Siyasetin
Demokratlar ve Cumhuriyetçilerden müteşekkil olduğu, başka herhangi bir
ideolojinin varlık imkânı bulamadığı iki kutuplu siyaset dünyasında yaşayan
ABD’li medya şirketleri, solu, liberali ve Demokrat’ı eşanlamlı olarak
kullanıyorlar. Bunun tümüyle yanlış ve gerçekdışı olduğunu belirtmek gerek.
Demokratlar, bir partinin mensuplarını ifade ediyorken, solculuk ve liberalizm
birer ideoloji, ayrıca Demokrat Parti siyaseti, çoğunlukla ne solcu ne de
liberal, onu temelde aşırı sağ olarak tanımlamak mümkün. Tam da Orwell’ın
tespitinde dile getirdiği biçimiyle, bir yalan, birkaç kez tekrarlandığında
yalanı değil de doğru olarak bildiğiniz şeyi sorgulamaya başlıyorsunuz.
Bu
postmodern dönemde bazen kelimelerin hâlen daha belirli anlamlara sahip
olduğunu, ayrımların kelimeler arasındaki farkı belirlediğini kendimize
anımsatmamız gerekiyor.
Öyleyse
şimdi liberalle solcu arasındaki farkları belirleyelim.
Bernie
Sanders Demokrat Parti’ye oy veriyor, onun için çalışıyor, bu parti adına
bağımsız bir isim olarak kampanya yürütüyor ve kendisini “demokratik sosyalist”
olarak tanımlıyor. Partisiz bir ideoloji olarak demokratik sosyalizmi
İskandinavya pratikleriyle kıyaslamak gerekiyor.[1] Sanders’ın meselelere
yönelik tutumu ise esasen ortanın solu olarak tanımlanabilir, lâkin Amerikan
siyaseti o kadar aşırı sağa kaydı ki Sanders’ın eski tip Demokrat Partililiği
solcuymuş gibi algılanabiliyor. Oysa 2020 model Sanders ile 1972 model McGovern
arasında hiçbir fark yok.[2] Seçmenlerin kafası tam da bu sebeple karışıyor!
Liberal
ve solcu, benzer taleplere sahip: ikisi de gelir eşitsizliğinin azaltılmasını,
çalışma koşullarının düzeltilmesini, makul ücretlere tabi barınma ve sağlık
imkânlarının artırılmasını istiyor. Ama aralarında belirli bir derece farkı
var. Liberal, fakirle zengin arasındaki mesafenin daralmasını isterken
komünist, tüm sınıfsal farklılıkların ortadan kalkmasını istiyor. Dış siyaset
söz konusu olduğunda ise aralarındaki farklılık belirginleşiyor: liberal,
tercihen bazı savaşlara destek çıkarken solcu, ordunun yalnızca özsavunma
noktasında devreye girmesini talep ediyor.
Son
paragraf belirli bir çıkarıma ihtiyaç duyuyor. Ben de birçok insan gibi
işbirliğini meşrulaştırmak, onun gerekli olduğunu söylemek adına çakışmalardan
söz ediyormuş gibi görünüyorum. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak da gündeme şu
soru geliyor: Madem liberal de solcu da gezegeni ve insanlığı iklim
değişikliğinden kurtarmak istiyor, o hâlde dünyayı kirletenlerle ve onların
müttefiki olan inkârcılarla mücadele etmek için güçlerini neden
birleştirmiyorlar?
Nobel
ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, liberalliğin şahikasıdır. Columbia
Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan, Dünya Bankası’nda eski baş
ekonomist unvanıyla çalışmış olan, ayrıca eskiden Ekonomi Danışmanları
Konseyi’nin başkanlığını yapmış olan Stiglitz’in yakınlarda New York
Times’da çıkan makalesi, liberallerle solcular arasında kalıcı bir
ilişkinin boş bir hayal olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Zeki
liberallerin o uzun ve sıkıcı laf ebeliklerinde de gördüğümüz üzere,
Stiglitz’in “İlerici Kapitalizm Bir Oksimoron Değildir”[3] başlıklı yazısında
bulunacak çok şey var. (Bu arada açık ve net olanı şimdiden ifade etmiş olalım:
“Evet oksimorondur!”)
Stiglitz,
sorunu doğru bir biçimde tanımlıyor:
“Altmışların sonundan beri
en düşük işsizlik oranlarına kavuşmuş olmasına karşın Amerikan ekonomisi,
yurttaşlarını yüzüstü bırakıyor. Nüfusun yaklaşık yüzde doksanı son otuz yıl
içerisinde gelirlerinin yerinde saydığını veya azaldığını görüyor. ABD’nin gelişmiş
ülkeler arasında en yüksek eşitsizlik düzeyine sahip olduğu, yurttaşlarına en
az sayıda fırsat sunduğu dikkate alınırsa bu, hiç de şaşılacak bir durum
değil.[4]”
Yerinde
bir tespitle Stiglitz suçu, kârdan başka bir şey üretmeyen koruma fonu yönetimi
türünden “servet avcısı” (ekonomistlerin kullandığı tabirle, “rantçı”)
şirketlerde ve Regınizmin geride bıraktığı mirasta buluyor.
“Küreselleşmeyi
yönlendiren güçlerin ve teknolojik değişimin eşitsizliklerdeki artışa katkı
sunması yetmiyormuş gibi bir de bizler, toplumsal eşitsizliklerin iyice
derinleşmesini sağlayan politikalar benimsedik. Piyasalara giderek daha fazla
bel bağladık ve toplumsal koruma mekanizmalarını ufalttık.”
Yazının
devamında ise şunları söylüyor:
“Süreçten etkilenen
işçilere daha fazla yardım sağlamalıydık (teknolojik değişimin bir sonucu
olarak işlerini yitiren işçilere de benzer bir yardım sunmalıydık) fakat
şirketlerin çıkarları bu türden bir teşebbüse kökten karşıydı. Ucuz işgücü
gerektiren ve yurtdışında faal olan işletmelerin eksiğini tamamlamak adına
yurtiçinde işgücü maliyetlerinin düşürülmesi gerekiyordu. Bu, esasen zayıf bir
işgücü piyasasının dayattığı bir gereklilikti. Bugün itibarıyla fasit daireye
girmiş bulunuyoruz: paranın yön verdiği siyaset sistemimizde artan ekonomik
eşitsizlik, politik eşitsizliğin de artmasına yol açıyor, sonuçta kuralların
devre dışı kaldığı, mevzuatların işlemediği, düzenlemenin bulunmadığı
koşullarda ekonomik eşitsizlik daha da artıyor.”
Mesele
bundan daha iyi anlatılamazdı!
Stiglitz
türünden liberallerle benim gibi solcuların yolu, tartışma çözüm önerileri
aşamasına geldiği noktada ayrışıyor. O aşamada Lenin gibi “Ne Yapmalı?”
sorusunu sormak gerekiyor.
Stiglitz’ın
cevabı şu yönde:
“Devletin topluma hizmet
eden piyasaların oluşumunda oynadığı hayatî rolü kabul etmekle işe başlanmalı.
Suiistimale ve istismara kapalı olan güçlü bir rekabeti güvence altına almak,
şirketlerle istihdam ettikleri işçiler ile hizmet sunduklarını iddia ettikleri
müşteriler arasındaki ilişkiyi yeniden biçimlendirmek şart.”
Özünde
Stiglitz, “devlet müdahalesinin gerekli olduğunu” söylüyor.
Ayrıca
“seçmenlerle seçilmiş görevliler, işçilerle şirketler, fakirlerle zenginler,
işi olanlarla işi olmayanlar ve çok az çalışma imkânı bulabilenler arasında
yeni bir toplumsal sözleşmenin teşkil edilmesine ihtiyacımız olduğundan
bahsediyor.
Bu
hattı takip edelim. Yazılanların tamamını okuyalım. Hiçbir noktasını
atlamayalım.
Stiglitz,
ne yapılması gerektiğini biliyor. Söylediklerinin büyük bir kısmında da haklı.
Ama istediği şeylerin kâfi gelmeyeceğini söylemek gerek. Ayrıca önerilerinin
hayırdan çok şerre yol açacağını belirtelim.
Stiglitz,
öte yandan, önerilerinin nasıl gerçekleştirileceği sorusuna cevap veremez,
çünkü bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Tüm liberallerin önerdiği siyaset gibi
onun siyaseti de pısırık, etkisiz bir avuç fikirden, anlamsız hayalden ibaret.
O,
kendince “paranın yön verdiği siyaset sistemimizde artan ekonomik eşitsizlik
politik eşitsizliğin de artmasına yol açıyor, sonuçta kuralların devre dışı
kaldığı, mevzuatların işlemediği, düzenlemenin bulunmadığı koşullarda ekonomik
eşitsizlik daha da artıyor” diyor, ama kapitalizmin içine girdiği bu dönemde
dünyayı sürüklediği bu ölüm sarmalının bir devası bulunmuyor. Şirketlerin,
onların gözde siyasetçilerinin ve medyadaki yolsuzluk çamuruna bulanmış
propagandacıların “devletin hayatî rolünü kabul etmeleri” asla mümkün değil.
Onların kendilerini düzene sokmaları mümkün değil. Ayrıca “yeni bir toplumsal
sözleşme” de meydana getiremezler.
Bu
insanlar zengin ve güçlüler. Zenginler, bir gün uyanıp “bencil bir pislik
olmaya artık bir son verelim de gelirimi yeniden dağıtayım” demezler.
Güçlülerin zayıfların sefil koşullarda yaşıyor oluşunu umursamaları asla mümkün
değildir.
Para,
zenginlerden ancak bir şekilde alınabilir: Zorla. Güçlüler de imtiyazlarından
aynı şekilde mahrum bırakılabilirler: Başka tercihleri kalmadığında.
Liberaller
ve solcular, birçok sorunu benzer şekilde tanımlıyorlar. Ama solcular, gerçek
çözümlerin iktidardaki elitlere yoğun bir baskı uygulanmasını gerekli kıldığı
üzerinde duruyorlar. Karşı tarafı ikna edecek, zora dayalı bir tehdit, misal
şiddet araçlarını da kullanabilecek, barışçıl bir protesto, reformların
dayatılması noktasında kâfi gelebilir. Lâkin solcular takipçisi değilse o
reformlar yürürlükten kaldırılacaktır. Nihayetinde muktedirleri yerinden edecek
olan devrimdir ki o da şiddete muhtaç olan bir süreçtir.
Liberaller
değişim talep etmezler, değişimi nazikçe isterler. Onlar, şiddete ve karşı
tarafı ikna edecek, şiddete dayalı tehdide karşı olduklarından, esasen örtük
olarak siyasetin ve toplumun mevcut yapısında köklü bir değişime karşı
dururlar. Solculardan farklı olarak liberaller, iddialarına göre hasretini
çektikleri reformlara ulaşabilmek için kendilerine ait o ufak imtiyazları riske
atmak istemezler. Dolayısıyla bıçak kemiğe dayandığında liberaller, devrimci
müttefiklerini iktidara satacak, devletin baskısı ilk işaretini verdiği anda
topuklayıp kaçacaklardır.
Eğer
müttefikinize güvenemiyorsanız, demek ki o, hiç müttefikiniz olmamıştır.
Ted Rall
11 Temmuz 2019
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Chris Moody, “Bernie Sanders’ American Dream is in Denmark”, 17 Şubat 2016,
CNN.
[2]
Jerry Kremer, Bernie Sanders: The Second Coming of George McGovern?”, 11 Şubat
2016, Liherald.
[3]
Joseph Stiglitz, “Progressive Capitalism Is Not an Oxymoron”, 19 Nisan 2019, NYT.
[4]
Ana Maria Santacreu, “How Does U.S. Income Inequality Compare Worldwide?”, 16
Ekim 2017, StLouis.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder