ABD’de
politik tutsakların özgürleşmesi için yürütülen kampanyalara doğrudan veya
dolaylı katkıda bulunan herkes, Safiye Buhari’nin efsanevi bir isim olduğunu
kabul eder. Her ne kadar birçoğumuz onu şahsen tanımasak da isminin politik
tutsaklar hareketiyle eşanlamlı olduğunu biliriz. Safiye Buhari’nin
konuşmalarını ve yazılarını bir araya getiren bu çalışma, köklü değişime ve
devrimci sosyal adalete adanmış bir hayatı anlatan eserler içerisinde belki de
en iyisidir.
Safiye’nin
sözleri bizi, sosyal adalet hareketlerinin içinde ve ardında ne kadar çok ter
döküldüğünü görmeye mecbur etmektedir. Irk, kültür, ulus ve nesil bağlamında
çizilmiş sınırları dikine kesen The War Before, farklı toplumlara
örgütlenmenin anlam ve öneminden bahsetmektedir. Umarız bu kitap bize, ilerici
kitle hareketlerini geleceğe taşıyan, ismi cismi bilinmeyen örgütçülere saygı
ve hürmet duymayı öğretir.
Ne
talihliyiz ki Safiye’nin kızı Wonda Jones, annesinin yazılarını ve
konuşmalarını toplamanın çok önemli bir iş olduğunu anlamış. Oysa bunlar,
Safiye’nin yayınlansın diye kaleme aldığı şeyler değiller. Politik tutsakken
tanıştığı Safiye ile dost olan Laura Whitehorn’un bu yazıları yayına
hazırlaması ve takdim yazısı yazması da ayrı bir güzellik. Özgürlük ihtimali
ufukta görünmese de teslim olmayı hep reddetmiş bir eylemcinin hayat hikâyesine
tanık olmak, büyük bir ayrıcalık.
Safiye,
Clinton döneminde de teslim olmadı. Bu dönemde politik tutsaklar büyük
güçlükler çektiler. Bush dönemi, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Clinton
dönemini hiç aratmadı. 2003 yazında erkenden aramızdan ayrılmamış olsaydı o,
muhtemelen bugüne dek omuz verdiği davayla alakalı tüm çalışmalara iştirak
etmekten hiç geri durmayacaktı.
Uzun
zaman eylem alanını terk etmeyen kişilere, hep o gücü nereden aldıkları, başarı
ihtimalinin bulunmadığı koşullarda bile mücadeleyi sürdürme azmini neye borçlu
oldukları sorusu yöneltilir. Bu soruya genelde, “insanın içinde, ruhunun
derinliklerinde, onu ileri fırlatan manevi bir güç deposu vardır” diye cevap
verilir. Bense açıklamamı, birey değil, mücadele eden toplum kesimleri
içerisindeki dayanışma bağları üzerinden yapmaya çalışırım. Bu türden soyut
açıklamalar, köklü değişim için çaba sarf eden politik kolektiflerin insanların
kendilerini yeniden inşa etmelerine katkıda bulunduklarından söz eder ve
bireyin bilincinin her daim kolektif bilinçle sürekli bir muhabbet hâlinde
olduğunu söyler. Safiye Buhari’nin yazıları, tam da bu diyalektiğin işleyişini
somut ifadeye kavuşturup açığa çıkartan çalışmalardır.
Safiye’nin
devrimcileşme hikâyesinde sıra dışı hiçbir şey yoktur. Yıllar boyunca
yaşadıklarını anlatışı harikadır, anlattıklarında, dâhil olduğu, temsil ettiği
ve savunduğu politik ve manevi topluluklarla kurduğu o güçlü bağ hemen
hissedilir. Kara Panter Partisi ve Siyah Kurtuluş Ordusu üyesi olan Safiye,
Yeni Afrika Cumhuriyeti yurttaşı, aynı zamanda geçici hükümette yöneticidir.
Ruhunun derinliklerinden gelen bir hisle Müslüman olmaya karar verir. Parçası
olduğu toplulukların ihtiyaçları uyarınca hayatını yeniden şekillendirir, süreç
içerisinde o toplulukların gelişip dönüşmesine katkıda bulunur. En önemli
başarısı ise sosyal adalet davasına bağlı kalmış, kendi örgütü dışındaki
örgütlerin üyeleri de dâhil, tüm politik tutsakları savunmaları için başkalarını
ikna etmeye çalışması ve bu yönde örgütlediği kampanyalardır.
Altmışlarda
ve yetmişlerde politik olgunluğuna erişen insanlar olarak bizler, Safiye’nin
yazılarında gençken tecrübe ettiğimiz o tarihi, maalesef resmi
değerlendirmelere teslim edilmiş olan tarihimizi yapanları buluruz. Bu
insanları, 1966’da Kara Panter Partisi’ni kuranlarda, 1969’da Fred Hampton ve
Mark Clark’ın öldürülmesinde, önce yakalanan ama sonra hapisten kaçan Assata
Shakur’un davalarında, Mumya Ebu Cemal için yürütülen uluslararası
kampanyaların ilerletilmesinde, 1970’te Geronimo ji Jaga Pratt’e kurulan
tuzakta ve onun tutsak edilişinde, ardından 1997’de serbest bırakılışında
görürüz.
Pratt’in
ve başka isimlerin davaları bize, Kara Panter Partisi’ni ve o dönemin diğer
devrimci örgütlerini yok etmek için oluşturulmuş FBI kaynaklı karşı-istihbarat
programı COINTELPRO konusunda çok şey söyler. Bu yazılar bize bir de,
Safiye’nin 1975’te hapse girdiğinden, oradan kaçtığından, yeniden
yakalandığından, nihayetinde şartlı tahliyeyle 1983’te serbest bırakıldığından
da bahseder.
Benim
kuşağımın insanları, söz konusu dönemi belli ölçüde nostaljiyle anarlar. Onlara
göre bu dönem, sadece gençlikle değil devrim yapma süreci içinde olduğumuza
dair o inançla ve içimizdeki dayanışma duygusuyla alakalıdır. O dönem, yeni
örgütlerin kurulduğu ve üniversitelerin dönüşüp, Siyah, Latin, Yerli Amerikalı,
Asyalı Amerikalı ve kadın çalışmaları üzerine kurulu programlara dönük
taleplere cevap vermeye başladığı bir dönemdir. O günlerde Afrika, Asya ve
Latin Amerika’da sömürgelikten kurtuluş mücadeleleriyle ve devrimci süreçlerle
bağ kuruyorduk. ABD’de, düşmanın tam kalbinde, ırkçılığın sökülüp atıldığı,
kapitalizmin yıkıldığı sürecin içerisinde olduğumuza inanıyorduk.
Laura
Whitetorn o günleri, devrimin aciliyetiyle ilgili düşüncelerimizi gayet güzel
anlatıyor. Safiye ve diğer isimler, bu inançları geleceğe taşımamızı sağlayacak
işler yaptılar.
Safiye’nin
o dönemin hikâyelerini dosdoğru anlatmasını takdirle karşılıyorum. Yazılarında
belirli bir istihza ve eleştiri var. “Biz de Eski Kurduz” başlıklı bölümde
Safiye, düz manada bir savaşa girdiklerini düşünen birçok eylemcinin
post-travmatik stres bozukluğu yaşadığından bahsediyor:
“Karşı olduğumuz şeyle
ilgili bir teori vardı bizde. Düşmanın kalbinde yaşamak, yürüyüşümüze,
şarkılarımıza ve sözlerimize damgasını vurmuştu. Yakınlarımızdan, bize yakın
olan her şeyden koptuk, cesaret gösterisi dâhilinde, mücadelenin bizim için en
önemli şey olduğunu söyledik, kazanmak için annemizi, babamızı, kardeşlerimizi
feda etmek zorunda olduğumuzu düşünüyorduk. Vietnam’da savaşacak askerleri
yetiştirirken onların ruhlarını çelikleştiren Deniz Kuvvetleri mensubu eğitim
çavuşundan hiç farkımız yoktu.” (s. 80-81)
Laure
Whitehorn, yazılarında pek yer bulmasa da Safiye’deki homofobik görüşlerin
zamanla değiştiğini söylüyor. Yukarıdaki pasajda ben, o günlerde birçoğumuzu
baştan çıkartmış olan erkekçi ve militarist romantizme dönük bir eleştiri
görüyorum. Keşke Safiye bize, düşüncelerindeki dönüşümü tarif eden yazılar
bıraksaydı.
Ne
var ki Safiye’nin, kendi aktivizmi konusunda kapsamlı bir çalışma ortaya koymak
gibi bir derdi hiç olmadı. Bu kitap, tam da bu sebeple güçlü bir eser.
Kendisine odaklanmak istemese de, esasen kitle mücadelesinin önemi üzerinde
dursa da o bize güçlü bir miras bıraktı.
Laura,
onunla çalışan herkesin yaptığı katkılar sorulduğunda aynı şeyleri
söylediğinden bahsediyor: “Kimse ondan daha fazla çalışmazdı.” (s. 34) Safiye,
Jericho Hareketi ve Mumya’ya Özgürlük kampanyası gibi tüm o çalışmaların
ardındaki itici güç olmanın yanı sıra bütün maharetini, kitle örgütlerinin
politik görüşleri ve faaliyetleri sebebiyle hapiste bulunan herkesle güçlü
bağlar kurmasını sağlamak için gösterdi. O insanlarla yazıştı, onları ziyaret
etti, başkalarının tutsaklarla iletişim kurmasını sağladı.
Mongo
we Langa ile Ed Poinexter’ı son ziyaretlerimin ardından ne kadar çok
heyecanlandığımı dün gibi hatırlıyorum. Marilyn Buck, hapishane endüstri
kompleksinin ortadan kaldırılmasını amaç edinmiş olan hareketin açtığı siperi
henüz terk etmemişti. Leonard Peltier’nin şevkle verdiği mücadele, bugün bile
bize ilham vermeye devam ediyor. Mumya’dan gelen her bir mesaj, onu neden
özgürleştirmek için iki kat çalışmamız gerektiği konusunda etkili birer andaç
görevi görüyor.
Safiye,
bir araya getirdiği listedeki yaklaşık yüz politik tutsağın her biriyle sıkı
bir temas içerisindeydi. Kitabın 110. sayfasında yer alan liste ve oradaki
isimlerin özgürlüğü için döktüğü tere ne kadar teşekkür etsek azdır. O,
Geronimo ji Jaga Pratt, Porto Rikolu bağımsızlıkçılar, Linda Evans, Laura
Whitehorn, Susan Rosenberg gibi isimlerin serbest bırakılması için çok şey
yaptı.
Öte
yandan bugün parmaklıklar ardında yetmiş beş tutsak var. Umarım The War
Before isimli bu çalışmayı okuyanlar, Assata Shakur’u yurduna döndürmek,
Mumya’yı ve Leonard Peltier’yi, Safiye Buhari’nin ömrünü büyük bir tutkuyla
adadığı tüm o insanları özgürleştirmek için yürütülen kampanyaya iştirak
ederler.
Angela Davis
Oakland
2009
[Kaynak:
Laura Whitehorn, The War Before: The True Life Story of Becoming a Black
Panther, Keeping the Faith in Prison, & Fighting for Those Left Behind,
The Feminist Press, 2010, s. xiii-xvii.]