Altmışların
sonlarında Amílcar Cabral, ABD’deki Siyahların Kurtuluşu Hareketi ve diğer
devrimci örgütler nezdinde Che Guevara, Stokeley Carmichael ve Rap Brown kadar
önemli bir isimdi. Gine-Bissau ve Yeşil Burun’daki ulusal kurtuluş mücadelesi,
bizim açımızdan, Los Angeles ve Güney Filadelfiya’daki siyah mücadelesiyle
benzer bir yere sahipti. Oysa bu ülkeye çok azımız gitmiştik. Bir tek Harry
Belafonte (Pasif Direnişçi Öğrenciler Koordinasyon Komitesi –SNCC) adına
Gine-Bissau’nun güney komşusu olan Fransız sömürgesi Gine’nin Conakry şehrine
gitmişti. Bu şehir, Cabral’ın kurtuluş hareketinin karargâhı idi. 1964 yazı,
ABD’de özgürlükler yazıydı. Afrika’da bilhassa güney Afrika’da ve Mozambik’te,
Angola’da, Gine-Bissau’da ve Yeşil Burun’da ulusal kurtuluş hareketleri,
beyazların üstünlüğü fikrine ve Portekiz İmparatorluğu’na kafa tutmuşlardı.
ABD’de, Chaney, Goodman ve Schwerner’ın Mississippi’de öldürülmesi ve Fannie
Lou Hamer’ın Mississippi Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin Demokratik Ulusal
Kongresi’nde yer almasını talep etmesi sonrası Harry Belafonte, Bayan Hamer,
Bob Moses, Julian Bond, James Foreman ve SNCC’nin diğer önemli üyeleri için
kendisinin “selamet kapısı” dediği yolu açmak için uğraştı. Dört yıl sonra Los
Angeles’ta SNCC örgütünü kurmuş olan ve burada küçük bir gruba akıl hocalığı
yapan Jim Foreman’la birlikte çalıştığımız dönemde onun yaptığı bu seyahatten
ve Gine’nin Gine-Bissau ile Yeşil Burun’daki bağımsızlık hareketinin
desteklenmesi noktasında oynadığı rolden sıkça bahsettiğini anımsıyorum.
Jim
Foreman ve ABD Komünist Partisi’nin siyah lideri, dostum Charlene Mitchell’den
Amílcar Cabral hakkında çok şey dinledim. Ekim 1970’te tutuklandıktan sonra
benim özgürlüğüme kavuşmam için yürütülen uluslararası kampanyanın itici gücü
olan Charlene, Cabral ile bizzat tanışma şerefine nail olmuş bir isim.
Cabral’la tanıştıktan kısa bir süre sonra Charlene, o günlerde Cezayir’de
bulunan Eldridge Cleaver’la bir tartışmaya yaşar. Cleaver, o görüşmede
Kübalılarla bazı Afrikalı liderlerin “devrimi sattığını” söyler. Cleaver,
düşüncelerini Gine ve Yeşil Burun’un Bağımsızlığı için Afrika Partisi (PAIGC)
lideriyle Charlene’in Fas’ta yaptığı toplantıda da dile getirir. Afrika Partisi
liderine göre, kendisine devrimci diyen birçok siyahın halkı bilinçlendirme
fikrine karşı çıkıp devrimci değişimin özünü kavganın teşkil ettiğini
düşündüğünden bahseder. Uzun yıllar Gine-Bissau’daki köylüleri örgütlemek için
tarım bilimi eğitimi alan ve sahada çalışan parti lideri, devrimci pratiği
romantize etmenin ne kadar tehlikeli olduğunun farkındadır. Bu anlamda o,
esasen Fanon’un şiddetin arındırıcı bir güç olduğuna dair sözünü düz anlamıyla
ele alan eğilimlere itiraz etmektedir.
Devrimi
romantize edip kavganın savaşçıların uğruna mücadele ettiği hedefi gölgede
bırakmasına dair yaklaşımı konusunda Eldridge Cleaver yalnız değildir. O
dönemde temel sorunlardan biri de mücadeleye dair erkekçi ve militarist
imajların halesine kapılma eğilimidir. Cabral tam da bu türden fikirlerle
mücadele etmektedir. Devrimci değişimle ilgili gelişkin fikirler üretemeyen
devrimci siyahlar, ABD’ye özgürlük hareketlerini nasıl aktaracaklarını ve
Afrika’daki kurtuluş mücadeleleriyle maddi ve manevi düzeyde nasıl bağlar
kuracaklarını bilmemektedirler. Amílcar Cabral (ki onun yanında bazılarımız
Augustinho Neto ve Samora Machel’ın ismini de yazardı) bizim “insan hakları
söylemi” dediğimiz şey aracılığıyla ulaşabileceğimiz daha kapsamlı bir özgürlük
ufkunu tahayyül etmemize katkıda bulunmuştur.
Bizim
gibi Marksist olanlar ve sömürgecilik karşıtı mücadelelerin dünya genelinde
kapitalizme karşı ortaya konulan direnişin öncü unsurları olduğunu söyleyen
Afrikalı yoldaşlarla yan yana duranlar, muhafazakâr insan hakları savunusuyla
bağlantılı asimilasyoncu stratejinin bir uzantısı olduğumuzun, aynı zamanda
kapitalizmin eğip büktüğü “Siyah Gücü” fikrinin dar bir fikir olduğunun gayet
net farkındaydık. Cabral sayesinde siyahların kurtuluşuna dair geliştirdiğimiz
ve stratejilerimizle hedeflerimizin insan hakları temelinde inşa edilmiş
görüşten ayrışmasını sağlayan fikriyatımızın esas olarak Afrika’daki ulusal
kurtuluş mücadeleleriyle bağlantılı olduğunu gördük. Başka bir ifadeyle bizler,
sadece ABD’deki özgürlük hareketleriyle değil, Afrika, Asya ve Latin Amerika’da
İkinci Dünya Savaşı sonrası yürütülen anti-emperyalist mücadelelerle irtibatlı
idik. Dolayısıyla bizim Amílcar Cabral ve Gine-Bissau ile Yeşil Burun’daki
halkıyla kurduğumuz bağ, asla soyut değildi. Bizler, dar bütünleşmeci görüşlere
dönük eleştirilerimizi geliştirme ve siyahların kurtuluşu ile ilgili olarak
daha kapsamlı bir vizyon ortaya koyma noktasında Cabral’ın bize takdim ettiği
enternasyonalizm anlayışına sırtımızı yaslıyorduk.
Simgesel
açıdan önemli bir yerde duran Fidel Castro, Che Guevara, Frantz Fanon, Patrice
Lumumba ve Amílcar Cabral gibi liderlere sırtınızı vermenin hayırlı olduğunu
kimse inkâr edemez. Ancak bu devrimciler panteonu (ki sonrasında onun Haydée
Santamaria ve Célia Sanchez gibi kadınları da içerdiğini öğrendik) dünyanın
kurtuluşuna dair ihtimallere yönelik inancımızı muhafaza etmemizi sağladı.
Benim bağlı olduğum SNCC birimi dağılınca komünist partiye katıldım (işin tuhaf
yanı şu ki bu gelişme, New York’taki liderlerden birinin Los Angeles’taki SNCC
biriminde kadınların fazla kudrete sahip olduğuna inandığı için yaşanmıştı.).
Partiye katılınca Che-Lumumba Kulübü denilen, parti içinde teşkil edilmiş yapı
dâhilinde çalışmaya başladım. Aynı dönemde San Diego’daki Kaliforniya
Üniversitesi kampüsünde siyah, Latin ve beyaz işçi öğrencilerin ihtiyaçlarını
karşılamak için yürütülen kampanyaya katkı sundum. Bu çalışmaya sonrasında
Lumumba-Zapata adını verdik. Aslında Guevara-Cabral adını vermek de mümkündü. O
dönemde birçok ebeveyn, çocuklarına Cabral ismini veriyordu. Kurumlara veya
çocuklara bu türden isim verme pratikleri, tüm dünya genelinde ABD
emperyalizmine ve sömürgeciliğe karşı çıkan insanlarla kurulan bağların
güçlenmesini sağlıyordu.
Ama
öte yandan Amílcar Cabral’ın basit bir sembol olmadığını söylemek lazım.
Devrimci bir teorisyen olarak Cabral, kurtuluş mücadelesinin politik, ekonomik
ayrıca kültürel yönlerine önem veren bir isimdi. “Teori Silâhı” adını taşıyan
Ocak 1966’da Havana’da düzenlenen Trikontinental Konferansı’nda yaygın biçimde
dağıtılan çalışmasında Cabral, devrimlerin formüllere dayanmadığını ve kolayca
bir yerden başka bir yere aktarılamayacağını üstüne basa basa dile getirmişti.
1959’da zafere ulaşmış olan Küba Devrimi’nin yol açtığı heyecan, sadece bu
devrimin ABD’ye 90 mil uzaklıkta gerçekleşmiş olmasının değil, ayrıca ileride
gerçekleşecek (umut edildiği biçimiyle aynı şekilde yaşanacak) devrimci
dönüşümlerin muhtemel olduğunu ortaya koymuş olmasının bir sonucu idi. Küba
adasında başarıya ulaşmış taktik ve stratejileri yeniden üretmeye çabalamak
yerine Cabral, bizden kendi teorilerimizi ve stratejilerimizi geliştirmemizi,
bu görevi de mücadelelerimizin özgül ekonomik, politik ve kültürel konumlarıyla
doğrudan bağ kurmak suretiyle ifa etmemizi istiyordu.
Düşmanlarımız
aynı olsa da süreçler ve dinamikler arasında ciddi benzerlikler bulunsa da
toplumsal devrim ve ulusal kurtuluş ihraç edilebilir birer meta değildir.
Devrim ve ulusal kurtuluşun yerel ve ulusal ölçekte yaşanan gelişmelerin birer
sonucu olduğunu görmek, lehte veya aleyhte işleyen dışsal faktörlerin etkisi
altında şekillendiğini anlamak ama aynı zamanda onların her bir halkın tarihsel
gerçekliğince belirlenip biçimlendiklerini tespit etmek gerekmektedir. En büyük
emperyalist ve sosyalizm düşmanı güçten sadece doksan mil uzaklıkta cereyan
eden Küba Devrimi, bu ilkenin pratik karşılığı gibidir.[1]
Suikasta
kurban gitmeden birkaç ay önce ABD’li siyah devrimcilerle gerçekleştirdiği
toplantıda Cabral da silâhlardan ve şiddetten daha kapsamlı bir olgu olarak
mücadeleyi tahayyül etmenin önemi üzerinde durmuştu.
Kendi
ülkemizde verdiğimiz mücadele neredeyse on yıldır devam ediyor. Bu süre
zarfında bilhassa kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan değişimleri dikkate
aldığımızda mücadelenin yüz yıldan fazla bir zamana yayıldığını söylemek lazım.
Tamam mermi sıkıyoruz, bomba atıyoruz, bu açıdan baktığımızda on yıllık süre
çok fazla. Ama bunlarla yetinmiyoruz. Bu dönemde bir millet meydana
getirdiğimizi görmeliyiz.[2]
Cabral
da her daim derin analiz üzerinde durmuş bir isimdi. Ona göre analoji temelli
düşünce ile yapılmış analizlerin kabul edilmesi mümkün değildi. ABD’de siyah
devrimcilerle yaptığı toplantıda kendisiyle sömürgeciliğin niteliğini
tartıştığı Eldridge Cleaver’la yapmış olduğu sohbetten de bahsetmişti.
Aktardığına göre Cleaver, o sohbet esnasında ABD’de siyahların bir tür
sömürgeci hâkimiyet koşullarında yaşamakta olduğunu dile getirmiş. Bu tespiti
aktardıktan sonra Cabral, aynıymış gibi görünen olgularla karşı karşıya
kalındığını, lâkin politik faaliyetin bizim bu olgular arasında ayrım yapmamızı
gerekli kıldığını söyledi. Ama tabii bu, amaçların aynı olmadığı anlamına
gelmiyordu. Ayrıca bazı araçların benzemediğini de kimse iddia edemezdi. Asıl
mesele, zaman ve enerji kaybından ve kaçınmak adına, her bir durumu
derinlemesine analiz etmek, yapılmayanları yapmak, yapılması gerekenleri
unutmamaktı.[3]
Amílcar
Cabral’ın bize verdiği derslerin paha biçilmez oldukları açık. Onunla şahsen
tanışamadım. 1973’te Tanzanya’da Augustinho Neto ile Portekiz imparatorluğunun
kısa süre içinde çökeceği konusunda, büyük bir coşkuyla gerçekleştirdiğimiz
sohbeti hâlen daha anımsıyorum. O sohbette herkesin zihninde hâlâ taze olan
Cabral’ın ölümü ile ilgili de konuşmuştuk. O Afrika seyahati esnasında Gine’nin
Conakry şehrinde de kaldım. Vurulduğu yere gittim ve dünyanın kaderinin
değişmesine katkı sunan bu insana saygılarımı sundum.
Angela Davis
[Kaynak:
Claim No Easy Victories: The Legacy of Amilcar Cabral, Yayına
Hazırlayan: Firoze Manji ve Bill Fletcher Jr., Codesria, 2013, s. 350-353.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder