Pages

01 Eylül 2019

Ayakkabı Cumhuriyeti


“Öz ile biçim aynı olsaydı, bilime gerek kalmazdı” diyor Marx. Bu söze politik düzlemde şu eki yapmak mümkün: “Burjuva siyasetle komünist siyaset birse, devrime gerek yoktur.”

Ayakkabı ustası ile bir ayakkabı fabrikasında çalışan işçi de bir değildir. İlki, işin başını-sonunu tayin eder; ikincisi işin başını-sonunu bilmez, sadece ucu açık bir sürecin parçası olur. İşçi ait; usta sahip olmayı bilendir. İşçinin de ustanın da burjuva olma arzusu ile kuşatılması mümkündür. Her ikisi de bu noktada yalınayakların öfkesinden kaçmak için kendince yollar bulacaktır.

Burjuvazi, bir kader anlayışı ile birlikte gelir. O, talihli, kudretli ve “yıldızı yüksek” olandır. Böyle bakılınca, kolektif dinamikler bireylere bölünecek; bireyler de o talihe, kudrete ve yıldıza kavuşmak için burjuvaziye öykünecektir. Eksik ve zayıf olan, kolektif dinamiklere dair bir tasavvurun silindiği koşullarda, kendisini burjuvazide tamama erdirecektir. Burjuvazi ise özel ve az oluşu ile buna direnecek, fukaranın ağzına bal çalacak, kimi vakit oyuncaklarını dağıtacak, büyük oyun alanları kuracak, ama her zaman kazanan o olacaktır.

Eskiden en azından, “vücuda yapılan dövmenin emperyalizm çağıyla alakası vardır” türünden cümlelere rastlanabiliyordu. Zira emperyalizm, tüm yeryüzü üzerinde hak iddia etmekti.

Bugünse Latin Amerika’da solcular, oylarını aldıkları fukara yerlilerin hilafına, madenleri emperyalist tekellerin sofrasına servis etmekte bir beis görmemektedirler.

Burada mantık şudur: yeryüzü kolektiftir, emperyalizm, yerlilere kıyasla az ve özel değil, cihanşümuldür, bu madenlerin pazarlanması sorun teşkil etmemelidir. Bedeninin ve derisinin sahibi olduğunu düşünenler, ayırt edici, özel iğnelerle resimler çizmektedirler. En geniş manada yeryüzü, yıldızı, talihi ve kudreti başka yerlerde görenlerce yağmalanmaktadır.

Dünyaya ve hakikate baktıkları yerden, kendilerini bir çift ayakkabı ayırmaktadır. Onları verense egemenlerdir. Yeryüzünden, topraktan ayrı olma meselesi, ayrılanları burjuvazinin peşinden sürükler. Geçmişse vicdanla öğütülür. Akıl, gelecek adına bugüne müdahale eder.

Marksizm tarihinde de her momentte geçmişin yükünü hafifleten, silikleştiren eserler ön plana çıkar. Ayakkabının içine kaçan taşın her daim çıkartılması gerekir. Burjuvaziyle, olmadı gerçeklikle uzlaşacak bireylerin inşası için teorinin budanması şarttır. Marksizm de yerle bağlarını bir bir yitirir. Şatolara, fildişi kulelere çekilir. Marx ve Lenin’e inat, yoksula, işçiye, ezilen halka tepeden bakılır. Onlar, yüce bir akıl zaviyesinden değerlendirilir. Üretici güçler, burjuvazinin üretimdeki kudreti adına istismar edilir.

Mücadele içerisinde tüm köylü, geri, cahil, sığ olan insanlar harcanmak, tasfiye edilmek zorundadır. Harcanmak, tasfiye edilmek istemeyense, hemencecik burjuva bireye benzemek için kollarını sıvar. Her hayatta kalma çabası, burjuvaziye teslimiyetle sonuçlanır. Ali Şeriati’nin ifadesiyle, kimi zaman “öl ki başkaları yaşayabilsin” denmelidir. Devlet ve burjuvazi, bireylerin hayatta kalma neşesinde örgütlenir.

Siyaset ustaları, sadece kendi ayakkabılarından bakabilmektedirler dünyaya. Bu noktada birey, devletin eğretilemesi olarak yeniden inşa edilir. İnşa faaliyetinde mayayı burjuvazi çalar. Burjuvazinin mitolojisi, dini ikame eder. Tarihi “mülk sahibi birey” denilen tanrıya göre yeniden kurgular. Burada elbette, tabiatıyla, öne çıkan burjuvazinin hikâyesidir. Tüm hikâye, onu yüceltecek şekilde anlatılır. Olan, galip olansa, galibiyet ve zafer sadece olanda aranacaksa, burjuvazinin “ol” demedikleri ölecektir.

Söz konusu hikâyede görünen-görünmeyen ayrımı da ortadan kalkar. Zarf ve mazruf, burjuva “birey”de birlenir. Hâkim olduğu düzende burjuva, herkese özle biçimin, eylemle sözün bir olduğu yanılsamasını sunar. Kendisini nesnelleştirecek fikrî pratiğe izin verilmez. Dolayısıyla, teorideki öz-biçim ayrımı da pratikteki burjuva siyaseti-komünist siyaset ayrımı da silikleşir.

Burjuva, devrimci mücadelenin tarihselliğini kendi hikâyesinde, toplumsallığını kendi pratik varlığında askıya alır. Devrim ve sınıf, zararlı unsurlar olarak sürekli karalanır. Tanrı eğretilemesi olarak burjuvazi, devrimin ve sınıfın teolojisine asla izin vermez.

Ayakkabılarının içinden bakanlar, ayakkabılarının yüzölçümü ölçüsünde bir cumhuriyet kurarlar. Birey dışı tüm ideolojik-politik faaliyetler yasaklanır. Burjuvazinin mitolojisi ile ezilen din, bireyin vicdanı ile tanrı kurgusu arasına sıkıştırılır. Onun kendisi dışındaki, kendisini aşan gerçeklerden el yuması istenir.

Sınıf ve devrim de bu süreçten nasibine düşeni alır. Sosyalizm, işçi olmanın yüceltilmesi; devrim, öznel pratiğin tanrısallaştırılması olarak takdim edilir. Gerçekte, tarihin-toplumun çelişkilerinden, çatışmalarından beslenen kolektif bir pratik olarak sınıf ve devrim, birey-tanrının sınırlarına hapsedilir. Burjuvazi iktidarını, kendi gölgesini hayatın tüm yönlerine düşürerek sürdürür.

“Burjuvazi ilerleyip gelişsin, biz sonra bakarız kendi işimize” diyenler, burjuvazinin nimetlerinden vazgeçemeyenler, onun ayakkabısını çıkartamayanlardır. Devrim ve sınıf meselesi burjuvazi ile başlatılınca onunla bitirilmek, tamama erdirilmek zorundadır.

Bu yanlışın tek çözümü, ucu açık ezilenler mücadelesinin sınıfsal ve devrimci gerçekliğine duhul etmek ve öznelliği oradan kurmaktır. Burjuvazinin malasından, harcından, küreğinden medet umulamaz.

“Burjuvazi gelişsin” denildiği için, gerçeklik ancak ve sadece bu gelişme ölçüsünde analize tabi tutulabilir. Özle biçimin, burjuva siyasetle komünist siyasetin ayrıştırılmasına artık ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla, ortaya gördüklerine inananlar, sadece görebildiklerine iman edebilenler topluluğu çıkar. Görülmek istenen burjuvazinin ilerlemesi olduğundan, sadece o ilerlemeye ters akıntılar politik düşmanlık düzeyine çıkabilirler. Burjuvazinin hâkim olduğu koşullarda, onu önceleyen sınıfsal ilişkilerden artakalanlar, esasen bir direnişin adsız tezahürleri, imgeleridirler. Burjuvaziden yana saf tutup o artakalanlara düşmanlık gütmek, utangaç burjuva siyasetinin yansımasıdır.

Bu açıdan tartışma, Anadolu’daki ekalliyetin, azınlıkların servetleriyle kapitalizmi farklı bir kanaldan geliştirme ihtimali ile ilgilidir. Kemalizme yönelik itiraz, onun bir küçük burjuva ideolojisi olması değil, söz konusu ihtimali ortadan kaldırmış olmasıyla bağlantılıdır. Bu kesim, “kapitalizm Rum, Ermeni, Yahudi eliyle gelişmiş olsaydı, tam Batı ülkesi olur, bunca dertle uğraşmazdık” der. Dolayısıyla, devrimi ve sınıfı görmeyen bu yaklaşım, özünde burjuvazinin karın ağrısından başka bir şey değildir.

Öte yandan bu söylenen, Kemalizmin kendi özel odalarında özel bir “Türk” inşa etmediği, kurmadığı anlamına gelmez. Bu Türk, ekalliyeti de kesen, sınıfsal, devrimci olanın tasfiyesi için bir tür silâh olarak imal edilmiştir. Tahkimat, bir yandan “hain” Araplara, bir yandan da Farslara-Kürdlere karşı yapılmıştır. “Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış kitle” tespiti, kitleleri kaynaştıracak, sınıfsızlaştıracak, imtiyazlardan arındıracak iradeye karşı bir tampon oluşturma niyetinin yansımasıdır.

Buradan şu söylenebilir: “İslam’da kurban yok” lafı, selefi bir zihniyetin ürünüdür. Selefilik ise özel kabilelerin İslam devrimine karşı direncinin adıdır. Kabileleri ortak bir geçmişe ve geleceğe bağlama iradesi, kabilelerin “ben varım” demesiyle tasfiye edilecektir. Bu açıdan, “Türklükte İslam yok” lafı ile “İslam’da kurban yok” yan yanadır. İlkinde özel otağların, özel hazırlanmış kımızların direnci; ikincisinde özel malumatın, özel varlığın direnci söz konusudur.

İslam’ın da Türklük gibi özel saraylarda inşa ve imal edilmesine izin vermemek gerekir. Aynı şekilde Araplarla bir yarış içerisine girerek, “şu İslam Türklere gelmiş, bahşedilmiş olsaydı keşke” denmemelidir. Bu açıdan İslam’ın devlete göre kurgulanması noktasında Mustafa İslamoğlu gibi isimler, devletin sivil kanadının “ajan”larıdırlar. İslam’ın ve Türklüğün ezilenler tarihinden yalıtlanması, oradan da mevcut muktedirlerin eteklerine tutuşturulması, bugün, egemenlere ait bir pratiktir. Aracısı, her türden küçük burjuvadır. Talihe, kudrete ve yıldızlara kul olanların putları yıkılmayı beklemektedir. Bugün o putları simgeleyen heykellerin gözlerini bağlayanlar, AKP gerçeğinin ne kadar devlete ve burjuvaziye yakışmadığını söylemeye çalışmaktadırlar. Gerekirse bu gözler görsün diye o heykeller de yıkılacaktır!

Eren Balkır
1 Eylül 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder