bu ülkeler arasında
ana emperyalist güçler ve onlara bağlı vekil güçler de bulunuyor.
Sonuç
olarak Çin, gerçekten de ekonomi sahasını genişletip, sayısız insanı başarılı
bir şekilde yoksulluktan kurtarırken, emperyal güçlere karşı ekonomik gücünü de
kazanmıştır. Bu gelişme, Çin’i emperyalizm karşıtı bir güç olarak görenlerce
eleştirilmiştir. Bu insanlar şu soruyu sormaktadırlar: “Çin, nasıl olur da
ekonomi projelerinde İsrail ve ABD gibi ülkelerle birlikte çalışıyor?”
Bana
kalırsa bu sorunun cevabı, Çin’in ekonomik kalkınma hedefinde ve içişlerine
karışmama siyasetinde aranmalı. Egemen bir ülke olarak Çin, emperyalist
güçlerin hâkim oldukları bir dünyada kendi hedefine doğru yürüyor oluşu ile
pragmatizm arasında belirli bir denge sağlamak suretiyle kendisine bir hat
açıyor.
Şimdi
dikkat etmemiz gereken başka bir açı daha var. Çin’de zaman içerisinde
karaborsa gelişmiş, ayrıca Batı sömürgeci çıkarları doğrultusunda ülke içine
sızmış, ekonomisinin ve milletinin yok olacağını gören devlet, kaçınılmaz
olarak piyasa ekonomisine yönelmiştir. Çin Komünist Partisi’nin belirlediği
sınırlar dâhilinde serbest piyasa temelli faaliyetlere izin veren Çin, kendi
milyarderlerinin Batı’nın emperyalist çerçevesine değil, Çin’in ajandasına
uygun hareket etmesini güvence altına almıştır.
Bu
arka plan, Çin'in Covid-19 önlemlerinde alabildiğine aktif olan konumunu
anlamamıza yardımcı olacaktır. Gerçekten de küresel ekonomik güçlerin “Dördüncü
Sanayi Devrimi” olarak adlandırdıkları şey, gelecekte ekonomi güçleri için
belirleyici bir faktör hâline gelecekse, bu aşamada söz konusu devrime ağırlık
vermeli, ülke, Batı’nın emperyalist hegemonyası karşısında tali bir konuma
sürüklenmemelidir. Salgın süreci birçok yönden dördüncü sanayi devriminin bir
tür peşrevi olduğundan, bu süreç, emperyalist güçlerle dünyanın geri kalan
kısmı arasında süren ekonomik mücadelenin mevcut dinamiği dâhilinde
değerlendirilmelidir.
Çin,
virüse karşı tıbbi önlemleri ve dördüncü sanayi devrimini, ÇKP’nin
rehberliğinde işlemesi gereken ekonominin bir parçası olarak görüyor. Kurumsal
çerçeve dâhilinde toplumsal ilişkilerimizi daha da dijitalleştirmenin büyük
tehlikesini, bunun yanı sıra finansallaşmasını ve bununla ilişkili sömürü ve
boyun eğdirme yollarını fark edenler için bu gerçeği kabullenmek zor olabilir.
Bu, anlaşılabilir bir durumdur, ancak böylesi bir hüküm, Batı kapitalizminin
tarihi ve fiilî bağlamları uyarınca dile getirilmemelidir.
Bu
husus, Batı’daki müesses nizam tarafından Çin’i hatalı bir şekilde, interneti
en fazla sansür eden ve yeni teknolojilerle ilişkili baskıcı önlemler alan güç
olarak etiketlemek için kullanılmaktadır. Her şeyden önce, Batı’nın siyasi
sızmasına karşı yapılan düzenlemeler, söz konusu ülkelere yönelik Batı
kaynaklı, sömürgeci istikrarsızlaştırma planlarının tarihine baktığımızda,
“sansür” veya “insan hakları ihlali” olarak görülemezler.
Çin
hükümeti, haklı gerekçelerle, kendi halkından çoğu Batılı hükümetin görmediği
desteği görüyor. Çin’de gelir eşitsizliği ve yoksulluk oranı, şu anda ABD’yle
kıyaslandığında gayet düşük seviyede. Öte yandan mevcut gerçekler bize
gösteriyor ki ABD polisi her gün ortalama üç kişiyi öldürüyor. ABD hükümeti,
insan haklarına aldırış etmiyor, insanları toplu olarak hapse tıkıyor, polis
insanlara şiddet uyguluyor, kurumlar ayrımcılık yapıyor, halk sosyal güvenlik
ağlarından yararlanamıyor, herkes izleniyor. Kredi puanı, ırk temelli nüfus
çalışmaları ve uygulamaya konulan baskı araçları, ABD’de uzun süredir sömürüyü
ve zulmü daimi kılmak için kullanılan yöntemler.
ABD’nin
küresel ölçekte sömürünün önde gelen gücü, Çin’inse bugün imparatorluk önündeki
en büyük engel olduğu gerçeği dikkate alınırsa Çin’i hedefe koymanın mantıksız
bir adım olacağı görülecektir.
Diyelim
ki dördüncü sanayi devrimi Batı’daki insanlara zarar veriyor. Çin’i
şeytanlaştırmanın ve yapay zekâ teknolojisini, internet sahasındaki
yeteneklerini vs. geliştirmeye dönük çalışmaların durdurulmasını istemenin bir
anlamı olabilir mi? Bu, Soğuk Savaş süresince Rusya ve Çin’deki nükleer
silâhları yok etmek gibi bir adım olmaz mı?
Çin'in
piyasa ekonomisine geçişi, çevre sorunları gibi konulardan kaynaklanan, kendine
has meseleleri var. Her ne kadar yapısal meseleler emperyalist güçlere
gösterilen tepkilerden kaynaklanmışsa da bu meseleleri emperyalist güçlerin
çözmesine izin verdiğimizde açık ki amaca dönük çalışmalar başarısızlığa mahkûm
olacaklardır. Bu sorunlar, Batı’nın omuzlayacağı, sırf beyazlara ait birer yük
değildirler. Çin, onları kendince çözmeye çalışmaktadır. Emperyalist Batı,
Çinlilerin kaderini tayin edemez.
Son
olarak da şunu ifade etmek lazım: İkinci Dünya Savaşı öncesi Japonya gibi
ülkeler, Çin’e, Kore’ye, Küba’ya vs. biyolojik saldırılar düzenlediler. ABD
ordusu, dünya genelinde çok sayıda biyolojik silâh tesisine sahip.[8]
Bu
tür saldırılara hazır olma meselesi, Batı emperyalizminin alt edilmesi
noktasında belirleyici olan diğer bir husus. Zira bu vasıf, emperyalizmin
elindeki biyolojik saldırı gücüne karşı caydırıcı olmak gibi bir kabiliyetin
kazanılmasıyla ilgili. Batı medyasının, devlet kurumlarının, şirketlerin,
STK’ların ve diğer Batılı ekonomik ve askerî güçlerin hep birlikte Uygur
bölgesinde[9], Hong Kong’da[10] istikrarsızlaştırıcı projeleri devreye soktuğu,
geçmişte Tiananmen Meydanı[11] konusunda söylediği yalanlara benzer yalanlara
sarıldığı koşullarda bu hazır olma becerisi, gerçekten önemli bir mesele. Çünkü
imparatorluk, kendisine kafa tutanları sömürgeleştiriyor, kendi safına çekiyor,
bunu beceremediğinde ise onları gözünün yaşına bakmadan yok ediyor.
Çin
ve müttefikleri ile Batı kapitalist hegemonyası arasındaki bu dinamikleri
anlama meselesi, ahenk içerisinde yaşayacağımız geleceğe doğru atılmış, olumlu
bir adım olarak ele alınmalıdır.
Son
olarak, emperyalizmin yarattığı girdaba karşı koyan herkese şükranlarımı tüm
samimiyetimle sunuyorum. Kapitalist propaganda denizinin dibine gömülmüş
gerçekleri ortaya çıkarmak, gerçek koşullarımıza ve onun tarihsel bağlamına
dayanan dinamikleri ayırt etmek önemlidir. Çünkü maddi gerçekliği kavrama
pratiği, kapitalist yalanların ve aldatmacaların kafesinde
evcilleştirildiğimizde insan kalmanın asli anahtarı olarak iş görecektir.
Hiroyuki Hamada
26 Ekim 2020
Kaynak
Dipnotlar:
[1] TalkingStickTV, “Jim Douglass – MLK, JFK, RFK and the Unspeakable”, Youtube.
[2]
Aylin Woodward, “Some T cells recognize the new coronavirus without having seen
it before”, 6 Ağustos 2020, BI.
[3]
Swiss Policy Research, “Studies on Covid-19 Lethality”, ilk basım tarihi: 12
Mayıs 2020, güncelleme tarihi: 20 Ekim 2020, SWPRS.
[4]
Nick Baker, “In the Worst of Times, the Billionaire Elite Plunder Working Class
America”, 3 Eylül 2020, Counterpunch.
[5]
Cory Morningstar, “COVID-19 as a weapon. The crushing of the disposable working
class”, 13 Nisan 2020, WKG.
[6]
The Highwire, “Mask Whistleblowers Tell All”, HW; Patrick Corbett, “Covid-19: the war
against the elderly in uncaring ‘care’ homes”, 2 Mayıs 2020, UKColumn; Dennis Riches, “Fever, Famine and
War… and SARS-Cov-2”, 29 Temmuz 2020, DR; “Perspectives on the Pandemic/The
(Undercover) Epicenter Nurse/Episode Nine”, 9 Haziran 2020, Youtube; ve Dr. Reiner Fuellmich, “The
Biggest Crime Against Humanity Ever Committed”, Bluecat.
[7]
Whitney Webb ve Raul Diego, “All Roads Lead to Dark Winter”, 1 Nisan 2020, LAV; Alison McDowell, “Introduction to the
Fourth Industrial Revolution & the Covid Economic Reset”, 24 Temmuz 2020, Wrench; ve James Corbett, “Covid 911: From
Homeland Security to Biosecurity”, 11 Eylül 2020, 383. Bölüm, Corbett.
[8]
Dilyana Gaytandzhieva, “The Pentagon Bio-weapons”, 29 Nisan 2018, Dilyana.
[9]
Tony Cartalucci, “The Biggest Lie About China’s Xinjiang “Internment Camps”, 4
Eylül 2020, LDR.
[10]
Laura Ru, “A Web of Deceit: Amnesty International in Hong Kong”, 25 Mayıs 2020,
Medium.
[11]
Max Parry, “30 years after Tiananmen Square, the U.S. is still trying to
destabilize China”, 10 Temmuz 2019, Dissident Voice.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder