Arapların
Haziran 1967’de İsrail’e karşı yaşadığı yenilginin ardından Beyrut’taki
yayınevleri, toplumsal eleştiri içeren ve silâhların susmasıyla rafları
dolduracak olan yüzlerce kitap yayımladı. Ağır yenilginin yol açtığı şok
dalgaları daha da derinlere indi. Bu koşullarda onlarca gazeteci, profesör,
şair, romancı ve siyasetçi kendi incelemelerini kaleme aldı. Herkes, şu türden
sorulara, kendi üslubunca cevap bulmaya çalışıyordu: Arap milleti, askerî,
ekonomik ve politik düzlemde gelmek istediği seviyeye neden gelemedi? Bir
zamanlar ilerlemenin, sosyalizmin ve birliğin hüküm sürdüğü yeni dönemin yegâne
taşıyıcısı olan Nasır ve Baas neden perişan oldu ve itibarsızlaştı?
Bu
soruların sorulduğu dönemde Beyrut, Şam, Kahire ve Tunus gibi şehirlerde Arap
düşünürleri, bir araya gelip hep birlikte entelektüel planda kendilerini
müşterek bir arınma sürecine teslim ettiler.
Toplumsal
eleştiri, hiç şüphesiz farklı kanallardan ilerliyordu: Marksist ve liberal
seküler kanalın yanı sıra radikal ve muhafazakâr İslamcı kanal da faaldi. Laik
eleştirmenler, panarabizm kaynaklı düşlerin beslediği rehavete saldırdılar,
kitlesel yürüyüşleri zehirleyen bu akımı şiddetle eleştirdiler ve emperyalizm,
Siyonizm gibi kötü güçleri yere çalacağına dair boş vaatlerini hedef aldılar,
ayrıca panarabizmin güçlü olunduğu o şanlı günlere geri dönüleceği yalanını
ifşa etmek için uğraştılar. Suriyeli şair Adonis gibi liberallerse şunu
söylediler:
“Modernleşen toplumların
bu süreci ancak kendi tarihine, geleneğine ve değerlerine meydan okuduğu vakit
yaşayabildiklerini görmemiz gerekiyor. Artık dinî mirasımızın bugünümüz ve
geleceğimiz konusunda ne işe yaracağını sormalıyız. […] Madem bizim bir işimize
yaramıyor, onu terk etmeliyiz.”[1]
Suriyeli
Marksist felsefeci Sadık Azmi ise şunu yazdı:
“Hayatımızda
buzdolaplarına, televizyonlara, petrol kuyularına, MIG uçaklarına radarlara vs.
yer açtık, fakat bu ithal edilmiş ürünleri kullanan akıl, sanayi devrimi öncesi
bedeviliğin, doğaüstücülüğün ve tarımsal üretimin hüküm sürdüğü aşamaya
ait.”[2]
Fuad
Ajami, 1967 sonrası Arap siyasi düşüncesini ele aldığı çalışmasında bu
külliyatı kendi tespitiyle şu şekilde özetlemekteydi: “Kendi mirasımıza,
geleneğimize karşı çıkmalıyız. Bugünü özgürleştirmek istiyorsak, geçmişi
öldürmeliyiz.”[3]
Bu
ortamda Hüseyin Mürüvvet’in sözleri herkese uçuk kaçık gelmiş olmalı. Lübnan
Komünist Partisi’nin teorik yayın organı Tarik’in yayın yönetmeni olan
Mürüvvet, kültürü bu tür yaklaşımlarla yok etmekle zerre alakası olmayan bir
isimdi. 1968 başlarında Haziran yenilgisinin kültürel değil, salt askerî bir
yenilgi olduğunu söyledi. Sonrasında kaleme aldığı makalelerde tarihsel materyalizm
bağlamında bir tür evrenselcilikle Arap milliyetçiliğinin incelikli bir
biçimini harmanlamaya çalıştı. On yıl sonra yayımlanacak olan başyapıtı Arap-İslam
Felsefesinde Materyalist Eğilimler isimli kitabı bu teorik zemin üzerine
inşa edildi.[4]
1978
öncesinde Mürüvvet’in düşüncesi, birbiriyle bağlantılı bir dizi teorik hat
üzerinden şekillenmişti. Bu teorik hatlar, ancak 166 sayfalık Materyalist
Eğilimler çalışmasında eksiksiz olarak aktarılma imkânı buldu. Bu süreçte
aldığı metatarihsel ve politik konumlar, onun Ortaçağ İslam tarihi okuması için
gerekli zemini teşkil etti. Hüseyin Mürüvvet, her zaman kendisinin “Arap ulusal
kurtuluş hareketi” olarak adlandırdığı ideolojik konum üzerinden kurtuluş
davasına bağlı kalmış bir isimdi.[5] Önceliği sadece Lübnan ya da sadece
enternasyonalizm değildi. Onun çıkış noktası, Arap milletiydi. Dolayısıyla
Mürüvvet’e göre ilerici Arap aydınlarının, genelde fikrî ve sanatsal üretimin
Arap emekçi kitlelerinin verdikleri kurtuluş ve sosyalizm mücadelesine
bağlanması gerekmekteydi. Tarihçi ise hâlihazırda sürmekte olan mücadeleyle
alakalı olan geçmişin tüm yönlerini, boyutlarını araştırmalıydı.
Mürüvvet,
esasen “Arap sosyalizmi”, “İslamî kapitalizm” ve “tasavvufî varoluşçuluk” gibi
tarihsel ve kültürel açıdan birbiriyle alakası olmayan kavramları yan yana
getiren solcuları kıyasıya eleştiren bir isimdi. Ona göre, geçmiş bugünle
ilişkilendirilmeli, ama aynı zamanda bugünün geçmiş üzerinde kurduğu iktidar
yıkılmalıydı. Kendisini bu görevi ifa etmeye adamış bir tarihçinin elindeki
yegâne bilimsel aygıt da tarihsel materyalizmdi. Arap milliyetçiliği bağlamında
bu, Arap Marksist tarihçilerin İslamî rasyonalizm ve Şiilerdeki itaatsizlik
türünden Arap-İslam tarihinde görülen muhalif akımları üretmiş toplumsal
ilişkiler üzerindeki örtüyü kaldırmaya mecbur olduğu anlamına geliyordu.
Kurtuluş hareketine can verecek, Arap dünyasında laik demokrasi ihtimalini
besleyecek olan, tam da bu görevdi.
Mürüvvet’in
Arap-İslam geleneğine odaklanmasına karşın rasyonalist ve materyalist düşünce
ile toplumsal direniş arasındaki ilişki konusunda evrensel bir teori ortaya
koyduğunu söylemek gerek. Ona göre her gelenek bünyesinde, yönetici güçlere
karşı dışlanmış ve haklarından mahrum edilmiş insanların düşüncelerine tercüman
olan, bir şekilde ilericilik içeren materyalist veya rasyonalist bir düşünceyi
barındırır. Fakat ilerici dünyanın geliştirdiği felsefî gelenek tarihsel,
toplumsal ve kültürel bağlamlara bağlı olarak farklı bir yığın varyasyonu
kucaklar. Materyalist veya rasyonalist düşüncenin gelişimi, asla Batı’dan,
Doğu’dan veya başka bir yerden neşet etmiş bir kültürel süreç olarak
yorumlanamaz. Her toplumsal bağlam, kendi içinde materyalizm-idealizm diyalektiğini
barındırır.
Hüseyin
Mürüvvet, farklı politik tarzları ve düşünce akımlarını kucaklayan bir isimdir.
O, hem komünist hem de milliyetçidir. İslamî Marksizm ile ilgili makalesinde
Peter Gran, Mürüvvet’i "İslamî Marksist" olarak tarif etmektedir.[6]
O, düşüncelerin ve kültürün kurtuluşun itici gücü olabileceğine inanan,
materyalist bir düşünce tarihçisidir. Mürüvvet, hem yerel bağlama hem de
evrenselliğe vurgu yapar. Onun Arap-İslam mirasına dair okuması, Arap Marksizmi
içinde yeni bir çıkışı ifade eder. Arap dünyasında Marksist akademisyenler
arasında Arap-İslam mirasının yeniden gündeme gelmesinden, can bulmasından en
fazla o sorumludur. Materyalist Eğilimler eseri birçok baskı yapmıştır
ve çok sayıda eleştirel incelemeye konu olmuştur. Mehdi Amil, Tayyip Tazini ve
Hadi Alevi gibi solcu aydınlar, uzun süre İslamî muhalefet hareketlerinin
toplumsal kökenlerini, ayrıca Arap ve İslam dünyasında demokrasi, radikalizm ve
rasyonalist ve materyalist düşünce geleneklerini incelediler.[7] Mürüvvet’in
İslamî düşünceye dair okumasını ve kullandığı kaynakları incelemeye başlamadan
önce teorik yönelimine temel teşkil eden ve kimi vakit birbiriyle çelişen
önermeleri inceleyelim.
1968’de
Mürüvvet, toplumda sanatçının oynadığı rolün üzerinde çok durdukları ve düşünce
ile diğer insanî faaliyetler arasında engeller koyan girişimlerini
yücelttikleri için Nizar Kabbani ve Adonis’i eleştirdi.[8] Devrimci aydının
öncü rolünü kabul eden Mürüvvet, asıl olarak aydınların kitlelerin içinde
yaşaması, onları devrimcileştirip sınıf bilinciyle kuşandırmaları gerektiği
üzerinde duruyordu. Düşüncelerle dünya arasında birlik olmalıydı.[9] Mürüvvet,
Arap-İslam tarihinin geride bıraktığı kültürel mirası yirminci yüzyılda
ilerlemenin önünde bir engel olarak görenlere şu cevabı veriyordu:
“Gelecek devrimin
safındadır. Fakat gelecek hayattan neşet eder, hayatsa bir dizi deneme
yanılmalardan meydana gelir. O geçmiş, bugün ve gelecekten ibarettir. Geçmişi
gelecekten kopartmak hayatı dilim dilim doğramak demektir. Böylelikle bir
halkın veya milletin insanî yönü bölünecek, ‘medeniyet’e dair en temel
anlayışla çelişkiye düşülecektir. Dolayısıyla bizim Arapların hayatı dâhilinde
uzanan o uzun yola, geçmişimizden geleceğe, görüp görebileceğimiz dünyanın
ötesine akan yola revan olmamız gerekmektedir. O vakit Haziran yenilgisinin
yaşandığı günden beri Arap medeniyetine dair şüphelerini açıktan ortaya
koyanların sorduğu o ilk soruya cevap veririz.”[10]
Bu
ifade, esasen Mürüvvet’in öncülüğünü yaptığı İslamî Marksizm için ortaya
konulmuş bir niyet beyanıdır. Arap medeniyetine ve can veren ana unsur olarak
geçmişe yönelik vurgu, her ne kadar milliyetçiliğe has yönelimler olsa da
Mürüvvet, Baasçılık gibi Arap milliyetçisi akımların yaptığı gibi kültürel
üstünlük veya milletin yeniden doğuşu anlayışı türünden yaklaşımları
benimsemiyordu. Mürüvvet, idealizm-materyalizm diyalektiği gibi insanî
düşüncedeki evrensel eğilimlerle ulusal gelenekler arasındaki bağları
göremedikleri için Üçüncü Dünya’daki ırkçıları eleştiriyordu.[11] Edebiyat
eleştirisi üzerine kurulu birçok çalışmasında Mürüvvet, Arap olan ve olmayan
halkların kültürel kimliğinde Arapçanın belirleyici yönü üzerinde durmaktaydı.
Birçok Batılı aydının aksine o, Abbasi toplumunun kültür düzleminde Arap
olduğunu söylüyordu.[12]
Mürüvvet’e
göre, Arap-İslam geleneğini incelemenin ana sebebi, Arap kurtuluş hareketini
kendi kültürel bağlamı dâhilinde sağlam köklere kavuşturmak amacıyla
radikalizmin yerli kaynakları üzerindeki örtüyü kaldırmaktı:
“Arap-İslam kültürü
geleneğini tarihsel materyalizm ışığında idrak etmek, Arap-İslam düşünce
geleneğindeki derinliğin ve dinamizmin açığa çıkmasını sağlayacaktır.
‘Dinamizm’den kastım, değiştirme ve geliştirme gücüdür. Mirası bu şekilde
kavramamız, bize toplumsal kökenleri anlama, böylelikle tarihimizdeki düşünsel
ve maddi üretici güçleri, bunların sömürücü sınıflarla mücadelelerini tanımlama
imkânı sunacak ki bu da iç içe geçen iki hedefe, bu miras ile tarihsel bağlamı
arasındaki bağlantıyı açığa çıkartma hedefine ve Ortaçağ Arap tarihinin
devrimci yönleri ile modern Arap kurtuluş hareketi arasındaki nesnel ilişkileri
tanımlama hedefine ulaşmamızı sağlayacaktır.”[13]
Mürüvvet,
esasen Arap kurtuluş hareketinin anlamı konusunda net değildir, dolayısıyla,
onun geçmişin geri kazanılmasından pratikte neyi anladığı da bir çırpıda
anlaşılamamaktadır. Çalışmalarında Mürüvvet, Arap-İslam geleneğine dair
anlayışımızı asıl tahrif edenin idealist, burjuva yorumlar olduğunu söyler.
Materyalist epistemolojiyi yalın bir biçimde aktaran ifadesinde Mürüvvet, tüm
tarih yorumlarının temelde sınıfsal “tarafgirliğe” dayandığını iddia eder.[14]
Ona göre, o güne dek Arap-İslam düşüncesi tarihi, ya Arap topraklarını fethetme
girişimlerini meşrulaştırmak amacıyla ırkçı bir oryantalizm üretmiş olan Batılı
sömürgeci düşüncenin ya da Selefi harekete has idealizmi ve ondaki tarih dışı
İslam okumasını üreten burjuva İslamî gelenekçiliğin hâkimiyet sahasıdır.[15]
Tarihsel
materyalizm, tarihsel açıdan özel bir keşif için gerekli bir araçtır ve bu
araç, esasen düşünceler tarihindeki ilerici bir eğilimin ürünüdür. Mürüvvet’in
dünya tarihi okumasında sınıfsal çatışma, İslam tarihine ilişkin burjuva ve
devrimci yorumları koşullar, üstelik bu yorumlar tüm toplumlarda kültürel
açıdan farklıdırlar.[16] Materyalizm, Marx ve Engels’le çıkış alan bir akım
değildir. Elen ve Müslüman âlemindeki ilk materyalistler arasında Thales’i,
Anaksimander’i, İbn Sina’yı ve İbn Rüşd’ü saymak mümkündür. “Toplumun kültürel
ve politik yapısını biçimlendiren, topluma ait fiziksel temeldir” tezi
materyalizme has bir tezdir ve evrenseldir. Bunun dışında söz konusu düşünce
geleneği, muktedirlerden kopuk olan veya onlara meydan okuyan kesimlerden neşet
etmiştir. Sonuçta yönetici güçler, idealist hilelerle hâkimiyetini örtbas
etmeye veya meşrulaştırmaya çalışırlar. Antik Elen’de Thales ve Anaksimender’in
materyalist kozmolojisinin karşısına Platon’un idealist metafiziği tam da bu
sebeple çıkartılmıştır. Gazali’nin Sünni kitabî yaklaşımla tasavvufî
mistisizmden oluşan sentezi, karşısında İslamî spekülatif teolojiye ait
rasyonalizmi bulur.
Buna
karşılık Mürüvvet, materyalist düşüncenin cihanşümul, tüm tarihi kuşatan bir
soykütüğüne sahip olduğunu söylemez. Thales, Marx’ın öncülü değildir. Sınıfsal
çelişkinin ulaştığı kapsama ve derinliğe bağlı olarak her ulusal gelenek, kendi
materyalist ve idealist akımlarına sahip olacaktır. Bir de her bir gelenek,
kendisine has demokratik unsurlar ihtiva eder.[17] Mürüvvet’teki materyalist
evrenselcilik, yüzünü tam da bu noktada kültürel ve ulusal parçacılığa çevirir.
Ona göre her bir gelenek, üretim ilişkilerinin, dolayısıyla bilimsel bilginin
ulaştığı özel seviye dâhilinde kendisine has yolda ilerler.
Mürüvvet,
kültürel yayılma temelli teorileri redde tabi tutar. Rasyonalizm Doğu’ya
Batı’dan gelmemiştir. Araplar rasyonalizmi Elenlerden ödünç almışsalar da,
Atina köle sistemi ile Abbasilerdeki feodal-merkantil yapı arasındaki uçuruma
bağlı olarak, benzer fikirler farklı şekilde kullanılmış, farklı toplumsal
ihtiyaçlara binaen devreye sokulmuş veya çöpe atılmıştır. Abbasi toplumu,
kökleri Sasanilere ve Bizanslılara uzanan kendine has, yerli bir rasyonalizm
geleneğine sahiptir.
Tüm
kültürel ve politik geleneklerde materyalist (ve demokratik) süreklilikler
olduğu düşüncesi, Mürüvvet’in teorik kurgusundaki en kışkırtıcı ve en kafa
karıştırıcı unsurdur. Mürüvvet, sürekli evrensel-yerel arasındaki dengeye
bakar. Bu denge, özünde onda görülen geçmiş-bugün arası bağlara dair anlayışla
rabıtalıdır. Politik ve toplumsal düzenlemeleri, onların kültür âlemindeki
materyalist ve idealist tezahürlerini belirleyen, üretim ilişkileridir. Geçmiş
bugünün parçasıdır, çünkü tarihte eğilim, kölelikten kapitalizme veya ilkel
materyalizmden diyalektik materyalizme doğru ilerleme yönündedir. Tarihsel
materyalizm, bu evrensel gerçeklerin üzerindeki örtüyü kaldırır. Ancak öte
yandan aceleci bir tutumla Mürüvvet, tarihsel gelişme aşamalarının birbirine benzer
tarzda ilerlemediğini söyler. Arap-İslam âleminde bu ilerlemenin güzergâhı söz
konusu âleme hastır ve orada gelişen kültürel gelenek, ancak o âlemin ürettiği
özgül sosyo-ekonomik dizilim bağlamında idrak edilebilir. Ayrıca Arap ulusal
kurtuluş hareketi ilhamını bu gelenekten almalıdır.
Diğer
yandan Mürüvvet’te geçmişe bugün, yerelle dünya arasında mevcut olan bağlar pek
net değildir. Mürüvvet, en fazla, materyalist düşüncenin çağlar boyu sahip
olduğu birlik üzerinde durur. Oysa Thales, Aristo, Farabi ve Marx’ın
materyalist felsefenin gelişimi dâhilinde sahip oldukları benzerlik hiç izah
edilmez. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Arap-İslam dünyası ile bugünün ulusal
kurtuluş hareketi arasındaki kültürel ve düşünsel bağlar da somutlaştırılmaz.
Bunun dışında Mürüvvet, Marksist aydınlarda gördüğü tarih dışılığı karşıya
atmak için çabalamasına rağmen geçmişi bilme meselesini bugüne hazırlanma
meselesine indirger.
Arap
Yarımadası’nda kabilecilikteki dağılma, esasen merkezîleşmiş ticaret
merkezlerinin ortaya çıkması karşısında tek tanrılı ideolojinin oluşumu için
gerekli yolu açmıştır.[18] Aynı şekilde, özgür irade ile kader arasında eskiden
yürütülmüş olan tartışmalar da teolojiden arınmış bir İslam felsefesinin
gelişmesi için gerekli girizgâh niteliğindedir.[19]
Yukarıda
aktardığımız teorik tespitler, Mürüvvet’in İslam teorisi okumasındaki ve
Arap-İslam mirasına dair geleneksel yorumlara yönelik itirazındaki değeri asla
azaltmaz. İbn Haldun’un Mukaddime’sinin çok etkileyici bulunup parçası
olduğu Kitâbü’l İber’in çok az okunmasında olduğu gibi, Mürüvvet’in
Arap-İslam tarihyazımına yaptığı katkının özü de yüzeysel ve şematik olan giriş
bölümünü takip eden 1.400 sayfa boyunca idrak edilecek bir şeydir. Aşağıda
Mürüvvet’in İslam’ın doğuşuna, ilk İslam ümmetinin oluşumuna, ikinci fitneye,
Şiilerin Emevi idaresine yönelik muhalefetine ve bu toplumsal-politik
ayaklanmalara eşlik eden teolojik ve felsefî tartışmalara yol açan
sosyo-ekonomik ve politik gelişmeleri nasıl ele aldığını inceliyorum.
İslamî
düşüncede rasyonalist geleneğin iki ayrı dayanak noktası anlamında spekülatif
teolojiyi ve İslamî ilmi ortaya çıkartan toplumsal ve politik kalkışmaların
kökleri, İslam öncesi dönemlere dek uzanır. Mürüvvet, bu ilk dönemi anlamak
için bir dizi kaynaktan istifade eder. En geniş mânâda Mürüvvet’in amacı,
Batılı oryantalist aydınların ve Selefi geleneğe ait yorumların miras
bıraktıkları İslam tarihini revize etmektir. Elbette bu, Mürüvvet’in bu
okulları tümüyle bir kenara attığı anlamına gelmez. Mürüvvet, çalışmasında
sürekli Hamilton Gibb’i, Claude Cahen’i ve Montgomery Watt’ı alıntılar. Ayrıca
tarihsel materyalizmi ilk kez İslam tarihine tatbik etmiş olan Sovyet
aydınlarından da istifade eder. Kendi döneminin Arap tarihçileri ve
akademisyenlerinden de yararlanan Mürüvvet, Cahiliye edebiyatı konusunda Taha
Hüseyin’den, Siyer konusunda Muhammed Hüseyin Haykal’dan, İslam öncesi ile
ilgili olarak Abdulaziz Salim’den ve İslam ümmeti ile İslam’ın ilk ortaya
çıkışı bahsinde Abdulaziz Duri’den beslenir. Ahmed Amin’in ve Mustafa
Abdurrezzak’ın çalışmalarından özel olarak bahseden Mürüvvet, bu isimlerin
İslam teolojisi ve felsefesinde hüküm süren tartışmaların toplumsal ve politik
kökenlerine yoğunlaşan ilk Arap tarihçileri olduğunu söyler. Klasik tarihsel
kaynaklar arasında en çok alıntıladığı çalışmalar, Ali İbnü’l Esir, İbn Hişam,
İbnüs Saatî, Taberî, Mesudî, Belâzurî, Yakubî, Gazalî, İbn Teymiyye ve İbn
Haldun’un eserleridir. On ikinci yüzyılda yaşamış olan felsefeci ve tarihçi
Şehrastani’yi öne çıkartan ise Mürüvvet, onun İslamî düşünce tarihinin İbni
Haldun’u olduğunu söyler. Son olarak dinî eğitim almış ve bir süre Irak’ta Şii
müçtehit olarak çalışmış olan Mürüvvet, ilk İslam ümmetinin öncelikli gördüğü
hususları belirlemek için öncelikle Kur’an ve Sünnet’ten istifade eder.
Mürüvvet,
İslam’ın doğuşunu, ticaret alanına hâkim olan seçkin isimlerin birleşip
güçlenmesi, öte yandan parçalı bir yapı arz eden kabileciliğin dağılışı
bağlamında açıklar. Ona göre, Mekke’deki Kureyş kabilesi türünden yapıların
sahip olduğu üstünlük, ticari çıkarlar önünde engel teşkil etmektedir.
“İslam, tarihsel
zorunluluk gereği kabilelerden oluşan genel yapının dağıldığı noktada ortaya
çıkmıştır. Bu, yeni üretim ilişkilerine, yeni toplumsal düzenlemelere, o
ilişkileri örgütleyip gelişimlerini güvence altına almak için gerekli yeni
kurumlara yaslanan yeni bir Arap toplumunun kurulduğu hazırlık sürecinde
gerçekleşmiştir. İslamî çağrının hikâyesi bu zeminde başlamıştır.”[20]
Tek
tanrılı bir dinin ortaya çıkışı, ticari çıkarların dayattığı ihtiyaçları
karşılamak için yarımadayı birleştirme dürtüsüne uygun bir gelişmedir.
Mürüvvet, söz konusu gelişmenin, Yahudi ve Hristiyan öğretilerinden türetilmiş,
haniflere ait ön tektanrıcı yönelim ideolojik aşamayı oluşturur oluşturmaz
yaşanmadığını söyler.[21] Bu noktada Mürüvvet, Peygamber’in ilk destekçilerinin
Mekke toplumunun dezavantajlı kesimlerinden geldiği gerçeğine işaret eder. Her
ne kadar başlarda İslam, kâr peşinde koşan, adalet nedir bilmeyen kişilere
karşı yoksulun yanında dursa da sonrasında onun kabile ve çoktanrıcılık temelli
statükoya yönelik itirazı, nihayetinde topraklara toprak katma dürtüsünü açığa
çıkartıp yarımadayı birleştirmek suretiyle hâkim sınıfların çıkarlarına hizmet
eder. Nihayetinde İslam’ın ilk düşmanı olarak Kureyş, gerçekleşen ilk fetihler
ve Emevi aristokrasisinin oluşumu sonrası iktidarı ele geçirir.
Mürüvvet’e
göre İslam, hızla değişen toplumsal ve ekonomik koşullara uygun olarak gelişme
kaydetmiştir. Bir dönem Mekke oligarşisine karşı yoksulların talepleri öne
çıkmış, hicret sonrası yeni cemaat ve yeni kimlik için gerekli bilinci
oluşturmak adına kanunlar çıkartma ihtiyacı öncelikli hâle gelmiştir. Medine
döneminde kanun koyucu sureler bunun delilidir.
Felsefeye
giriş niteliğindeki çalışmalar ve teolojik tartışmalar ikinci fitne ile
birlikte zemin bulur. Bu, Osman’ın öldürülmesi ve Muaviye’nin Ali’ye itirazı
sonrası yaşanan iç mücadele dönemini ifade etmektedir. Mürüvvet’in tarih
okumasında Ali taraftarlarını harekete geçiren ana unsur, halifeliğin Ali’nin
hakkı olduğu inancına bağlılık değil, Emevilerle mücadeledir.[22] Arap toprak
sahibi sınıfının gücünü pekiştiren asıl isim, Muaviye’dir. Muaviye, Kureyşiler
Kaysi aşiretiyle ilişkili olmasına karşın, Suriye’de çoğunluğu teşkil eden Kalb
kabile bloğu ile bağlar kurmuştur. Bunun dışında babadan oğula geçen krallık
rejiminden başka bir şeyi ifade etmeyen bir yapıyı kurmak için şura ilkesini
yürürlükten kaldırmıştır. Arap yönetici sınıfından uzak tutulan Mevâlî, ayrıca
Emevi kurgusunun dışında duran Basra ve Küfe Arapları, Ali ve çocuklarının
etrafında toplaşmışlardır. Statükoya yönelik itiraz, toplumsal bir boyut
kazanıp “itaatsizlik kültürü”nün gelişmesini sağlamıştır.
Öte
yandan Şiiliğin Sünniliğe nazaran felsefî düşünceye daha fazla kapı
araladığından söz edilemez. İçtihat kapısı Sünnilerde kapalı iken Şiilerde
teorik planda açıktır, ama gelgelelim imamın kusursuzluğu, hatasızlığı bu
imkânı bağımsız bir düşünür için ortadan kaldırmaktadır.
Her
ne kadar Şiiliğin ve Hariciliğin ortaya çıkışı felsefî düşünceyi beslememişse
de dipteki dalganın açığa çıkmasını sağlamıştır. Özgür irade-kader tartışması,
ileride Arap-İslam geleneğinde rasyonalist çizgiyi teşkil edecek girişimlerin
ilk yürüttüğü tartışmadır. Zilzâl suresinin yedinci ve sekizinci ayetlerinde
geçen “Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görür; Kim bir zerre
ağırlığınca bir şerr yaparsa onu görür”[23] ifadesi, bireyin kendi kaderinden
sorumlu olduğunu ifade eder. Diğer yandan, “Allah kimi hidayete erdirmek
isterse, onun gönlünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe
yükseliyormuş gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah, inanmayanları işte
böyle pislik içinde bırakır” ayeti ise kaderin İslam inancının bir parçası
olduğunu ortaya koyar.[24] Öte yandan Ali’nin sözlerine bakılacak olursa Şii
düşüncesinde de benzer bir tutarsızlığın bulunduğu görülecektir.[25]
Mürüvvet’in tespitiyle, Kur’an’daki insan iradesiyle ilgili ayetler çoğunlukla
Mekkîdirler. Hicret sonrası insan iradesindeki aşırılıkları törpülemek
suretiyle ümmetin birliği sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır.[26]
Fetihlerden
sonra ise beklenmedik durumlar karşısında pratik zekâya sahip kişiler, kaderle
özgür irade arasındaki tutarsızlığı istismar ederler. Kanun yapma noktasında
açığa çıkan çatışmayı ifade eden ikinci fitneye tanık olunur. Şiiliğin kaleleri
olan ve Emevi idaresine yönelik muhalefetin merkezleri olarak iş gören Basra ve
Küfe, farklı kültürlerin ve fikirlerin iç içe geçtiği, birbirine karıştığı
yerler olarak, yeni felsefelerin gelişip serpileceği ortamları meydana
getirirler. Yaratıcılığın ve rasyonel düşüncenin tek başına vahiy temelli bir
epistemolojiyle çözülemeyecek, öngörülemeyen sorunların çözümünde kullanıldığı medresetü’l
ehlü’r-rey’in doğduğu yerdir. Medreset’ül ehlü’r-rey, İslam’da
rasyonalist geleneği meydana getirecek Mutezile geleneğinin öncülüdür. Öte
yandan aynı dönemde Medine ve Mekke ise medreset’ül ehl-i hadis’in
kalesi hâline gelir ve ehlü’r-rey’in yol açtığı tehditler karşısında
Sünnet’in üstünlüğünü vurgular. Irak’ta çalınan düşünsel ve politik maya,
Abbasi halifeliği döneminde zirvesine ulaşacak olan rasyonalist gelenek için
gerekli zemini oluşturur.
Küfe
ve Basra ile Medine ve Mekke arasındaki gerilim ise Mürüvvet’in tarih
anlayışının merkezinde duran rasyonalizm-metafizik, radikalizm-gericilik
diyalektiğini doğurur. Abbasi dönemindeki kültürel bereketliliği Elen ve Hint
kaynaklı bilgilerin Hristiyan ve İran metinleri aracılığıyla aktarılması ile
izah eden tarihçilerin aksine Mürüvvet, ilk dönem Müslüman toplumuna ait iç
dinamiklerin bu düşünsel ve politik eğilimleri anlama çabasının ayrılmaz birer
parçası olduğunu söyler. Bu anlamda Mürüvvet’in tarihsel materyalizm
anlayışını, kültürel geleneklerin “yayılması” olarak anlayan eğilimin panzehri
olarak görmek mümkündür.[27]
Gelgelelim
yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Mürüvvet’in ortaya koyduğu gayret de belirli
güçlüklerle ve tutarsızlıklarla maluldür. Onun kendi mukaddimesinde geçmişle
gelecek, yerelle dünya arasında kurduğu bağlantı pek de ikna edici değildir.
Mürüvvet’te görülen, Arap kurtuluş hareketine yönelik inancın altı boştur.
Ortaçağ felsefesi ile kurtuluş ve sosyalizm için verilmekte olan mücadele
arasında düşünsel bağlar kurmanın Arap aklını özgürleştireceğini ve kitlelere
eyleme geçme konusunda gerekli ilhamı vereceğini söyleyen fikriyat, esasen
Marksist bir aydının ve politik seçkinin idealizminden ibarettir.
Ayrıca
Mürüvvet’in düşünce dünyasında yerelle dünya arasında da belirli bir gerilim
söz konusudur. Bir yandan Mürüvvet, tarihsel materyalizmi nesnel sonuçlara yol
açabilecek evrensel bir araç olarak görür. Bu anlamda Mürüvvet’teki tarih
anlayışı teleolojiktir ve geçmişi bugüne yönelik hazırlık meselesine indirger.
Diğer yandan da onun, Batılı ve Müslüman modernist tezahürleri dâhilinde
burjuva tarihyazımına yönelttiği eleştiri, özel felsefî ve politik eğilimleri
koşullayan, yerele ait toplumsal ve ekonomik dinamiklere önem verir. İslamî
rasyonalizmin Küfe ve Basra’daki öngörülemeyen yaşamsal koşulların bir ürünü
olduğuna dair tespiti, bu rasyonalizmin Elen kaynaklarını okumanın sonucu
olduğunu söyleyen anlayışın panzehri olarak görülebilir. Fakat Küfe rasyonalizmi-Mekke
metafiziği, materyalizm-idealizm, burjuva felsefesi-teoloji ikiliklerine
sürekli atıfta bulununca tarih de herkesin aşina olduğu, kullanıla kullanıla
yıpranmış dişlileri sağa sola çeviren bir makiniste indirger.
Mürüvvet’in
Arap dünyasında seküler düşünürler arasındaki yerini tartışmak şarttır. Haziran
yenilgisinden, bilhassa Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve ikinci Körfez
Savaşı’ndan bugüne dek geçen süreç bağlamında onu tekrar ele almak
gerekmektedir, zira Sovyetler’in çöküşü de Körfez Savaşı da solcular ve Arap
milliyetçileri için aynı ölçüde yıkıma sebep olmuş yenilgilerdir. Bu süreçte
Adonis, bir dizi düşünsel ve politik dönüşüme uğramış, şair bir dönem İran’daki
devrimi Batı’yı kölece taklit edenlerin yol açtığı yabancılaşma karşısında
kültürel hakikiliği, sahiciliği yaşamaya dönük kahramanca bir çaba olarak
görmüştür. Son dönemde ise Mısırlı felsefeci Hasan Hanefi ve Suriyeli Muhammed
Şahrur gibi isimlerin dile getirdikleri liberal laik İslam yorumları, Arap aydınlar
arasında daha fazla dolaşıma girmektedir.[28] Bu projenin, burada sunulan
modern Arap düşüncesine yönelik okumanın kapsamını daha da genişletmesi
gerekmektedir.
Steve Tamari
[Kaynak:
Arap Studies Journal, Cilt 3, Sayı 1 (Bahar 1995), s. 121-129.]
Dipnotlar:
[1] Aktaran: Fouad Ajami, The Arab Predicament: Arab Political Thought and
Practice Since 1967 (Cambridge: Cambridge University Press, 1981), p. 29.
[2]
A.g.e., s. 43.
[3]
A.g.e., s. 29.
[4]
Husayn Muruwah, al-Naza'at al-madiyyah fi al-falsafah al-'arabiyyah
al-islamiyyah (Beyrut: Dar al Farabi, 1978), Mürüvvet 17 Şubat 1987’de
Beyrut’ta katledildi. Hayatına ve eserlerine dair eksiksiz bir değerlendirme
için bkz.: Hiwar ma’a fikr Husayn Muruwah (Hüseyin Mürüvvet’in
Düşüncesiyle Diyalog) (Beyrut: n.p., 1990).
[5]
A.g.e., "Tawzif al-turath yakshif an al-'usul al tarikhiyyah li
al-thawra al 'arabiyyah" (Arap-İslam Mirası İncelemesi Arap Devriminin
Tarihsel Köklerini Açığa Çıkartır) al-Hawadith, Sayı. 962 (Nisan 1975),
s. 77-78.
[6]
Peter Gran, “Islamic Marxism in Comparative History: The Case of Lebanon,
Reflections on the Recent Book of Husayn Muruwah”, Yayına Hz.: Barbara
Stowasser, The Islamic Impulse içinde (Londra ve Washington: Croom Helm
in association with Center for Contemporary Arab Studies, 1987), s. 106-20.
[7]
Mürüvvet’in yoldaşı ve dostu olan Amil de Mürüvvet’ten kısa bir süre sonra, 18
Mayıs 1987’de katledildi. Amil’in hayatına ve eserlerine dair daha fazla bilgi
için bkz. al-Tariq, Cilt. 5-6 (Aralık 1988). Tayib Tazini is author
of Mashru' ru'yah jadidah li al-fikr al- 'arabi fi-al- 'asr al-wasit (Ortaçağ
Arap Düşüncesine Dair Yeni Bir Görüş Oluşturma Projesi) (Şam: n.p., 1981) ve
Hadi al-'Ulwi, Min qamus al-turath (Arap-İslam Mirası Sözlüğü) (Şam:
n.p., 1988).
[8]
A.g.e., “'al-Harakaatal-thaqafiyyahal-arabiyyah fi muwajahat harb 5
haziran” (5 Haziran Savaşı Karşısında Arap Kültürel Hareketi) al-Tariq,
Sayı. 3 (Haziran 1968), s. 16-33.
[9]
A.g.e., s. 23.
[10]
A.g.e., "Hadariyyat al-insan al-'arabi" (“Medeniyet ve Arap”),
al-Tariq, Sayı. 2, (Mart 1968), s. 20.
[11]
A.g.e., al-Naza'at, s. 123-25.
[12]
1968’de Mürüvvet şunları yazıyor: “Kendisini meydana getiren ırkların
sayısından bağımsız olarak Abbasi toplumu Arap’mış izlenimi bırakan bir
toplumdur, bu, hem kazanılan zaferin Araplara has özellikleri hem de düşüncenin
niteliğini meydana getiren Arap dilinin ve Arap tarzının hâkimiyeti bağlamında
diğer ulusal özellikleri kaynaştırması bakımından geçerli bir husustur.” (A.g.e.,
"Hadariyyat”, s. 20.) Batılı akademisyenlerden Marshall Hodgson Üst
Hilafet Dönemi dediği sürecin birbirinden farklı kökleri üzerinde durmaktadır:
“Mervan ve soyundan gelenlerin hüküm sürdüğü dönemde, bilhassa onları takip
eden Abbasiler döneminde fethedilmiş olan farklı milletlerin kültürel hayatları
arasındaki ve bu milletlerle Müslüman yönetici sınıfı arasındaki duvarlar
yıkılmıştır. Bu kültür örüntüleri dilsel ve dinsel arka plan çeşitliliği
açısından, dönemin sonuna kadar kendilerine ifade kanalları bulmaya devam
etmiştir.” Marshall Hodgson, The Venture of Islam Cilt. 1 (Şikago:
University of Chicago, 1974), s. 235.
[13]
A.g.e., "Tawzif" s. 78.
[14]
A.g.e., al-Naza'at, s. 20-21.
[15]
A.g.e., s. 28.
[16]
A.g.e. s. 12.
[17]
A.g.e.
[18]
A.g.e., s. 148.
[19]
A.g.e. s. 557.
[20]
A.g.e., s. 340.
[21]
A.g.e., s. 148.
[22]
A.g.e., s. 501-502.
[23]
“Zilzâl: 7-8”, Çeviren: Mohammed Marmaduke Pickthall, The Meaning of the
Glorious Koran (New York: New American Library, n.d.), s. 447. İlgili diğer
bölümler Mürüvvet’in çalışmasından alınmıştır: al-Naza'at, s. 346-47.
[24]
“Enam: 125”.
[25]
Muruwah, al-Naza'at, s. 557-58.
[26]
A.g.e., s. 622.
[27]
William McNeil, The Rise of the West: A History of the Human Community (Şikago:
University of Chicago Press, 1964). Bu çalışma, bu türden tarih çalışmalarının
ilk örneklerinden biridir. Alt başlığının da ortaya koyduğu biçimiyle, kitap
Avrupamerkezciliğin iyi bir göstergesidir. Hodgson’ın Venture of Islam’ı
ise kültüre daha hassas yaklaşan bir çalışmaysa da kitabın yüksek hilâfet
kültürünü teşkil eden tüm etkileri değerlendirme girişimi, yazarın “İslamvari”
kültür kavramını hükümsüz kılmaktadır.
[28]
Bkz. Hasan Hanafi, Min al- 'aqidah ila al-thawra (İmandan Devrime)
(Kahire: n.p., 1988) ve Muhammad Shahrur, al-Kitab wa-al-qur'an: qira 'at
mu'asira (Kitap ve Kur’an: Çağdaş Bir Okuma) (Şam: n.p., 1992).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder