“Öz ile biçim aynı olsaydı, bilime gerek kalmazdı”
diyor Marx. Bu söze politik düzlemde şu eki yapmak mümkün: “Burjuva siyasetle
komünist siyaset birse, devrime gerek yoktur.”
Ayakkabı ustası ile bir ayakkabı fabrikasında çalışan
işçi de bir değildir. İlki, işin başını-sonunu tayin eder; ikincisi işin
başını-sonunu bilmez, sadece ucu açık bir sürecin parçası olur. İşçi ait; usta
sahip olmayı bilendir. İşçinin de ustanın da burjuva olma arzusu ile
kuşatılması mümkündür. Her ikisi de bu noktada yalınayakların öfkesinden kaçmak
için kendince yollar bulacaktır.
Burjuvazi, bir kader anlayışı ile birlikte gelir. O,
talihli, kudretli ve “yıldızı yüksek” olandır. Böyle bakılınca, kolektif
dinamikler bireylere bölünecek; bireyler de o talihe, kudrete ve yıldıza
kavuşmak için burjuvaziye öykünecektir. Eksik ve zayıf olan, kolektif
dinamiklere dair bir tasavvurun silindiği koşullarda, kendisini burjuvazide
tamama erdirecektir. Burjuvazi ise özel ve az oluşu ile buna direnecek,
fukaranın ağzına bal çalacak, kimi vakit oyuncaklarını dağıtacak, büyük oyun
alanları kuracak, ama her zaman kazanan o olacaktır.
Eskiden en azından, “vücuda yapılan dövmenin
emperyalizm çağıyla alakası vardır” türünden cümlelere rastlanabiliyordu. Zira
emperyalizm, tüm yeryüzü üzerinde hak iddia etmekti.
Bugünse Latin Amerika’da solcular, oylarını aldıkları
fukara yerlilerin hilafına, madenleri emperyalist tekellerin sofrasına servis
etmekte bir beis görmemektedirler.
Burada mantık şudur: yeryüzü kolektiftir, emperyalizm,
yerlilere kıyasla az ve özel değil, cihanşümuldür, bu madenlerin pazarlanması
sorun teşkil etmemelidir. Bedeninin ve derisinin sahibi olduğunu düşünenler,
ayırt edici, özel iğnelerle resimler çizmektedirler. En geniş manada yeryüzü,
yıldızı, talihi ve kudreti başka yerlerde görenlerce yağmalanmaktadır.
Dünyaya ve hakikate baktıkları yerden, kendilerini bir
çift ayakkabı ayırmaktadır. Onları verense egemenlerdir. Yeryüzünden, topraktan
ayrı olma meselesi, ayrılanları burjuvazinin peşinden sürükler. Geçmişse
vicdanla öğütülür. Akıl, gelecek adına bugüne müdahale eder.
Marksizm tarihinde de her momentte geçmişin yükünü
hafifleten, silikleştiren eserler ön plana çıkar. Ayakkabının içine kaçan taşın
her daim çıkartılması gerekir. Burjuvaziyle, olmadı gerçeklikle uzlaşacak
bireylerin inşası için teorinin budanması şarttır. Marksizm de yerle bağlarını
bir bir yitirir. Şatolara, fildişi kulelere çekilir. Marx ve Lenin’e inat,
yoksula, işçiye, ezilen halka tepeden bakılır. Onlar, yüce bir akıl
zaviyesinden değerlendirilir. Üretici güçler, burjuvazinin üretimdeki kudreti
adına istismar edilir.
Mücadele içerisinde tüm köylü, geri, cahil, sığ olan
insanlar harcanmak, tasfiye edilmek zorundadır. Harcanmak, tasfiye edilmek
istemeyense, hemencecik burjuva bireye benzemek için kollarını sıvar. Her
hayatta kalma çabası, burjuvaziye teslimiyetle sonuçlanır. Ali Şeriati’nin
ifadesiyle, kimi zaman “öl ki başkaları yaşayabilsin” denmelidir. Devlet ve
burjuvazi, bireylerin hayatta kalma neşesinde örgütlenir.
Siyaset ustaları, sadece kendi ayakkabılarından
bakabilmektedirler dünyaya. Bu noktada birey, devletin eğretilemesi olarak
yeniden inşa edilir. İnşa faaliyetinde mayayı burjuvazi çalar. Burjuvazinin
mitolojisi, dini ikame eder. Tarihi “mülk sahibi birey” denilen tanrıya göre
yeniden kurgular. Burada elbette, tabiatıyla, öne çıkan burjuvazinin
hikâyesidir. Tüm hikâye, onu yüceltecek şekilde anlatılır. Olan, galip olansa,
galibiyet ve zafer sadece olanda aranacaksa, burjuvazinin “ol” demedikleri
ölecektir.
Söz konusu hikâyede görünen-görünmeyen ayrımı da
ortadan kalkar. Zarf ve mazruf, burjuva “birey”de birlenir. Hâkim olduğu
düzende burjuva, herkese özle biçimin, eylemle sözün bir olduğu yanılsamasını
sunar. Kendisini nesnelleştirecek fikrî pratiğe izin verilmez. Dolayısıyla,
teorideki öz-biçim ayrımı da pratikteki burjuva siyaseti-komünist siyaset
ayrımı da silikleşir.
Burjuva, devrimci mücadelenin tarihselliğini kendi
hikâyesinde, toplumsallığını kendi pratik varlığında askıya alır. Devrim ve
sınıf, zararlı unsurlar olarak sürekli karalanır. Tanrı eğretilemesi olarak
burjuvazi, devrimin ve sınıfın teolojisine asla izin vermez.
Ayakkabılarının içinden bakanlar, ayakkabılarının
yüzölçümü ölçüsünde bir cumhuriyet kurarlar. Birey dışı tüm ideolojik-politik
faaliyetler yasaklanır. Burjuvazinin mitolojisi ile ezilen din, bireyin vicdanı
ile tanrı kurgusu arasına sıkıştırılır. Onun kendisi dışındaki, kendisini aşan
gerçeklerden el yuması istenir.
Sınıf ve devrim de bu süreçten nasibine düşeni alır.
Sosyalizm, işçi olmanın yüceltilmesi; devrim, öznel pratiğin
tanrısallaştırılması olarak takdim edilir. Gerçekte, tarihin-toplumun
çelişkilerinden, çatışmalarından beslenen kolektif bir pratik olarak sınıf ve
devrim, birey-tanrının sınırlarına hapsedilir. Burjuvazi iktidarını, kendi
gölgesini hayatın tüm yönlerine düşürerek sürdürür.
“Burjuvazi ilerleyip gelişsin, biz sonra bakarız kendi
işimize” diyenler, burjuvazinin nimetlerinden vazgeçemeyenler, onun
ayakkabısını çıkartamayanlardır. Devrim ve sınıf meselesi burjuvazi ile
başlatılınca onunla bitirilmek, tamama erdirilmek zorundadır.
Bu yanlışın tek çözümü, ucu açık ezilenler
mücadelesinin sınıfsal ve devrimci gerçekliğine duhul etmek ve öznelliği oradan
kurmaktır. Burjuvazinin malasından, harcından, küreğinden medet umulamaz.
“Burjuvazi gelişsin” denildiği için, gerçeklik ancak
ve sadece bu gelişme ölçüsünde analize tabi tutulabilir. Özle biçimin, burjuva
siyasetle komünist siyasetin ayrıştırılmasına artık ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla,
ortaya gördüklerine inananlar, sadece görebildiklerine iman edebilenler
topluluğu çıkar. Görülmek istenen burjuvazinin ilerlemesi olduğundan, sadece o
ilerlemeye ters akıntılar politik düşmanlık düzeyine çıkabilirler. Burjuvazinin
hâkim olduğu koşullarda, onu önceleyen sınıfsal ilişkilerden artakalanlar,
esasen bir direnişin adsız tezahürleri, imgeleridirler. Burjuvaziden yana saf
tutup o artakalanlara düşmanlık gütmek, utangaç burjuva siyasetinin
yansımasıdır.
Bu açıdan tartışma, Anadolu’daki ekalliyetin,
azınlıkların servetleriyle kapitalizmi farklı bir kanaldan geliştirme ihtimali
ile ilgilidir. Kemalizme yönelik itiraz, onun bir küçük burjuva ideolojisi
olması değil, söz konusu ihtimali ortadan kaldırmış olmasıyla bağlantılıdır. Bu
kesim, “kapitalizm Rum, Ermeni, Yahudi eliyle gelişmiş olsaydı, tam Batı ülkesi
olur, bunca dertle uğraşmazdık” der. Dolayısıyla, devrimi ve sınıfı görmeyen bu
yaklaşım, özünde burjuvazinin karın ağrısından başka bir şey değildir.
Öte yandan bu söylenen, Kemalizmin kendi özel
odalarında özel bir “Türk” inşa etmediği, kurmadığı anlamına gelmez. Bu Türk,
ekalliyeti de kesen, sınıfsal, devrimci olanın tasfiyesi için bir tür silâh
olarak imal edilmiştir. Tahkimat, bir yandan “hain” Araplara, bir yandan da
Farslara-Kürdlere karşı yapılmıştır. “Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış kitle”
tespiti, kitleleri kaynaştıracak, sınıfsızlaştıracak, imtiyazlardan arındıracak
iradeye karşı bir tampon oluşturma niyetinin yansımasıdır.
Buradan şu söylenebilir: “İslam’da kurban yok” lafı,
selefi bir zihniyetin ürünüdür. Selefilik ise özel kabilelerin İslam devrimine
karşı direncinin adıdır. Kabileleri ortak bir geçmişe ve geleceğe bağlama
iradesi, kabilelerin “ben varım” demesiyle tasfiye edilecektir. Bu açıdan,
“Türklükte İslam yok” lafı ile “İslam’da kurban yok” yan yanadır. İlkinde özel
otağların, özel hazırlanmış kımızların direnci; ikincisinde özel malumatın,
özel varlığın direnci söz konusudur.
İslam’ın da Türklük gibi özel saraylarda inşa ve imal
edilmesine izin vermemek gerekir. Aynı şekilde Araplarla bir yarış içerisine
girerek, “şu İslam Türklere gelmiş, bahşedilmiş olsaydı keşke” denmemelidir. Bu
açıdan İslam’ın devlete göre kurgulanması noktasında Mustafa İslamoğlu gibi
isimler, devletin sivil kanadının “ajan”larıdırlar. İslam’ın ve Türklüğün
ezilenler tarihinden yalıtlanması, oradan da mevcut muktedirlerin eteklerine
tutuşturulması, bugün, egemenlere ait bir pratiktir. Aracısı, her türden küçük
burjuvadır. Talihe, kudrete ve yıldızlara kul olanların putları yıkılmayı
beklemektedir. Bugün o putları simgeleyen heykellerin gözlerini bağlayanlar,
AKP gerçeğinin ne kadar devlete ve burjuvaziye yakışmadığını söylemeye
çalışmaktadırlar. Gerekirse bu gözler görsün diye o heykeller de yıkılacaktır!
Eren Balkır
1 Eylül 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder