Devletin seçim gibi bir meselesi, demokrasi gibi bir
derdi yok. Sol ise Halep-Efrin-İdlib arasına sıkışmış orduyu “Tayyip’in kaprisi
ve hevesi” olarak okuyor, bu hamleyi seçim yatırımı olarak değerlendiriyor.
Çünkü seçimler, sadece sosyalist solun derdi,
meselesi. Sosyalizm, artık sadece seçim meselesi. Küçük burjuvalar, kendi birey
kurguları, kendilerini merkeze alan ölçü ve ölçeklerine göre bir hasım inşa
ediyorlar ve bu konuda halkı ikna etmeye çabalıyorlar. Köşe başlarındaki
isimler, bu yalanın ekmeğini yiyorlar.
Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da olan ordunun sivil
uzantıları, burada seçimden, demokrasiden söz ediyorlar. Hepimizi bir kişinin
kaprislerine ve heveslerine düşman etmek için uğraşıyorlar. Yıllar öncesinden
hesaplanmış harekâtlar, seçim ve demokrasi perdesi arkasına saklanıyorlar.
Sonra da devlet aklına, “bizi de oyuna dâhil edin” diye yalvarıyorlar.
* * *
HDP’nin kongresinde “kriz”den, “yıkım”dan söz edilmesi
mümkün değil.[1] Parti, “kayyım” lafını da sahiplenmek zorunda.[2] Hatta belki
de HDP’nin bizatihi devletten kayyım talep ettiği üzerinde durmak gerek. Çünkü
çıkartılmayan sesin, açığa çıkmayan öfkenin başka bir açıklaması yok.
Muhtemelen bu kriz koşullarında en steril çözüm olarak, belediyeleri devlete
teslim etmişler!
Sonuçta HDP, özüne, kuruluş gerekçelerine, kurulduğu
devlet masasına mahkûm. Başka bir yerde inşa ve ihya edilemez. O, çözüm ve
seçim sürecinin bir ürünü. Ondan başka roller oynamasını, başka şeyler
söylemesini bekleyenler, halkı ve milleti kandırıyorlar. Görevleri bu. Bu
yüzden parti kurullarında maaşa bağlanıyorlar. Sosyal medyada pohpohlanıyorlar.
Hep birlikte şu gerçeği örtbas etmek için uğraşıyorlar: HDP, ait olduğu bağın
ve bağlamın esiri.
* * *
Osman Kavala’nın eşi Ayşe Buğra, eşinin tutukluluğunu
“Avrupa’dan kopma isteği” ile ilişkilendiriyor.[3] Sonra Garo Paylan çıkıp,
Erdoğan’ın Kavala’yı çıkartmak istediğini, ama birilerinin buna mani olduğunu
söylüyor.[4] Devamında Ahmet Şık, Kavala’nın Erdoğan’ın talimatıyla tahliye
edildiği iddiasını dillendiriyor.[5] Aslında tüm sözler, dipte işleyen “çözüm
süreci”nin tezahürleri olarak somutlaşıyorlar. “Gerici, yobaz, faşist, İslamcı
Erdoğan”, birden Batı ile bağların hamisi, koruyucusu ve güvencesi olarak takdim ediliyor.
Bazı sol örgütlerin Kavala’nın tutsaklık günlerini örgüt duvarlarına çentik
atmasının, Odatv’den gelen Kavala övgülerinin sebebini burada aramak gerekiyor.
Bu halkın tutsaklığı, onları hiç ilgilendirmiyor.
Çünkü kimsenin Batı’yla ilişkileri kopartmak gibi bir
derdi yok. Herkes oraya bağlı, orada anlam ve değer kazandığını iyi biliyor.
HDP de bu bilinçle hareket ediyor. Onun sömürüye ve zulme karşı halk
sınıflarını örgütlemesi, doğası gereği, mümkün değil.
* * *
Batı, 11 Eylül ile birlikte bir saldırıya geçiyor.
ABD’de Avanakyanizm dedikleri tarikat, muhtemelen örgüt şefinin istihbarat
tarafından koopte edilmesi ile birlikte teşkil edildi. Maoist hareketin, 11
Eylül’deki savaş ilânının yol açacağı çelişkileri dünya genelinde örgütleme
ihtimali, bizzat devlet eliyle ortadan kaldırıldı.
Tarikatın Türkiye bayii sorumlusu Emrah Cilasun,
“ekonomik, politik, askerî kudretin hakikati dayatması”na karşı çıkıyor,
“dünyanın kuvvetin her şeyi yoluna soktuğuna dair mantıktan kurtulması”
gerektiğinden söz ediyor. Cilasun’un ezilenlerin kudretine, kuvvetine,
mücadelesine göre düşünüp hareket eden Hintli Naksallılara küfretmesinin sebebini
burada aramak gerekiyor.[6] Yazar, kendi bireysel hakikati için kudreti heba
ediyor.
İktidardan kaçış, sosyalist hareketi, dinden ve
milletten azade, küçük burjuva aşkın bireyler derneğine dönüştürüyor. Sınır
tanımayan solculuğun, Libya’da, Afganistan’da olan ordunun uzantısı, bağlaşığı
olduğunu görmek gerekiyor. Millet ve din içindeki sınıflar mücadelesini
görmeyen politika, asla hat açamıyor, kudret olamıyor.
* * *
1986’da Amerikan Baro Vakfı’nın dergisinde çıkan bir
yazıda, Marksizmin krizde olduğundan söz ediliyor ve bu krizin temelde onun
“iktidar ilişkilerinin ağına yakalanmış” olmasından kaynaklandığı üzerinde
duruluyor.[7] Emperyalistler, Marksistlere seksenler boyunca tavsiyelerde bulunuyorlar.
Sovyetler temelinde dillendirilen bu tavsiyeler, doksanlardaki tasfiye sürecini
biçimlendiriyor.
Bu tavsiyelerde, “iktidar Marksizmi bozmuştur,
ütopyadan ve akıldan uzaklaştırmış, yozlaştırmıştır” deniliyor. Doksanlarda
ütopyanın ve aklın ekmeğini yemek isteyenler, bu önermelere ikna ediliyorlar.
Sonuçta iktidarın çemberde kapanmaya yol açtığı, kapalı teorinin, sistemin ve
pratiğin çürümeyi beraberinde getirdiği üzerinde duruluyor. Her yanı, açık
toplumcular ve özgür bireyciler sarıyor. Bu doksanlardaki tasfiye süreci, iki
binlerde devreye giren, pürüzlerin giderilmesi, tüm örgütsel farklılıkların
düzlenmesi, emperyalizm ve kapitalizm yanlısı teorinin ve pratiğin kolayca
akacağı düzlemin oluşturulması bağlamında gerçekleşen tesviye sürecini koşulluyor.
Bahsi geçen Avakyancı yazar, bu pürüzsüzlükte konuşma
imkânı buluyor. Kudretin, kuvvetin her şeyi yozlaştırdığını, bunlarla kirlenmiş
geçmişi burjuvazinin aklı ve tarihi önünde diz çöktürülmüş “bilimsel komünizm”
kurgusuyla arındırmak gerektiğini söylüyor. Özünde istihbarat masalarında imal
edilmiş komünizm, dağlarda, ormanlarda, barikatlarda, fabrikalarda, kampüslerde
verilen mücadeleyle örülen “kontrolsüz, kirli ve pürüzlü” komünizmi tasfiye
etmek istiyor.
* * *
Bir gün bu Avakyancı tarikatın Türkiye (daha doğrusu
Almanya) mümessiline “iyi sıhhatte olsunlar”, “ismi gizliler”, gelip iki
sayfalık görev emrini teslim ediyorlar. Mümessil, soluğu hemen yeni Nurcuların
eline geçmiş olan, adı bilinmeyen bir binada alıyor. Yere bırakılmış Mustafa
Kemal portresine ağıt yakan eski “Kaypakkayacı”/yeni Avakyancı Emrah Cilasun,
kendisi için açılan kapılardan girerek, kendisine sunulan raporlarla ısmarlama bir kitap
kaleme alıyor. Herkes, nereden ekmek yiyeceğini iyi biliyor.
Linkte verilen söyleşide[8] Cilasun ve arkadaşı,
izleyicileri üzerinden Avrupa devletlerine “sizin İslam, yabancı ve mülteci
düşmanı siyasetinize hizmet ederiz” sözü veriyor. Ettikleri hakaretler, bu
minvalde değer ve anlam kazanıyor. Dolayısıyla, onun son nargileci katliamına veya
AfD’ye laf etmesi mümkün değil. Çünkü onun aklına göre, tüm devlet katliamları,
tüm sömürü ve zulüm, “dinci gericiliğin eseri”.
Avrupa’da oluşmuş bir Neonazi ağı var. Buradaki
unsurları Ukrayna’daki çatışmalarda da görüyoruz. Geçmişte Ötekiler Postası
gibi ortamlarda bu unsurların Meydan’da başlattıkları gösterilere verilen
desteğe tanıklık etmiştik. Bunun sebebi, o Neonazilerin IŞİD’li değil, Müslüman
öldürmek için Rojava’ya yollanmış olmaları idi. Dolayısıyla, bugün sol
örgütler, son nargileci katliamına asla ses çıkartamazlar.
* * *
Ayşe Düzkan, seksenlerdeki tavsiye, doksanlardaki
tasfiye, iki binlerdeki tesviye sürecinin bir ürünü. Yazılarında büyük harf
kullanmaması, onun iktidar ve hiyerarşi alerjisiyle ilişkili.
Tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinde en çok da bu iki kavrama düşmanlık esas.
Fukoculuk gibi eğilimlerin popüler olması, iktidar eleştirisi, tahakküm
eleştirisi, “sömürü”nün gerici bir kavram olarak kodlanması, hep Marksizm içine
yönelik akınlarda başvurulan taktikler. İlgili alerji sonucu, ayrımlar ve
ayıraçlar da hükmünü yitiriyorlar. Aslında Düzkan da yazısında bahsini ettiği,
HDP kongresinde dillendirilen, “demokrasi olsa dış sermaye gelir” lafına destek
veriyor. O harfler, tam da o akış için küçülüyor.
Büyük harf kullanılmayınca anlam da siliniyor. İktidar
ve hiyerarşi lügatten silinince politik mücadele anlamsızlaşıyor. Vegan,
feminizm, LGBT pratikleri, bu bağlamda istismar ediliyorlar. Bunlar,
tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinin ana bileşenleri. Akış, güvence altına alınmak
zorunda. Bu noktada akışın kutsanması için gerekli ayinse sol mabetlerde icra
ediliyor. Sol, yeni dönemin “ezen dini” olarak örgütleniyor. Buradan o,
ezilenlerin dinine küfrederek varolabileceğini iyi biliyor.
Eren Balkır
26 Şubat 2020
Dipnotlar:
[1] Ayşe Düzkan, “Halayın Başı ve Peşi”, 26 Şubat 2020, +Gerçek.
[2] Mehveş Evin, “HDP ve Yeni Bir Dil”, 25 Şubat 2020,
+Gerçek.
[3] Ezgi Başaran, “Ayşe Buğra Söyleşisi”, 14 Şubat
2020, Duvar.
[4] Osman Kavala İddiası, 19 Şubat 2020, Halktv.
[5] “Kavala İddiası”, 20 Şubat 2020, T24.
[6] İshak Baran, Ajith: A Portrait of the Residue
of the Past, Aralık 2014.
[7] Costas Douzinas ve Ronnie Warrington, “Domination,
Exploitation, and Suffering”, American Bar Foundation Research Journal,
s. 801.
[8] Kitap Söyleşisi: Emrah Cilasun, 31 Ocak 2016, Youtube.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder