Pages

01 Mayıs 2020

Antitotalitarizm


Politik şiddetin kökenini ideoloji olarak gören terörle mücadele paradigmasının kaynağı, ideoloji ile politik kontrole dönük baskıcı uygulamalar arasında benzer türden dolaysız nedensel bağlar kuran, Soğuk Savaş dönemine ait totalitarizm teorisidir.

Terörle mücadele döneminde geliştirilen ifratçılık ve radikalleşme analizlerinin merkezinde duran düşünce tarzını anlamak için Soğuk Savaş döneminin antitotalitarizminin ana hatlarına bakmak gerekir. Tıpkı bugün ifratçılığı analiz eden liberal isimler gibi o dönemin totalitarizmi eleştiren liberal teorisyenler de Batı’nın temelde iyilik yanlısı olan kültür sahasına dışarıdan sızan ideolojik unsurları politik birer tehdit olarak görmekte, şiddet üreten politik çatışmalardaki paylarını kabule yanaşmamaktadırlar. Bu kişilere göre ideolojiler, şiddet yanlısı politika tarzına doğal olarak yol açan bağnazlara has bir zihin yapısını üreten ve takipçi edinen yabancı fikirler kümesinden ibarettir.

Soğuk Savaş süresince ideolojinin şiddeti, hayatın her yönünü kontrol etme arzusu ile ilgili bir unsur olarak görülmüş, bu şiddetin komünizmin ve faşizmin ortak yönü olduğu üzerinde durulmuştur. Bu yaklaşıma göre ideolojik muhakemenin temelinde, devletin politik baskısı yatar ve bu muhakeme, Batı toplumlarını karşıya atar. Batı toplumlarında ise Locke’çu liberalizm, temel özgürlükleri koruyan ideolojisi sonrası yönetim biçimlerine ilham veren kaynak olarak ele alınmıştır.

Amerika’da dillendirilen liberal demokrat kapitalizm, kendisini sağ ve sol denilen iki uç arasına yerleştirir ve sol ile sağı ideolojik planda yönlendiren ana unsurun totaliter yönetime bağlılık olduğunu düşünür.

Esasen ilkin Devrim öncesinde Fransa’da üst ve alt sınıflardaki ahlâkî yozlaşmaya karşı orta sınıfın dillendirdiği “Les extremes se touchent” (“Müfritler bir araya geliyor”) tespiti, Soğuk Savaş’a hâkim olan söylemin asli formülü hâline geldi. Bu yaklaşıma göre politik spektrum, düz bir çizgi değil spiral şeklindedir, dolayısıyla komünizm liberalizmden çok Nazizme yakın düşer.

The Vital Center [“Hayatî Merkez”] isimli çalışmasında Arthur Schlesinger’ın tespit ettiği biçimiyle:

“Bireyin bütünlüğü, günümüz liberalizminin kendine has deneyimi ve temel inancıdır ve bu anlayışa hem aşırı sol hem de aşırı sağ saldıracaktır. […] Totaliter sol ve totaliter sağ, zorbalığın ve terörün karanlık odalarında bir araya geliyor.”[1]

Bu temelde İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizme karşı açığa çıkan enerji, Soğuk Savaş esnasında komünizmle mücadelede devreye sokuldu, eski müttefik Sovyetler, bu sefer Nazi Almanyası kadar tehlikeli bir düşman olarak damgalandı.

“Antitotalitarizm” denilen formül, toplumsal ve politik özgürlüklerin az çok mevcut olduğu sistemler arasında farklar üzerinde durur. Politik kontrol uygulamaları ve ideoloji arasında çekilen çizgi, fazla düzgün ve kullanışlıdır. Dolayısıyla politik açıdan en fazla hoşgörülü olan toplumların ideolojik dürtülerden azade olduklarını düşünmek hatalı olacaktır.

Post-ideoloji iddiasından, ideolojilerin aşıldığını söyleyen fikirden daha ideolojik bir şey yoktur. Terry Eagleton’ın da ifade ettiği biçimiyle Soğuk Savaş döneminde ideoloji kavramı, birbiriyle tutarsız şekillerde kullanılmıştır. Bu dönemde ideoloji, hem dünyayı tutkulu, söylem temelli, bağnazca, dine benzer bir yaklaşım üzerinden görmeyi hem de bir biçimde kansız uygulanacak bir plan uyarınca toplumu yeniden inşa etmeye niyetlenen şematik, tüm soğukluğuyla akla ve fikre dayalı bir sistemi ifade etmektedir.[2]

Batı’da geliştirilen politik hoşgörüye dair sloganlar, liberal devletlerin etrafına bir masumiyet halesi örmüş, Sovyet totalitarizmi denilen kötülüğü mağlup etmek adına, bu devletlerin ideolojik pratikleri incelenmesin diye bunları bir zırhla kuşatmıştır. Sonuçta belirli toplumların politik baskı sistemlerine sahip olmasının temel sebebi, iktidarda olan partinin fikirleri değil, o toplumlarda hâkim olan maddi koşullardır. Bu anlamda Avrupa’da totaliterizm esasen, yirminci yüzyıl boyunca kıtada yaşanan, kitlelerin dâhil olduğu yeni savaş biçimlerinden ayrı düşünülemez.[3]

Soğuk Savaş döneminde totalitarizmi en iyi analiz eden liberal isimlerden biri de felsefeci Hannah Arendt’tir. Totalitarizmin Kökenleri isimli üç ciltlik eseri, iki temel argüman üzerine inşa edilmiştir. 1943-1946 arası dönemde kaleme alınan birinci ve ikinci ciltte Nazilerin elindeki “bütünsel” devleti var eden koşulların Avrupa sömürgeciliğinde, antisemitizmde ve ABD’nin güneyindeki toprak sahiplerinde görülen ırkçılıkta aranması gerektiğini söyler.

Kitabın üçüncü cildi, 1951’de tüm çalışma yayımlanmazdan yıllar önce yazılır. Bu dönemde Soğuk Savaş yeni başlamış, Arendt gözlerini Nazizmden Sovyetler Birliği’ne çevirmiştir. Bu noktada analizin ilerlediği hat da değişir.

Corey Robin’in 1949 yılında yazdığı kadarıyla, Arendt’in yazılarında “ırkçılık Marksizmle, Auschwitz Gulag’la birleşirken, faşizm de yerini komünizme bırakır.”[4] Artık totalitarizm, terörü örgütlenme konusunda başvurduğu temel ilke hâline getirmiş, muktedir ideolojinin mantığına uygun biçimde gerçekliği tekrardan kurmaya çalışan yeni bir yönetim biçimi olarak görülmüştür.

Buna göre totalitarizmin amacı, tarihin doğal yasalarını hızlandırmak, bu noktada insanları ideolojinin açığa çıkarttığı güçler için gerekli birer hammaddeye dönüştürmektir. Bütünsel devlet, sonuçta ancak belirli bir anlama ve fikre yaslanan kamusal hayata zerre alan açmayan bir “kitle toplumu”nda mümkündür. Böylesi bir toplumda birey, partiye teslim olur ve büyük ideolojik davaların peşinde sürükleyip durur.

Nazi Almanyası’nda ve Sovyetler Birliği’nde iktidara işte bu davalar gelmiştir. Oysa bunlar, tüm modern toplumlarda insanlığın karşı karşıya kaldığı en önemli tehdittir. Arendt, kitabın ilk iki cildinden farklı olarak üçüncü ciltte totaliter idareyi Batı’nın ırkçılık ve emperyalizm tarihi bağlamına oturtmak yerine totalitarizmi “doğu despotizmi” ile ilişkilendirir. Arendt’e göre doğu despotizmi, her daim kişinin kitle içerisinde kendisini fuzuli hissetmesi ile bağlantılı bir meseledir. Uzun zamandır Çin’de ve Hindistan’da varlığını muhafaza etmiş olan bu hissiyat, sanayi döneminde görülen atomizasyon, sınıf atlama imkânlarının ortadan kalkması ve yalnız bireyler kitlesinin genişlemesi ile birlikte, modern Avrupa’ya da taşınmıştır.[5]

Bu yaklaşım dâhilinde Arendt, toplama kamplarını Batı tarihinin dışına atar ve onları yabancı bir politika tarzının Avrupa’daki politikayı yozlaştırmasının bir sonucu olarak değerlendirir, buradan da Yahudi Soykırımı’nın Batı modernitesinin kendi mantığının ulaştığı bir nokta değil de dışarıdan tahrip edilmesiyle meydana gelen bir olay olduğunu söyleyen görüşü benimser.[6]

Arendt, yabancı güçlerin yol açtığı yozlaşma süreci ile ilgili değerlendirmesi, Joseph Conrad’ın Karanlığın Kalbi isimli eserini temel alır. Bu çalışmaya göre sömürge halktaki “yabanilik”le yüzleşen Avrupalı sömürgeciler “yabanileşmiş”, böylelikle Avrupa’daki ayaktakımının başına geçecek totaliter liderler için gerekli zemini örmüşlerdir.[7] Dolayısıyla esasen Avrupa’daki yabaniliğin kökeni, bu sömürgecilerin kültürüdür. Sonuçta Batı medeniyeti, başkalarının barbarlığı ile yozlaştırılmış ama kendine has bir barbarlık üretmemiştir. İkinci Dünya Savaşı deneyimi, Arendt’i yüzyılın en önemli ırkçılık analizlerinden birini kaleme almasına sebep olmuştur. Ama Soğuk Savaş deneyimi onu karşı tarafa savurup atmıştır.

Öte yandan Arendt, yirminci yüzyılın ortalarında görülen totalitarizmin kimi özelliklerinin demokrasilerce benimsenebileceğinin farkında olan bir isimdir. Onun geliştirdiği, Avrupa sömürgeciliği ve bu pratiğin faaliyet alanının genişlemesi ile ilgili analiz, emperyalist şiddetin bir bumerang gibi çevreden merkeze dönebileceğine dair güçlü bir delil gibidir. Kitabının üçüncü cildiyle Arendt, hem o dönemin okurlarına hem de bugünün terörle mücadele propagandacılarına emperyalizmle alakalı meselelerden uzak durmak için gerekli bahaneyi sunar. Buna göre politik şiddet, her daim yabancı ideolojilerin doğal olarak ürettikleri bir üründür.

Sonrasında Obama’nın özel asistanı olacak olan, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeliği de yapan Samantha Power 2004 yılında New York Kitap Eleştirisi dergisi için yazdığı yazıda Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri kitabının “militan İslam”ı izah etme noktasında bir model olarak iş gördüğünü söyler. Yazara göre Arendt’teki akıl, bugünün karanlığına ışık tutmaktadır. Sonuçta “El-Kaide, Hamas veya İslamî Cihad’ı örten o gizemli peçe bir kez yırtılırsa Arendt’in totaliter hareketlerde gördüğü vasıfların bir kısmı herkesçe görülecektir.”

Tabii bu noktada Arendt’in ikinci ciltte yaptığı emperyalizm değerlendirmesi görmezden gelinir. Obama’nın danışmanı yazısında Arendt’in “emperyalist güçler kendi ülkelerinde ırkçılık üretirler” argümanına şöyle bir değinir ama bu görüşü Amerika’ya tatbik etmez.[8]

Soğuk Savaş döneminin totalitarizm teorisyenlerinde genel eğilim şu yöndedir: bu isimler, maddi şartları görmezden gelirler, özel politik bağlamları dikkate almazlar, politik baskıların “ideolojik ilk günah”tan kaynaklandığını söyleyip dururlar.[9]

Karl Popper’nın İkinci Dünya Savaşı esnasında kaleme aldığı iki ciltlik çalışması Açık Toplum ve Düşmanları, Soğuk Savaş döneminde gördüğümüz totalitarizm karşıtlığının en önemli metinlerinden biridir. Bu kitabında Popper, yukarıda bahsini ettiğimiz yaklaşımı geniş bir ölçek dâhilinde tatbik eder ve totalitarizmin fikrî bir hatadan kaynaklandığını ileri sürer.

Bu hata ise “tarihin yasalarının yol açtığı kaçınılmaz süreç uyarınca iktidar, seçilmiş insanlara devredilmelidir” anlayışı ile ilgilidir. Marksizmde proletarya dünyayı miras alacak seçilmiş halk iken faşizmde aynı rolü ırk oynar.

“Her iki teori de tarih temelli öngörülerini tarihin belirli bir yorumuna, tarihin gelişim yasasının gelişimini açığa çıkartan bir yoruma dayandırırlar.”[10]

Popper için asıl önemli olan, faşizmin ve Marksizmin aynı temel şablona dayanmasıdır. Bu şablonun topluma nüfuz etmesine izin verilirse o, şiddete ve hoşgörüsüzlüğe yol açacaktır.

Bu düşüncenin kaynağı ise Platon’dur. Modern biçimini ise Hegel ile birlikte almıştır. Hegel “ciddiye alınmaması gereken bir isimdir”, üstelik iki dünya savaşına katkı sunan kişilerden biridir.”[11]

Popper’ya göre Alman İdealizmi, Kant’tan sonra yanlış yola sapmıştır. Dolayısıyla o sapmadan neşet eden tüm kıta felsefesi, şüphelidir.

Sonuçta açık toplum, “tarihselci” ideolojilerin yol açtığı tehdide karşı kendisini korumalıdır. Çünkü bu ideolojiler, tarihi gelişimin değiştirilmesi mümkün olmayan kanunları olarak görmektedir. Bu anlamda farklı dünya görüşlerinin çoğulluğuna işaret edilmeli, hepsine hoşgörüyle yaklaşılmalı, ama çelişkili bir tutumla, tarihselci dünya görüşünün topluma hâkim olmasına mani olunmalıdır.

Popper, bu çelişkiyi çözmek için tuhaf bir mecaza başvurur. Buna göre “projektörümüzü, olağan tarih yorumumuzu, geçmişe çevirmeli, buradan elde edilen düşünceyle bugünü aydınlatmalıdır.” Ama “kendine has bir ideoloji olarak tarihselciliği kendimize tuttuğumuz, o ışığıyla etrafımızdaki şeyleri görmemizi imkânsızlaştıran projektörle kıyaslamak mümkündür.”[12]

Popper, sık sık aktardığı bir dipnotta şunu söylüyor:

“Dolayısıyla biz, bu noktada hoşgörü adına hoşgörüsüzü hoşgörmeme hakkından söz etmemiz gerekiyor. Biz, hoşgörüsüzlük vaaz eden her türden hareketin hukuk dışı olduğunu söylemeliyiz.”[13]

Popper’nın aklında Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti’nin Nazizmin yükselişine mani olmadığı gerçeği var. Popper, bu bağlamda aslında liberal toplumların ideolojik düşmanlara müsamaha gösterme hatasını yinelememesini istiyor. Ama öte yandan da Avrupa’da faşizmin iktidara yürüdüğü yolu komünizme karşı güçlü bir muhalefet inşa etme isteğinin açtığı gerçeğini görmezden geliyor. İtalya ve Almanya’da muktedir elitler arasında yer alan birçok liberal, bu süreçte faşizmi Bolşevizme karşı konumlandırılacak, onu dengeleyecek bir güç olarak gördü.

Popper’nın bilimsel keşifle ilgili çalışmasında başvurduğu modelin merkezinde kanunlardaki istisnalar duruyor. Evrensel bir kanuna istisna teşkil eden empirik bir kural tespit edildiği durumda bu, söz konusu kanunun yanlış olduğunu iddia etmeye yetiyor. Gerçek bilim, metafizikten bu yanlışlama ihtimali üzerinden ayrıştırılıyor.

Politik çalışmasında ise Popper, gene kanunların istisnası üzerinde duruyor. Bu istisna ise ideolojik düşmana karşı gerçekleştirilen savunma adına çoğulculuk kurallarının askıya alınması olarak çıkıyor karşımıza. Ama söz konusu istisna, çalışmasında teorik değerlendirme için bir başlangıç noktası değil, basit bir dipnot olarak yer buluyor.

Diğer Soğuk Savaş teorisyenleri gibi Popper da şu tespiti yapıyor: liberal toplumlar, totaliter ideolojilerdeki hoşgörüsüzlüğe karşı kendilerini savunmak istiyorlarsa kendi hoşgörü kurallarını çiğnemeleri gerekeceğini bilmelidir. Ama o günlerde Giorgio Agamben’in “istisna hâli” dediği, olağanüstü hâlin kalıcılaşacağını ve normalleşeceğini söyleyen yönetim paradigması henüz keşfedilmemişti.[14]

Popper’da totalitarizm karşıtı mücadele, kendi düşüncesine yabancı olan totaliter yönetim biçimlerine destek verebilmelidir. Soğuk Savaş ve terörle mücadele dönemlerinin liberalleri, ne vakit özgürlükleri askıya alan tedbirleri meşrulaştırmak isteseler Popper’nın hoşgörüyle ilgili dipnotunu alıntılıyorlar, böylelikle politik baskı, arka kapıdan, kimseye kendisini hissettirmeksizin açık topluma sızıyor.

Kendisini terörle mücadele döneminde de çeşitli şekillerde yineleyen Soğuk Savaş liberalizmi, özgürlükçü siyasetle ilgili en ümit verici fırsatların savaşın sınırları dışındaki mekânlarda açığa çıktığı gerçeğini örtbas etti. Bu liberalizm, Moskova-Washington arasında bir konum almak yerine bu hattı aşmaya çalışan hareketlerin üzerini örttü.

McCarthy döneminde hazırlanan kara listeler herkesin bildiği bir gerçekse de Soğuk Savaş döneminin başlarında karşımıza çıkan anti-komünizm, ABD’deki insan hakları hareketine ciddi zararlar verdi, ırk ayrımının kaldırılması ve toplumsal eşitlik mücadelelerinin geniş bağlamı dâhilinde seçme-seçilme hakkı verilmesi gibi meselelerden uzak durmaları, ayrıca uluslararası planda sömürgecilik karşıtı mücadele vermeleri konusunda hareketin liderlerine baskı uyguladı. Bu meselelerde uyumlu bir tavır sergilemeyen kişiler marjinalleştirildi.

1948’e W. E. B. Du Bois, ABD hükümetinin Sovyetler karşıtı propagandasıyla çelişen Afrikalı-Amerikalıların insanî hakları için Birleşmiş Milletler’e dilekçeyle başvuru yaptığı gerekçesiyle Ulusal Siyahların İlerlemesi Derneği’nden atıldı (başvurulan bu strateji, Malcolm X’in aynı yaklaşımı savunduğu altmışların başına dek uygulanma imkânı bulamadı).[15] Aynı anti-komünist mercekle bakıldığında Üçüncü Dünya’daki milliyetçi hareketler de Soğuk Savaş’ın satranç tahtasında milletinin kendi kaderini tayin etmek için mücadele eden güçler değil de birer komünist piyon olarak görülmeye başlandı.[16]

Ülke içerisinde liberal hoşgörü üzerine kurulu tedbirlere, Üçüncü Dünya’nın ulusal bağımsızlık hareketlerine yönelik, şiddet yüklü baskılar eşlik etti. Bu baskılar, İran (1953), Irak (1963) ve Endonezya’da (1965) CIA’in organize ettiği kanlı darbeler ya da Vietnam’da görüldüğü üzere büyük çaplı askerî şiddet biçimini aldı. Totalitarizm karşıtlığı söylemi, liberal Amerika’nın kendi içinde elde ettiği başarıların ABD’nin öncülük ettiği kapitalizmin uluslararası arterlerini güvence altına almak için devlet terörüne başvuran, özgürlük karşıtı dış siyasetine bağlı olduğu gerçeğinin üzerini örttü.

Yönetme pratikleri, Moskova’daki totalitarizme benzeyip benzemediğine bakılmaksızın, ABD’nin öncülük ettiği komünizmle mücadeleye katılan, Güney Kore’deki askeri rejime, Şili’deki General Pinochet’ye veya İspanya ile Portekiz’deki faşist hükümetlere destek verildi. Bu ülkeler için “totaliter” tabiri kullanılmadı, bu yönetimler sadece “otoriter” olarak adlandırıldılar, dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde birer düşman olarak görülmediler.

Altmışların sonunda komünist partiyi aşan güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunduğu İtalya’da solun nüfuzunu kırmak için NATO destekli hükümetler kuruldu. Terörle mücadele faaliyetleri içine giren bu hükümetler, demokrasiyi istikrarsızlaştırmak adına kendi sağcı terör güçlerine destek verdiler.

İtalya’da kendisini solla sağ (iki karşıt aşırı uç) arasında tarafsız bir arabulucu olarak konumlandıran devlet, bu sayede işçi sınıfındaki devrimciliği şiddet kullanarak ezen elini gizlemeyi bildi. O günlerde solcu ve radikal bir isim olan Gianfranco Sanguinetti şu tespiti yapmaktaydı:

“Terörist canavara karşı gerçekleştirilen kutsal müdafaa adına devlet, yurttaşlarından az miktardaki özgürlüğünden bir parça ister ve böylelikle tüm halk üzerinde tesis edilen polis kontrolünü takviye eder.”

Bu “gerilim stratejisi” dâhilinde, totaliter ifratçılar karşısında kamu düzenini sağlama denilen o “kutsal görev” karşısında diğer tüm politik meseleler halı altına süpürüldü.[17]

Arun Kundnani

[Kaynak: The Muslim are Coming!: Islamophobia, Extremism, and the Domestic War on Terror, Verso, 2014.]

Dipnotlar:
[1] Arthur M. Schlesinger Jr., The Vital Center: The Politics of Freedom, Boston: Houghton Mifflin, 1962, s. xxiii–xxiv.

[2] Terry Eagleton, Ideology: An Introduction, Londra: Verso, 1991, s. 4.

[3] Domenico Losurdo, “Towards a Critique of the Category of Totalitarianism,” Historical Materialism, 12: 2, 2004, s. 50–51.

[4] Corey Robin, “Dragon-slayers,” London Review of Books, 29: 1, 4 Ocak 2007.

[5] Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism, New York: Meridian Books, 1958, s. 311.

[6] William Pietz, “The ‘Post-Colonialism’ of Cold War Discourse,” Social Text, Sayı. 19/20, Güz 1988, s. 69.

[7] Arendt, The Origins of Totalitarianism, s. 185–91.

[8] Samantha Power, “The Lesson of Hannah Arendt,” New York Review of Books, 29 Nisan 2004.

[9] Losurdo, “Towards a Critique of the Category of Totalitarianism.”

[10] Karl Popper, The Open Society and Its Enemies, Cilt. I: “The Spell of Plato”, Princeton: Princeton University Press, 1966, s. 9.

[11] A.g.e., s. 393.

[12] A.g.e., s. 268–69.

[13] A.g.e., s. 265.

[14] Giorgio Agamben, State of Exception, Şikago: University of Chicago Press, 2005.

[15] Manfred Berg, “Black Civil Rights and Liberal Anticommunism: The NAACP in the Early Cold War,” Journal of American History, 94: 1, Haziran 2007.

[16] Tarak Barkawi ve Mark Laffey, “The Postcolonial Moment in Security Studies,” Review of International Studies, Sayı. 32, 2006, s. 332.

[17] Gianfranco Sanguinetti, On Terrorism and the State: The Theory and Practice of Terrorism Divulged for the First Time, Londra: B. M. Chronos, 1982, s. 3.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder