31
Ekim 2005’te o dönemin içişleri bakanı Nicolas Sarkozy, kaçak göçmenler içinde
bazı insanlara şefkatle ve yardımseverlikle yaklaşılması gerektiğinden
bahsediyor. Sarkozy, ayrıca dayak yiyen veya öldürülen kadınlara yardım
edilmesi gerektiğini söylüyor.
Bu
konuda Sarkozy’ye cevap veren isimler arasında Ayaan Hirsi Ali’nin bulunması
gerçekten önemli. Ali, aslen Somalili ve geçmişte Hollanda parlamentosunun bir
parçası olarak görev almış bir isim. Ali, Sarkozy’nin koruma ve doğallaştırma
ile ilgili sözlerini esasen İslam’ı eleştirmek için kullandı.[1]. O, epey
tartışmalara yol açmış olan Teslimiyet filminin senaryo yazarı. Filmin
yönetmeni Theo Van Gogh, suikasta kurban gitti.
Filmde
İslam ile kadına şiddet arasında bağ kuruluyor. Karşımıza üzerinde transparan
bir burka bulunan bir kadın çıkıyor. Burkanın üzerinde ise Kur’an ayetleri
yazılı. Filmde kadın, kocasının kendisini dövdüğünü sesi titreyerek anlatıyor
ve bu dayağın Kur’an’da kabul gördüğünden bahsediyor.
Ayaan
Hirsi Ali, İslam karşıtı, kadın yanlısı kürsüye, Hollanda’daki muhafazakâr
parti Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi üyesi olarak çıkıyor. Teslimiyet
filmi, onun İslam ile ilgili olarak sarf ettiği, tartışmalara sebep olan çok
sayıda açıklamasından sadece biri.
Bir
Hollanda gazetesine verdiği mülâkatta Ali, Batı’nın ölçütlerine göre
Muhammed’in pedofil olarak görülmesi, İslam’ın ise “gerici bir kültür” olarak
tarif edilmesi mümkün.
Öte
yandan Peter van der Veer, Hirsi Ali için şunu söyledi:
“Madun konuşabiliyor ama
sözünün duyulabilmesini sağlamak için o, hâkim cemaatin duygularını ifade etmek
zorunda kalıyor.”[2]
Hirsi
Ali, bu sözlerinden dolayı hem Fransız solundan hem de sağından destek gördü.
O, kültürel patolojiye ait bir sembol, kurtarılması gereken doğru insandı. Hem
İslam’ı redde tabi tutuyor hem de Batı’nın medeni bir yer olduğunu
söylüyordu.[3]
Hirsi
Ali, göçün kısıtlandığı, iltica ile ilgili kanunların çıkartıldığı koşullarda
göklere çıkartıldı. Hollanda’da bu kısıtlamaya ve benzeri kanunlara Ali de
bizatihi destek oldu.
Peki
istisnai, cinsiyet temelli, kültürel açıdan yabancı şiddet biçimlerinin
mağdurlarına yönelik merhameti ve onları koruma çabalarını nasıl anlamak lazım?
Bana
kalırsa bu tür yaklaşımlar, postkolonyal ulus-devletin ırk temelli inşasının
birer ürünü. Bu ulus-devletlerde azınlıklara bir isim veriliyor, onlar toplumda
görünür kılınıyor, bu amaç doğrultusunda azınlıklar, cinsiyet ve ırk temelli
şiddetin mağdurları olarak takdim ediliyorlar. Burada zorla evlendirme, sünnet
veya kölelik gibi uygulamalara maruz kalan kadınlara odaklanılıyor ve bunlar,
gönlü bol, hayırsever Fransız kız kardeşleri tarafından kurtarılıyor.
Böylelikle
bu göçmenler idrak ediliyor ve topluma alınıyor. Bu bağlamda kadına şiddet
meselesi, belirli mahallelerin ve belirli tipte insanların meselesi olarak
takdim ediliyor. Bu noktada 2000’de sayıca çoğalan, varoşlardaki toplu tecavüz
vakalarından bahsediliyor, tecavüz edenin de edilenin de Kuzey Afrikalı olması
üzerinde duruluyor.
Mart
2006’da Paris’e gittiğimde kitapçı raflarına sıra sıra dizilmiş, kadınlarla
alakalı kitaplar gözüme çarpmıştı. Kitapların kapaklarında hep gözleri yarı
kapalı, kederli bakan, örtülü, peçeli bir kadın resmi bulunuyordu. Bu
kitaplarda zorla evlendirme veya diri diri yakılma vakalarına ilişkin
tanıklıklara yer veriliyordu. Bu tanıklıklarda Batılı olmayan kadına yönelik
şiddet egzotikleştiriliyor, namus cinayetlerinden, zorla evlendirme
pratiklerinden bahsediliyordu. Bu kitaplara tabii ki “Kahrolsun Tesettür”
başlıklı kitaplar eşlik ediyordu. Bunlarda da 2004’te devlet okullarında
takılması yasaklanan başörtüsünden bahsediliyor, dinî bağlılığın işareti olarak
görülen başörtüsüne dair görüşler aktarılıyordu. Ve tabii başörtüsü ile kadına
şiddet arasında bağlar kuruluyordu.[4]
Bu
kitaplardan birinin adı Dans l’enfer dans tournantes (“Toplu Tecavüz
Cehennemi”) idi. Kitapta, Samira Bellil isimli, aslen Kuzey Afrikalı olan genç
bir Fransız kızın hayat hikâyesi aktarılıyordu. Paris’in kenar mahallesinde
erkek arkadaşları tarafından kendisine tecavüz edilmişti.
Ni
Putes ni Soumises (NPNS, “Ne Fahişeyiz Ne Enayi”) isimli grubun
kaynaklık ettiği bu toplu tecavüz anlatısı, genç Arap erkekleri şeytanlaştırma
stratejisine başvuruyor ve onları Fransız olmayan kişiler olarak takdim ediyor,
bir yandan da yoksul Arap kızlarını kurtarmaya çalıştıklarını iddia ediyor.
Bu
NPNS grubunun dilinin birçok yönden Ayaan Hirsi Ali’nin diline fazlasıyla
benzediğini görmek gerekiyor. Zira her ikisi de şiddeti din ve kültür üzerinden
izah ediyor. Bu kesimin diline doladığı slogan ise “ne tesettür ne tecavüz!” Bu
slogan aracılığıyla İslam, neden-sonuç ilişkisi dâhilinde, şiddetin bir sembolü
hâline getiriliyor.[5]
Göçmenlerle
ilgili tanıklıklar bir biçimde günümüz Fransa’sında azınlık kesimlere mensup
kadınlara dair hikâyelerle harmanlanıyor ve zorla evlendirme, namus cinayeti
hatta örtünme gibi olgulara vurgu yapılıyor, böylelikle de üçüncü dünyaya
mensup kesimler, bilhassa eski sömürgelerden gelenler, gayri medeni kişiler
olarak takdim ediliyor, onların herhangi bir hakkı hak etmedikleri üzerinde
duruluyor, ama bir şekilde bu insanlara yardım edilmesi gerektiğinden
bahsediliyor.
Eski
sömürgelerden gelen kadınların giderek yayılan kültürel sorunların çilesini
çektiğini söyleyenler, esasen bu kadınların ya tecrit edilmeleri (dışlanmaları)
ya da tedavi edilmeleri (kurtarılmaları) gerektiği iddiasında bulunuyorlar.
“Şiddete
karşı kadınlar” denilen dili ve kategoriyi esas olarak feminist politik
mücadele inşa etti ve ilgili dil, bu mücadelenin içindeki aktörlerce hâlen daha
kullanılıyor. Ama öte yandan kadına yönelik şiddetle mücadele, bir yandan da
sömürge döneminin stratejilerini ve gerilimlerini de bünyesinde barındırıyor.
Bilindiği üzere bu dönemde kadınlar, medeni olma statüsünün bir göstergesi
olarak kullanılıyorlardı. İmparatorluk döneminden kalan izler varlığını hâlâ
koruyor. İltica Başvuru Kurulu esasen bu anlayışı temel alıyor.
Bu
bağlamda Judith Butler, ister feminist olsun ister quir, emperyalizmi karşıya
atan her türden siyasetin, “medenileştirme misyonundaki barbarlığa karşı
çıkması gerektiğini” söylüyor.[6] Bugünün meselesi de bu barbarlık.
Göç
bağlamında kullanılan dil, esas olarak bakım ve koruma meselesi üzerine kurulu
ve ona anti-emperyalizm, eşitlik ve adalet temelli politik dil değil, ahlakî
gereklilik yön veriyor.
Bu
dilse daha çok şiddetten bahsediyor, ama ekonomik mahrumiyet meselesi üzerinde
hiç durmuyor, göçmen kadınların mevcut konumundaki savunmasız hâlin sebebi olan
devletin şiddetine hiç değinmiyor.
Gerekli
evraka sahip olmama meselesinin cinsiyet temelli şiddetin bir biçimi olduğundan
bahseden kimse yok. Böylelikle kadına şiddetin gündelik hayatta karşımıza çıkan
biçimleri, tüm Fransız toplumuna yayılıyor ve bu gerçeğin üzeri örtülüyor.
Şiddet, temelde belirli etnik formlara hapsediliyor. Ayrıca kadına şiddet
meselesinde varoşlar türünden mekânlara odaklanılıyor, ama ırkçılık ve maddi
eşitsizlik gibi gerçek politik meselelerin üzerinden atlanıyor. Böylelikle
kadına şiddetin varoşlarla sınırlı bir olgu olduğuna işaret edilmiş olunuyor.
Kadına
şiddet meselesi dar anlamda tarif edilerek, Fransız devleti yardımsever ve
aydınlanmacı bir güç olarak gösteriliyor. Öte yandan devlet kaynaklı şiddet,
ırkçı şiddet ve ekonomik şiddet gibi diğer şiddet biçimlerinin kontrolden çıkıp
çoğalmasına izin veriliyor.
Miriam Iris Ticktin
[Kaynak:
Casualties of Care: Immigration and the Politics of Humanitarianism in
France, University of California Press, 2011, s. 154-158.]
Dipnotlar:
[1] Emel Fadlallah’ın basında yer alan son tartışmasına bakılabilir. Bu
tartışmada Fadlallah, Sudanlı gazeteci Lubna Hüseyin’in halk içinde pantolon
giydiği için Hartum’da ahlaka mugayir görülerek suçlanması ardından Fransa’nın
koruması altına alınışı konusunda Sarkozy ile yürüttüğü görüşmeden bahsediyor.
[Amal Fadlalla, “State of vulnerability and humanitarian visibility: Lubna’s
pants and Sudanese trans-politics of rights and dissent”, Signs.]
[2]
Peter van der Veer, “Pim Fortuyn, Theo van Gogh, and the Politics of Tolerance
in the Netherlands”, Public Culture, Yıl 18 Sayı 1: s. 111-124.
[3]
Moderasyonunu Tony Judt’un üstlendiği, Ekim 2006’da New York Üniversitesi
Remarque Enstitüsü’nün düzenlediği “Din ve Hoşgörünün Sınırları: Hollanda’da
Çokkültürcülük” başlıklı tartışmaya katıldım. Orada yaptığı konuşmada Ayaan
Hirsi Ali, Batı’nın daha medeni bir yer olduğunu, sömürgeciliğin Müslümanlara
hayrının dokunduğunu söyledi. Ali, orada Hollanda Parlamentosu’nda muhafazakâr
Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi’nin eski başkanı Frits Bolkestein ve
Hollandalı gazeteci ayrıca Hollandse toestanden (“Hollanda Devleti”)
isimli kitabın yazarı Bas Heijne ile sohbet etti.
[4]
Tesettürle ilgili tartışmaları ele alan literatüre dair örnekler için bkz. John
R. Bowen, Why the French Don’t Like Headscarves: Islam, the State, and
Public Space, Princeton: Princeton University Press, 2007; Pierre Tévanian,
Le voile médiatique, un faux débat: “L’affaire du foulard islamique”, Paris:
Raisons d’Agir Editions, 2005; John Scott, “Symptomatic Politics: The Banning
of Islamic Head Scarves in French Public Schools. French Politics, Culture
and Society, Yıl 23, Sayı 3 (2005): s. 106-127; ve Talal Asad, Reflections
on Laicité and the Public Sphere: Items and Issues Yıl 5 Sayı 3 (2005): s.
1-5.
[5]
NPNS, varoşlarda yürüttüğü kadına şiddet karşıtı mücadelesini Suudi Arabistan
gibi yerlerde yürütülen şiddete karşı mücadelesiyle birleştiriyor. Bu sayede
kullandığı dil, İslam ve şiddet arasında kurulan ilişkinin doğallaşmasına katkı
sunuyor: örgüt, bu türden bir şiddetin varoşlarda on yıl önce yaşanmazken neden
bugün yaşandığını veya bu tür mekânlarda görülen şiddetin haklarından mahrum
edilmiş kesimlerin yaşadığı, başka alanlarda görülen şiddetle nasıl
kıyaslanabileceğini hiçbir şekilde sorgulamıyor.
[6]
Judith Butler, Frames of War: When is Life Grievable? Londra, Verso
Books, s. 132.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder